domuz gibi yiyip içip, sikişip sıçmak,
sahte mesih rolüne bürünerek bolca beyaz amcık sikmek,
genç müritlerini dahi uyuşturucu bağımlısı keşlere dönüştürmek,
olur olmadık her konuda aslı astarı olmayan yalan beyanlar üretmek haricinde medeniyetin ilerleyişine hiçbir katkıda bulunmamış hint faresi.
6 bölümlük netflix belgeselini bitirdim ve fark ettim ki adamı özleyen herkes aslında geçmişini ve yaşadığı anıları özlüyor.
Öyle bir tarikatta olup sınırsız seks yapıp kafama göre takılsam bende özlerdim yalan yok.
Amerikada kendi yandaşlarıyla şehir dışında bir yaşam sürmeye çalışmış ve araba koleksiyonu olan bir düşünür. Baya baya yandaşlarından maddi anlamda faydalanmış birisi. Bunun kitaplarını okuyup aydınlandığını düşünen kitle var. Bunu okuyacağınıza gidin Krishnamurti okuyun daha iyi.
“Çocukluğumdan hatırlayabildiğim kadarıyla yalnızca tek bir oyun sevdim: Tartışmayı, her şey hakkında tartışmayı... Pek az yetişkin bana tahammül edebiliyordu; beni anlamaları söz konusu bile değildi. Okula gitmek hiç ilgimi çekmiyordu. Orası olabilecek en kötü yerdi. Sonunda gitmeye zorlandım, ama elimden geldiğince direndim, çünkü orada yalnızca benim ilgilendiğim şeylerle ilgilenmeyen çocuklar vardı ve ben de onların ilgilendikleri şeylerle ilgilenmiyordum. Bu yüzden hep grup dışı kaldım.”
hiçbir geleneğe ait olmadığını açıklamış, “ben tamamıyla yepyeni bir dinsel bilinçliliğin başlangıcıyım” ve “lütfen beni geçmiş ile bağlantılandırmayın, onu anımsamaya bile değmez” demiş.
Her gerçek dini önder gibi yüzyıllar belki de binyıllar sonra anlaşılmaya başlanacağını düşünüyorum.
Tüm önyargıları, toplum ve sistem tarafından dayatılmış olan dini veya kültürel dogmaları bir kenara bırakabilirsen ki geçmişe dair tanımlanabilir her şey bir ideolojidir osho nun dedikleri de benim bu yazdıklarım ve hatta senin bu konuda düşündüklerin doğası itibariyle ölüdür. Geçmiş ve gelecek Ölülerini bırakabilirsek geriye sadece canlı ve yaşanan an kalır.
Tek yaşayan an sadece bu andır tek hakikat, tek gerçek sadece bu ân olabilir.
Kişiyi bu ana getiren her şey onu geliştirir evet çok kötü bir şey de yaşamış olsan eğer seni bu â nâ getirmeye zorluyorsa senin yararınadır.
Bu tarz kişilerin dünyayı ve insanlığı bir adım ileri taşıdığını düşünüyorum.
Tabiki bunlar benim görüşümdür büyük bir ihtimalle de yanılıyorumdur zaten osho bilinebilir her şeyin yanılgı olduğunu öğretmeye çalışmaktadır, kendi söyledikleri de dahil mutlak bir doğrunun olmadığını söylemektedir.
“batı, tek yaşama sahip olunduğuna dair inancını değiştirmedikçe, bu ikiyüzlülük, bu vazgeçememe, bu korku da değişemeyecektir. yaşam tek değildir; bir çok kere yaşadınız ve bir çok kere daha yaşayacaksınız. bu nedenle bir sonraki ana geçmek için acele etmeden, her anı olabildiğince bütün olarak yaşamaya çalışın. zaman para değildir, tüketilemez, zaman zenginlere olduğu kadar yoksullara da eşitçe sunulmuştur. zaman sözkonusu olduğunda zenginler daha zengin, yoksullarsa daha yoksul değildir. yaşam sonsuz bir döngüdür. yüzeydeymiş gibi görünen bu inanış, aslında batı dinlerinde oldukça derin köklere sahiptir. size yalnızca yetmiş yıl ömür biçmekle büyük cimrilik ediyorlar! hesaplamaya çalıştığınızda ömrünüzün üçte birini uykuya, diğer üçte birini yiyecek, giyecek ve ev masraflarınızı karşılayabilmek için çalışmaya harcadığınızı göreceksiniz. geriye kalan kısa zaman ise eğitim, futbol maçları, filmler, saçma sapan tartışma ve kavgalara gidiyor. bu durumda yetmiş senelik ömrünüzün yedi dakikasını bile kendinize ayırabilmişseniz eğer, bence bilge biri sayılırsınız! ancak bütün ömrünüz boyunca bu yedi dakikayı bile kendinize ayırmak zordur, öyleyse nasıl kendinizi bulacaksınız? varlığınızın, yaşamınızın gizemine nasıl ereceksiniz? ölümün bir son olmadığını nasıl kavrayacaksınız? yaşam deneyiminin kendisini kaçırdığınız için, ölüm gibi müthiş bir deneyimi de kaçıracaksınız; yoksa ölümde korkulacak hiçbir şey yoktur. ölüm güzel bir uyku gibidir; rüyasız, başka bir bedene sessizce ve huzurla geçebilmek için ihtiyaç duyduğunuz derin bir uyku... ölüm cerrahi bir olguya benzer, neredeyse anestezi gibidir. ölüm düşman değil, dosttur. ölümü dost olarak kabul ettiğiniz ve yetmiş senelik kısacık ömrünüzü korkusuzca yaşamaya başladığınız zaman, yaşamınızın sonsuzluğunu kavrayabildiğiniz taktirde, her şey yavaşlayacak ve koşuşturmaya hiç gerek kalmayacaktır. insanlar her şeyde aceleci davranıyor. iş çantalarını kapıp içine bir şeyler tıkarak, karısını öpen- kendi karısı mı yoksa başkasının karısı mı olduğunu bile görmeden- çocuklarına, "hoşçakalın" diyerek evden fırlayan adamlar gördüm. böyle yaşanmaz! hem bu hızla nereye yetişeceğinizi sanıyorsunuz? batıda mistik bir gelenek yoktur. batı dışa dönüktür; dışarıya bak, görülecek çok şey var. ama insanın içinde yalnızca iskelet olmadığının farkında değiller; iskeletin içinde daha başka bir şey de vardır. bu sizin bilincinizdir. gözlerinizi kapayınca karşınıza çıkan iskeletiniz değil, yaşam kaynağınızın ta kendisidir. batının ihtiyaç duyduğu şey, kendi yaşam kaynağını yakından tanımaktır. o zaman acelecilik sona erer. kişi ancak o zaman yaşam ona gençliği sunduğunda gençliğin keyfini, yaşlılığı sunduğunda yaşlılığın keyfini çıkaracak, yaşam ölümü getirdiğindeyse, ölümün keyfine varacaktır. yalnızca bir tek şeyi bilmelisiniz, önünüze çıkan her şeyin keyfine varıp, her şeyi bir kutlamaya dönüştürmeyi.”
“batılı görüşte ölüm yaşamın sonu anlamına gelir. doğu'da ise ölüm upuzun bir yaşam geçidinin içinde yer alan güzel bir olaydır ve bir çok kere tekrarlanacaktır. her ölüm başka bir yaşama; farklı bir biçim, farklı bir tanımlama, farklı bir bilince geçmeden önceki finaldi. ölünce yaşamınızı noktalamıyor, yalnızca başka bir yere taşınıyorsunuz. bu bana nasreddin hocayı anımsattı. hoca uyurken evine hırsız girmiş. aslında gerçekten uyumuyor, gözlerini kapalı tutuyor, arada bir de açıp hırsızın neler yaptığına bakıyormuş. ama kimsenin işine karışmak da ona göre değilmiş. öyle ya, hırsız onun uykusuna karışmıyormuş, o niye adamın mesleğine burnunu soksun? bırakmış ne yapacaksa yapsın! hırsız bu adamda bir gariplik sezip, biraz endişelenmeye başlamış. evdeki her şeyi dışarı taşırken arada bir elinden kayan bir şey yere düşüyor, ama gürültü çıksa bile adam uykusundan uyanmıyormuş. hırsız böyle bir uykunun ancak insan uyanık olduğunda mümkün olabileceğine dair bir kuşkuya kapılıp: "ne acayip adam, evini olduğu gibi boşaltmama rağmen gıkını bile çıkarmıyor" diye düşünmüş. olduğu gibi bütün eşyaları, yastıkları, ne var ne yoksa her şeyi almış. tam kendi evine taşımak üzere eşyaları bir araya getirip, bağlarken birinin onu takip ettiğini hissetmiş. arkasına dönünce onu takip edenle uyuyan adamın aynı kişi olduğunu görüp, "niye beni takip ediyorsun?" diye sormuş.
"takip etmiyorum ki, birlikte taşınıyoruz. ne var ne yoksa aldığına göre artık ben bu evde ne yapayım? ben de tabii ki seninle geliyorum."
bu doğulu rahatlığıdır, ölüm konusunda bile doğu'da bu fikir devam eder-yalnızca başka bir yere taşınmak...
hırsız paniğe kapılmış, "affet beni, eşyalarını geri al."
hoca şöyle yanıt vermiş: "hiç gereği yok. ben zaten taşınmayı düşünüyordum- baksana ev zaten harabe gibi. bundan beter bir ev olamaz. hem ben de çok tembel bir adamım. birinin bana bakması gerek. her şeyi alıp da beni burada yalnız bırakmanın alemi var mı?"
hırsız hayatı boyunca bu işi yaptığı halde hiç böyle birine denk gelmediği için korkmuş. bir kez daha, "her şeyini geri alabilirsin." demiş.
hoca bu kez, "yoo!" demiş. "planda hiçbir değişiklik yapmayacağız. sen bu eşyaları olduğu gibi taşıyacaksın, yoksa doğru karakola giderim. sana efendi gibi davranıp hırsız demiyorum, bana göre taşınmama yardım eden bir adamsın yalnızca."
aslında acele etmeye hiç gerek olmadığı için kafanızdaki kısa ömür fikri tehlikeli bir fikirdir. doğu'nun bunca yoksulluğa karşı kederli ve umutsuz olmamasının nedeni budur. batı zengindir, ama bu zenginlik ne tinselliğine ne de gelişimine hiçbir katkı sağlamamıştır. aksine batı fazla gergindir. oysa yaşamın sağlayabileceği tüm konfora sahip olabildiğine göre daha rahat olması gerekir. aslında temel sorun, batı'nın içten içe yaşamın kısacık olduğunu, hepimizin sırada beklediğini ve her anın bizi ölüme daha çok yaklaştırdığını bilmesidir. doğduğumuz anda, mezara doğru giden yolculuğumuz da başlamış demektir. her an yaşam kesintiye uğramakta, gitgide daha da kısalmaktadır. bu durum gerginlik, keder ve endişeye yol açar. hiç birini yanınızda götüremeyeceğinizin farkına varınca, tüm konfor ve lüksler, tüm zenginlikler anlamsızlaşmaya başlar. ölüme tek başına gideceksiniz. doğu rahattır. birincisi ölümü önemsemez- onu yalnızca bir şekil değiştirme olarak kabul eder. ikinci olarak da öyle rahattır ki ölümden sonra bile yanınızda olacak içsel zenginliklerinizi keşfetmeye başlarsınız. ölüm bu zenginliği sizden alamaz. ölüm dıştaki her şeyinizi alır ve içsel olarak kendinizi geliştiremediğiniz taktirde doğal olarak hiçbir şeyi ölümden koruyamayacağınız ve sahip olduğunuz her şeyi yitireceğinize dair korku duyarsınız. ancak içsel benliğinizi geliştirip, dış etkenlerden bağımsız olarak huzur, mutluluk, sükunet ve neşeye kavuşabilmişseniz, benliğinizin ait olduğu bahçeye varıp, saf bilincinizin açan çiçeklerini görebilmişseniz, ölüm korkusu diye bir konu sizin için söz konusu bile olamaz.”
“ölüm yeni bir yaşama açılan kapıdır. insanlar bizim ölümü kutladığımızı sanırken, biz aslında doğumu kutluyoruz çünkü ölüm yoktur, hiçbir şey ölmez, yalnızca şekil değiştirirler. yaşam bir şekilden diğerine göçeder; bu yüzden birisi ölürken onu seven herkesin mutluluk duyması gerekir çünkü o yalnızca görünüşte ölmektedir. bizim açımızdan ölüyor gibi görünürken, diğer açıdan yeni doğmaktadır.”