çok hoşuma giden bir şarkıyı dinlerken "bu şarkı bana bir sene yeter" diyorum kendi kendime. sonra günde en az 5-6 saat olmak üzere 11-12 gün dinliyorum aynı şarkıyı. etinden sütünden derisinden iyice yararlandığımı anladığımda başka bir şarkı bulmam gerektiğini düşünüyorum. şimdi et süt deri konusuna bir açıklık getirelim. gözlerimi kapatırım ve sadece müziği dinlerim günlerce. diğer ayrıntılara takılmam. sonra sadece sözlere kelimelere harflere yoğunlaşıyorum. sonra şarkıyı söyleyen kişinin şarkıyı nasıl söylediğine yoğunlaşıyorum. o yolu ezberlemeye çalışıyorum. bu yoldaki her iz önemlidir benim için. çünkü ben şarkı dinliyorum anladın mı. son 6-7 aydır yaptığım en önemli şeyden bahsediyorum. bu söz konusu şarkı muhakkak ki çok sevdiğim bir şarkıdır, fakat o şarkının bir de çok sevilen bölümleri vardır mutlaka. et süt deri işi bittikten sonra aynı şarkıyı günlerce tekrar dinlerim o sevdiğim bölüm benim için sıradanlaşana kadar. öyle bir sıradanlaşıyor ki, adeta kayboluyor ve şarkıyı duymuyorum bile. işte tam bu noktada bir kriz patlak veriyor. o da şu; acilen yeni bir şarkı bulunmalı. krek krizleri gibi oluyor bazen. o yüzden bunu yaşamamak için henüz toplam dinleme süresi 7-8 günü bile doldurmamış şarkıyı dinlerken, yani dinleme işi devam ederken başka bir şarkı daha arıyorum. bulsam da kötü bulmasam da. bu yeni şarkıyı bulursam ona sararım ve dinliyor olduğum şarkıyı bir kenarda bekletirim ve genelde ondan çok yararlanamadığım için kendimi kötü hissederim. bu şekilde birçok şarkı birikiyor, yarım kalan kitaplar gibi, uyku gibi, dizlere yatırılması gereken saçlar gibi.
geçen gün sana melankoliden bahsederken kulağımda la fouine'in quand je partirai parçası vardı. http://ulu.li/uipylr 4:04 - 4:08'e dikkat çekmeden önce sana sample'dan bahsetmek istiyorum. sample beverley craven'in 1990'da çıkardığı ilk albümde bulunan promise me parçasından kesildi. yani şu şarkıdan; http://ulu.li/ugbk94 müzik arşivim kim kardashian'ın götünden daha geniş olduğu için birçok defa böyle hoş durumlarla karşılaşıyorum. quand je partirai parçasına tekrar gelecek olursak, bu minvaldeki şarkıları gündüz dinleyemiyorum. bunlar gece dinlenecekler listemde yer alırlar. uyku yoksa müzik var. yatak ve tavan dar geliyorsa sokaklar var. sana yıllarca yürümekten bahsetmiştim ya, gece yürüyüşleri beni dizginliyor biraz. kaldırımda kulağımda müzikle yürüyorum ve senin sing for the moment klibinde görüp bir türlü yapamadığın ayak hareketlerini yapıyorum (: natalia kills'in heaven şarkısının nakaratları uygun adım yürüyüşler için uygun gibi. tabi benim açımdan. gecenin bir yarısı boş caddelerde ayaklarıyla çember çize çize uygun adım yürüyen birini gör... dur bir dakika, gecenin o saatinde ne işin var lan senin dışarda? kimden izin aldın ya sen? hayatında hiç m249 gördün mü? görmediysen göreceğin ilk ve son şey o olacak. hayır ben seni silahla öldürmicem, öldürmeyecem, öldürmeyeceğim. seni lirikal olarak, şiirle öldürcem. şiir iyidir anladın mı. şiir iyidir. şiir, mısır'da yedi kez iç içe geçmiş labirent üzerinde uyuyan piramittir, moskova'da silahla imzalanmış kitabedir. ispanya'da faşizme karşı barikattır. şiir dağlıca'da kaybolmuş iki askerin elindeki pusula ve silahlarındaki pastır. okulda tebeşir tozu, fabrikada ter, maden ocağında siyah bir maskedir şiir. sokak çocuklarının cebindeki tinerdir. bir kaplumbağanın yüreğiyle gelen güneştir şiir. gökyüzünde donup kalmış aydır şiir. her yönden esen bir meltemin içinde uyuyan uykudur.
güzel öleceksin sen. evelyn mchale'den daha güzel öleceksin.
öyle çok uzağa gitmeye gerek yok. dünle bugünü kıyaslasam bile düne oranla bugün nasıl değişim geçirdiğimi görebiliyorum. bir ay, bir yıl, beş yıl önce ile bugünkü ben aynı değil birçok açıdan. inan bana baş döndürüyor bu şey. bu değişimin iyi tarafı şu; eskisinden daha sakinim. ne oldu büyüdüm mü yoksa. açıkçası bu durum beni rahatsız ediyor biraz. ama bu rahatsızlığı hafifleten şeyler de yok değil. annemin, "hiç akıllanmayacaksın değil mi" ifadesini hâlâ kullanıyor olması rahatlatıyor beni biraz. gerçekten kalın kafalıyım bazı konularda. bunları kronik olarak tanımlayabiliriz. aynı şey babamda da var çünkü. dün neyse bugün de aynı, bazı konularda. durumu nasıl anlatacağımı bilmiyorum. mesela şöyle; kalbimle attığım adımlar hiç değişmeyecek sanırım. beynimle attığım adımlar her saniye değişiyor. dün biri bana hakaret etseydi hoş şeyler olmazdı örneğin. bugün aynı şey olsa 'hayırlısı be gülüm' der geçerim. ne dersin, tahammül katsayım mı artıyor yoksa. umarım öyledir. sana bahsettiğim şu şeyi hatırlıyorsun değil mi. varlık ve yokluk arasındaki farksızlık konusu. ben sana onları söylerken sen bana şunu söylemeliydin; özlemi nereye koyacaksın peki? bu soruyu sorsaydın beni köşeye sıkıştırabilirdin. eğer ortada özlem varsa, varlık ve yokluk arasındaki farksızlıktan bahsedilemez. dur bir dakika, o soruyu sorsaydın sana şunu derdim; özlemeye üşendiğim için iki kavram da anlam ifade etmiyor. yok bu da boktan bir bahane olurdu. çünkü özlem süreklidir ve bunu kaldırıp atmak gibi bir ihtimal söz konusu değil. hal böyle olunca ve bu şey içerde devamlı durup dururken iki zıt kavramı aynı kefeye koyamazsın. her neyse.
uzun zamandır yürümek istiyorum. beton üzerinde değil, toprak üzerinde. birkaç saatlik gezinti değil, haftalar aylar sürecek bir yürüyüş. bu isteğe engel olmakta zorlanıyorum bazen. içerden dışarıya akan konuşma krizlerimi engellemekte zorlandığım gibi. hoş, konuşmayı de bilsem bari. gerçi tavanı karşıma alıp devamlı kendimle konuştuğum için sıkıntı yok. her neyse. bu söz konusu yürüyüş için sağ tarafımda bir kişilik boş yer var istersen. toprakta kırlarda yürümek aklıma hep never let me go filmini getiriyor. ya da tam tersi. filmin konusu doğayla veya yürümekle ilgili değil. benim için dünyanın en iyi ikinci filmi olduğu için söylemedim bunu. bu zamana kadar izlediğim en güzel atmosfere sahip film bu olduğu için öyle söyledim. özellikle son sahnesini birkaç yıldır devamlı açıp izliyorum. bak şu sahne işte; https://galeri.uludagsozluk.com/r/603439/+ o ağacı arkamda bırakarak ilk adımı atmak istiyorum tam o vakitte. nereye gideceğim mühim değil. kulağımda eyedea olacak ben ağır ağır ilerlerken. here for you şarkısını söyleyen çocuk. uyumayı çok seven ve bir gün yatağında annesi tarafından ölü bulunan çocuk. kurduğum son cümleyi benimle ilişkilendirmek gibi bir paranoyaklık sergilemeyeceksin değil mi? aferin sana, ben de öyle düşünmüştüm.
hâlâ çekip gidemedik buralardan. yanarım yanarım ona yanarım. gerçi geçenlerde norveçli bir kızla tanıştım, adı caroline. kendisi türkçe bilmiyor benim norveççe bilmemem gibi. ingilizceyle idare etmeye çalışıyorum bakalım. eğer kızı kötü emellerime alet edebilirsem netice itibariyle defolup gidebileceğiz buralardan. bak dikkat ettiysen çoğul kullandım. norveçli deyince seni kızdıracak bir durum yok yani ortada. neticede sen de benimle beraber geleceksin. her şey plan dahilinde. norveç borsasında ufak tefek spekülasyonlarla başlarız para kaldırmaya. sonra yavaş yavaş yolumuzu buluruz. dar geliyor artık bana buralar. bdp'lilerin bdp binasını molotofladığı günden bu yana barack obama gibi uzaklara dalıp duruyorum memleketin haliyle ilgili. düşün düşün aynı bok. bizi ancak yıllarca sürecek bir yürüyüş paklar. müzik dinlediğin alet her neyse onu tıka basa doldur ve benden işaret bekle. önümüzdeki 50 yıl içinde sana haber vereceğim. bir de şunu söylemeden geçemeyeceğim; ne kadar yürümek istiyorsam o kadar da uyumak istiyorum. bu iki şey birbirine eşit durumda. hadi çık şimdi işin içinden. hayır çıkamazsın. ne kadar çabalarsan karın içine o kadar fazla gömülürüz. yani olduğumuz yerde sıkıştık kaldık. yani; https://galeri.uludagsozluk.com/r/605006/+
evden dışarı adımını atmadan istediğin yere gitmeni sağlayacak iki şey vardır;
1- uyuşturucu
2- müzik
ben ikincisini birincisine tercih ettim uzun zaman önce. birinci seçeneğe ulaşabilme imkanım olmasına rağmen bu durumun bana aptalca, bir hayli aptalca gelmesinden dolayı yüzümü o tarafa çevirmedim. o sebepten ötürü bu iki kavramı birbiriyle kıyaslarken ortada bir dengesizlik seziyorum. bu denklemdeki dengesizliğin kaynağı şu; diğeri hiçbir zaman denenmedi. fakat buna rağmen bağımlılık noktasında etkisini şiddetli şekilde hissettiğim müziğin bu kavgadan galip çıkacağını düşünüyorum. birinci seçeneğin kişide yarattığı değişim fiziksel olarak çok net şekilde, zihinsel olarak ise ancak dikkat gerektiren durumlarda görülebiliyor. işte sırf bundan ötürü birçok kişi bahisleri birinci seçeneğe yatıracaktır. fakat kaybedecekler. ikinci seçeneğin eksikliği fiziksel, ruhsal, zihinsel olarak hiçbir şekilde hissedilmez karşıdan bakılınca. görünmeyen her zaman daha tehlikelidir. intihar etmeden önce, birini öldürmeden önce, birine aşkını itiraf etmeden önce, bir yazıya başlamadan önce vs. müzik arşivini kurcalayıp stoktaki unsurları ruhuna ve zihnine depolarsın. birinci seçeneği burundan alırken, ikinci seçeneği kulaktan alırsın. aslında kulak sadece dış kapı, asıl hedef kalp. yani ikinci seçeneğin ulaşması gereken gerçek mekan.
geçmişe oranla her geçen gün buna biraz daha bağımlı olduğumu hissediyorum. hissetmekten öte, bundan son derece eminim. emin olduğum çok az şey vardır, ama bundan hiç şüphem yok. sütlaç hakkında hiç susmadan bir hafta, silahlar hakkında hiç susmadan iki hafta, müzik hakkında hiç susmadan üç hafta konuşabilirim. senin hakkında hiç susmadan on saniye... şaka şaka (: daha önce annemden aylarca uzak kaldığım olmuştu, ama şöyle bir düşündüğümde, bununla tanıştığım günden beri müzikten hiç ayrı kalmadım sanırım. yürürken, tuvaletteyken, karşıdakini dinlemiş gibi yaparken, uyumadan önce, uyanırken, yemek yerken vs. boş olduğum her vakitte... daha adalet ve kalkınma partisi iktidarda yokken bende walkmania hastalığı zuhur etmişti. sonra bunun yerini cd çalarlar mp3-4'ler falan aldı. bu şey aşktan daha güçlü bana sorarsan. ruh halini müzikle şekillendirebilirsin. ama aşk sana bunu veremez. her şey bir play tuşu uzaklığında. bir şarkıyı dinlerken bir an gelir bir dinozorun sırtında takla atıyormuş hissine kapılırsın. aynı şarkı devam ederken mükemmel bir karanlık içinde mükemmel bir boşlukta sessizce süzüldüğünü hissedersin. melodilerin nasıl oluştuğunu düşünsene. harbiden, nasıl oluşuyor bunlar. çok ilginç değil mi. tam sigara dumanı gibi. bunları bir arada tutmak delice bi şey olsa gerek. şarkı beğenmek zor gelir bana. gün gelir 20 parçalık bir albümden sadece bir şarkı alırım ve gerisini çöpe atarım. şarkıdaki bir saniyelik uyumsuzluk deli eder beni. şarkı çok güzel gidiyor fakat nakaratlarda sıçıyorsa bu durum beni deli eder, ki böyle şarkıları listemde tutmam. anlayacağın, evleneceğim kadını seçmek şarkı seçmekten daha kolay olacak sanırım.
kendi içimle olan bağlantımı müzik sağlıyor. işe gitmek gelmek dışında aylardır dışarı çıkmadım. çıkacağımı da sanmıyorum. çıkmak istediğimi hiç mi hiç düşünmüyorum. hep aynı boklar. bunu yapmaktansa gözlerimi bulutlara dikip müzik dinlemeyi tercih ederim. bunu birçok şeye tercih ederim. ancak böyle anlarda yaşadığımı fark edebiliyorum. bunu yaptığım zaman hep bir kitap yazasım geliyor. çok fazla şey birikiyor böyle anlarda. sonra düşündüklerimi unutuyorum ama. unuttuğum zaman bir anda buz küpüne dönüşüyorum ve uyumam gerektiğini düşünüyorum. bir gün bir kitap yazalım tamam mı. adı şöyle olsun; hiçbir şey hakkında hiçbir şey. neticede bu bizim uzmanlık alanımız. içerik açısından pek sıkıntı yaşayacağımızı düşünmüyorum.
hepsini seviyorum ama içeri geçip hepsini teker teker öldürmek istediğim çok günler oldu. bu sözünü ettiğim günler, hayatımın en ciddi geçen günleriydi. sana ciddi olamadığımı söylemiştim. ama kendimle aynı fikirde değilim ne yazık ki. iki üç saatlik uykumdan isteyerek veya istemeyerek uyanmak nasıl hayatımın en ciddi anlarıysa ailemi katletmek istediğim günler de öyle ciddi anlara tekabül ediyor. ailemden başka hiç kimsem yok. ailemden başka değer verdiğim hiç kimse yok. tüm evreni önüme yığ, babamın sakallarındaki tek kıla değişmem. ama daralıyorum ben. birçok şeyden usandım. onların da daraldığını, onların da her şeyden bıktığını biliyorum. ne kadar inkar etseler de bunu görebiliyorum. bunları sırf söylemek için söylediğimi düşüneceğini sanmıyorum. hani ola ki, bir anlığına bile olsa sırf laf olsun diye konuştuğumu düşünecek olursan evrendeki en kutsal şey üzerine yemin ederim ki senin boğazını bir saatte keserim. bununla yetinmem, ölü bedenine şarjörler boşaltırım. bilincim gayet yerinde. aslında bu tür şeyler düşüneceğini hiç mi hiç sanmıyorum. gerçeği söylemek gerekirse seni de öldürmek istiyorum ve bunun için bir bahane lazım bana. öldürmek kelimesi gerçekten çok masum kalıyor. kafanı benzin dolu küvete sokup on dakika boyunca öyle beklemek nasıl sıradansa öldürmek kelimesi de öyle sıradan geliyor bana. aslında bunu sana nasıl aktarabileceğimi bilemiyorum. gerçekten.
içerden şen kahkahalar geliyor. büyük ihtimalle sikten boktan bir yarışma programı izlemekteler. kulağında jedi mind tricks'ten before the great collapse var. 'anne ben artık yaşamak istemiyorum' diye başlayan vinnie'nin şu intihar mektubu. 178 mm'lik susturucuyu sakince yerine yerleştiriyorsun. belki son bir dua. kapıyı açıyorsun içeri geçiyorsun namluyu kızlara doğrultuyorsun ve tetiği çekiyorsun ardı ardına. saçları kana bulanıyor, arkalarındaki duvar da aynı şekilde. şok dalgaları birkaç saniye içinde ebeveynlerinin yüzlerine çok sert şekilde yansıyor. bu şokun etkisiyle sana müdahale edemiyorlar. isteseler de edemiyorlar. şimdi evrende en değer verdiğin insanın yüzüne doğrultuyorsun namluyu. gözlerinin içine bakarak tetiği tekrar çekiyorsun. onun da sonu kızlarından farklı olmuyor. aradaki duvarları, rüzgardan duvarları bir türlü aşamadığın adama geldi sıra. öldürürsem saygısızlık olur mu diye düşünüyorsun ve ellerin titriyor birkaç saniyeliğine. ama ne fayda, dönülecek bir yol değil bu. mermilerin yanaklarında süzülmesiyle elindeki kumandayı düşürmesi aynı zaman diliminde gerçekleşiyor. aynı kaderi paylaşması gereken bir kişi daha var. paydos ediyorlar ve yorgun şekilde eve geliyor, kapıyı açıyor, karşısında abisi var. çocuk o kadar içine kapanık biri ki, büyük ihtimalle bütün bunları olağan karşılıyor. ama bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. mermiler kalbine isabet ediyor. iki yatağın arasında yarım metreden az mesafe olmasına rağmen hiç kalbini açıp konuşmadığı için belki de. geriye harcanmayan iki mermi kalıyor sadece. bir tanesi hiç kullanılamayacak belki de. diğer ise kendi ağzına doğru yol almakta.
ve mutlu son.
şaka lan şaka. çok mu heyecanlandın. ben bunları yapacak bir insan değilim. yani sanırım değilim.
onları öldürürsem sütlaçtan mahrum kalırım. kaynağımın kesilmesini istemiyorum. ben ki sütlacın oğlu esteban, tüm varlığımı sütlaca adadım. only sütlaç can judge me. uyku konusunda söylediklerimi ciddiye alsan iyi olur ama. yolda yürürken beş metre ilerde çöpleri karıştıran kediyi rahatsız etmemek için karşı kaldırıma geçen bir insanım ben. kaldı ki bir merminin fiyatıyla iki ekmek alınır. mkek'in 2014 listesine bakmadım ama nerden baksan 1,5 tl'den az değil. 17 x 1,5 = 25 lira para eder swdfghjml. bu random gülüş değildi. sikerim random gülüşü.
seni öldürmek gibi bir düşüncem yok ama ben paradan bahsettiğim zaman eminim ki beni öldürmek geçiyor içinden. öldürmek düşüncesi içinden geçerken iç organlarına selam veriyor mu lan. tamam vurma.
bu şarkının https://youtu.be/JyqemIbjcfg nakaratlarını yıllar önce rüyamda görmüştüm. gerçekten ciddiyim. 00:47 - 1:10 arası dinlesen kafidir.
orospu çocuğu ingilizler her yerde karşıma çıkıyorlar. tarih, ekonomi, politika, sinema, müzik, kaltak mankenler vs vs.
not: önceki yazılardan birine istinaden, tematik modu açmayı unutup ciğeri beş para etmez sokak köpekleriyle seni muhatap ettiğim için üzgün olduğumu belirtmeliyim.
spice girls grubu dağılmasaydı keşke. dağılmamış olsalardı hangisini hamile bıraksam diye düşünüp bu can sıkıntısından kurtulabilirdim belki. şimdi hepsi ayrı yerlerde olunca bunu düşünmek o kadar da eğlenceli değil. can sıkıntısını gidermenin farklı yolları olmalı. yok mu orda boş ayran kutusu falan. içine dürüm kağıdı sıkıştırırdık ne güzel. her neyse.
steve mcqueen ciddiyetine sahip olmam babam tarafından espri yapmama engel olarak görülmedi hiçbir zaman. bu evdeki tek soytarı benim çünkü. bana yönelik tolerans burdan kaynaklanıyor sanırım. bilmiyorum, beni yaparken malzemenin içine asit mi koymuşlar ispirto mu dökmüşler ne yapmışlarsa artık. ciddi olmama katlanamaz hiçbiri. sen de ciddi halimi görmek istemezsin. ciddileşirsem bu iyi sonuçlar doğurmaz, her açıdan. ciddi olduğum zamanlar babam elini cebine götürüp bana para teklif ediyor konuşmam için. ciddi oluşumu küslük olarak algılamanı istemiyorum soldaki cümleden ötürü. böeeh çok boktan. konuşmak derken normal konuşmak. çünkü eğer ciddi tavırlar sergilersem kuzey yarım küredeki en ciddi tehdit unsuruna dönüşmek durumunda kalırım. ciddileşmediğim zamanlar da, yani yavşak yavşak sırıtırken veya en sikik esprileri yaparken de böyledir bu. yani her şekilde garanti edebileceğim tek şey budur. mübalağaya iyi bir örnek oldu bu. gittikçe saygısızlaştığımı düşünüyorum. elbette şaka yaptım. yeryüzünde saygıyı hakeden sadece tek bir insan var. o insan da şu an babama yemek hazırlamakta olan kişidir.
babamın kendini otorite sanması üzüyor beni. ne yazık ki bu evde annemden başka hiçbir otorite yok. babam da bunu biliyor fakat yine de ahmedinecad gibi sağa sola gözdağı vermekten geri durmuyor. bu da bir nevi babalık politikası sanırım. burdan bakınca babalık tuhaf görünüyor biraz. ben bu durumu değiştirmeyi düşünüyorum. farklı stratejilerim var benim. neyse, evlenince anlatırım sana. evlenmeme izin vereceksin öyle değil mi? aferin, ben de öyle düşünmüştüm.
dün akşam mcqueen albümlerime göz atarken anneme steve mcqueen'in bir fotoğrafını gösterdim ve annem ondan daha yakışıklı olduğumu onayladı. ya oğlu olduğum için öyle söyledi ya da gerçekten öyle olduğum için öyle söyledi. bence annem tamamen objektif bir karar verdi. bugün bankada gördüğüm kaltak da dahil olmak üzere, yüz yüze geldiğim kaltakların çoğu bana tony montana'nın kokaine baktığı gibi bakıyorlar. bu kaltaklara hiçbir şekilde beni tahrik edemeyeceklerini söylemeli biri. beni sadece 200 tl'lik banknot desteleri tahrik edebilir aptal kaltaklar. çünkü orospular gelir ve gider, cumartesi'den pazar'a ve pazartesi'ye, pazartesi'den pazar'a kadar. para kaltaklardan her zaman daha değerlidir.
kübra mimiklerime şekil vermek istediğini söyledi. ne demek istediğini tam anlamadım ama iyi bi şey olsa gerek. mevcut konudan ötürü ona ebeveynlerini öldürmek istediğimi söylemiştim geçenlerde. bunu sevinçle karşıladı. saçını çekip ağzındaki sigarayı yüzünde söndürmemek için zor tuttum kendimi. hiç akıllanmayacak bu kız. akıllansaydı midesi her hafta ecza deposuna dönmezdi zaten. müsait bir zamanda oturup ciddi ciddi konuşmam gerek onunla. ne kadar ciddi olacağıma bağlı tabi bu. bahisleri açalım mı. ben en fazla 7 dakika diyorum. sen?
beni de cevap ver klibinde aramasini istedigim yazar.. orda bi ericsson telefon var.. he iste onu amcamin tukandan almislar.. unlu olduk resmen..
o bu degil de senden naber.. bugun 4 saat sigara icemedim, inanir misin kendimi sikicektim, o derece sinirlendim.. sonra sen geldin aklima ve dedim ki, önemli olan sigara var miii, yok muuu...
tahammül etmenin mümkün olmadığı alanda çıkagelen içilmesi elzem yarım kalan bir sigara hatrına birkaç şey daha.
aklımda alternatif intihar denemeleri var. o da şu; içinde eleştirel perspektif, nesnel gerçeklik, metafizik veya aydınlanmanın diyalektiği geçen kavramları cümlelerimde kullanmak. çatılardaki keşlerle diyalog kurarken elbette. bunu yaparsam beni kuzeydeki zengin piçler gibi olmakla suçlayıp vuracaklardır büyük ihtimalle. en azından yaralayacaklarını garanti ederim. çünkü bunu yaparsam kendilerini aşağılanmış hissedecekler. aşağılanmak pek kaldırabilecekleri bir durum değil. bundan ötürü tepki biraz sert olacak. birazdan daha fazlası belki de. onlar da benim gibiler çünkü. bir çünkü daha ki, bizlerin kalbini ve zihnini aynı coğrafya şekillendirdi, her ne kadar sahip olduğumuz etnik unsurlar farklı olsa da. bizler nerden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi biliyoruz.
mahallemin % 40'ı keş. uzaylı gibiler. kim bilir belki de bunların evinde yer çekimi falan da yoktur. bu ölü piçleri seviyorum ama. samimiler en azından. gençlerin çoğu çatılarda, damlarda konferans düzenlerler olası operasyonlara karşı. komik komik şeyler. içlerindeki en akıllı otlak lise terk. zavallı piçlere üzülüyorum bazen, ama aralarında yaptıkları komik muhabbetler öldürüyor beni. kardeşim bu otlakların aralarında bulunmayı pek sever. pörtlek gözlerle eve geldiği zaman durumu çakıyorum ama. gerçi eskisi gibi değil artık. bi sigarası var işte. en çok anneme üzülüyorum. geçen sene büyük kuzenimin çantasında birkaç haftalık yeşillik bulmuştu. olduğu gibi çöpe atmıştı. aralarındaki tartışmayı iki elim yanaklarımda izlemiştim bir süre. bizimkiler geçen yaz topluca memlekete gittiklerinde saksılara biraz ekmiştim. üstelik annemin en sevdiği bitkilerin içinde bulunduğu saksılara. maksat yeşillik olsun. öyle yeşillik değil, şaka mahiyetindeki yeşillik. ama valideden ciddi azarlar işitince bazı şeylerin şakasının olmadığını anladım. her neyse, bu pek iyi bir konu seçimi değil. söylemek istediğim şey bu değildi. sana yazdığım bir önceki yazıdan hareketle bana fiyat soran aptallar olunca buna da değinmek istedim. hem ordan bakınca çukurova uyuşturucu distribütörüne mi benziyorum? ben iyi bir insanım. gerçekten.
olur ya bazen yanımda bir kız ağlar. ama ben bunu kabullenemem ve onu güldürmeye çalışırım. binbir çeşit soytarılık ve espri havada uçuşur. tabi bunları yaparken belki o an aklımda nükleer denizaltı ihaleleri veya wall street'in yeni finans suikastleri vardır. kafamın içindeki kalabalığa bağlı bu. evrendeki tüm boklar kafamın içine konumlanmış vaziyette. ya da ben öyle hissediyorum. türkçede bu kavrama dikkat diyorlar. bunu öğrenmem, bu dengeyi sağlamam yıllarımı aldı. 2002 yazında ben ve babam karataş yolundan dönerken kafamda en sevdiğim şapkanın olduğunu unutup kafamı pencereden uzattığımdan bu yana daha dikkatli olmaya çalışıyorum. pek işe yaradığını söyleyemem ama.
gündelik basit şeyler olduğu halde bilmediğim milyonlarca şey var. önüme üç çeşit baharat koysan karabiberin hangisi olduğunu bilemem, gerçekten. öğrensem bile unuturum. devamlı kardeşimden yardım alıyorum şu nedir bu nedir diyerek. bu can sıkıyor bazen. şu üçgen peynirlerin ambalajını nasıl açacağımı da bi türlü öğrenemedim daha. annemin bana yönelik acıklı bakışlarından sonra o şeyi elimden alıp açması gibi seri dejavular yaşıyorum. bu kadın olmasa ne yapardım ben. ölümden sonra evrendeki tek gerçek bu kadın. bırak peynir şeyini açmayı, çatal kullanmayı dahi bilmiyorum. genelde birçok şeyi kaşıkla yerim. ben klasik bir insanım. bazen beni evlatlık aldıklarını falan düşünüyorum. çok da düşünmemek gerek tabi. mesela şimdi düşündüm de ciara'nın like a boy şarkısı eşliğinde yetenek sizsiniz türkiye'nin ilk zamanlarında dans eden kız geldi aklıma. google'ın söylediğine göre kızın adı burçin durak. nerden geldiyse aklıma yıllar sonra tekrar açtım izledim. yetenekli ergen. ama benim de yeteneklerim var elbette. mesela ayda bir kabız olurum ve kağıttan uçak yapmakta epey iyiyimdir.
şimdilik kaçıyorum. daha sonra tekrar gelirim. daha sonra, daha sonra, daha sonra ve daha sonra tekrar gelirim.
beni 'sing for the moment' klibinde ara. sadece iki saniyelik bir görüntü. bir saniye veya üç saniye değil. sadece iki saniyelik bir görüntü. beni orda ara ve bul.
aklıma pazar sabahı filmlerini getiriyor bu sesleniş. ondan öte, ben yolda yürürken bir kız bana böyle seslenirse sanırım ona aşık olurum. lisedeyken, müdürün arabasına yaslanmış elimdeki deftere bir şeyler çizerken burcu adında bir kız seslenmişti bana böyle. "heey, beni de bir kenara yazsana" demişti. yazmadım. ayrıca aşık da olmadım ona. çünkü sevgilisi vardı. amerikan dış işleri bakanlığı sözcüsü marie harf ekranda konuşurken söylediklerini mi dinleyeyim yoksa farklı şeyler mi yapayım diye düşünmek gibi karmaşık bir durumdu yani. ya da örneği yumuşatacak olursak; nelly ve kelly'nin dilemma'sı gibi boktan bir durumdu. adı geçmişken, nelly gerçek bir amerikan hanzosudur, bunu unutma.
"hey bak, söylemek istediğim şey bu değildi tamam mı", "heeey kartını düşürdün" birinci cümle bir erkeğe, ikinci cümle ise bir kadına ait. sen de bunu fark ettin öyle değil mi. bu seslenişin doğası gerçekten çok ilgi çekici. çok az şey ilgimi çeker. bunu kaçıramam. bunu işitmek nach'in una vida por delante klibinde 33. saniyede duvara yazı yazan küçük kızın burnunu ısırmaktan daha hoş. hayır hiçbir şey küçük bir kızın burnunu ısırmaktan daha hoş olamaz. kalın bir cüzdan haricinde. hayır elbette şaka yaptım. kız çocukları yeryüzü cennetidir. şairin dediği gibi, para hayat kurtarır ama göt silmeye de yarar.
pazar sabahı filmlerini bilirsin. içerik hep aynıdır. sevimli köpekler, kaykaycı çocuklar, okul takımı vs vs. yaşları 10-15 arasında değişen çocuklar vardır genelde. kendi çaplarında küçük maceralara atılırlar. sonra film bitmeye yakınken gruptaki kız hoşlandığı çocuğa gülümseyerek "heeyy" der. o seslenişten sonra kızın kuracağı cümle ilgi alanıma girmiyor genelde. düşünsene, kız ona "heey" diye sesleniyor. aşık olmak için güzel bir sebep. bu durumun içinde olmak kardeşimin yaptığı keklerden daha tatlı geliyor bana. tam o anda vereceksin kanye'nin never let me down beatini. kız belki de çocuğun adını biliyor fakat "heey" diyerek seslenmeyi tercih ediyor. neden ama? neden böyle seslenme ihtiyacı hissediyor? bu durumu açıklayabilecek insan sayısı azdır. işte bu sebepten ötürü ilgimi çekiyor bu şey. çekmemesi mümkün değil, çünkü burda bir gizem var. güzel bir gizem.
ben de birçok kişiye böyle sesleniyorum fakat bunun ana sebebini bilmiyorum. bu gizem beni de kapladığı için bu şeyi seviyorum sanırım. böyle seslenen kızlara aşık olma isteğimin bu iki seçeneğin hangisinden kaynaklandığını düşünebilirsin. bu gizemin farkında olarak "hey" diye seslenen kızlar ve farkında olmadan seslenenler. bende aşık olma isteği uyandıran kızlar bu gizemin farkında olmayan anime karakteri gibi kızlardır. bu gizemin farkındayım zaten ben. eğer bu kız da farkında olarak bana böyle seslenirse olmaz. çünkü birimizin eksiğini diğeri tamamlamalı. o bana "hey" dedikten sonra benim neden gülümsediğimi anlamamalı. anlarsa gizem yok olur. evet, soğuk savaş dönemi denge politikalarını anlatıyormuşum gibi hissettim bir an. her neyse.
hey hey dedim de iki geri zekalı fransızın "hey oh" isimli şarkılarının eski bir yerel kanal olan metro tv'de dönen klibi geldi aklıma. grubun adı tragedie olabilir. nerden baksan 10 yıl olmuştur ekranlarda boy göstereli o klip. bak gördün mü, bu ergen yavşaklar da o kızların adını biliyor fakat "hey" deme gereksinimi duyuyorlar. tabi bunlar ilginç şeyler. bir de çılgın bediş vardı böyle heyo heyo diyerek ortalarda dolanan. bu gizemi çözmek gerek. yardımcı ol bana.
kurşun askerin yalnız yanmasına gönlü el vermeyen yazardır. elbette her kurşun askerin yanına bir de balerin şart. ama keşke yanmasalardı da çoluk çocuğa karışsalardı... neyse efendim hoşbulduk, güne mutlu uyanması dileklerimle...
sanırım bakışlarımı kendimden kaçırmak eskisinden çok daha yorucu. sanırım bakılacak bir yüz olmayınca böyle oluyor. neden aynada kendimi göremiyorum? çünkü yokum. önemli değilim. çünkü önemli bir şey yapmıyorum. neden yapmıyorum, sanırım kendimde değilim. başkalarının hayatını yaşadığım için değilim. bir insan bir başkasının hayatını neden yaşar. çünkü kendi hayatını nerde kaybettiğini unuttuğu için. o kadar çok şey unutuyorum ki, benliğimdeki bu soğuk savaş hiçbir zaman bitmeyecek. içimin büyük bir kısmı dışımı, dışımın büyük bir kısmı da içimi tanımıyor. sesim yüksek çıkar biraz. ama bu güçlü olduğum için değil. insanlığa pamuk ipliğiyle bağlı olduğumu hissediyorum bazen. düşüncem bu yönde değil, hislerim bu yönde. her sessizlikte bir şeylerin kırıldığını söylemiştim. yaşanan her sessizlik beni biraz daha korkutuyor. savunduğum şeylere sıkı sıkıya bağlı oluşum gerçeğe olan sadakatimden kaynaklanmıyor. gerçeği aramaya mecalim olmadığı için bu. bir yere ait değilim. aslına bakmak istersen bütün koşuşturmaların asıl sebebi bu. sonsuz kudret sahibi yüce zat dışında sığınacak kimse yok. o, kısaltma ve kurumsal doğrularla pratik yanlışları öğretti bana. etrafa bakıyorum ve etraftakilerin sürekli birileri bizi sevsin, çok sevsin, daha çok sevsin diye uğraştıklarını görüyorum. birileri bizi severse biz de belki kendimizi sevebiliriz diye umuyorlar sanırım. bunu her gün arıyorlar ve kendilerinde sevecek bir şey bulamıyorlar. sevilecek hiçbir yanları olmadığından mı yoksa sevme kabiliyetlerini tümüyle kaybetmiş olduklarından mı kaynaklanıyor bilmiyorum. sanırım inanmıyorlar, güvenmiyorlar. incinmekten çok korkuyorlar çünkü onlar da incitiyorlar öyle değil mi. her şey senin istediğin benim istediğim onun istediği gibi olmuyor. herkes senin benim onun istediği gibi yaşamıyor. her neyse. ne kadar çok şey unutursam unutayım yine de herkesin kendinde güzel olduğunu unutmadım hâlâ. bu durum beni onlarla çatışma ortamına sürüklüyor. onlar güzel değiller. güzelliği yüzlere sürülen bir karış boya, giyilen bir imaj, edinilmiş bir kılık kıyafet olarak görüyorlar. bunların insanca bir kıvamı yok. çünkü kesilip biçilmeye, boyanıp değiştirilmeye, yoğrulup biçimlendirilmeye hepsi gönüllü. işte sırf bu yüzden her sabah yıkadıkları yüze, giydikleri elbiseye, kapısından çıktıkları eve, yürüdükleri sokağa yabancılar. öyle boktan ki, herkes birbirini yaşıyor bu yeryüzünde. güneş doğuyor ve batıyor, günler geliyor ve geçiyor, mevsimler birbirini izliyor ve herkes bu kara deliğin boşluğunda kaybolmaya devam ediyor. her gün bir diğerinin tekrarı yani. duvar dibinde ilyas salman etkisinde hissediyorum kendimi. hatırlayamadıkça hafızam beni daha fazla ağlatıyor. sinirden ağlamakla üzüntüden ağlamak arasında fark var. sinirden ağlamak insanı çok yıpratıyor. birçok insan görüyorum yolda yavaş yürüdüğüm zaman. bazıları kafalarını biraz eğerek selamlıyorlar beni. bazıları benimle el sıkışıp konuşuyor. halimi hatrımı soruyorlar. yüzlerini tanıyor gibiyim ama kim olduklarını bilmiyorum. yemin ederim tanımıyorum onları. onların kim olduklarını bilmiyorum. başıma ağrılar giriyor hatırlamaya çalıştığım zaman. bu çok sert bir süreç. kıyamete kadar böyle devam edecek sanırım. geleceğe sırtım dönük ilerlediğim için aklımda hiçbir şey kalmıyor; uzak geçmiş hariç. geçmişten saatlerce konuşabilirim. bana ait olup dokunamadığım tek şey bu. dokunamıyorum ama görebiliyorum. hissediyorum en azından. mesela 1997 yılını düşünüyordum az önce. senenin tüm ayrıntılarını buraya yazamam. yazarsam çok yorulurum. muzu gerekirse kabuğuyla yiyecek kadar üşengeç bir insanı yormak istemezsin değil mi? aferin, ben de öyle düşünmüştüm.
her şey kafamın içinde. geçmişe dair her dakikayı günde onlarca defa düşünüyorum. zamanı çıplak gözle görmek yıpratıyor beni. like toy soldiers'ın nakaratını söyleyen çocukların dediği gibi; "oyuncak askerler gibi devriliyoruz."
her neyse, ne diyordum ben en son.
evet, hemen hemen yaptığım birçok şeyden pişmanlık duyuyorum. yaptıklarımın yanlış mı ya da doğru mu olduğuna karar veremiyorum. yaptığım hiçbir şeyden emin değilim. emin olup olmadığımdan bile emin değilim. emin olamadığım için verdiğim hiçbir kararın arkasında duramıyorum. bir de yaşım ilerledikçe daha fazla üşüdüğümü hissediyorum. yaşım ilerledikçe arkamda bırakmak zorunda olduğum şeylerin sayısı artıyor. annesi donnie'ye her baktığında nasıl gözleri doluyorsa ben de öyle bakıyorum hayata. ne zaman gereğinden fazla umutlansam hayal kırıklığına çok yakın olduğumu düşünüp umudumu kırıyorum. hayal kırıklıklarını kaldıramıyorum sanırım. bu durum beni daha da dibe çekiyor. ama bazen güzel hayaller kuruyorum. bunlar her zaman çift kişilik hayallerdi. ben ve kızım. ciğerlerimde hissettiğim 97'nin sonbaharını ona anlatacağım bir öğle sonrası. birçok masal biriktirdim onun için. o benim iyilik meleğim olacak. beş metrelik geniş kaldırımlarda el ele yürüyeceğiz. hayır el ele değil, yormam ben onu. onu ben kendim taşırım. eğer bir gün annesi beni asfalt olarak kullanırsa o küçük kız kaldıracak beni. annesi oturup beklediğim tek katil olacak belki. işte o zaman kızımla beraber uyanmak istediğim sabahlara bürünürüm öyle değil mi.
nasıl mayıs ayında uzaktan evler izlerken kafamın içinde buzdan ilçeler varsa, banklarla da kopması imkansız bir bağ var aramızda. ne zamandır bir banka uzanıp gökyüzünü izlemiyorum. bunu yapmayalı yıllar oluyor sanırım. en yakın zamanda bunu yapmalıyım. sen de gelsene, beraber izleriz boşluğu. belki kendi yansımalarımızı görürüz boşlukta.
şimdilik gidiyorum ama kısa bir süre sonra tekrar gelicem. gelecem. geleceğim.
ve biricik evladın, en sevdiğin evladın geldi işte. hehe. seni ne kadar çok sevdiğimi biliyor musun? şöyle söyliyim. eminem'i ne kadar sevdiğimi biliyorsun. hah işte onu şöyle yüzlerle falan çarp o kadar çok seviyorum seni. eylül, eylül ikimizin ayı. eylül çocuğuyuz ya biz. .ci burda havalar serinledi artık. tam sevdiğimiz gibi. ama bir türlü yağmur yağmadı. aa yok, geçenlerde bi sabah yağmıştı, dershaneye giderken. ama çok az. sen yağmuru seviyorsun. alma şekerini seviyosun. lays kaşık cipsi seviyorsun. bi de emreyle beni seviyorsun heheh. biz de seni seviyoruz. sen çok iyi birisin cidden, bana hem arkadaş hem abla hem anne gibi oldun. sanki gerçekten kardeş gibiyiz, yıllardır tanışıyoruz gibiyiz. hemen ısındım sana. ben hep abim olsun istemiştim. ablam olursa nasıl olur hiç düşünmemiştim. meğer abla da çok iyi oluyomuş ya. ama keşke birbirimize bu kadar uzakta olmasaydık. okul başladığından beri beni hep sinir ettiler, üzdüler. ama yine de mutluyum, böyle şeyleri yani moralimi bozan şeyleri pek takmıyorum, hemen unutuyorum. ama sen bunu pek yapamıyorsun sanırım, üzülüyosun, kafana takıyorsun. yanında olsam sarılırdım sana mutlu olurdun. neyse ama bak sınavı kazanırsam seneye ordayım. o zaman bol bol sarılırız hehehe. bi şey diycem ama konu geçişi yapamadım direk söyliyim. emrenin yazdığını bi okudum da yine ne güzel yazmış ya. benden hiç öyle şeyler bekleme tamam mı hehe. hiç beceremem çünkü. bunları bile zor yazıyorum, yarım saat düşünüyorum. duyguları ifade edebilme yeteneğim yok sanırım. resim yaparak bile bunu başaramıyorum. mutlu olmak için resim yapıyorum. ama iyi yapıyorum yani mutsuzken bi de mutsuz bir resim yapsam iyice içim kararır, daralırım yani di mi heheh. ne yap biliyor musun? bilmiyorsun söyliyim. git kendine bisküvili pasta yap, doğum günü pastası. sonra da sanki ben yapmışım gibi düşünerek ye. şimdilik böyle idare edelim sonra ben oraya geldiğimde sana yaparım. bunları da okulda yazıyorum, ders boş gibi bir şey. aslında emreyle konuştum falan, doğum günü hediyesi olarak senin portreni yapacaktım ama bi çizdim benzemedi. sonra da dershanede sınav, ödevler falan derken kaldı çizemedim. ama sonra çizerim ki illa doğum günün olması gerekmiyo. ama başka bir şey çizdim. ikimiz gibi bu kızlar, büyük olan sen küçük olan ben. işte kardeşiz ya. aslında saçlarımız sarı değil evet ama kuruboylarımdaki kahvenin tonu çok iğrençti ben de böyle yapmak zorunda kaldım. sarı demişken, eminem tekrar sarı oldu. hiç 41 yaşında slim shady olur mu? olmaz. slim shady deyince aklıma küçük yaramaz bir şey geliyor. hani tamam eminem'im yaşlanmadığı ve hatta günden güne gençleştiği için o hallerine dönmek hiç zor olmamış ama yine de yaşını biliyorum. gerçi bunun için onu zorlamışlardır ya neyse. sen bir kursa başlamıştın ya neydi o adını unuttum, değişik bi isimdi ya. t li bi şeydi. bi de keman kursu falan diyordun. ikimiz de öğrenelim keman çalmayı ve emrenin başını şişirelim. zaten bugün kaç saat susmadım mesaj yazdım bi rahat bırakmadım onu. hehe. seni de rahat bırakmam. sms yaptım, bitene kadar kurtuluşunuz yok hihihi. sana da bir yazdım cevap vermedin nereye kayboldun yine yaa. olsun görünce yazarsın. oha. tam bunu yazarken mesaj attın. işte dedim iyi birisin diye. kısaca seni çok seviyorum ve senle her şeyden konuşmak seninle her şeyimi paylaşmak, anlatmak istiyorum. her günüm olaylı biliyorum, sürekli bir şeyler yazıyorum sana, cevap yetiştiremiyorsun bana ama olsun sadece okusan da olur. hehe. aha bak o kadar şey yazdım ama kutlamayı unuttum. doğum günün kutlu ve mutlu olsun. iyi ki varsın hep ol, hep beraber olalım, sen, ben, emre. üçümüz. sadece üç. (3) dördüncü bir kardeş istemiyorum. ilgililere duyurulur. tek prenses benim hıh. çok kıskancım. sen benim ablamsın, emre de benim abim. hıh.
bir niyet taşıyorum; ayın arka yüzünde birikmek, uzun ve sessiz sözsüz bir muhabbet eşliğinde. bu muhabbette senin için gökkuşağından nasıl renk çalabileceğime dair planlarımı anlatacağım. gri eylüllerden kurtulman için bu girişim yetmez, biliyorum. burda sevgi merkezli istihbarat ağı kuruldu. saçlarına yıldızlardan papatyalar yağdırabilirsem güleceğine dair raporlar var. yapamazsam o yıldızlara saçlarının gün görmemiş yanını bağlarım ben de. dur bir dakika, saçların yüzümde dolaşan karıncalar olduğu için bunu yapamam sanırım. latin amerika bozkırlarında cemre düştüğünde saçlarına, onları tararsam güler misin? sana bütün sokakları toplasam, bütün kenti kucaklayıp eve getirsem güler misin? ayın güneşi yakmasını sağlasam? yağmurlu bir darbe sabahı tankları kırmızı ışıkta durdursam güler misin o zaman? jüpiter'e bisikletle gitsek? şarkıların diliyle okyanusları tasvir etsem sana? hayır ben gülersem sen de gülersin. gülmek için çok güzel bir vakit. savaş yalnızı saçlarından kuzey kutbunu taşıyan kirpiklerine kadar, uçurtma kokulu yanaklarından çoktan kalkmış bir treni bekleyen karın boşluğuna kadar iyi ki varsın.
eylül'e isyan eden adam ne diyordu;
doğum günün kutlu olsun mutlu ol senelerce
sana çizgilerden mk-16 yaptım konacak ellerine
karakollar beni alır sorgular gecelerce
hiç bekleme belki gelmem, gelemem senelerce.
bizi unutmuş yazar kişisi. vefasızlığına yakıyorum süper karışımlı sarma sigaramı. Rüzgarda Savrulan dumanı izleyip bu kadar zaman neden nabıyon la demediğini düşünüyorum.
Çok romantik oldu amk.. Sanki kız arkadaşıma yazıyorum. Neyse, nerdesin yahu, unuttun bizi hepten.
derken, yağmurlu bir pazar sabahı evden çıktı. ortalık tenha, dükkanların çoğu kapalıydı. otobüslerin buğulu camları ardındaki silik yüzlerin birkaçına baktıktan sonra aynı istikamete, kuzeye doğru yürümeye devam etti. bir kızın renkli boyun atkısına takıldı gözü, ıslak kaldırımlar üzerinde yürürken. hâlâ takıntılıydı her ne kadar inkar etse de. montun kollarından gelen hışırtı haricinde ses yoktu, kafasının içindeki bir kuyu dolu insanın sesini dahil etmediği sürece. demiryolu köprüsüne yüz metre mesafedeki banka oturdu biraz. uzandı sonra. gözlerini, hep ardını merak ettiği o gökyüzüne dikti. çocukluğunu düşündü. çocukluk da gökyüzü gibi, hiçbir yere gitmiyor diye düşündü adam. düşünceler derinleştikçe uykuya daldı. rüya gördü.
bitkin uyandı o banktan. telefon etti kız kardeşine. dedi ki;
her şey aynı. şarkılar gibi, tavan gibi, boşluk gibi, her sabah edilen küfür gibi, gözyaşı gibi. evet hâlâ telefon kulübelerini düşünüyorum. her biri bir pripyat. bu telefon kulübelerinin sessizliğiyle yaşıyorum, yani her şey aynı. eminim ki babam da aynıdır. hiç kimse babamdan daha sert değil sanıyordum. fakat hayat babamdan daha sert, bunu öğrendim. belki bir gün antidepresan kokulu idrar örnekleri sana da öğretecek bunu. deli misin, buna izin vermem hiçbir zaman. nefes alıp vermek yeteri kadar tiksindirici, biliyorum. gözler kan kırmızı hüzün taşıyor bazen, biliyorum. gölgemiz bile bize ağırlık yapıyor bazen, biliyorum. yapman gereken tek şey nasıl gülümsediğimi hatırlamak. o bizim yol haritamız olacak. o bizim kimliğimiz olacak. bu sefer kim olduğumuz hakkında hataya düşmeyeceğiz. sen değil, ben bu hataya düşmeyeceğim. her soruya üç cevap yok artık. sessizliği iletişim aracı olarak kullanacağız anlaştık mı? hiç kelime çok sevgi. hiç özlem çok saç.
demiş ve kapatmış telefonu adam.
bana gelince;
merak etme, merak etme beni. nasılsa var edilmiş derdin mahvedilmiş hastasıyız biz. dert; hâlâ bir dakika sonranın geçmişi en büyük dert. ben tebessümü zamanın çatı katından fırlatırken sen içime doldur aynı zamanın paslanmış pillerini. sorun değil bu. sana sessizlik kadar gürültü çıkarabilecek mesafedeyim. mavi elvedalar mevsimi değil bu, yaktık onu biz. güneş kadar milimetrik rüyalar seni istila ederken aynı saatlerde geçmişin parkelerine saplanır kırık saçlarım. aynı saatlerde yatağımın altındaki karıncalarla tavana bakakalırken sana kıtalarca denizden akşamüstleri toplarım. genişletilmiş bencilliğime sığdırabildiğim bir melek olman nasıl bir şey anlat bana. avuçlarımın içinde pimi çekilmiş el bombası niteliğindeki kalbini ne kadar sıkı tutabileceğimi anlat bana. saçındaki papatya tarlalarını da anlat. ben çocuk olmaktan korkmuyorum; bulutlara nasıl yaslanmam gerektiğini anlat. bana biraz eylül topla. bunları bildiğini biliyorum. her şeyi bildiğini bildiğimi de bilirsin. bilinmezliğe çıkan neyse, bizim dışımızda o bilinsin istemiyorum ama. ağladıkça bilineni ve bildikçe ağlatanı bilmeni istemiyorum. yorgun değilsen hayatımın en uzun soru işaretini, yağmuru da anlat bana.
tarifi veriyorum kardeş hazır mısın? Gel o zaman şöyle yamacıma.
Malzemeler:
50 gr adıyaman tütünü.
1 paket marlbora light.
1 paket parlement. Aqua yada nigt blue. Tercihine kalmış.
1 paket çikolatalı captain black.
1 kutu ocb siyah çarşaf. (değiştirilebilir tercihe bağlı, ince olması nedeniyle tarifte ben bunu kullanıyorum)
-1 paket kalın filtre.
Yapılışı:
-marlbora ve parlement tütün zayi edilmeyecek şekilde parçalanır. (evet bi paketin hepsi)
-parlement filtrelerine zarar vermemeye özen gösterilir. Çünkü çok işimize yarayacak. Marlbora filtrelerini atabiliriz.
-adıyaman tütünü, çikolatalı captain black ve parçaladığımız sigaralardan çıkan tütünler, bir poşette güzelce karıştırılır.
-daha sonra, tercihen elde, veya sigara saran tablada, bu karışımımız parlement filtresine sarılır ve nazikçe yakılır. işte sigaramız, bütün lezzetiyle kahvenin yanında içmek için hazır.
-20 dal içildikten sonra, parlement filtrelerimiz bittiği için kalın filtreye sarılarak içilir.
Afiyet olsun.
dipnot: bu tarif yazarın damak tadına hitap etmekte olup, adıyamann tütünü yumuşak alınmalı, boğaz da gıdıklanma ve gıcık problemi olanlar sıfır kıyım tomurcuksuz bitlis tütünü tüketmelidir.
Soğuk günlerde sıcak çikolata veya kahveyle içilmesi önerilirken, hava sıcaklığının arttığı şu günlerde soğuk şekerli içeceklerle (frappucino, ice mocha gibi) tüketilmesi şiddetle tavsiye edilir.
uzunca bir süre önce nick altına yazdığım yazar. 6.5 ay olmuş, nick altını ziyaret edeli. O zamanlar sarma içiyormuşum, sigara içmeye davet etmişim kendisini. aklıma geldi, hoş bir sohbet ettik kendisiyle zamanında özel mesajdan. Bi bakayım naptı ne etti diye dedim. Kendisine bir sevgili bulmuş, romantik, aşk dolu şeyler yazmaya başlamış. mutlu oldum nedense. Heralde 11 dersin 8 inden kalınca insan mutlu olmaya bahane arıyo. Neyse, mutluluğu daim olsun yazarımızın. sarma gitti, parlemente devam. teklifim geçerli, sigaralar benden, çaylar ondan.