on yedinci söz

entry2 galeri0
    1.
  1. said nursi'nin sözler kitabından bir bölümdür:

    -1-

    -2-

    Bu Söz, iki âlî Makam ve bir parlak Zeylden ibârettir.

    Hâlık-ı Rahîm ve Rezzâk-ı Kerîm ve Sâni-i Hakîm şu dünyayı âlem-i ervâh ve ruhâniyât için bir bayram, bir şehrâyin sûretinde yapıp, bütün esmâsının garâib-i nukuşuyla süslendirip, küçük büyük, ulvî süflî herbir ruha ona münâsip ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehâsin ve in'âmâttan istifade etmeye muvâfık ve havâs ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismânî verir, bir defa o temâşâgâha gönderir.
    Hem, zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıtalara taksim ederek, herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıtayı, birer tâife, ruhlu mahlûkatına ve nebâtî masnuâtına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. Ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuât-ı sağîrenin tâifelerine öyle şâşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakât-ı âliyede olan ruhâniyâtı ve melâikeleri ve sekene-i semâvâtı seyre celb edecek bir câzibedarlık görünüyor; ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütâlâagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. Fakat, bu ziyâfet-i ilâhiye ve bayram-ı Rabbâniyedeki ism-i Rahmân ve Muhyî'nin tecellîlerine mukabil ism-i Kahhâr ve Mümît, firâk ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar.

    1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
    2- Yeryüzünde ne varsa Biz dünya için bir süs olarak yarattık ki, insanlardan hangisi daha güzel işler yapacak diye onları imtihan edelim. • Onun üzerindeki herşeyi Biz elbette kupkuru bir toprak haline getireceğiz. (Kehf Sûresi: 7-8.)
    Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir oyalanmadır. (En'âm Sûresi: 32.)

    Şu ise, -1- rahmetinin vüs'at-i şümûlüne zâhiren muvâfık düşmüyor; fakat, hakikatte birkaç cihet-i muvâfakati vardır. Bir ciheti şudur ki:
    Sâni-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir tâifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibâriyle dünyadan, merhametkârâne bir tarz ile tenfîr edip usandırıyor, istirahate bir meyil ve başka bir âleme göçmeye bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelân-ı şevkengîz, ruhlarında uyandırıyor.
    Hem o Rahmân'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda mücâhede işinde telef olan bir nefere şehâdet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-u bâkî vererek Sırat üstünde sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor; öyle de, sâir zîruh ve hayvanâtın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbâniyelerinde ve evâmir-i Sübhâniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhâniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i mânevîye, o tükenmez hazîne-i rahmetinde baîd değil ki, bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden, pek çok incinmesinler; belki memnun olsunlar.

    -2-

    Lâkin, zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyâde istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtelâ olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekâya geçmek için, eser-i rahmet olarak, iştiyâkengîz bir hâlet verir. Kendi insaniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten istifade eder, rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o hâleti intâc eden vecihlerden, numune olarak beşini beyân edeceğiz.
    Birincisi: ihtiyarlık mevsimiyle dünyevî, güzel ve câzibedar şeyler üstünde fenâ ve zevâlin damgasını ve acı mânâsını göstererek, o insanı dünyadan ürkütüp, o fânîye bedel, bir bâkî matlûbu arattırıyor.
    ikincisi: insanın alâka peydâ ettiği bütün ahbablardan yüzde doksan dokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurâne karşılattırıyor.
    Üçüncüsü: insandaki nihayetsiz zayıflık ve âcizliği, bâzı şeylerle ihsâs ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahate ciddî bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimi bir şevk veriyor.

    1- Rahmetim herşeyi kaplamıştır. (A'râf Sûresi 156.)
    2- Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. (Neml Sûresinin 65. âyeti ve benzeri diğer âyetlerden alınmış bir kaidedir.)
    Dördüncüsü: insan-ı mü'mine nur-u imân ile gösterir ki, mevt idâm değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şâşaasıyla, âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindân-ı dünyadan bostân-ı cinâna çıkmak ve müz'ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervâha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzûr-u Rahmân'a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
    Beşincisi: Kur'ân'ı dinleyen insana, Kur'ân'daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:
    Dünya bir kitâb-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki Başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git.
    Hem bir mezraadır. Ek ve mahsülünü al, muhâfaza et; müzahrafâtını at, ehemmiyet verme.
    Hem birbiri arkasında dâim gelen geçen aynalar mecmûasıdır. Öyle ise onlarda tecellî edeni bil, envârını gör ve onlarda tezâhür eden esmânın tecelliyâtını anla ve Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes.
    Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhûde koşma, yorulma.
    Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faydalı bir tenezzüh yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla, akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
    "Hem bir misafirhânedir. Öyle ise onu yapan Mihmandâr-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç, şükret; kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git; herzekârâne fuzûlî bir sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana âit olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma" gibi zâhir hakikatlerle dünyanın iç yüzündeki esrârı gösterip dünyadan müfârakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe'ninde bir izi bulunduğunu gösterir.
    işte Kur'ân, şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususi vecihlere dahi âyât-ı Kur'âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya.

    On Yedinci Sözün ikinci Makamı Haşiye

    Bırak bîçare feryâdı, belâdan; gel tevekkül kıl.
    Zîrâ feryad belâ ender, hatâ ender belâdır; bil.

    Belâ vereni buldunsa, atâ ender, safâ ender belâdır, bil.
    Bırak feryâdı, şükür kıl; mânend-i belâbîl demâ keyfinden güler hep gül mül.

    Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ ender, fenâ ender hebâdır; bil.
    Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan; gel, tevekkül kıl.

    Tevekkül ile, belâ yüzünde gül; tâ o da gülsün.
    O, güldükçe küçülür; eder tebeddül.

    Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.
    Hudâbîn isen, O kâfidir; bıraksan da, bütün eşya lehinde.

    Ger hodbîn isen, helâkettir; ne yaparsan, bütün eşya aleyhinde.
    Demek terki gerektir, her iki halde bu dünyada.

    Terki demek, Hudâ mülkü, Onun izni, Onun nâmiyle bakmakta;
    Ticaret istiyorsan ger, şu fânî ömrünü bâkîye tebdilde.

    Eğer nefsine tâlip isen, çürüktür, hem temelsiz de;
    Eğer âfâkı ister isen, fenâ damgası üstünde.

    Demek değmez ki, alınsa; çürük maldır hep bu çarşıda.
    Öyle ise geç; iyi mallar dizilmiş arkasında.

    Haşiye: Bu ikinci makamdaki parçalar şiire benzer, fakat şiir değiller. Kasdî nazmedilmemişler. Belki, hakikatlerin kemâl-i intizamı cihetinde bir derece manzum sûretini almışlar.

    Siyah Dutun Bir Meyvesi

    [O mübârek dut başında, Eski Said, Yeni Said lisâniyle söylemiştir.]

    Muhatabım Ziyâ Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
    Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'ân nâmına kalbimdir.

    Geçen sözler hakikattir; sakın şaşma, hududundan hazer aşma.
    Ecânib fikrine sapma, dalâlettir kulak asma; eder elbet seni nâdim.

    Görürsün en ziyâdarın, zekâvette alemdârın,
    O hayretten der dâim: "Eyvah, kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!"

    Kur'ân dedirtir; ben de derim, hiç de çekinmem.
    Ondan Ona şekvâ ederim, sen gibi şaşmam.

    Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.
    Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam.

    Ki, Kur'ân'da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam.
    Kur'ân'dadır hak hikmet; ispat ederim, muhâlif felsefeyi beş para saymam.

    Furkandadır elmas hakikat, dercân ederim, sen gibi satmam.
    Halktan Hakka seyrân ederim, sen gibi sapmam.

    Dikenli yolda tayrân ederim, sen gibi basmam.
    Ferşten Arşa şükrân ederim, sen gibi asmam.

    Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.
    Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem.

    Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı-sen gibi görmem.
    Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam.

    Rahmet kapısı, nur kapısı, hak kapısı; ondan sıkılmam, geri çekilmem.
    "Bismillâh" diyerek çalıyorum; Haşiye 1 arkama bakmam, dehşet de almam.

    "Elhamdülillâh" diyerek rahat bulup yatacağım; zahmeti çekmem, vahşette kalmam.
    "Allahü ekber" diyerek ezan-ı haşri işitip kalkacağım; Haşiye 2 mahşer-i ekberden çekinmem, mescid-i âzamdan çekilmem.

    Lûtf-u Yezdân, nur-u Kur'ân, feyz-i imân sâyesinde hiç üzülmem.
    Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah.

    Haşiye 1: Eyvah diyerek kaçmıyorum.
    Haşiye 2: isrâfil'in ezanını fecr-i haşirde işitip "Allahü ekber" diyerek kalkacağım. Salât-ı Kübrâdan çekilmem. Mecmâ-ı Ekberden çekinmem.
    KALBE FÂRiSi OLARAK TAHATTUR EDEN BiR MÜNÂCÂT *

    Yani bu münâcât, kalbe Fârisî olarak tahattur ettiğinden Fârisî yazılmıştır. Evvelce, matbû olan Hubâb Risâlesinde derc edilmişti.

    Yâ Rab! Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki, "Yetmez mi dert, derman sana?"

    Evet, gafletle sağımdaki geçmiş zamandan teselli almak için baktım. Fakat, gördüm ki; dünkü gün, pederimin kabri ve geçmiş zaman, ecdâdımın bir mezar-ı ekberi sûretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi. Haşiye 1

    Haşiye 1: imân, o vahşetli mezar-ı ekberi, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecmâ-ı ahbab gösterir.

    Sonra, soldaki istikbâle baktım; derman bulamadım. Belki yarınki gün, benim kabrim ve istikbâl ise, emsâlimin ve nesl-i âtînin bir kabr-i ekberi sûretinde görünüp, ünsiyet değil, belki vahşet verdi. Haşiye 2

    Haşiye 2: imân ve huzur-u imân, o dehşetli kabr-i ekberi, sevimli saadet saraylarında bir dâvet-i Rahmâniye gösterir.

    Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım. Gördüm ki, şu gün, güyâ bir tabuttur; hareket-i mezbûhânede olan cismimin cenazesini taşıyor. Haşiye 3

    Haşiye 3: imân, o tabutu, bir ticaretgâh ve şâşaalı bir misafirhâne gösterir.

    * Bu kısmın Arapça ve Farsça ibârelerinin mânâları ve açıklamaları hemen altlarında verildiğinden, başka bir meâl konulmamıştır.

    O cihetten dahi me'yus olup, başımı aşağıya eğdim, baktım ki; aşağıda, ayak altında, kemiklerimin toprağı ile mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil, derdime dert kattı. Haşiye 5

    Haşiye 5: imân, o toprağı rahmet kapısı ve Cennet salonunun perdesi olduğunu gösterir.

    Ondan dahi nazarı çevirip arkama baktım, gördüm ki; esassız, fânî bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem zulümâtında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti. Haşiye 6

    Haşiye 6: imân, o zulümâtta yuvarlanan dünyayı vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücudda bırakmış mektubât-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterir.

    Onda dahi hayır görmediğim için ön tarafıma, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor. Haşiye 7

    Haşiye 7: imân, o kabir kapısını, âlem-i nur kapısı ve o yol dahi, saadet-i ebediye yolu olduğunu gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem olur.

    işte şu altı cihette ünsiyet ve teselli değil, belki dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil, benim elimde bir cüz-i ihtiyârîden başka hiçbir şey yoktur ki, ona dayanıp onunla mukabele edeyim. Haşiye 8

    Haşiye 8: imân, o cüz-i lâyetecezzâ hükmündeki cüz-i ihtiyârî yerine, gayr-i mütenâhî bir kudrete istinad etmek için bir vesîka verir; ve belki imân bir vesîkadır.

    Halbuki o cüz-i ihtiyârî denilen silâh-ı insanî, hem âciz, hem kısadır; hem ayarı noksandır, icad edemez, kisbden başka hiçbir şey elinden gelmez. Haşiye 9

    Haşiye 9: imân, o cüz-i ihtiyârîyi Allah nâmına istimâl ettirip, her şeye kâfi getirir-bir askerin cüz'î kuvvetini devlet hesâbına istimâl ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi gibi.

    Ne geçmiş zamana hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz edebilir. Mâzi ve müstakbele âit emellerime ve elemlerime faydası yoktur. Haşiye 10

    Haşiye 10: imân, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp, kalbe, ruha teslim ettiği için, mâziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. Çünkü, kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.

    O cüz-i ihtiyârînin meydan-ı cevelânı, kısacık şu zaman-ı hâzır ve bir ân-ı seyyâldir.

    işte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zayıflığımla ve fakr ve aczimle beraber, altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir halde iken, Kalem-i Kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan arzular ve sermede yayılan emeller âşikâre bir sûrette yazılmıştır; mahiyetimde derc edilmiştir.

    Belki, dünyada ne varsa, numuneleri fıtratımda vardır; umum onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırıyorum, çalışıyorum.

    ihtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir.

    Hattâ, hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider; orada da hâcet vardır, belki, her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan, ihtiyaçta vardır; elde bulunmayan ise, hadsizdir.

    Halbuki, daire-i iktidar, kısa elimin dairesi kadar kısa ve dardır.

    Demek, fakr ve ihtiyaçlarım, dünya kadardır.

    Sermâyem ise, cüz-i lâyetecezzâ gibi cüz'î bireydir.

    işte, şu cihan kadar ve milyarlar ile ancak istihsâl edilen hâcet nerede; ve bu beş paralık cüz-i ihtiyârî nerede? Bununla onların mübâyaasına gidilmez. Bununla onlar kazanılmaz. Öyle ise, başka bir çare aramak gerektir.

    O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irâde-i ilâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip, Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine ilticâ ederek, hakikat-i tevekküle yapışmaktır.

    "Yâ Rab! Mâdem çare-i necât budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyârîden vazgeçiyorum, ve enâniyetimden teberrî ediyorum.

    "Tâ Senin inâyetin, acz ve zaafıma merhameten, elimi tutsun; hem, tâ Senin rahmetin, fakr ve ihtiyacıma şefkat edip, bana istinadgâh olabilsin, kendi kapısını bana açsın."

    Evet, her kim ki, rahmetin nihayetsiz denizini bulsa, elbette bir katre serap hükmünde olan cüz-i ihtiyârına itimad etmez; rahmeti bırakıp, ona mürâcaat etmez.

    Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.

    Kendine güvenen ve ebedî zanneden mağrur insan, zevâle mahkûmdur; süratle gidiyor. Hâne-i insan olan dünya ise, zulümât-ı ademe sukut eder. Emeller bekâsız, elemler ruhta bâkî kalır.

    Mâdem hakikat böyledir; gel, ey hayata çok müştak ve ömre çok tâlip ve dünyaya çok âşık ve hadsiz emellerle ve elemlerle mübtelâ bedbaht nefsim! Uyan, aklını başına al. Nasıl ki yıldız böceği, kendi ışıkçığına itimad eder, gecenin hadsiz zulümâtında kalır; bal arısı kendine güvenmediği için gündüzün güneşini bulur, bütün dostları olan çiçekleri, güneşin ziyâsıyla yaldızlanmış müşâhede eder; öyle de, kendine, vücuduna ve enâniyetine dayansan, yıldızböceği gibi olursun. Eğer sen, fânî vücudunu, o vücudu sana veren Hâlıkın yolunda fedâ etsen, bal arısı gibi olursun, hadsiz bir nur-u vücud bulursun. Hem, fedâ et; çünkü, şu vücud sende vedîa ve emânettir.

    Hem Onun mülküdür, hem O vermiştir. Öyle ise, minnet etmeyerek ve çekinmeyerek fenâ et, fedâ et; tâ bekâ bulsun. Çünkü, nefy-i nefiy ispattır. Yani, yok, yok ise, o vardır; yok, yok olsa, var olur.

    Hâlık-ı Kerîm, kendi mülkünü senden satın alıyor. Cennet gibi büyük bir fiyatı verir. Hem, o mülkü senin için güzelce muhâfaza ediyor, kıymetini yükselttiriyor; yine sana hem bâkî, hem mükemmel bir sûrette verecektir. Öyle ise, ey nefsim, hiç durma! Birbiri içinde beş kârlı bu ticareti yap; tâ beş hasâretten kurtulup, beş rıbhı birden kazanasın. *
    0 ...
  2. 2.
  3. devam

    -1-

    ibrâhim Aleyhisselâmdan sudûr ile, kâinatın zevâl ve ölümünü ilân eden na'y-i -2- beni ağlattırdı.

    Onun için kalb gözü ağladı ve ağlayıcı katreleri döktü. Kalb gözü ağladığı gibi, döktüğü herbir damlası da, o kadar hazindir, ağlattırıyor. Güyâ kendisi de ağlıyor. O damlalar, gelecek Fârisî fıkralardır.

    işte o damlalar ise, Nebî-i Peygamber olan bir hakîm-i ilâhînin, Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi tefsiridir.

    Güzel değil batmakla gâib olan bir mahbub. Çünkü, zevâle mahkûm, hakiki güzel olamaz; aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli.

    Bir matlûb ki, gurûbda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor, âmâle mercî olamıyor, arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede kaldı ki, kalb, ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın.

    1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
    Yıldız battığında ise, "Ben batıp gidenleri sevmem" dedi. (En'âm Sûresi: 76.)
    2- Batıp gidenleri sevmem. (En'âm Sûresi: 76.)

    Bir maksud ki, fenâda mahvoluyor; o maksudu istemem. Çünkü, fânîyim, fânî olanı istemem; neyleyeyim?

    Bir ma'bud ki, zevâlde defnoluyor; onu çağırmam, ona ilticâ etmem. Çünkü, nihayetsiz muhtacım ve âcizim. Aciz olan, benim pek büyük dertlerime devâ bulamaz, ebedî yaralarıma merhem süremez. Zevâlden kendini kurtaramayan, nasıl ma'bud olur?

    Evet, zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevâlini görmekle, me'yusâne feryâd eder ve bâkî bir mahbubu arayan ruh dahi, Lâ ühıbbü'l-âfilîn feryâdını ilân ediyor.

    istemem, arzu etmem, tâkat getirmem müfârakatı.

    Derâkab, zevâl ile acılanan mülâkâtlar, keder ve meraka değmez, iştiyâka hiç lâyık değildir. Çünkü, zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i lezzetin tasavvuru dahi bir elemdir. Bütün mecâzî âşıkların dîvanları, yani aşknâmeleri olan manzum kitapları, şu tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryaddır. Herbirinin, bütün dîvân-ı eş'ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryad damlar.

    işte o zevâlâlûd mülâkâtlar, o elemli mecâzî muhabbetler derdinden ve belâsındandır ki, kalbim, ibrâhimvârî Lâ ühıbbü'l-âfilîn ağlamasıyla ağlıyor ve bağırıyor.

    Eğer şu fânî dünyada bekâ istiyorsan, bekâ fenâdan çıkıyor, nefs-i emmâre cihetiyle fenâ bul ki, bâkî olasın.

    Dünyaperestlik esâsâtı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fânî ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakiki yolunda fedâ et. Mevcudâtın ademnümâ âkıbetlerini gör. Çünkü, şu dünyadan bekâya giden yol, fenâdan gidiyor.

    Esbâb içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zevâl-i dünyadan hayrette kalıp me'yusâne fîzâr ediyor. Vücud-u hakiki isteyen vicdan, ibrahimvârî, Lâ ühıbbü'l-âfilîn enîniyle mahbubât-ı mecâziyeden ve mevcudât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcud-u Hakîkîye ve Mahbub-u Sermedîye bağlanıyor.

    Ey nâdan nefsim, bil ki; çendan dünya ve mevcudât fânîdir, fakat her fânî şeyde, bâkîye îsâl eden iki yol bulabilirsin ve can ve cânan olan Mahbub-u Lâyezâlin tecellî-i Cemâlinden iki lem'ayı, iki sırrı görebilirsin. An şart ki, sûret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirsen.

    Evet, nimet içinde, in'âm görünür, Rahmân'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'âma geçsen, Mün'imi bulursun. Hem, her eser-i Sâmedânî, bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâlin esmâsını bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, esmâ yoluyla müsemmâyı bulursun. Mâdem şu masnuât-ı fâniyenin mağzını, içini bulabilirsin; onu elde et, mânâsız kabuğunu, kışrını, acımadan fenâ seyline atabilirsin.

    Evet, masnuâtta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lâfz-ı mücessem olmasın, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsını okutturmasın. Mâdem şu masnuât elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Mânâsız kalan elfâzı, bilâpervâ zevâlin havasına at, arkalarından alâkadarâne bakıp meşgul olma.

    işte, zâhirperest ve sermâyesi âfâkî mâlûmâttan ibâret olan akl-ı dünyevî böyle silsile-i efkârı, hiçe ve ademe incirâr ettiğinden, hayretinden ve haybetinden me'yusâne feryad ediyor, hakikate giden bir doğru yol arıyor. Mâdem ufûl edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti, kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti, vicdan dahi fânîlerden yüzünü çevirdi; sen dahi bîçare nefsim, ibrâhimvârî, Lâ ühıbbü'l-âfilîn gıyâsını çek, kurtul.

    Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:

    demiştir. Haşiye Yani, yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir.

    Evet Câmi, pek doğru söyledin. Hakiki mahbub, hakiki matlûb, hakiki maksud, hakiki ma'bud, yalnız Odur.

    Çünkü, bu âlem bütün mevcudâtıyla, muhtelif dilleriyle ayrı ayrı nağamâtıyla zikr-i ilâhînin halka-i kübrâsında beraber Lâ ilâhe illâ Hû der, Vahdâniyete şehâdet eder. Lâ ühıbbü'l-âfilîn'nin açtığı yaraya merhem sürüyor ve alâkayı kestiği mecâzî mahbublara bedel, bir Mahbub-u Lâyezâlîyi gösteriyor.

    Haşiye: Yalnız bu satır Mevlâna Câmi'nin kelâmıdır.

    [Bundan yirmi beş sene kadar evvel istanbul Boğazındaki Yûşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: "Yarına kadar beni bırakınız; istihâre edeyim." Sabahleyin kalbime bu iki levha hutûr etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübârek hâtıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhâfaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti; makam münâsebetiyle buraya alındı.]

    Birinci Levha

    [Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.]

    Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm.
    Demâ gaflet hicab oldu; ve nur-u Hak nihân gördüm.
    Bütün eşyâ-i mevcudât; birer fânî muzır gördüm.
    Vücud desen, onu giydim; ah! Ademdi, çok belâ gördüm.
    Hayat desen, onu tattım; azab ender azab gördüm.
    Akıl ayn-ı ikâb oldu; bekâyı bir belâ gördüm.
    Ömür ayn-ı hevâ oldu; kemâl ayn-ı hebâ gördüm.
    Amel ayn-ı riyâ oldu; emel ayn-ı elem gördüm.
    Visâl nefs-i zevâl oldu; devâyı ayn-ı dâ' gördüm.
    Bu envâr, zulümât oldu; bu ahbabı yetim gördüm.
    Bu savtlar, na'y-i mevt oldu; bu ahyâyı mevât gördüm.
    Ulûm evhâma kalboldu; hikemde bin sekam gördüm.
    Lezzet ayn-ı elem oldu; vücudda bin adem gördüm.
    Habîb desen onu buldum; ah! Firâkta çok elem gördüm.

    ikinci Levha

    [Ehl-i hidâyet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder levhadır.]

    Demâ gaflet zevâl buldu; ve nur-u Hak ayân gördüm.
    Vücud bürhan-ı Zât oldu; hayat mir'at-ı Haktır, gör.
    Akıl miftâh-ı kenz oldu; fenâ bâb-ı bekâdır, gör.
    Kemâlin lem'ası söndü; fakat, Şems-i Cemâl var, gör.
    Zevâl ayn-ı visâl oldu; elem ayn-ı lezzettir, gör.
    Ömür nefs-i amel oldu; ebed ayn-ı ömürdür, gör.
    Zalâm zarf-ı ziyâ oldu; bu mevtte hak hayat var, gör.
    Bütün eşya enîs oldu; bütün asvât zikirdir, gör.
    Bütün zerrât-ı mevcudât, birer zâkir müsebbih, gör.
    Fakrı kenz-i gınâ buldum; aczde tam kuvvet var, gör.
    Eğer Allah'ı buldunsa, bütün eşya senindir, gör.
    Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen, Onun mülkü senindir, gör.
    Eğer hodbîn ve kendi nefsine mâlik isen, bilâaddin belâdır, gör.
    Bilâhaddin azabdır tat; belâ gayet ağırdır, gör.
    Eğer hakiki abd-i Hudâbîn isen, hududsuz bir safâdır, gör.
    Hesabsız bir sevap var tat; nihayetsiz saadet gör.

    Yirmi beş sene evvel Ramazan'da ikindiden sonra Şeyh Geylânî'nin (k.s.) Esmâ-i Hüsnâ manzûmesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, Esmâ-i Hüsnâ ile bir münâcât yazayım. Fakat, o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübârek Münâcât-ı Esmâiyesine bir nazîre yapmak istedim. Heyhât, nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münâcât, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubu olan Pencereler Risâlesine ilhak edilmişti. Makam münâsebetiyle buraya alındı.

    Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:
    "Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahmân'a teslim eyledim, gayrı istemem. isterim, fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç ender hiçim, fakat bu mevcûdâtı umumen isterim."
    O Bâkîdir.
    O, hükümleri hikmetli olandır; biz Onun hükmünün kabzasındayız. • O, Hakem ve Adl'dir; yer ve gök yalnız Onundur.
    O, mülkündeki gizlilik ve gaybları bilendir. • O, Kâdir ve Kayyûm'dur; Arş ve yer Onundur.
    O, san'atındaki meziyet ve nakışlar latîf olandır. • O, Fâtır ve Vedûd'dur; güzellik ve kıymet Onundur.
    O, yaratıklarındaki aynaları ve şuûnâtı büyük olandır. • O, Melik ve Kuddûs'tür; izzet ve kibriyâ Onundur.
    O, mahlûkatı emsalsiz güzellikte olandır; biz Onun san'atının nakışlarındanız. • O, Dâim ve Bâkî'dir; saltanat ve bekâ ona mahsustur.
    O, ihsanları cömertçe olandır; biz Onun misafir kafilesindeniz. • O, Rezzâk ve Kâfî'dir; hamd ve senâ Ona mahsustur.
    O, hediyeleri güzel olandır; biz Onun ilminin dokumasının eseriyiz. • O, her şeye bedel yeten Yaratıcıdır; cömertlik ve ihsanlar Ona mahsustur.
    O, şikâyet ve yakınmaları ile mahlûkatının duâlarını çok iyi duyandır. • O, şifâ veren Merhametkârdır; şükür ve senâ Ona mahsustur.
    O, kusurları ve kullarının günahlarını bağışlayandır. • O, merhametli olan Gaffâr'dır; af ve hoşnutluk Ona mahsustur... *
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük