her gün sabah uyandığımızda gündelik hayatımızdan yakınırız çoğumuz. kim o yataktan kalkıp yüzünü yıkayıp işe/okula gidecek? tabi ki biz. işimizde/okulumuzda karşılaşacağımız sorunları düşünerek güne başlamadan bir sıfır yeniliriz hayata karşı. mütemadiyen de her günümüz bir önceki gibi geçer.
sonra bir şey olur... bir yakınımız ölür... gelişmeler bölümü yanar ve bir yazarın öldüğü haberini alırız.
ve düşünmeye başlarız "aslında ne kadar gereksiz şeylere kafa yoruyorum. ölümlü dünya aman ya." diye geçiştiririz.
lakin yine ders almaz, azami 1 hafta sonra yine kaldığımız yerden devam ederiz sorunları kafaya takmaya.
Sadece ölen biriyle de olmayabilir, tv de ama gerçekten Afrika'da yoksulluktan ağlayan bir erkek çocuğu gördüğünüzde , gözünüzün içine bakan ve tüm iskelet sistemi gözüken bir sokak köpekeğini gördüğünüzde, bazen hüzünlü bir filmden sonraki anı, eski zamanlarınızdan kalan bir müziği duyduğunuzda uç beyinin çalışıp müzikle alakalı hafızaları gözünüze getirdiğinde yaşanabilecek bir hadise. Ama nedense hep bırakırız kendimizi ders almayız yeterince. Ta ki gerçekten dank edene kadar, bacağınız kesildiğinizde, ölümcül bi hastalığa yakalandığınızda, annenin babanız veya gerçeken çok sevdiğiniz biri öldüğün.de "ah ulan" deriz. *
" eğer yaratıcı ruh düşünülürse ona şöyle haykırmak hakkımızıdr ; bunca boğuntuyu ve mutsuzluğu ortaya çıkarmak uğruna hiçliğin sessizliğini ve kıpırdamazlığını bozmaya nasıl kalkıştın ? " arthur schopenhauer.