Aldığımız nefesin ciğerlerimizin marifeti olduğunu zannediyoruz. Nabzımızı attıranın da dört odacıklı kalbimiz olduğunu... Ne zaman edindik ki bütün bu marifetli organları, ne yaparak kazandık? Onlar nasıl öğrendi havayla muhabbet etmeyi, kanı pompalamayı? Her şey bir mekanik izahla oluyorsa, kim başlattı bütün bu devridaimi ilk başta? Kim verdi ilk komutu, kim açtı şalteri, kim gösterdi her şeye nereden başlanacağını?
Aklımıza bir fikir geliyor, sanıyoruz ki biz bulduk çıkardık onu zihnimizin derinliklerindeki fikirler kuyusundan. Ama neden şimdi ve hangi fikirler silsilesinin devamı olarak? Hem neden o fikir de, bu fikir değil? Diyelim ki var öyle bir fikirler kuyusu; kim koydu peki onu oraya? Kim doldurdu zihnimize düşmeden önce hiç duymadığımız bütün o fikirleri içine?
Bir cümle kuruyoruz mesela üç beş kelimeyle... Onlar birkaç dakika önce aklımızda olmayan kelimeler... Yine birkaç dakika önce hiç aklımızda olmayan bir ifadeyi teşkil ediyorlar. Nereden geldiler? Zihnimize nereden düştüler? Onları çağıran neydi? Ne içinde bulunduğumuz mekânla, ne yaşadığımız anla, ne biraz önce konuştuğumuz konuyla bir ilgileri var. O cümleyi okuyan için ne kadar sürprizse, bizim için de o kadar sürpriz... Sanki bizim kâğıdın üstüne yazdığımız gibi, bir el zihnimize yazıyor onları sırasınca... Bizim mi bu kelimeler? Onları bir araya getiren, böyle derin kılan kim? Biz miyiz gerçekten? Ama biraz önce karşılaşmadık mı ilk kez biz o kelimelerle? O şekilde sıralanarak oluşturdukları özel anlamla ilk kez karşılaşmadık mı? Belki tek fark, insanların bir kâğıdın üstünde gördükleri ifadeyi, bizim onlardan kısa bir zaman önce zihnimizde görmüş, okumuş olmamız... Var mı bir başka fark? ilham geldi diyoruz ya, nedir ilham? Nereden gelir, neden o anda yanımızdakine değil de bize gelir?
Bir keman virtüözü çıkıyor mesela ortaya. Sizin benim gibi bir insan... Ama o gerçekten virtüöz, biz değiliz. Çalışsak, çabalasak, orta karar bir keman sanatçısı olabiliriz belki. Ama bir virtüöz? Asla! O doğuştan gelen bir yetenek diyor işin ustaları. Ama doğuştan herkese gelen bir yetenek değil, keman virtüözü olmak üzere doğacak olanın yanında getirdiği bir yetenek. Bir insanla, bir müzik aleti arasındaki bu bağ, bu muhabbet, bu bütünleşme nasıl bir şey? O sihirli beraberliği ortaya çıkaran şey ne?
Bir adam bir ağaç parçasını çakısıyla yontuyor, küçük bir kayık çıkıyor mesela ortaya. Yanındaki yontuyor, hiçbir şeye benzemiyor ağaç parçası. Bir daha yontuyor, bir daha yontuyor, yine benzemiyor. Defalarca denedikten sonra bir kayığı andırıyor. Ama asla ilk adamın kayığı kadar etkileyici olmuyor. Şu adam bir ağaç parçasını yontarak mükemmel bir kayığa dönüştürüyor, öteki kayda değer hiçbir eser ortaya çıkaramıyor. ilkinin hamurunda var bu yetenek, ikincininkinde hiç yok! Demek insanlar aynı hamurdan da yoğrulmuyor! Hamurunun elverdiğinden başka bir şey de olmuyor.
Müziğe ömrünü veren birçok adamdan ikinci bir Mozart çıkmıyor. Seksen sene şairlik edip Rimbaud'nun yirmi yıla sığdırdığı şiirselliği yakalayamayan yığınla insan var. Ya da hikmet bulmak ümidiyle yola çıkıp da Mevlâna'ya toslayınca un ufak olan birçok salik...
Her şeyin bir manası var elbet, her şey bir parçasıyla gayrete tâbi... Ama o gayret bile diğerleriyle birlikte nasibe tâbi...