Sözlük yazarlarının beğendiği en güzel girilerdir.
Yazar nicki: saffet semerci
Başlık: lsd
Entry:
kitapçılığa ilk başladığım yıldı. yollarda dize kadar kar, sağda solda tamamlanmamış kardanadamlar vardı. dışarda kar sessizliği, içerde yol şarkıları… içeri tek tük müşteri giriyor, birkaç kitaba bakıp hiçbir şey sormadan çekip gidiyordu. kitabevi avm içindeydi ve gelenler kitap müşterisi değil avm müşterisiydi, çok belliydi bu. her girene, omuzlarından tutup sarsarak “ulan bu havada, sabahın bu saatinde ne işiniz var burada?!” diye sormak istiyordum. önceki gece eksi bilmem kaç derecede, karların üstünde votka içmeye zorlanmıştım, içtiğimiz su bile donuyordu. üstelik hala sarhoştum. o an evde olmak, bir şeyler izleyerek uyuyakalmak hayali iyice yerleşmişti zihnime. o sırada bir kadın girdi içeri. sağa sola bakındıktan sonra yanıma doğru gelmeye başladı. o bana doğru yürüyordu, bense uyuyakalmak hayalimin pijama giyme evresini, bilmem kaçıncı kere kuruyordum.
“merhaba, acaba durkheim’ın intihar…” dedi; sonra normalden biraz daha fazla duraksayarak devam etti: “…kitabı var mı?”
bu gereğinden uzun duraksama olmasaydı, “var” der gibi kafamı sallayacak, elimdeki işi bırakarak sallana sallana gidip kitabı rafından alacak, kadının eline bırakacaktım. daha sonra aynı umursamazlıkla işimin başına dönecektim. hayatımda yaşadığım en garip anlardan bir tanesiydi bu: normalde beni, o miskin ve yarısarhoş halden kurtaracak, kendime getirecek şey, ani ve güçlü bir sesti. ilk defa bir susuş, beni uyuyakalmak hayalinden uyandırmıştı. artık istesem de görmezden gelemeyeceğim bir es; kadın, ben ve émile durkheim arasına yerleşmiş, artık hepimizin ortak bir sorunu olmuştu ya da ben öyle düşünüyordum: “intihar’dan sen mi vazgeçirirsin, ben mi deneyeyim?” der gibi bir bakış attım durkheim’a; “ben sosyologum, psikolog değil!” der gibi bir bakışla cevap verdi; “iyi ki adı ‘intihar’ olan bir kitap yazdık, her boku benden bekleyin zaten! insanı bilimden soğutursunuz lan!”
kadına beni takip etmesini söyledim. beraberce sosyoloji rafına giderken, konuya nasıl gireceğimi düşünüyordum; kafamda olası onlarca diyalog deniyor ve her birinde başarısız oluyordum. etkileyici bir girizgah bulamamanın verdiği üzüntüyle kitabı rafından çıkardım, kadının ellerine bıraktım. tam arkamı dönmüş gidiyordum ki “intihar konulu başka kitaplar biliyor musun?” diye geri çağırdı beni. raflar arasında oradan oraya dolanarak bildiğim bütün kitapları eline bıraktım. daha sonra stokta olmayan, ama getirtebileceğim kitaplardan bahsetmeye başladım. eğer isterse sipariş edecektim ve kitap bana ulaşınca onu arayarak haber verecektim. “sen nereden biliyorsun bu kitapları?” dedi, elindeki kitap yığınını göstererek. “burası çok büyük bir kitabevi, bütün konularda bu kadar başarılı olmazsın herhalde. çocuk hakları ile ilgili kitaplar sorsam mesela, yine de yerlerine hiç bakmadan bulabilir miydin?”
- intihar özel ilgi alanlarımdan bir tanesi.
- öyle mi? diğerleri neler?
kadın en fazla 21-22 yaşlarında, uzun saçlarını kafasının arkasında gelişi güzel bağlamış, rahat giyimliydi. genel anlamda sade bir görüntüsü vardı ama belli ki bunun için uğraşmıştı. siyah ve kocaman gözlerini hafif bir göz makyajıyla daha da öne çıkarmıştı. tüm bu sadeliğin aksine ruju koyu ve göz alıcı bir renk seçmişti. ilk andan beri bana “sen” diye hitap etmesi, benimle adeta flört halinde oluşu ve benim bu konuşmadaki konumum beni, diğer ilgi alanlarımı açıkça belirtmeye ikna etmişti:
- toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü cinsel fanteziler ve fetişler. yani cinsellikte tabu olarak görülen şeyler.
kadın, zaten büyük olan gözlerini biraz daha büyüterek ve küçücük, belli belirsiz bir gülümsemeyle “o zaman beni gerçekten çok ilginç bulacaksın.” dedi. ben de öyle olmasını umuyordum, çünkü bu kadın kitabevindeki intiharla ilgili bütün kitapları toplamış ve birazdan satın alacaktı.
- diğer kitaplardan istediğiniz var mı?
- füg, intihar notları’nı istiyorum mümkünse. kapora gibi bir şey bırakacak mıyım?
- hayır. gelince ben sizi arayacağım. isminiz ve telefon numaranız?
- ne zamana gelir kitap?
- bir iki gün içinde gelmiş olur.
- iyi çok beklemeyeceğim o zaman. yaz, adım nihal. telefon numaram beşyüzyedi ikiyüzondört…
birkaç gün sonra kitap gelmişti. normalde kitabevinin telefonundan arıyorduk müşteriyi, ama bu sefer kendi telefonumdan aradım. nihal’e kitabının geldiğini, istediği zaman gelip alabileceğini söyledim. laf arasında numaranın benim olduğunu da belirttim tabii. hemen aynı gün geldi. yalnız bu sefer o flörtöz halinden eser yoktu. normal müşteri gibi geldi, kitabı verdim; hızlıca kasaya gitti kitabı alıp çıktı. her şeyi yanlış anladığımı düşündüm. hiçbir an benimle flört etmemişti galiba. ortamın durumu, dışardaki hava ve benim yarısarhoş halim beni böyle bir yanılgıya sürüklemişti belki. kendi kendime gelin güvey olup sonra sik gibi ortada kalmıştım. ayıp etmiştim. birkaç gün kendimden utandım sonra da unuttum gitti.
bir gün iş çıkışı bir mesaj geldi nihal’den “toplumun genelinin sapkınlık olarak gördüğü fantezilerden bahsetsene biraz?” diye. aklıma ilk grup seks fantezisi geldi. tabii ki marquis de sade’dan alıntı yapa yapa anlatmaya başladım. birkaç soruyla benim anlatma şevkimi daha da körükledi. son sorusuna da cevap verdim ve tepkisini ölçmek için bir mesaj attım. cevap vermedi. uyuyakalmış olabileceğini düşünüp içimi rahatlattım sonra.
2 gün sonra bir mesaj daha geldi, yine aynı konuda bir soru sormuştu. ben de bu sefer porno endüstrisi üzerine konuştum, dedim ki “eğer bir yönetmen, pamuk prenses ve yedi cüceleri sikiştiriyorsa dünya üzerinde en az bir kişi, bunun fantezisini kuruyordur. frankenstein’la sevinen bir pornostar düşün, bunu nasıl açıklayabilirsin?” çok uçuk bir fantezi yaratmasını istedim ondan, olması mümkün olamayacak bir fantezi, abartılı bir şey; “avatar filmindeki şu mavi kadınla seks?” dedi. “onlarcası çekilmiştir, o mavi kadınla akla gelecek her pozisyonda denemişlerdir bile.” yazdım. girmiş porno sitelerine, bulmuş o mavi kadının hayvani inlemelerini, bana linkini attı. bak, dedim; “sade’a göre tanrı, nasıl insanların yüzlerini birbirinden ayrı yaratmışsa, arzuları da öyle yaratmıştır. kimse ‘senin yüzün benimkinden neden farklı?’ diye yargılamaz birbirini. ancak konu fantezilere gelince herkes çok bayılır karşıdakini yargılamaya. sokakta gördüğün o teyze var ya, çok muhtemeldir ki bir grup seksi arzuluyor, en olmadı tüpçü fantezisi var.”
bir süre cevabın gelmesini bekledim. yine en olmadık zamanda terk etmişti konuşmayı. bu olay birkaç kere daha yaşandı. bir süre bana bu “sapkınlıkları” anlattırıyor, daha sonra konuşmayı birden kesiyordu. benimse anlatmaktan yana bir sıkıntım yoktu zaten, genelde insanlarla konuşamadığım, tartışamadığım konulardı bunlar. biri dinlemek istese sabah kadar anlatabilirdim. melis diye biriyle tanışmıştım zamanında; erkek bedeniyle doğmuş, daha sonra kaçak yollarla ameliyat olup kadın bedenine kavuşmuştu. bir süre sonra toplumsal baskıya dayanamayıp erkek gibi giyinmeye başlamıştı tekrar. umut adını kullanıyordu, bebekken ona verdikleri ismi… melis’le konuşurken de bu konular açılmıştı. onunla konuşurum diye umuyordum, o da olmadı. onun da kabul edemediği şeyler vardı.
demem o ki bu konuları konuşurken mutluydum. aslında konuşmaktan çok, nihal’in bu konu hakkında gaza getiren soruları mutlu ediyordu beni.
en son konuşmamızdan 3 gün sonra kitabevine geldi tekrar. ayaküstü biraz konuştuktan sonra “hadi gel sana kahve ısmarlayayım?” dedi. ben de o an çıkamayacağımı, mola zamanım olsaydı seve seve kabul edeceğimi söyledim. ne zaman molaya çıktığımı sordu, “genelde altı buçukta.” dedim. peki, dedi, “o zaman ben gideyim. saat altı buçuğu çoktan geçmiş.”. “sen bilirsin.” deyip uğurladım. nihal o günden sonra artık her gün saat tam altı buçukta geliyor, benimle bir kahve içip gidiyordu. kesinlikle romantizme benzer bir şey olmuyordu bu kahve zamanlarında, hatta mümkün olduğunca ağzı bozuk bir şekilde tartışıyorduk. çok bayağı bir dille, cinselliğin felsefesini tartışıyorduk. gerçekten farklı bir deneyim halini alıyordu yavaş yavaş. ikimiz için de…
bir ara yine yok oldu. tekrar geldiği zaman, bu sefer benim mola zamanlarımda değil, onun çok sevdiği yengeç barda buluşmaya başladık. biraz daha fazla bilgi sahibi olmuştum onunla ilgili: hacettepe’de resim okuyormuş, 4. sınıfmış…
barda oturduğumuz günlerden birinde, evinde buluşmayı teklif etti bana. bir durağın adını verdi, “burada in, ben seni alırım.” dedi. bir gün, iş çıkışı gittim, duraktan aldı beni. evine doğru yürümeye başladık.
tren yolunun hemen yanında, giriş katta bir evde oturuyordu. kocaman bir salon, bu salona sonradan eklendiği belli olan bir oda, mutfak, banyo, tuvalet… evin ücra köşesinde kullanılmayan bir oda daha… önce kısa bir süre salonda oturduktan sonra, bana çalışma odasını göstermek istediğini söyledi. salona sonradan eklenen o odayı çalışma odası olarak kullanıyormuş. içeri girdi, ışığı yaktı. tuval ve şövale doluydu oda. her tarafa boya ve vernik kokuları sinmişti. duvarlarda van gogh tarzı yapılmış yağlı boya resimler vardı. şövalelerin üstüneyse insan portreleri koyulmuştu.
odanın içine doğru bir iki adım atıp, o ilk günkü gülümsemesiyle benim odayı hayranlıkla inceleyişimi seyretti. resimleri bir süre inceledikten sonra, sessizliğin bitmesi için aklıma gelen ilk soruyu sordum: “van gogh’u çok seviyor olmalısın?” evet çok, diye haykırdı birden. “haykırmana bakılırsa gerçekten çok seviyor olmalısın.” dedim alaycı bir ifadeyle. elimden tutup bir şövalenin önüne çekti beni. bilerek tamamlanmamış gibi duran bir tablo vardı üstünde. resmin sağ alt köşesi hiç boyanmamıştı, tuval çıplak bir şekilde duruyordu. geri kalan kısımda bir kadın, burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar resmedilmişti. kadının ağzı açıktı, dudaklarından salyalar akıyordu. dilinde bir hap vardı. geri kalan yerler karanlıktı.
nihal eğilip tablonun tamamlanmayan kısmını yalamaya başladı. ben durumu çözmeye çalışırken kolumdan tutup “sen de yapmalısın!” diye haykırdı yine. van gogh’u neden sevdiğini anlamıştım, nihal de en az van gogh kadar deliydi. tamamlanmamış bir tabloya dil atmasının başka bir açıklaması olabileceğini sanmıyordum. dediğini yaptım, ben de eğilip yaladım orayı. bunu yaparken bir daha o eve adımımı bile atmayacağıma dair yeminler ediyordum kendi kendime. istediğini yaptığımı görünce surat ifadesi anlatılamayacak bir hal aldı. artık hareketleri daha da sertleşmişti, beni yine kolumdan tutup salona götürdü ve kanepeye oturttu. kendisi de karşıma geçti, dirseklerini dizlerinin üstüne koydu. en fazla diz boyunda, geniş kesim bir etek giymişti. bacağını biraz aralayınca baldırları görünmeye başladı. bu hareketi bilerek yapmadığını düşündüm, çünkü hemen sonra gayet erkeksi bir tavırla “anlat, dinliyorum” dedi. “arzulardan, tabulardan ve onları yıkmaktan bahset biraz daha.” evde bira olup olmadığını sordum, “biraya ihtiyacımız yok” dedi.
- senin ilgi alanın intihar değil miydi? kitabevindeki bütün kitapları topladın, neden sürekli bu konularda konuşmak istiyorsun, diye sordum.
- evet öyle. okudum da hepsini. intiharı normalleştirmek gibi bir planım vardı, onu hallettim. bundan hemen sonra böyle konularla ilgilenmem normal değil mi? ikisi de derin duyguların, ağır tutkuların bir ürünü?
- haklısın, evet.
bira olmamasına üzülerek konuşmaya başladım tekrar. bir süre erken yaşta cinselliğin tabu olmadığı yerlerden, reşit olmayan kadınların sırf cinselliği öğrenebilmek için seks yapmasının normal karşılandığı coğrafyalardan bahsetmeye başladım. bazı tabuların evrensel olmadığını söyledim. bir erkeğin, kadına köpek pozisyonunda girip çıkarken, elinde bir jiletle kadının sırtını parçalaması gibi fantezilerin evrenin her yerinde kötü sayıldığından bahsettim:
- ne kadar sert, o kadar kötü, evet, ama o jileti arzulayan kadınların sayısı tahmin ettiğinden daha fazla.
ben anlattıkça sol kaşı biraz daha havaya kalkıyor, gözleri daha da büyüyordu. böyle yarım saat kadar konuştuk. daha sonra bazı tuhaf olaylar yaşamaya başladım. ilk önce nihal’in hareketleri hızlanmaya başladı. dizinden kaldırıp saçına götürürken eli arkasında iz bırakıyordu. üstten 3 düğmesi açılmış mavi gömleği fosforlu gibi parlamaya, dizlerinin beyazlığı gözlerimi almaya başladı. nihayet konu türkiye’ye gelmişti. “mesela türkiye’de en bilinen tabu, anal seks…” diye konuşmaya çalıştım. dilim, ön dişlerimin arasına takılmış da oynatamayacakmışım gibi hissettim bir an için. kendime gelmeye ve konuyu devam ettirmeye çalışıyordum. nihal’in bana soru sorarken çıkardığı sesi görebiliyordum. “neden?” sorusu cisimleşerek onun ağzından çıkıyor, hızlıca gelip kulağıma çarpıyor, kulak deliklerimi zorlayarak kafamın içine giriyordu. bir hayal olmaktan çok hissedebildiğim bir durumdu bu. artık konuşarak kendimi toparlamaya çalışıyordum, bir süre sonra bu da imkansız hale gelmeye başladı, birbirinden ve benden bağımsız onlarca düşünce konuşmamı engellemeye başladı.
“türkiye’de anal seks, hemen her erkeğin göz göre yıktığı bir tabudur. sokaktaki bir erkeği hayal et, dar pantolonlu bir kadının götüyle ilgilenir; ya alenen bakar, ya gizliden bakar, ya bakmamaya çalışır. hatta bazıları “off bu ne sikilir bee!” diye iç geçirir. bilir misin bir lafı vardır ataların, (ataların… hangisi bu? hangi at… bir aygır hikayesi vardı neydi o? sudan çıkan ak aygır… köroğlu’nun muydu? kimindi?) hak deliği varken bok deliğine sokulmaz. (jean-baptiste grenouille… dabakhanede çalışıyordu… bu koku da ne böyle? balık pazarı yakınlarda olmalı… bugün o deri bitecek!) işte ataların bu lafı, bunun bir tabu olduğunun… (perde mi yanıyor? bu parlaklık da nereden çıktı? sular mı yandı ne var? duman şimdi boğacak ikimizi de, neden bu kadar rahat bu kadın!) …göstergesi işte. ama her gün binlerce erkek ve kadın bu tabuyu yıkıyor. (ileriyi gösterdiği parmağına ve diğer yerlerine ipler bağlanmıştı… dev gibi bir heykel, mahşeri bir kalabalık… çok güçlü olmalılar. tunçtan yapılmış bir heykel bu… nasıl devirebiliyorlar… kalabalığın kızgınlığı, kızgınlığın kalabalığı… yanacağız diyorum, boğulacağız dumandan… bir şeyler yapsana gerizekalı! ya da çabuk yıkıl karşımdan!)”
konuşmaya çalışmak artık beyhude bir çaba olmuştu. düşünceler gittikçe daha hızlı akıyordu zihnimden. bir ara göz göze geldik nihal’le. o da dinliyormuş gibi görünmüyordu zaten. gittikçe kalkan tek kaşı inmiş, gözleri küçülmüştü. ama dudağındaki o belir belirsiz gülümseme hala yerinde duruyordu. onu o suretle son kez görüyordum. daha sonra suratı, van gogh helezonlarıyla çizilmiş mona lisa’ya dönüştü. dudağı oynamıyor, ama nasılsa konuşabiliyordu:
- yok leonardo’nun kendisiymişim, yok bir şifreymişim de çözülmem gerekiyormuş… nazım hikmet, çinli bir komünistin sevgilisi bile yaptı beni bir dönem. bana sorma gereği bile duymadan, acaba gerçekten böyle mi diye düşünmeden benim ağzımdan şiirler yazdı. ama ben yalnızca mona lisa’yım. tüccar giocondo'nun eşi, üç çocuk annesi bir kadınım. bu kadar basit… bana anlamlar yüklenmesi hoşuma gitti uzun bir süre. ama bu o kadar uzun yıllar devam etti ki artık “ben” olarak var olamıyordum. kimse beni ben olduğum için sevmiyor artık. buna bir çare bul!
bir çare düşünmeye çalışırken mona lisa birden yok olmuştu. nihal’i sadece burnunun bittiği yerden göğüslerinin başladığı yere kadar görebiliyordum. ağzını hafif açmış, dudakları ıslak… ama tablodaki gibi ağzında hap yoktu. artık direnmeyi iyice bırakmış, iyiden iyiye kendimi bundan sonra böyle yaşayacağıma inandırmaya başlamıştım. arkama yaslandım. o an nihal’in ağzı, boynu ve gerdanı karşı kanepeden kalkıp bacaklarımın arasında diz çökmüştü. fermuarımı indirdi, elini içeri sokup benimkini kavradı. müthiş derecede yavaş yapıyordu bunu. bir eliyle aletimi kavramış, bir eliyle pantolonumu tutuyordu. bu halde uzun bir süre durdu. daha sonra dudağını yavaş yavaş yaklaştırıp ilk dil darbesini attı. dilinin ıslaklığını hissettiğim an bundan 20 yıl öncesine ait görüntüler gözümün önüne hücum etmeye başladı. birinde babam elinde vhs kasetiyle odaya giriyor; burnunu çeke çeke, tek omzunu yukarı kaldırıp indire indire televizyona yanaşıyor; sonra ekranda bir kadının, tek göğsünü açıkta bırakan romalı kıyafetleriyle kiliseye doğru koşturduğu görülüyordu.
nihal’in ağzı, yalamayı bırakıp baş kısmını ağzına almaya başladığı anda, babamın bana porno film izlettiği ilk güne tekrar döndüm. papaz elbisesi giymiş bir adam, az önce koşturan kadının saçlarından tutup ağzına veriyordu. kendi kafasını yukarı kaldırıp zevkin doruklarında olduğunu tüm izleyenlere kanıtlarcasına nefes alıyordu.
bu görüntü de dağıldıktan sonra, nihal’in saçlarını tutan sol elimin omzumdan ayrılmaya başladığını fark ettim. acı hissetmiyordum, kan yoktu. ekmek koparır gibi ayrılıyordu. tamamen ayrılıp düşmesin diye sağ elimle sol kolumu pazularımdan tuttum. bu sefer sağ kolum dirseğimden ayrılmaya başladı. parça parça dağılıyordum. paniğe kapılıp nihal’e beni sıkıca sarmasını yoksa paramparça olacağımı söyledim. ayağa kalktı, eteğini kaldırdı, külodunu kenara kaydırıp kucağıma oturdu. az önceki yavaşlığından eser kalmamıştı. işık hızında kalkmış, ışık hızında içine almıştı. sarıl, diye bağırdım. “çabuk sarıl parçalanıyorum!” içine aldığı kadar hızlıca sarıldı bana nihal. bir süre böyle durduktan sonra nedense artık vücut bütünlüğümle ilgili kaygılarım yok olmuştu. belinin iki yanından tutup, biraz yukarı kaldırdım ve indirdim. bir mekanizmaya ilk hareketini verir gibi, nihal’i aletimin üstünde bir iki defa daha kaldırıp indirdim. nihal bunu bir emir telakki ederek, kucağımda zıplamaya başladı.
her pozisyonda şekil değiştiriyordu, bazen lateksler içinde dominant, orta yaş; bazen uzakdoğulu ve cinselliği yeni yeni keşfeden, genç; bazen “hadi vur artık şu jileti!” diye bağıran tutkulu bir kadın… o güne kadar anlattığım bütün fantezilerdeki kadın oluyordu birer birer. yıkılmasını, en azından üstünde rahatça konuşulacak hale gelmesini istediğim tüm tabuları yıkıyor, sapkınlık diye bakılan tüm arzuları bir bir yaşıyordum.
zaman ve mekan algısını yitirmeye başladığım andan itibaren kendimi sadece nihal’e, yani onun dönüştüğü kadınlara bırakmıştım. ne kadar sürdü, daha sonra neler yaptık hatırlamıyorum. ertesi sabah gözümü açtığımda nihal uyanmış, perdelerin köşesine hiç kıpırdaman ve büyük bir şaşkınlık içinde bakıyordu. birkaç dakika onun hiçbir şey yapmayışını izledikten sonra sırtüstü pozisyona geçtim. midemle soluk borum yer değiştirmiş, kalbim sağ dizimin iç tarafında atıyormuş gibiydi. bütün anatomim bozulmuştu. bir süre hangi organımın artık nerede olduğunu kavramaya çalıştıktan sonra kalkıp nihal’in yanına yanaşıp omzundan sarstım. “dün bunların yandığını söylemiştin!” diye bağırdı aniden. işte, dedim kendi kendime, beni kendime getiren, böyle bir şey olmalı!
kendimi sokağa attığımda hava iyice kararmıştı. o eve girdiğim ilk andan bu yana 27 saat geçmişti. eve gidip dinlenmeli, iç organlarımı yerli yerine koymalıydım tekrar…
iki gün sonra kitabevinde çalışırken, içimde karşı koyamayacağım bir istek oluştu. zaten iki gündür, bana neler olduğunu, nihal’in nasıl bu kadar iyi sevişebildiğini düşünüyordum. bana tüm bunları nasıl hissetirebilmişti? seksin içine bütün benliğimi katmamı nasıl sağlamıştı? tekrarlansın istiyordum, tüm o anları bir daha yaşamak istiyordum. “akşam evde ol, sana anlatmadığım bir sürü fantezi var!” diye bir mesaj attım nihal’e. cevap vermedi, zaten herhangi bir cevap beklemiyordum. işten çıkar çıkmaz soluğu onun evinde aldım. tekrar salon… tekrar çalışma odası… ve tekrar o dilinde hap olan kadın ağzı tablosu… yine aynı etkilerle seviştik.
birkaç sefer dışında her gittiğimde onu evde buluyordum, her seferinde sırasıyla aynı şeyleri yapıyor ve her geçen gün daha da kuvvetli bir şehvetle sevişiyorduk. tabloyu yalamak dışında her şey mantıklı geliyordu bana. hatta seslerin cisimlerinin olduğuna bile inandırmıştım kendimi artık ancak her şey o tabloyu yalama işinde tıkanıp kalıyordu. arzularım gittikçe o tablo üzerinde yoğunlaşmıştı. sadece o tabloyu yalamaya gidiyordum bazen, ondan sonrası kendiliğinden gerçekleşiyordu.
o kışı ve yazın ilk günlerini de öyle geçirdikten sonra nihal mezun olup şehri terk etti. ona artık ulaşamayacağım fikri ve artık aynı şehirde bulunmadığımız gerçeği canımı tahmin ettiğimden çok daha fazla yakıyordu. bazen onun yanında olmayı o kadar çok istiyordum ki üzüntüden saçımı başımı yoluyordum. 2-3 ay da böyle devam etti. yokluğuna yavaş yavaş alışmaya başladığım günlerden birinde, konur sokak’ta dövme stüdyosu olan bir arkadaşım aradı: “çok güzel bir şey buldum hemen gel!”
iş çıkışı koştura koştura yanına gittim. kapıyı çaldım, başka biri açtı. içeri girdiğimde salih, ben arayan arkadaşım, koltuğun birine serilmiş, kafası yana düşmüş, gözleri yarı açık, belli belirsiz gülüyordu. yanındaki sehpaya doğru uzandı, iki parmak kalınlığında ve uzunluğunda bir kağıt parçası uzatıp “yala” dedi kısık bir sesle; “geç kaldın, biz sensiz başladık!” diye bağırarak devam etti. nihal’le geçirdiğim son 5-6 ayım gözlerimin önüne geldi birden. “neden yalıyoruz bunu? ne ki bu?” diye sordum.
Yavaş yavaş inmeye başladım, ama baktım katiyen sonu gelmiyor, iner inmez eksiyi bastım. Ardından yazara bakıp biraz üzüldüm. Daha sonraysa son cümle gözüme çarptı; lsd ve van gogh gibi terimler gördüm. Sonra her şey değişti.
Başlık: vefat eden annenin nosununtelefondan silememek
Yazan: titanik filmindeki batan gemi
Entry:
telefonda ondan bir iz bırakmaktır.
silmeye kıyamamaktır.
eski güzel birlikte yaşanan günlerin hatırına onu yad etmektir.
a harfine her girdiğinde "annem" yazısını görmektir.
şehirlerarası yola gidildiğinde gidilen yere varılınca cevap gelmeyeceğini bile bile ona "anne vardım" diye mesaj atmaktır.
belki yine arar da "oğlum seni çok özledim" der diye boşa umut etmektir.
annenizi sevin, sayın arkadaşlar. elinizdekinin kıymetini bilin, lütfen ihmal etmeyin.
şimdi açın bir telefon gönlünü alın, seni çok seviyorum diyin.
ben zamanında ettim, şimdi onun acısını yaşıyorum ve ölene kadar da yaşayacağım.
allah benim belamı versin.