merve şebnem'in tokat gibi yazısı. es geçmeyelim arkadaşlar her şeyin özeti gibi. mutlaka okumasını tavsiye ediyorum, herkesin.
Her şeyden evvel Mehmet Ali Alaboranın Twitterda tarihe düştüğü not vardı: Mesele Gezi değil arkadaş, sen hala anlamadın mı? Hadi gel. 30 Mayıs gecesi bu tweete verdiğim ilk tepki gayriihtiyarî, Occupy iş Bankası desek gelmezsin olmuştu. Öyle ya, bir banka reklamında oyuncu olarak yer alıp gelir elde eden birinin kendini bir Occupy hareketinin içinde konumlaması birbirine tamamen tezat şeylerdi. Ertesi gün anladık ki, Gezi Parkı olaylarını, bir hafta öncesine kadar alışageldiğimiz çevre ve kentsel dönüşüm tepkili eylemlerden ayrıştıran bu ilk mesaj, #occupygezinin habercisiydi. (Occupy=işgal et)
Occupy Wall Street nedir?
Occupy Wall Street (OWS - Wall Streeti işgal et) 17 Eylül 2011de New Yorktaki finans merkezi Wall Streeti protesto etmek amacıyla Zucotti Parkta başlayan bir hareketti. Kanadalı inisiyatif Adbustersın başını çektiği protestolarının nedeni, sosyal ve ekonomik eşitsizliğin, açlık ve yozlaşmanın sorumlusu olduklarını düşündükleri, dünyanın finans merkezi Wall Streette bulunan finans şirketlerinin devleti kontrol etmesiydi.
OWS hareketinin sloganı olan Biz %99uz, ABDde %1lik refah seviyesi en yüksek kesimle, kalan %99luk halk arasındaki gelir dağılımı adaletsizliğini vurguluyordu. OWS eylemleri, dev şirket ve holdinglerin ABDnin iç ve dış politikaları üzerindeki nüfuzunu azaltmayı, gelir dağılımında dengeyi, istihdam artışını, öğrenci harçlarında affı, bankacılık sisteminde reformlar yapılmasını, piyasa alım satımlarında spekülasyonun engellenmesini, haciz ve ipoteklerin hafifletilmesini amaçlıyordu. Bu protestolar, %1in etkin gücü nedeniyle, ABD medyasında dahi fazla yer bulamadı, sesini yalnızca sosyal medyada duyurabildi.
Bu hareketin detayları, belki bir başka yazının konusu olur; ancak OWSnin durup dururken çıkmadığını, ABD Merkez Bankasını (FED) parmağında oynatan Bearn Stearns, Lehman Brothers, Citigroup, JP Morgan Chase, Bank of America gibi banka ve finans kuruluşlarının neden oldukları Mortgage (ipotekli uzun vadeli konut kredisi) Krizinin halkı karşı karşıya bıraktığı büyük ekonomik buhrana dayandığını belirtmek gerekir. Wall Streetten dünyaya yayılan bu son küresel krizi konu alan 2011 yapımı Margin Call - Oyunun Sonu filminde Jeremy Ironsın canlandırdığı John Tuld karakteri, Müzik durdu ve biz kapitalizm tarihinin en büyük b.k çuvalıyla karşı karşıya kaldık. diyerek Citigroup Başkanı Chuck Princein, neden oldukları küresel krizle ilgili efsanevi yorumuna atıfta bulunur. Tüm dünyayı perişan eden ve bizim medyamızda Bu sefer dokandı koçum denilerek hafife alınsa dahi gerçekten bizi teğet geçen son küresel krizin kurbanı olanlar, aynı dönemde özellikle Avrupada Yunanistan ve ispanya gibi ülkelerde de çeşitli isyanlar çıkardı. ELSTATın bugün açıkladığı verilere göre Yunanistanın işsizlik oranının %26,8 seviyesine çıkmış olması, 5 yıl önce New Yorkta kanat çırpan açgözlü bir grubun dünyanın öteki taraflarında nasıl bir depreme neden olduğunu gösteriyor.
Occupy Wall Streetin esinlendiği Arap Baharı da esasen, Tunusta yasemin satan Mohamed Boazizi adlı gencin, sokakta haczedilmesi üzerine kendini yakmasının katalizör vazifesi görmesiyle başlamış bir ekonomik buhrana dayanır. Ulusal medyamızın başından beri El Kaidenin ya da emperyalizmin kontrolünde olduğunu iddia ettiği Arap Baharı, Orta Doğu halklarının uzun süredir yaşadığı ekonomik ve sosyal sefaletin küresel krizle dayanılamayacak boyutlara varmış olması ve nihayetinde patlamasıyla başlamıştır.
Şeytanın en büyük hilesi dünyayı asla var olmadığına inandırmasıdır
Gelmiş geçmiş en başarılı Hollywood yapımlarından biri olan Olağan Şüphelilerde Kevin Spaceyin canlandırdığı Verbal Kint karakterinin ağzından yukarıdaki cümleyi yıllar önce ilk duyduğumda aklıma gelen iki isim vardı: Rothschild ve Rockefeller. Köklü geçmişlere sahip bu iki ailenin (hanedanlığın), dünyada savaşın hüküm sürdüğü 20. yüzyılda madencilik, çelik ve petrol yatırımlarıyla zenginliklerine zenginlik katmaları dikkat çeker. Zaten bankacılık geçmişi olan Rothschild ailesinin (Kökleri Napoleon dönemine kadar uzanır.) kontrol ettiği madencilik devi Rio Tinto, ve Rockefeller ailesinin sahip olduğu petrol devi Standard Oil Company, bu ailelerin servetlerini müthiş derecede büyütmelerini sağladı. Zaman içerisinde savaşın getirilerinden kazanmanın yanı sıra barıştan da nemalanmayı öğrenen bu iki hanedanlık Citigroup, JPMorgan Chase, HSBC gibi onlarca dev banka ve finans kuruluşunu, yani aslında Wall Streeti yönetiyor. ilginçtir ki, paranın her şeyi ve herkesi yönettiği bir dünyada, Karun kadar zengin bu iki aileden ne zaman bahsedilse Yine mi Illuminati denilerek bunların kendilerini tamamen hayırseverliğe adadığı fikrinin ötesine geçilemiyor.
Dev medya gruplarıyla, reklam kuruluşlarıyla ve devasa servetleriyle, Sihirbaz David Copperfieldın Özgürlük Anıtını yok etme numarası gibi, kendilerinin aslında var olmadıklarına inanmamızı başarılı bir illüzyonla sağlayan bu iki aileden Rothschild, Avrupalı Yahudi topluluğunun en üst sınıfı olan Ashkenazilerdendir. Victor Rothschild 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudilere sığınak ve yardım sağlamayı kabul etmeyerek köklerine ihanet etmiş olsa bile, aslında amcası Walter Rothschild ingilizlerle beraber 1917 Balfour Deklarasyonunun temelini atan isimdir. Ailenin, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasının ilk adımı olan bu deklarasyondaki rolü de, israilin hızla gelişmesine en büyük yatırımı yapması da gizli bir bilgi değilken, bu ailenin israil Devletiyle bağlantılı herhangi bir habere konu edilmesi de, ilginçtir ki komplo teorisi denilerek kulak arkası edilir. Örneğin, israil Devletinin meclis binası Knessetin (Knesset kelimesini kökeni ibranice Büyük Sinagogdan gelir.) inşaatını James A. Rothschild finanse etmiştir.
Madalyonun öteki yüzü
Gelelim bugüne iran nasıl bir islam Cumhuriyetiyse israil de bir Yahudi Devletidir; yani dinin ön planda olduğu bir yönetim şekline sahiptir. israil Devletinin Mescidi Aksayı yıkıp yerine Üçüncü Tapınakı inşa etmeye yönelik planları ülkede giderek daha fazla ve somut biçimde konuşuluyor. Üçüncü Tapınak, Hezekiel kitabında taşıması gereken özelliklerin detaylı biçimde resmedildiği, Babillilerin yıktığı Birinci Tapınak (Hz Süleyman Mabedi) ve Romalıların yıktığı ikinci Tapınağın bulunduğu yerde Yahudiler tarafından yapılacağı haberi verilen son tapınaktır. Yahudilerin günde üç defa okudukları Amida duasında bu tapınak için dua edilir. Yahudi inancına göre, Üçüncü Tapınağın yapılması ve Mesihin gelmesi aynı dönemde olacaktır. Ortodoks ve muhafazakâr Yahudilik, tapınağın yeniden inşa edileceğine ve beraberinde Mesihin geleceğine kesinlikle inanırken, aralarındaki ihtilaflar kurban gibi geleneklerin yeni tapınakta sürüp sürmemesi üzerinedir. israilin yıllardır sürdürdüğü Mescidi Aksanın altındaki kazı çalışmaları da buna dayanmaktadır. Mescidi Aksanın bulunduğu Haremüşşerif, UNESCO tarafından koruma altında alınmış olsa da israil yapılan uyarıları dinlemeyerek kazı çalışmalarını sürdürmektedir. Bu kazılar Tevratta geçen On Emir tabletlerinin saklı olduğu Ahit Sandığını aramak için yapılmaktadır. inanışa göre, Sina Dağında Hz. Musaya verilen Ahit Sandığı Hz. Davud tarafından Kudüse getirilmiş ve daha sonra Hz. Süleyman tarafından mabedin en kutsal yerine yerleştirilmiştir. Bu nedenle, Ahit Sandığı yeni tapınağın olmazsa olmazıdır.
Üçüncü Tapınağın Hezekiel kitabında tanımlanan planlar baz alınarak inşasının Rockefeller tarafından finanse edileceği, 2010 yılında CNNMoney gibi internet sitelerinde yayınlanmış ve evangelistleri aşırı derecede heyecanlandırmış, bir süre sonra yalanlanmıştır. israilde sıkça konuşulan bu meselenin bizim gibi ülkelerde bir komplo teorisi muamelesi görmesi, aslında bahsettiğimiz hanedanların algı yönetiminde ne kadar başarılı olduklarının bir başka göstergesidir.
Bizimle ne alakası var?
Dünyanın kalbinin attığı yer Kudüs, aynı zamanda Orta Doğunun da vicdanıdır. Dün Cuma namazı sonrası Hizbullah lideri Nasrallahın posterini Mescidi Aksada yakan Filistinli kardeşlerimizle evvelde başlamış olan Sünni uyanış, artık tüm Orta Doğuda sarmaktadır. Erdoğanın son dönemdeki her kritik konuşmasında selam gönderdiği şehirler bu uyanış ekseninin bir izdüşümü gibidir.
ingiliz The Economist dergisinin kapağında Erdoğanı bir Osmanlı Sultanı olarak resmettiği dünkü sayısı, bana göre, Orta Doğudaki bu yeni dalganın neden olduğu korkunun bir göstergesi niteliğindedir. Osmanlı Devletinin Orta Doğudaki topraklarının ingiltere ve Fransa arasında paylaşıldığı 1916 Sykes-Picot Antlaşmasından beri ilk defa bu kadar güçlü ve Orta Doğuya entegre bir Türkiye gören Avrupanın bilincindeki paniği kapağına taşıyan The Economist, bu bağlamda gayet açık davranmış gibi görünüyor. Esadın düşüşü ile beraber, Suriyedeki dostları aracılığıyla israile dolaylı bir sınır komşusu olacak olan Türkiye, bugün üstelik, One Minutele, Mavi Marmarayla cesur çıkışlar yaptığı günlerden daha güçlü durumdadır. Dünyanın kanını emen kenelerin oyunlarına kendi iradesiyle çomak sokan yeni Türkiyenin başbakanının oyun dışı bırakılmaya çalışılması, bu perspektiften bakınca beklenen bir davranış gibi görünüyor. Bunu ellerindeki muazzam medya ve manipülasyon gücü ile başarmaya çalışmaları elbette şaşırtıcı değil. Erdoğanı açıkça, gelecek seçimlerde AKP liderliği ve yetkilerini Abdullah Güle devretmeye çağırma küstahlıklarıysa, aslında bu oyunda final sahnesinin yaklaşmakta olduğunun net biçimde işaret etmektedir.
Bugüne kadar, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan iyi polis-kötü polis oynayarak pek çok belanın önünü almayı başardı. Hatta Davutoğlu ve Erdoğan arasında dahi bu oyun sıkça oynandı. Bilinmeyen ve idrak edilemeyen şu ki, Gül, Erdoğan ve Davutoğlu gibilerin arasında yöntem farklılıkları olabilir, gönül ayrılıkları olamaz. Bunun en güzel ispatını aslında Sayın Cumhurbaşkanı, Hakan Fidanın malum eller tarafından oyundan düşürülmeye çalışıldığı sıradaki duruşuyla kesin bir biçimde göstermişti. Filistinli Intifada gençleri dahi, Hakan Fidan operasyonunun hemen öncesindeki Roboski katliamıyla Erdoğana kurulmaya çalışılan komployu dillendirmiş ancak dış dünyadan kopuk biçimde hayatını sürdürmeye alıştırılmış Türkiye halkı, bunları duymaktan da uzak kalmıştır.
Son 4 yıldır sürekli bir tırmanış gösteren ve petrolle birlikte incelendiğinde, grafikleri iki dünya savaşı öncesiyle de paralellik sergileyen altın fiyatlarında Nisan ortasında yaşanan anormal düşüşün Çözüm Sürecinin başlamasına denk gelmesi de muhakkak ki rastlantı değildir. Dünya, olası bir savaşın göbeğinin kesileceğini düşündüğü yere barış gelmesiyle birlikte artık güvenliğe yatırım yapmıyor. Türkiye, içindeki 30 yıllık savaşı bugün barışla çözememiş olsaydı, muhtemelen şu anda tüm bu coğrafya için çok daha karanlık şeyler konuşuyor olabilirdik. Yumuşak karnımızdan koca bir bölgesel savaş çıkacağını düşünenler, bu barışın sadece Türkiye için değil tüm Orta Doğu için dengeleri değiştirdiğini biliyor, cetvelle çizilmiş sınırların çatırdadığını duyuyor.
Gezi neden bir Occupy hareketi değil?
Masum bir çevre eyleminde Bildiğin gibi değil, hala anlamadın mı, gel diye amacını önceden belli edenler de, sivil, polis, zabıta veya birinin kılığına bürünüp parktaki çadırları ateşe verenler de, bu son satranç oyununda öne sürülen birer piyondan ibaret. Ulusalcısından solcusuna, antikapitalist müslümanından cemaatine, Gezi Parkı olayında Erdoğana kolektif bir savaş açtıklarını sanan herkesin kendince bir amacı; bu grupların arkasındaki isimlerin de kendilerine vaat edilmiş küçük birer taht hayalleri var. Zaten Occupy hareketini ya da Arap Baharını tetikleyen sermayenin adaletsiz dağılımı ve finans piyasalarının açgözlülüğüyken, Gezi Parkının yanında bankaların veya TÜSiAD asilzadelerinin bulunmasındaki tutarsızlık kabak gibi ortadadır.
Hafta sonu Taksim sokakları karmakarışıkken Penguenler belgeseli veren CNNTürk, Hitler: Öldüren Karizma belgeseli yayınlayan NTV su götürmeyecek şekilde subliminal mesajlarla insanların bilinçaltını talan edip Erdoğanın uçağı kalkar kalkmaz provokatif yayınlarında vites yükseltirken, aslında iplerini tutan odakların yöntemini birebir kopyalıyor.
Daha önce de sıfır reel faiz hedeflediği için The Economist, Financial Times gibi medya kanalları aracılığıyla islamcılıkla eleştirilen Erdoğanın yalnızca islamda haram olduğu için değil, aynı zamanda %99un hakkını %1e yedirmemek için de uğraştığını anlamak, Brütüslerin akılsızlığı yüzünden çok da zor olmuyor. Faiz lobisiyle savaşma gereğinin ekonomik gerekçelerini anlatan Yiğit Bulut gibi isimlerin itibarsızlaştırılması, entelektüel geçinenler arasında kendisinden köyün delisiymiş gibi bahsedilmesi de yine bu yeni devrin algı yönetimiyle yakından alakalı. Ne acıdır ki, dün başlayan Bilderberg toplantılarının ana maddelerinden biri internet güvenliği ve internette sansür(özgürlük değil) ve fakat pek çok insan Batıyı bir özgürlük deniziymiş olarak algılıyor. Veri madenciliği yöntemleriyle sosyal medyada yapılan analizler bir ülkenin nabzını tek bir bilgisayarla bile tutabilme imkânını ve hızla manipüle edebilme fırsatını sağlarken, teknolojiyi üretmeyi bilmeyen ve sadece kullananlar bu tip gerçekleri de şehir efsanesi diyip kulak ardı edebiliyor.
Rockefeller gibi imparatorların küçük birer imitasyonu olanların, 28 Şubatı kendi medyalarında, sonucunda gelen 2001 Krizinden arındırıp yalnızca bir müslüman mağduriyetine dönüştürerek aktarması, çok şükür Sayın Başbakanım! Al! Ben bir esnafım! diyerek Bülent Ecevitin önüne yazarkasasını fırlatan vatandaşın hala kulaklarımızda çınlayan acı sesini unutturmuyor. Türkiyenin IMFye borcunun bitişinin hemen ardından, bundan sonra donör ülke olacağının haberleri gelirken yeni bir operasyona girişenler karşılarında artık hasta bir adam olmadığını unutuyor. Türkiye ihracatındaki müthiş artışı, devasa hedefleri göstermeyenler, ekonomiyi inşaata indirgiyor; cari açığın temel nedeni olan Türkiyenin enerji sorununu ortadan kaldıracak petrol yasası haberlerini küçük görüyor, santral projelerini baltalıyor. Öyle ki, bazı çevrelerde ekonomi konuşmak bile artık komplo teorisi muamelesi görüyor.
Başbakanın gemileri ayakta mı?
Son yaşananlarda gerilimi tırmandırması çılgınlık olarak görülen, geri adım atması için topluca seferberliğe geçilen Erdoğanın Kuzey Afrika dönüşü yaptığı konuşmada aklının gayet başında olduğu, kucaklayıcı mesajlar verdiği de artık ortadayken, eninde sonunda çıkması kaçınılmaz bu yangına bilerek izin verdiği artık daha net görülüyor. Al Jazeera gibi medya kuruluşlarına koşup Hükümet düştü düşüyor diye haber veren medya mensuplarının da, kontrolden çıkabilecek alt kadro emniyet vb devlet organlarındaki bürokratların da varlığını bilmek, kolayca empati kurulabilecek bir durum. Kaldı ki, MiTin bu tür bir çalışmanın kokusunu bugüne kadar almamış olması da pek mümkün değil. Esasen 1 Mayısta veya Emek protestosunda kullanılan orantısız polis gücünün de ardında bu tür bir istihbarat yatıyor olabilir. Dolayısıyla, ortada dolaşan iddialardan, yaşananların geçen hafta Emniyet istihbarat Dairesinde yapılan tasfiyelerin bir sonucu olduğunu düşünmek biraz zorlama, belki aksini bile düşünmek daha doğru görünüyor.
2 Haziranda Erdoğan okuması yapmaya çalıştığım ve hiç beklemediğim şekilde dikkat çeken yazıda, kapımızdaki saatli bomba Sünni-Şii karşıtlığından bahsetmiştim. Burada da evimizin içine konulan uzaktan kumandalı bomba Orta Doğunun belası israil, bağlantıları ve Türkiyedeki taklitlerini (hatta şubelerini) düşündüğüm şekliyle yazmaya çalıştım. Erdoğanın uzaktan kumandalı bombayı kırmızı teli keserek imha etmeye çalıştığını görmek şimdi ilk günkünden kolay. Kapıdaki bombadansa uzaktan kumandalı olanı patlatmayı tercih etmesi de uzun vadeli planlarından geriye hiçbir adım atmayı düşünmediğini gösteriyor.
Pakistanlıların hilafeti kurtarmak için gönderdiği parayla, kadınların kollarından çıkarıp gönderdiği altınlarla kurulan bir iş Bankasının öyle böyle değil, çok büyük ihanet olduğunu görmek bugün artık daha kolay, Topçu Kışlasının aslında bazıları için hangi dirilişi sembolize ettiğini de.
Sırtındaki kenelerden kurtulmaya çalışan, kendi devlet yönetimlerini suç imparatorlarına karşı korumaya çalışan Batı halklarıyla düşman olmamayı başarıp bir yandan da Türkiyenin vücudundaki keneleri temizlemek bir hayli zor. Kapında bir mezhep savaşı varken bunlarla uğraşmak çok daha zor. Böyle bir kırılma noktasını aştıktan sonra ise önünde iki yol var. Ya başaramayıp eski küçük Türkiyede döneceksin ya da başarılı olup yeni kocaman Türkiyenin kapısını aralayacaksın. Arkasını dönüp kaçmaktansa dönüp gelen darbeyi göğüslemesi ve yıkılmaması bana Erdoğanın ilk kazanımıymış gibi görünüyor. ikinci kazanımıysa piyon olmayı kabul edenlerin oyunda açığa düşmesi, sisler kalkınca safların belirginleşmesi, piyonların panikleyerek parmaklarıyla birbirini göstermeye başlamış olması. Üçüncüsü dua ediyorum ki daha büyük bir kazanım olacak. Yıllar boyu israili kıskaca almış gibi davranıp neredeyse korumuş olanlar, Filistinden rol çalanlar da inşallah aynı sona erecek.
Kendimi Nazi Almanyasındaki Yahudiler gibi hissediyorum. diyerek ertesi günün sloganlarını hazırlayan, Kılıçdaroğlunun iki hafta evvelki diktatör çıkışına selam çakan ama aslında Esada hizmet eden, bugün 10 TLye yudumladığı içkisini yarın 50 TLye yudumlamak için kendini parçalayan, durdukları küçük istasyonları dünyanın merkezi sananlar, bize meselenin Gezi olmadığını çoktan anlatmıştı aslında. Anlamak şart.
1. Medya ve reklamcılık sektöründe subliminal-bilinçaltı mesaj ve propaganda konusunu merak edenlere Ahmet Şerif izgörenin Eşikaltı Büyücüleri kitabını tavsiye ederim.
2. Komplo-komplo teorisi- teoriye komplo kurma mevzularını merak edenlere de Karl Popper öneririm.
Başbakana karşi medya gücününün kullanildigini idda eden yazi. Ulan 5 gun bayinca insanlar vurdu,vuruldu, kör oldu da bir tane kanal cikipta yayin yapmadi. Kime neyi anlatiyorsunuz? Herkesi kendiniz gibi salak zannetmeyin.
O bahsettiginiz tassakli aileler isteseydi suan basbakan dediginiz adam ya dar agacindaydi yada kaddafi gibi linc ediliyordu.