saçları rüzgarda savrulurken, aklından geçenler yeşil çimlerin üstüne düşüyor gibiydi. dünyada iyi adına kalan her şeyden biraz vardı onda. yaşadığı bu yozlaşmış devirde, kendisi gibi yumruğunu gösterip dişini sıkanların varlığının umuduyla gülümsedi. belki de hala karalara bürünmüşlerin maskelerini düşürecek bir umut dalgası vardı, yavaşça havada süzülen ve kalbe konan. belki de güzel yüzlü kız hala uzaklarda değildi ve ağacın altında gülleri kokluyordu.
' bana ne? ' dedi omzunu silkip. onun için maneviyat her zaman maddiyattan önceydi, dostlarla içilen şarap, atılan birkaç kahkaha, her zaman sevgi dolu kalbinin merkezindeydi.
adımlarını attı. biliyordu, bir gün denizler kabaracak, yeşil çimler tuzlu maviyle kaplanacaktı. işte o güne kadar yumruğunu sıkmaya devam edecekti, tek istediği yozlaşmışlığın içinde hoş bir seda bırakmaktı. yumruğunu sıkıp havaya kaldırdı genç prens, emektar atı ona doğru koştu, atına atlayıp ufka doğru dört nala ilerledi.
tanım: asil şövalye.
çok eskilerden hastası olduğum limonata satma oyununu ararken, kendisini bulduğum sözlük yazarı.
o değil, o oyun o oyun değil ki arkadaşım. ben uyarayım da, sonra şey olmasın.
aha, ss'ini de aldım inanmayan baksın:
çok sevdiğim, pek sevdiğim, en sevdiğim. *
candır, kötü durumda olduğunuzu düşündüğünde telefona sarılandır, zamanında müdahale edendir;
anlayandır, anlatandır...
'birer hamburger yeseydik beraber' dedi. ben 'yok be hacı kebap yerim' dedim. girdik kebapçıya. tam ben '3 porsiyon iskender' dedim telefonu çaldı. halasının görümcesinin oğlunun* başının dertte olduğunu acil gitmesi gerektiğini söyledi. 2-3 gün sonra aradım, yanlış bir numara çevirdiniz dedi bir kadın. objebiciğim nerdesin dön artık. 5 tane hamburger aldım, dolaba koydum, dön.