Mustafa Kemal'in sofrasında da, zaman zaman bulunduğu söylenen, Celal Bayar'ın yakın dostu Bal Mahmut, eski istanbul nüktedanlarının son temsilcisi gibiydi.
Her ne kadar asık suratlı olmayı, bir "vakar ve kişilik" göstergesi sayma geleneğinden geliyor ve "gülmeyi", "çok gülen, çok ağlar" türü deyimlerle, densizlikler listesi içinde eksi bir zaaf olarak değerlendiriyorsak da; içten içe sürüp gider gülme açlığımız...
Gülmek, kahkahalarla gülmek...
Bal Mahmut, kıvrak bir zekanın uzay boyutundaki bir mizah galaksisi gibiydi...
***
Modern teknolojideki gelişmelerle birlikte, küresel bir saydamlaşma hızlandıkça; ölmeler, öldürmeler, patlamalar çatlamalar, azgınlıklar kızgınlıklar daha çok çıkıyor su yüzüne...
Bir de bunlara sıklaşan tren kazaları, depremler, su baskınları ve bir yığın gariban dramı eklenince...
***
Bir gün Bal Mahmut'un, Ankara'dayken anlattığı bir fıkra şahlanıyor hafızamızda:
I. Dünya Savaşı... Romanya'yı Osmanlı askeri güçleri işgal etmiş. Genç bir Osmanlı zabiti de, emirberiyle birlikte Bükreş'teki bir eve yerlemiş. Evin sahipleri evlerini, yaşlı mı yaşlı, bir gözü şaşı, bir ayağı da aksayan emektar kadın hizmetçilerine bırakarak, kaçıp gitmişler kentten...
Genç Osmanlı zabiti, sabahları kalkınca emirberini çağırıyor:
- Mehmeeet, gel buraya...
Mehmet hemen koşuyor komutanının yanına ve hazırola geçiyor:
- Emredin yüzbaşım...
- Bana çay demle...
- Emredersiniz yüzbaşım...
Üç gün, beş gün hep böyle... Emirber Mehmet, çakı gibi...
Derken Mehmet'te bir gevşeme oluyor... Ya yüzbaşının çağrısını duymuyor, ya biraz gevşek gelip, biraz gevşek geçiyor hazırola...
***
Genç Osmanlı zabiti, fark ediyor Mehmet'teki sarsaklığı ve bir sabah çağrısına yine geç kalan emirberine:
- Ulan Mehmet, diyor, bak doğru söyle; sen her gece o şaşkoloz ihtiyar hizmetçi karıyı beceriyorsun değil mi?
Mehmet hazırolda put gibi:
- Beceriyon, beceriyon yüzbaşım, diyor.
Ve ekliyor:
- Ama dadsız...
***
Her ne kadar, bazı kadın öğretmenler bile, sınıfta gülen öğrencilerini "karı gibi gülme" diye azarlasalar da; her ne kadar durmuş oturmuş yaşlı kişiler, şen şakrak genç yakınlarına "ağır ol da, molla desinler" diye öğüt verseler de; unutmamak gerekir ki, "insanoğlu"nun bir tanımı da, "gülen hayvan"...
Oligarşik yapılarda, sade kötü bir aktörlüğün değil, aynı zamanda "çifte kişilik" çarpıklığının da bir yansıması olan, "asık suratlı makam sahipliği", besbelli ki en çok alaya alınmaktan korkmuş; biraz da o nedenle, adeta lanetlemeye çalışmış gülmeyi ve güldürmeyi...
***
Örneğin bugün dahi ne Hz. Muhammed'in bir karikatürünü yapabilirsiniz, ne Atatürk'ün...
Gülme ve güldürme böylesine baskı altına alındığında; fısıltı nüktedanları da, havai fişeği gösterileri gibi rengarenk yağmurlaşır. Doğal olarak anadilin tüm incelikleri, usta bir virtüoziteyle kullanılarak...
***
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, sanıklara hemen idam kararı veren "istiklal Mahkemesi"nin en ünlü başkanı, sonradan Bayındırlık Bakanı da olan Ali Çetinkaya idi... Ali Çetinkaya'nın başında hiç saç yoktu. O nedenle de lakabı Kel Ali idi...
O dönemlerin iki siyasetçisinden biri, ötekine Kel Ali'yi çekiştirirken, arkadaşı uyarmış kendisini:
- Hişt dikkat et; zülfü yare dokunuyorsun... Yani sevgilinin saçına dokunuyorsun; güçlü bir kişiye dil uzatıyorsun anlamına...
Yanıt zımba gibi gelmiş:
- O yarin zülfü yoktur...
***
Bilmem aldanıyor muyum ama, bendenize nüktedanlar dönemi artık kapanmış görünüyor...
Bunun nedeni konuşulan Türkçe'nin kısırlaşa kısırlaşa 300 kelimeye düşmüş olması mı; yoksa bir espri kıvılcımıyla kahkaha yaratacak matrak konuların sona ermesi; tüm politik ve bürokratik söylemlerle davranışların asla dalga geçmeye, asla alaya almaya ve asla nükte zıpkınlarını tetiklemeye geçit vermeyen, geometrik bir tutarlılığa dönüşmüş olması mı; kestiremiyorum...
Neyse ki karikatüristlerimizin volkanik zeka iğnedanlığı, füzelenmede her gün... Selahaddin Duman'ın da şükür ki tütmede bir mizah danteliyle örgülenmiş dumanı...
***
Demek ki, Eşref'in "Devlet dolabını bir eşek de olsa döndürür" anlamına söylediği, "Asiyab - ı devleti bir har da olsa döndürür" türü yergiler artık gerilerde kalmış.
O dönemlerde Neyzen Tevfik de, Eşref'e şöyle yanıt veriyordu:
"Öyle harlar koştular kim asiyab-ı devlete
Birbirin çiğnemekten dolab-ı devlet dönmüyor"
***
Bal Mahmut'u da özlüyorum bazen doğrusu...
Yıldızlardan bana kulağını uzatsa da durumu sorsa, vereceğim yanıt çok kısa olurdu.