vay arkadaş. sözlükte ne madenler ne cevherler varmış meğer. uzun yazılara karşı önyargım vardı.
enağm nasıl yazmış öyle. yemin ediyorum film izlemiş etkisi bıraktı bende yazı.
yazının giriş sekansında nefes al egzersizi vardı. aldım ve komutlara uyacağım derken komik bir şaşkınlıkla tebessüm ettim. sonradan aldım kahvemi geçtim yazıyı okumaya.
--spoiler--
püf püf çiçeği gibiyim
hani şu rüzgara karşı duran
ama derin bir nefesle
tüyleri havaya dağılan bir üflesen derinlerden,
tüm beyazlarımla uçuşurum inan.
selam versen alamam, gözüm hep o guguklu saatte benim; rahmetliden kalan
--spoiler--
meğer o şeytan tüylü dediğimiz, şeytan şeytan diye küçükken dalga geçtiğimiz çiçek püf püf çiçeği imiş.
1 sene edebiyat-sosyal okudum böyle şiir yazacak kıvama gelemedim ya ona yanarım.
tespite gel:
--spoiler--
eğer müdavimiysen o müessesenin yarı çırak sayılırsın.
--spoiler--
betimleme ise harika:
"tanga rolündeki kko: (araya gir)"
bir de; yazıyı içli içli okurken birden kko nun hav hav edası beni kahkalara boğdu.
--spoiler--
kko- hav havvv!
peyami abi- uğur sakin ol oğlum nabıyon sen?
kko- hrrrr hav!
yüzleşirken kendisiyle birey, birer birer firar eder göt korkuları.
göt korkusu olan adam, yalanları dolan adam,
geçme verdiğin sözü kendine, ürkütürsün korkakları,
korkma ! dönmez her siktir git dediğin kendi içine.
ölmek gibidir, sonra yeniden doğmak gibi. su dolu bir küvete soktuğunda kafanı, ve en sırlı çekirdeğine ulaştığında ruhunun; ya çıkarırsın kendini derin bir nefes alıp selam çakarsın hayata, ya da... yüzleşirsin o kılıçtan keskin kararla; yüzleşirsin o en korkunç, en aşık, en çocuk, en ürkek, en piç yanınla.
sen ne diyon be yaprağım dediğini duyar gibiyim ortağım, peki o zaman örnek bir canlandırma yapıp daha fiziksel bir halde anlatayım durumu. hazırsan başlıyorum:
şimdi derin bir nefes al,
aldığın nefesin yarısını ver, yarısını tut.
ve üstüne tekrar derin bir nefes al.
şimdi de ciğerlerine fazlalıkla doldurduğun o havayı ağzından değil,
götünden ver.
işte kendiyle yüzleşenler buna nefesin neticeden firar etmesi diyor.
tabii ki bu kadar yüzeysel bir durumdan bahsetmiyoruz. daha uhrevi, daha bi kendiyle başbaşa, psikolojik falan, kırılgan böyle... ya bi git aga, hakikaten dinleyeceksen şakayı gülmeceyi bir kenera bırakıyorum. çok mu gerginim ne? ilginç bir olay yaşadım diyelim, belki o yüzdendir.
günlerden cuma, çıkmışım işten. mahalleye vardığımda peyami abi'ye uğruyorum evimden önce. peyami abi mahallenin tekel bayisi, "bira, peyami büfeden alınır". bizim tekel peyami lan işte...
- abi selam,
- hoş geldin uğur, nasılsın?
- portakal gibiyim be abi, içim sıkılmış.
- hımm, sen otur hele bir şöyle bakalım yeğen!
pozlara bak hele pezevenkteki. sanırsın büfeci değil mahallenin ramiz dayısı. gerçi ne yalan söyliyeyim o tok ve babacan ses tonu karşısında ikiletmeden oturdum tezgahın arkasındaki plastik tabureye. peyami abi de sıradaki müşterinin kara poşetini hazırladı hızlıca, gönderdi elemanı. iki bira açtı, takılıyoruz işte tezgah arkasında. gevşelttim gravatımı, derin bir nefes çektim sigaramdan, dökülmeye başladım tekel peyami'ye;
"saatin tik taklarını sayıyorum abi, bana saat hep yedi. bir başıma evde kahvem sigaram ya da kalabalığın içinde elimde biram, gülermiş yüzüm öyle diyorlar, duymadım inan. kulağım tik taklarda benim, bana saat hep yedi... içim bomboş, içim küflü, içim bitik... püf püf çiçeği gibiyim hani şu rüzgara karşı duran ama derin bir nefesle tüyleri havaya dağılan. bir üflesen derinlerden, tüm beyazlarımla uçuşurum inan.
sanırım saat yediydi; ben, beni ilk terk ettiğimde ve farkında değildim her gün saat yediden sonra adım adım kendimden uzaklaşacağımdan. nereden bilebilirdim ki şu an sahip olduklarına ulaşmak için saat yedide heyecanla evden fırlayan gence, daha sonra sahip olduklarının sahip olacağından... eskilerin hayat gailesi dedikleri şeyin, aslında seni içinde un ufak eden bir ömür değirmeni olduğundan. bana anlatma abi ben anlamam, seni duyamam kulağım tik taklarda benim. selam versen alamam, gözüm hep o guguklu saatte benim; rahmetliden kalan.
hep bekliyorum abi, hep dinliyorum. gözümü ayırmadan bakıyorum ve hep bekliyorum. her sabah bekliyorum, hadi lan gugukçu kuş diyorum, saat yediyi vurduğunda seslen bana "bırak işi gücü ortağım gidiyoruz, kuşsan uç ulan", döndür beni bu yanılgıdan. saatin tik taklarını sayıyorum abi, yediyi bekliyorum hep. gel gör ki guguk kuşu da gitmiş çoktan, bir el çıkıyor her defasında bana hareketin kralını * yapan!"
"lan!" sesiyle çıkmışım halimi anlatırken girdiğim transtan, kendime geldiğimde gözümde yaşlar, ellerim peyami abi'nin yakasında; sarsıyorum adamı... "bi dur amına koyim, anladım ben seni. bi dur sakinleş yeğenim. o eli de indir bakalım bi!"
donuk bakışların buluştuğu beş dakikalık derin bir sessizliği peyami abi böldü: "var aslında bi yol uğur'um"...
"nasıl?"
kafalar da güzelleşmeye başlamış, tam da o sırada veledin teki giriyor içeri. "abbi, sıkınca ses çıkaran plastik oyuncaklardan var mı abbi?". peyami abi telefonda, iş başa düşüyor otomatik olarak. esnaflar aleminin gizemli dünyasında racon böyledir aga, eğer müdavimiysen o müessesenin yarı çırak sayılırsın. maksat müşteri beklemesin. mecburen sorunun muhatabı ben oluyorum:
kko: sıkınca ses çıkaran ne lan? meme mi ellemek istiyon sen abisi?
velet: :abbi, abbi böyle sıkınca ses çıkaran plas...
kko: sen hatçe hanım teyzenin torunu talip değil misin lan kerata, ah seni.
velet: abbi abbi..
kko: he abbi... bak şimdi talip'çim konsepti çok yanlış anlamışsın sen. Hani bi ses gelir de, sıkınca değil ama sik...
tekel peyami: (kulak misafiri ol, telefonu alelacele kapa, araya gir) hşşş hoop!.. uğur! öyle konuşmasana oğlum küçücük sabiyle, talip oğlum sen rıza abine (kırtasiyeci) git o'nda vardır oyuncak moyuncak.
tanga rolündeki kko: (araya gir, velete arkadan seslen) kuş kalkıyo mu lan tısısısı, ah ulan bu yaşta... junior zampara seni.
tekel peyami: uğur bi dur yeğen, iyice olmuşsun sen.
kko tatlıses: ah be abi, dertler derya olmuş ben de bir sandal. devrilip batmışım, boğulmuşum ben.
tekel peyami: ... (hayatı sorgula)
kko: ... (neydi lan şarkının devamı, düşün düşün)
**yine donuk bakışların buluştuğu beş dakikalık derin bir sessizlik (çişin neyin varsa yap gel bu arada aga, ihtiyaç molası hesabı..) **
2. perde
hiçbir şey demedi peyami abi, dolabın dibinde kumaşa sarılı bir şişe çıkardı. şişenin üzerinde örgüden bir kılıf, ipliğinin rengi solgun; belli ki ruhum kadar yaşlı. senin halinden bu anlar dedi ve uzattı yüzüme şişeyi,
- mikrofona konuş diyorsun yani?
- hehehe iç bunu iç... hıck!
- gözümden çekersen şunu bi...
o kafayla zaten ne versen akar aga, bi hızla diktim kafaya. son damlayı da yutkunduğumda:
- amınski! bu ney lan ne til alkol bu? (etil miydi sikerten), bozuk mu bu dalga, şaftım kaydı anağmmm!
- bak bakalım etrafına ne görüyon?
ebeyin amıy görüyom, neyse bozmayayım terbiyemi devam ediyorum. gözümün retinasına üşüşen renk cümbüşü yerini bir bulanık perdeye bırakıyor. perde açılmaya başlayıp da kafayı kaldırdığımda, ve akabinde büfe kapısının aralığından sokağa baktığımda, bambaşka, ama bir o kadar da aynı ve garip bir şekilde tanıdık bir dünya görüyorum. sokak aynı sokak... solgun ışıklı sokak lambaları... hava iyice kararmış mı ne? gökyüzü neden bu kadar alaca?
dükkandan dışarı adımımı attığımda, az önce kapı aralığından gördüğüm apartmandan başka hiçbir yapının olmadığını görüyorum. sanki hepsi aslında var da saklanıyor gibi, ama hepsi de her katında gözümü kamaştırarak ışıklar saçan dairelerine baktığım apartmana dikkat çekmek ister gibi, sessizce bir adım geriye çekilmiş, ya da üstlerine gri bir battaniye çekmiş ne bileyim.
"yüzleşme zamanı..." peyami abi ağır adımlarla yürürken bir yandan elini kaldırmış binayı işaret ediyor, bir yandan da anlatıyordu: "...evlat, bulunduğun bu yerde senin kolundan çeken , savuran hiçbir şey yok inan. şu gördüğün apartman; sakinlerinin her biri senin bir parçan. git şimdi her birinin kapısını çal, tek tek tanış onlarla."
vay amına koyim, mevzunun derinliği karşısında küçük dilimi yutmuş mal mal apartmana bakmaya devam ediyordum. demek her daireye girdikçe yüzleşecektim bir yanımla. ve sonunda toplayıp hepsini yan yana, o çok merak ettiğim soruyu sorabilecektim onlara...
ben düşüncelere dalmış ne konuşacağımı düşünürken birinci katın ışığı söndü. hayda n'oluyo lan demeye kalmadan apartmanın kapısından bir hatun çıktı. bildiğin daş hatun... ama bi dakka, hassssikttttiirrr! nasıl yani? hani benim bir parçamdı o dairelerde oturanlar! lan yoksa? yok artık. içimde fırtınalar kopuyor da ben mi bilmiyorum, nonoşluk mu var la yoksa bünyemde, gizli ipne miyim diye düşünürken hatun yaklaşık 5 metre önümdeki peyami abi'nin önünde durdu. sohbet muhabbet, kikirdemeler... şu vakte kadar " olm kız olsam tam kaşar olurdum, cümle aleme verirdim hayır hasenat olsun hesabı" tadındaki geyiği geçmemiştir mevzuyla alakam ha yanlış anlama hacı.
şok üstüne şok!
abi dediğim, baba yarısı bildiğim peyami abi bana mı halleniyordu la yoksa? ayak üstü sikertecek miydi beni oğlum! yoo hayır, namusumu korumalıydım. peyami abi'nin ciciklerimi ellemesi an meselesiydi ve kaybedecek vaktim yoktu. kan beynime sıçramış, azgın bir köpek gibi kükreyerek atıldım peyami abi'nin üstüne:
kko- hav havvv!
peyami abi- uğur sakin ol oğlum nabıyon sen?
kko- hrrrr hav!
bu arada taş hatun yani ben, yaptığım hareket sonrası gözlerini belertmiş, korkudan neredeyse paçalardan bırakacak vaziyette irkilerek peyami abi'ye dönüp "neler oluyor" bakışı attı. neyse ki peyami abi zeki adam, çözdü mevzuyu.
peyami abi- sakin ol uğur'cuğum bu hanım kızımızın seninle bir alakası yok. bir nolu dairedekinin kız arkadaşı kendisi.
kko- (kafayı kaldırıp peyami abi'ye bak) neyyy!
peyami abi: şu paçamı da bir bırakırsan...
o an kırmızı götlü maymun familyasının erkek bir bireyi yüzümü görse yemin ediyorum tahrik olurdu aga, o derece kızardım. yerlerin dibindeyim, rezilliğe bak; sen git can havliyle yapış adamın paçasına, pantuldan çekele... "hav" anasını!
daş hatun ürkek adımlarla kıyılı kıyılı mahalleden uzaklaşırken, şu meşhur kazanova da çıktı apartmandan. hemen tanıdım kim olduğunu; aynı ben, aynı belmando.
kko- naber lan piç? nasıl tanıdım di mi seni.
piç kko- kızlar piç erkeklerden hoşlanır müdür, ayık ol. ben ufaktan kaçaroğlu, gece daha genç. eki eki eki...
kko- lan bi dur, az tüyo ver la gitmeden. ben de hayın olayım, ben de münafık olayım aga; ben de gelişine vurayım!
piç kko: olm beni boşlayan sensin, halbuse şeytan tüyü var sende haberin yok.
kko- o ney lan?
piç kko- yani tavsiyeye ihtiyacın yok koçum. küçükken kazana düşmüşsün sen; anan hep karılar hamamına götürürdü hatırlamıyon mu lan keranacı.
ahahaha diye güldü gitti piç, belli ki küsmüş bana. ağzından da laf alamadık... neyse çok önemli değil diye düşündüm, vakit kaybetmeden girmeliydim mevzuya, keşfetmek istediğim daha önemli yanlarım vardı elbet.
tam apartmana yönelirken bir gümbürtü koptu. binanın en üst katından, salonun camından fırlayarak kendini boşluğa bırakan bir adam... ifadesiz bir surata nasıl bu kadar hüzün yükleyebilmiş, yolun sonundaki bir adam... bir an göz göze geldik. bir an kalp kalbe. işte o an fark ettim insanın hayatı bir film şeridi gibi nasıl geçermiş gözlerinin önünden:
da da da ahha ahha ahha... hadi uğur bir daha söyle anneciğim baba da duysun... da da da... yan arsada top oynuyoruz güneşin alnında, ayağımda eski ayakkabılar, yeniler sağlam kalsın... alnımdan akan terin dokunuşu gıdıklıyor biraz, kaç saattir koşuyoruz, çok mu susadık?... uğuuurr terli terli içme o suyu... öff ya te ordan nasıl görüyon bu çeşmeyi anne ya... neden bu çocuklar ağlıyor ki, halbuki önlük giymek ne güzel. öğretmenimiz kim acaba?... ibo, gizli sığınağımız olsun mu burası? ama kışın yakmak için alırlar bu odunları burdan oğlum... ağacın dallarında voltron oynayalım mı... oya bana neden senden hoşlanıyorum dedi ki?... karikatürlerimi beğenip para vermişler bir de, artık bi gitar alabilirim... aga düğün salonunda konser mi verilir?... hay ben böyle dersanenin yeşiline de ırmağına da, bütün sınıf da sap mı olur amk!.. diz boyu karda koşturduk resmen canım ya hasta olmasak bari...
renkler birden solunca ürktüm, hazır değildim henüz buna. o an kafamı çevirdim. ve o ses. dönüp bakamadım. olmadı, yapamadım.
oysa ki dertleşecektim o en korkunç, en aşık, en çocuk, en ürkek, en piç yanımla. kim bilir belki de en bilge, en dertli, en komik ve belki de en garip yanımla. ve sonunda toplayıp hepsini yan yana, tek tek gülümseyip her birine ve bakıp her birinin gözlerinin içine, o çok merak ettiğim soruyu sorabilecektim onlara: