Soru: - Siz kürsüye çıkmış nutuk söyler, yahut yaptığınız bir basın toplantısındaki açıklamalarınızdan sonra, gazetecilerin sorularını yanıtlarken; şayet çok sıkışır da tuvalete gitme ihtiyacını duyarsanız; nutkunuzu, yahut sorulara karşı yanıtlarınızı yarıda keser ve tuvalete gidip döndükten sonra mı sürdürürsünüz nutkunuzla yanıtlarınızı; yoksa sıkışsanız da mıkışsanız da, tuvalete gitmenizi erteler misiniz?
* * *
Yanıt:
- Ertelemeye ne evet, ne hayır. Belki evet, belki hayır.
* * *
Yorumlar:
- Tuvalete gitme ihtiyacının, kendisini ne ölçüde zorlayacağına bir imada bulunmak istedi. Onun için de, ne "evet" dedi, ne "hayır",. Çok sıkışırsa kürsüdeki nutku da, gazetecilerin sorularına vereceği yanıtları da, kesebileceğini ve tuvalete gidip döndükten sonra nutkunu, yahut yanıtlarını sürdüreceğini üstü kapalı olarak belirtmek istedi.
* * *
- Bence "ne evet, ne hayır; belki evet, belki hayır" demekle; küçük abdestle büyük abdest arasındaki farkı ima etmek istedi. "Çişim gelirse kendimi tutabilirim, ama büyüğü gelirse tuvalete gitmeden yapamam" demeye getirdi.
* * *
- "Ne evet, ne hayır; belki evet, belki hayır" demekle, nutuk söylerken dinleyici kitlesinin tavrıyla, basın toplantısında gazeteci sorularının kalitesini ima etmek istedi. "Çişimi tutmaya ve dişimi sıkmaya değer mi değmez mi, ona bakarım", demek istedi.
* * *
- Kesin bir yanıt vermemesinin nedeni; altına edip etmemeyi, göze alıp alamayacağını bilmemesinden. Bunu göze alamadığında, tuvalete gidebileceğini ima etmek istedi.
* * *
- Bana sorarsanız, polemiklere neden olmamak için öyle ikircikli bir dil kullandı. "Altıma da ederim lafımı kesmem" gibi, hamasi bir dil kullanmak ve övünmek istemedi.
* * *
- Bana göre, tuvaletin uzaklığını ima etmek istedi. "Uzaksa gitmem, yakınsa gidebilirim" demeye getirdi.
* * *
- Bana göre de, "tepkileri hesap eder, ona göre davranırım" demeye getirdi. Nutku kesip tuvalete gitmeye kalkınca "yuh" çekilecekse, gitmeyeceğini ima etti; herhangi bir tepki olmayacaksa da, gidebileceğini.
* * *
- Dikkat ederseniz "erteleme" sözcüğünün altını çizerek konuştu. Aslında tuvalete gidip gitmeyeceğini yanıtlamadı. "Erteleme" sözcüğünü değerlendirdi. Üst düzey bir devlet adamı, "erteleme" kavramını çok dikkatli kullanır. "Ertelemeye ne evet, ne hayır; belki evet, belki hayır" dedi. Tuvalete gitmek için, kürsüdeki nutkunu, yahut basın toplantısındaki gazeteci sorularına karşı yanıtlarını kesip kesmeyeceğini sormak yerine; "Anayasa'nın çarçabuk sivilleştirilmesi ertelenebilir mi, ertelenemez mi" diye sorulsa, yine aynı yanıtı verirdi, "Ne evet, ne hayır. Belki evet, belki hayır".
* * *
- Ben daha değişik düşünüyorum. Demokrasimizin gelişmişlik ölçüsünü ima ettiğini düşünüyorum. Nutuk söylerken, yahut basın toplantısı yaparken tuvalete gitme ihtiyacı duyduğunda; demokrasi hem milletin, hem bireylerin içine iyice sinmişse, tuvalete rahatça gidebileceğini belirtmek istedi. Yok, demokrasi o kadar gelişmemişse, "dişimi sıkar, tuvalete gitmeyi erteleyebilirim" demek istedi.
* * *
- Bana sorarsanız da, çantasında yedek çamaşırı bulunup bulunmadığını ima etmek istedi. Yedek çamaşırı varsa, neden göze almasın altına kaçırmayı? Ama yoksa; işte, "Ertelemeye ne evet, ne hayır. Belki evet, belki hayır" demesinin gerçek anlamı.
* * *
- Ben çok daha değişik düşünüyorum. Tuvalete gidip gitmeyeceğini dış politikaya bağlamak istedi. "Şayet dış politikada bir gerginlik varsa; çok sıkıştığımız ve neredeyse altımıza edeceğimiz imajını yaratmak istemem, onun için de tuvalete gitmem" demeye getirdi. Ama öyle bir gerginlik yoksa, tabii gidebilir, niye sıksın ki dişini?
* * *
- Benim yorumum ise çok daha başka. Liderin vereceği karara göre hareket edeceğini ima etti. Lideri, kendisi nutuk söylerken sıkıştığında, konuşmasını kesip tuvalete gitmesine ses çıkarmayacaksa, gidebilir. Lider, buna izin vermezse de, zorlana morlana sürdürür konuşmasını.
* * *
- Ben daha başka bir soruyu düşünüyorum. "Nutuk söylerken, yahut basın toplantısı yaparken, tuvalete gitme ihtiyacı duyduğunuzda; tuvalete gidip de mi dönersiniz, yoksa erteler misiniz tuvalete gitmenizi" sorusuna, neden "nutku da, basın toplantısını da daha çabuk keserim" demedi?
* * *
- Herhalde "kendi çıkarı için, sorumluluktan kaçmaya hazır" diye düşünmemeleri için, demedi.
* * *
- Belki de böyle bir yanıt, aklına gelmedi.
* * *
- Bana göre, ortalığı oyalamak ve zaman kazanmak için öyle yorumlara açık konuştu.
* **
- Ben özel olarak sordum kendisine, "niye öyle ikircikli konuştunuz", diye. Şu yanıtı verdi:
"- Yorum yapmaya ve fal bakmaya meraklı olanları, konusuz ve oyuncaksız bırakmamak için; fena mı?
Çirkin ve seviyesiz nutukçu polemikleriyle geçen seçim kampanyasından sonra, genel seçimler de noktalandı.
Neyse ki seçimler, kanlı bir kargaşaya neden olmadan; gönül rahatlatıcı bir olgunlukta geçti ve sonuçlar da, 2 saat içinde açıklanmaya başladı.
Yüksek Seçim Kurulu'nu ne kadar kutlasak, yeri.
* * *
Türkiye oldum bittim; ne "sol"un, ne de "sağ"ın içeriğiyle, politika sözlüğündeki tanımlarını algılayabildi.
* * *
Osmanoğulları'nın vezirlerle, ocak ağaları ve kapı kullarından oluşan "Enderun"u; Cumhuriyetçiler tarafından resmi bayramlarda frak ve silindir şapka giyen Hazine'den geçinmeli bürokratlar oligarşisine dönüştürülünce; imajı değiştirilmiş Hazine'den geçinmeli kesimle çevreleri, "ilerici"; köylerde, kasabalarda, kıyı mahallelerde yaşayan takkeli, çarşaflı, başörtülü "topluluklar"dan oluşmuş mesleksiz ve geçimini çıplak hayattan sağlamaya çalışan kent dışı yığınlar da; "gerici" olarak damgalandı.
* * *
Ne Rönesans'tan, ne okyanuslara açılımdan, ne endüstri devriminden, ne sermaye birikiminden geçmişliğin birikimine sahip Türkiye'de; çağdaşlaşma iddiaları, Cumhuriyetçiler'le de sürdü gitti.
* * *
Köylü ağırlıklı ve ilkel bir tarıma dayalı ekonomik altyapı değiştirilmeden; kılık kıyafet değişikliği, Latin alfabesinin ve isviçre Medeni Yasası'nın kabulü gibi üstyapı değişiklikleriyle, "çağdaş bir imaj" yaratmak; yeterli sayıldı "çağdaş uygarlık düzeyi"ne ulaşmaya.
* * *
Cumhuriyetçi oligarşinin en keskin yamukluğu ise; köylerin, kasabaların, kıyı mahallelerinin yoksul ve çaresiz dünyalarını ön plana çıkararak anlatmaya kalkan ozan ve yazarları, imha etmeye kalkmasıydı.
* * *
ikinci keskin yamukluk, bilimsel bir objektiflikten kopuk "resmi tarih" hipnozlarıyla, genç kuşakların beyinlerini buzlandırmaktı.
* * *
Üçüncü keskin yamukluk da; geçim kaynağı yaratacak bir meslek "sahibi olma" hedefinden çok uzak bir eğitim düzeniyle; sadece oligarşik yapıya militan yetiştirmeye kalkmaktı.
* * *
Bütün bu yamuklukların sonucu, Türkiye 20. yüzyılı da ıskaladı ve "onlar-biz" ayrımıyla kendi kapalı çemberinin içinde; oligarşinin, gizli bir iç sömürgesiymiş görünümüne büründü.
* * *
Bugün de, seçimlerden sonra yapılan yorum ve analizlerde; bir "merkez", "merkez sağ", "merkez sol" türü, tanımlaması yapılmamış kavramlar cacığı sürüp gidiyor.
* * *
"Merkez" ne demektir?
"Orta sınıf" mı demektir; burjuvalaşma sürecine girmiş olanlar mı demektir?
"Merkez sol" daha aşağı düzeylerde kalmış ve "değişimden" yana olanlar mı demektir; "merkez sağ" daha üst düzeylerde yaşayan ve hiçbir değişim istemeyenler mi demektir.
Hiç berrak ve belli değil.
* * *
Bendenizin gözlemim odur ki; adam yerine konmayan itibarsız yığınların, toplumsal bir "değişim" özlem ve beklentisi; kendisine yakın siyasal bir kaldıraçla bütünleşmeye kalktığında, "muhafazakâr kanat" damgasını yemekte.
Eski oligarşik düzenin sürmesini isteyen "statükocu"lar ise, "ilerici kesim" damgasını...
* * *
Bütün bu ellertutar tarafı bulunmayan kavram karışıklığı, Cumhuriyetçi oligarşinin; "gerekli ibadeti yapma koşuluyla, ancak öldükten sonra mutlu ve zengin bir hayat süreceğine inanan" yoksul yığınların, emir ve yasalarla "laik" olabileceğini sanmasından ve onları "gerici" olarak damgalamasından kökenlenmekte.
Cumhuriyetçi oligarşiyi otopsi masasına yatırmak ise, "Atatürk ilke ve inkılapları"na ihanet sayılmakta...
Gel, çık çıkabilirsen işin içinden de; mayalandır çağdaş bir demokrasiyi.
* * *
Bir de 21. yüzyılın "küreselleşme" süreci var; "ulus-devlet" modelinin aşılmakta olduğu evrensel bir süreç...
Bu evrensel süreçte, ekonomi de; yerellikten evrenselliğe doğru kanat büyütüyor.
O nedenle, tıpkı yoksul yığınların "değişim" istemesi gibi, TÜSiAD da, evrenselliğe açık bir "değişim" istiyor.
* * *
Eski kalıpların ve ezberlerin pabucu dama atılıyor.
Yönetim saltanatlarının yerini, üretim saltanatları almaya başlıyor.
Hazine'den geçinmeli, mesleksiz bürokratik bir oligarşinin, işine gelir mi böyle bir değişim; kendini ne kadar "ilerici" saysa da?
* * *
1866 yılında Girit Adası'nda, Osmanoğulları'na karşı bir isyan baş göstermişti.
Sadrazam Âli Paşa, bizzat Girit'e giderek, adaya "otonomi" tanımıştı.
Ve iç politikada ne olmuştu biliyor musunuz?
Âli Paşa, vatanı satmakla suçlanmıştı.
* * *
Bugünkü Türkiye'de, kutuplaşmalar ve çalkantılar sürüp gider mi; yoksa yönetim saltanatına mıhlanmış oligarşilere karşı, "birey"in ekonomi güvencesiyle hak ve hukukunun korunması süreci; evrensel kriterlere göre benimsenir mi?
* * *
2008 yılının temmuzunu beklemek gerekiyor. Sonra da 2018'in temmuzunu...
Önüne gelen iddia ede dursun Türkiye'yi çok iyi tanıdığını. Kolay değil Türkiye'yi çok iyi tanımak.
Örneğin bendeniz hiç tahmin bile etmemiştim, siyasi liderlerin ağız dalaşlarında seviyenin bu kadar düşeceğini.
Bir yazı emekçisinin, 60 yıldan bu yana yaşadığı anlamsız çilelerle doldurulmuş bir ömürlük albümü; yine bir yürek yorulmasının dudak kıvrıntılarını mı koymalıydı son sayfalarına?
* * *
Yerli siyasetçilerin yarattığı manzara, hiç mi hiç uyuşmuyor 21. yüzyılın açmakta olduğu yeni pencerelerle.
Ve Türkiye'de en büyük getiri ve itibar; politikayla, resmi bir makam sahibi olmakta. Kendi alanında evrensel bir kalite sahibi olmakta değil.
Yorucu olan da bu.
* * *
Neyi bir türlü anlatamadık şu Türkiye'de?
"Para"nın, eşit "donmuş bir enerji" olduğunu...
Bir de, "meslek" kavramının ne olduğunu...
* * *
"Meslek", insan enerjisinin belirli bir donanım sonucu somuta dönüşmesidir.
Marangoz, tahtayı dilediği bir biçime nasıl sokacağını öğrenmesi sonucu; testeresi, rendesi, pulanyası, çivisi, çekiciyle enerjisini harcayarak; tahtayı somut bir masaya çevirir.
* * *
Masasını piyasada değerlendirirken de; harcadığı malzeme ve enerjisi karşılığında, kendisine belirli bir "para" ödenir.
* * *
Terzi de; kumaş, dikiş ve giysi alanında, yine enerjisini somuta dönüştürerek, pantolon ve ceket yapar.
* * *
Marangoz, kendi enerjisini somuta dönüştürmesi sonucu, kendisine ödenmiş olan "para" ile; terzinin somuta dönüşmüş enerjisinin ürünü olan ceket ve pantolonu satın alır.
* * *
Marangoz, kendi enerjisini, terzinin enerjisiyle değiş tokuş etmiş olur. Ne aracılığıyla?
"Para" aracılığıyla...
Harcanmış bir enerji karşılığı, cepte "donmuş bir enerji olarak duran para", hareketlenir ve terzinin enerjisini öder.
* * *
Türk insanı büyük oranda kurnazlığa kelepçelenmiş ve hem donanımsız olarak, hem daha az enerji harcayarak; harcanmış daha bol enerjinin ürünlerini ele geçirme hastalığına tutulmuş.
Bunun da zembereği, "yalan ve talan"la kurulmada.
Okkanın altına giden de, okkanın altına gitmekte ve adam yerine konmamakta...
* * *
Bu yamukluk -büyük bedeller ödenmesi karşılığında da olsa- elbet bir gün düzelecek... Türkiye de gitgide daha çok şeffaflaşacak ve ne tür rezilliklerden geçilmiş olduğu daha çok ortaya çıkacak.
* * *
Neyse artık bitiyor, kürsülerden fırlatılan ilmiklenmiş urganlı şu seçim kampanyası...
Beyinsel bir çağdaşlık yerine; bitmez tükenmez bir kaba kuvvet ve asma kesme gösterisi...
* * *
Savunmakta olduğu bir dava nedeniyle, -bendenize göre- genç dostum Avukat Taner Aktop bir geceliğine istanbul'a geldi.
Nutukçular nutuklarını atadursun; temmuz sonuna doğru Boğaz'da lezzetli bir öğleden sonra yaşamak için, kalktık Kanlıca'ya gittik.
* * *
Kanlıca'da, eski bir istanbul ailesinin oğlu olan Ömer dostumuz da, Taner gibi tam bir fıkra şampiyonu...
ikindi güneşinin altında şıkır şıkır ışıklanmış maviz Boğaz'a karşı anlatılan fıkralar, birbirine karıştı gitti.
* * *
işte dostumuz Ömer'den bir fıkra:
Orta yaşlı bir hanım, bir zamanların petrol zengini ve dolar milyarderi Rokfeller'in New York'taki merkezine gidiyor ve birkaç milyon dolar bırakarak:
- Bunları 2 gün içinde değerlendirerek bana faiziyle ödeyin, yoksa paramı geri alır, bir daha da gelmem, diyormuş.
Merkezdeki müdürler:
- Hiç değilse paranızı, 1 ay süreyle dursun bizde, diyorlarmış.
Kadın:
- Olmaz, diyormuş; ancak 2 gün. 2 gün sonra uğrayıp, paramı faiziyle birlikte aldıktan sonra, 5 milyon dolar daha bırakacağım.
* * *
Müdürler bu garip kadından söz etmişler Rokfeller'e:
- Belki siz, parasını daha uzun süreli bırakması için ikna edebilirsiniz kendisini, demişler.
Rokfoller de:
- Olur, demiş; geldiğinde yanıma çıkartın.
* * *
Ve kadın merkeze geldiğinde, kendisini Rokfeller'in bürosuna çıkarmışlar.
Rokfeller sormuş:
- Ne işle uğraşıyorsunuz?
Kadın:
- Ben, demiş; sürekli iddiaya tutuşurum ve şimdiye dek hiç kaybetmedim. Örneğin öyle hissediyorum ki, sizin husyeleriniz 15 gün içinde 4 köşe olacak; iddiasına var mısınız, 10 milyon dolarına...
Rokfeller gülmüş ve kabul etmiş iddiayı.
* * *
Aradan 15 gün geçmiş ve kadın bir Arap prensiyle Rokfeller'in odasına çıkmış:
- Kusura bakmayın, demiş; kadın olduğum için bir erkek arkadaşımla birlikte geldim. indirin pantolonunuzu da; o, muayene etsin husyelerinizi, bakalım 4 köşe olmuş mu?
* * *
Rokfeller de yine gülerek pantolonuyla donunu aşağıya indirmiş; ve Arap prensi bayılıp yere düşmüş.
Meğer kadın Arap prensiyle de, 15 milyon dolarına iddiaya tutuşmuş:
- Ben sana Rokfeller'in hayalarını çıplak olarak ellettirebilirim, diye.
* * *
Neyse, seçim kampanyası bitiyor bugün...
Bilmiyoruz partilerin alacağı oylar üstünde de, iddiaya tutuşanlar var mı?
işte nihayet 2 gün kaldı seçimlere; bugün ve yarın. Demek 2 gün daha, siyasal liderlerin birbirleriyle yumurta tokuşturmasını izleyeceğiz ekranlardan.
Ekonomi, hukuk ve tarih bilincinden yoksun bırakılmış kitleler; miting alanlarında kendi yiğitlerinin "delikanlılığını" alkışlamaktan hoşlanıyorlar.
* * *
"Türk'e Türk propagandası yaparak", çağdışı kalmışlığı sütrelemenin; iç politikada da horoz dövüşlerinin başlamasıyla, birbirine karşı "babalanmaktan" hoşlanmaya dönüşmesi...
* * *
Türkiye'nin kendine özgü politik gümbürtüleri, son 100 yıl içinde nelerin değiştiğinin farkında bile değil.
1907'de ne radyo vardı, ne televizyon, ne cep telefonu, ne bilgisayar, ne uçak, ne mikrofon, ne otobüs, ne de -Atatürk'ünkü gibi- lokantalarda bile II. Abdülhamit'in fotoğrafları.
* * *
100 yıl içinde bütün bu değişimler kimler sayesinde oldu; "yönetim saltanatı"na meraklı siyasetçiler sayesinde mi, fizik bilimcileri sayesinde mi?
* * *
Fizik bilimi, "doğanın verileri"ni; insan iradesi altına alıp, insan hayatını kolaylaştıracak bir kompozisyon içinde, yeniden değerlendirmesi bilimidir.
Örneğin doğada elektrik olmasa; fizikçiler yeryüzünde de elektrik üretemez ve elektriği ampulün içinde ışığa çeviremezlerdi.
Uydular aracılığıyla elektroniğin ve cep telefonlarıyla bilgisayarların devreye sokulması da öyle.
* * *
Peki neden fizik bilimcileri, "politik dünya"nın Azrail'i?
Çünkü Kozmos'un verilerini ne kadar çok kullanmaya başlarsan; Kozmos da kendi analitik düzenini, yeryüzündeki insan toplumlarına o kadar empoze etmeye başlar.
* * *
Ve Kozmos'da politik düzenlemeler yoktur. Politik düzenlemeler, insanoğluna özgü ve Kozmos düzeniyle çatışan sanal düzenlemelerdir.
Yoksa 1907 ile 2007 arasında bu kadar büyük değişimler mi olurdu?
* * *
Siyasetçiler ikide birde:
- Konjonktür değişti, geçmiş geçmişte kaldı; deyip duruyorlar.
Ne oluyor da konjonktür boyuna değişiyor ve geçmiş, boyuna geçmişte kalıyor?
* * *
Fizikçiler önce fotoğraf makinesini, sonra film kamerasını, sonra radyoyu, sonra televizyonu icat etmeseler; biz seçim mitinglerini ve ispanya'daki bir maçı nasıl izleyebilirdik?
* * *
2007 yılında ne cep telefonları, ne internet sınır mınır tanıyor ve siyasetçi demagojileri bir yanda; ulaşılan "öz gerçekler" başka bir yanda kalıyor.
Sözün kısası, yerel politikalar; her gün biraz daha kötürümleşiyor. Ne var ki, Türkiye henüz bunun farkında değil.
* * *
Türkiye'nin, nelerin farkında olmadığı bir bir sıralansa...
Örneğin Atatürk'ün, resmi dairelerle özel bürolar dışında; lokantalara, kafeteryalara, dükkânlara kadar dal budak salmış milyonlarca fotoğraflarını ele alalım.
* * *
Elbet bu fotoğrafları çeken bazı fotoğrafçılar da vardı; Gazi'ye onlar verdiriyorlardı o en çarpıcı pozları:
- Paşam şöyle havaya doğru bakın, Paşam şöyle azıcık yan dönün vs.
* * *
Sade resmi ve özel bürolarda değil; lokantalarda, kafeteryalarda, dükkânlarda da asılı duran o fotoğraflar; onları çekmiş olan fotoğrafçıların birer eseri değil mi?
Peki, o fotoğrafları kendi mekânlarına asanlar, bir telif hakkı ödediler mi o fotoğrafçılara?
Yoksa fotoğrafçıların emekleri, o kadar yaygın bir piyasa bulduğu halde okkanın altına mı gitti?
* * *
Söz aramızda, hangi siyasi liderin aklına geliyor, bol bol kullandıkları Atatürk fotoğraflarının fotoğrafçılarına, telif hakkı ödenmemiş olduğu?
* * *
Telif hakları konusu meçhul bir konudur Türkiye'de.
Örneğin Orhan Kemal, 33 romanından ne kadar telif hakkı aldı ki?
Ya Fransız yazarı Camus, yahut Cocteau?
"Çağdaş uygarlık düzeyi"ne, ne ölçüde varılıp varılmadığını, "yönetim saltanatı"na meraklıların nutukları değil, telif haklarının kıyaslanması gösterir.
* * *
Yönetim kadroları, sınırları anlaşmalarla çizilmiş, tepesinde horozluk edecekleri bir alana muhtaçtırlar. O nedenle de yeryüzündeki 5 kıta, 200 devlete bölündü.
Fizikçilerin yeni keşifleri sayesinde küreselleşme daha da hızlanıp, istanbul-Tokyo arası 1 saate indiğinde; politikacıların söyleyecekleri nutukların anlamı mı kalacak?
* * *
Bugün bir, yarın iki...
2 gün daha siyasal liderlerin yumurta tokuşturmasını izleyeceğiz.
Ya sonra?
Sonra yine çağdaşlaşmaya uğraşacağız, ne güzel!
Bugünden itibaren seçimlere 3 gün kaldı. Parti liderlerinin sesleri kısık, yüzleri yorgun; mitinglerle TV kanalları arasında koşturup duruyor, nutuk söylüyor, açıklamalar yapıyorlar.
Kitlelere ve izleyicilere kendilerinin önemini; vatana, millete, devlete karşı duydukları sevisevdanın derinliğini anlatabilmek için, "kaç kelimeyle" hitap ettiklerinin farkında bile değiller.
Nutuklarında ve demeçlerinde kullandıkları kelime sayısı 200'ü aşmıyor.
* * *
Fuzuli şiirlerinde 3 bin kelime kullanmıştı, Victor Hugo 20 bin, Shakespeare 40 bin...
* * *
Toplumların "gelişmişlik" düzeyini; kendi anadillerini ortalama "kaç kelimeyle" konuştuklarını saptayarak değerlendirmeyi benimsemiş "strüktüralizm" diye bir ekol vardır; Türkçesi "yapısalcılık".
* * *
"Yapısalcılık" açısından siyasal liderlerimiz mi çok fakir, yoksa hitap ettikleri kitleler mi, bilemiyorum.
Bendenizin bildiği, Türkçenin gitgide erozyona uğradığı; hem de yeryüzünde en çok konuşulan diller sıralamasında 22'nci olduğu halde.
Ne yazık ki, "yazı" boyutundan yoksun ve gitgide erimekte.
* * *
Krallar, çarlar, imparatorlar, velhasıl aristokratlar döneminde; en üst düzey saltanat "yönetim saltanatı"ydı.
Okyanusların kullanımı ve sermaye birikimiyle birlikte, enerji kaynağı olarak buhar gücünün de keşfinden sonra aristokratların "yönetim saltanatı", endüstri devriminin "üretim saltanat"na dönüşmeye başladı.
* * *
Politik kadrolar ise, "yönetim saltanatı"nı ele geçirip sürdürmekte direniyorlardı.
Ve pozisyonlarını korumak için, silaha büyük paralar akıtıyorlar; silah fabrikatörleri zenginleşirken, -yeterli yatırımlar yapılamadığı için- kitlelerin önemli bir bölümü çapaçul bir ortamda, el elde baş başta yaşamak zorunda kalıyordu.
* * *
Neyse, bugünden itibaren seçimlere 3 gün kaldı...
TV'lerdeki açık oturumlarda, partilerin adayları neler ve neler söylemiyorlar ki?..
Washington'u köşeye sıkıştırmak; AB ile onurlu, gururlu ve haysiyetli bir biçimde oturmak masaya vs...
* * *
ABD silahlarının şiddet eylemcilerinin elinde çıkması, Tahran'la yapılan gaz anlaşmalarının ballandırılması...
Doğal olarak, "yerel yönetim saltanatı"ndan; geometrik olarak gelişen modern teknolojinin, "ulus-devlet" modeli içine sığmayan ve hızla "evrenselleşen üretim saltanatı"na, nasıl geçilmekte olduğu konusu, yok gündemlerde.
* * *
Palandöken Dağı'na kar yağmış; Van sular seller altında; birdenbire pıtıraklaşan yangınlar...
istanbul'da da sıcaklık 32 derece...
* * *
Beykoz'da Abraham Paşa Korusu ise püfür püfür... Küçük semaverlerle çay servisi yapılıyor...
Biraz nefes alıp, birer çay içmeye gelmiş kibar hanım dostlarla selamlaşıyoruz. Bendenize:
- Seçimlerin sonucu sizce ne olacak, diye soruyorlar.
Sezdiğim kadarıyla, şeriatçılığın yoğunlaşmasından kaygılanıyorlar.
- Seçimlerin sonuçları, diyorum; hiçbir zaman sizler kadar zarif ve güzel olmayacak.
* * *
Değişik bir açıdan bakıldığında; nutuklar da eğlenceli, adaylar da...
Kimsenin, 15 milyon nüfuslu Hollanda'nın sadece lale ihracatından sağladığı 10 milyar dolarlık gelirin; 73 milyonluk Türkiye'nin tüm turizm gelirlerine eşit olduğundan söz ettiği yok...
Hollanda'nın tarım ihracat geliri ise, Türkiye'ninkinin 7 katı...
Ve biz, hesaba kitaba bakmadan Irak'a da gireriz; ABD'ye de "hastir" çekeriz...
* * *
Kimin cüzdanı kabarık, kiminki değil; boş verin.
Önce vatan...
* * *
Abraham Paşa Korusu'ndaki havuzda su nispeten az ama, yine de o güzelim yeşil başlı ördekler yüzüp dturuyor. Bir tanesi de, dişisiyle utanmadan sevişmeye kalktı.
* * *
Küreselleşme çizgisi, silahlara para akıtıp duran "yönetim saltanatları"nın törpülenmesi ve artıp duran evrensel üretimle birlikte yoksul yığınların alım gücünün geliştirilmesi doğrultusundaymış; kimin umurunda...
* * *
Kim bilir bir daha yıla bugünlerde neler ve neler konuşulacak; ya hele 10 yıl sonra?..
* * *
Fenerbahçe Parkı'ndan da Adalar o kadar güzel görünüyor ki...
Bugünden itibaren seçimlere 4 gün kaldı. Alt tarafı nihayet 4 gün daha sürecek, "nah babayı alırsın" türünden ağız dalaşları.
* * *
21. yüzyılın başında, siyasal liderler arasındaki polemiklerin; aşırı ölçüde bir seviyesizlik göstermesinin de, elbet birçok nedeni var.
Ve bendeniz biliyorum ki, bu nedenler hiçbir zaman kurcalanmayacak. Kurcalansa bile, kimse kulak asmayacak.
* * *
1939'da Cumhuriyet'in 2'nci adamı ismet inönü, Cumhurbaşkanı olarak Çankaya'ya çıktığı zaman, kendisinin ilk Başbakanı Dr. Refik Saydam, ilk verdiği demeçlerden birinde şöyle demişti:
- Her işimiz A'dan Z'ye bozuktur.
* * *
16 yıllık Cumhuriyet rejiminin mimarlarından olan 2'nci Cumhurbaşkanı ismet inönü'nün, ilk Başbakanı Dr. Refik Saydam; tüm uygulamaları tepeden tırnağa bozuk buluyordu.
O bozuklukların ne olup ne olmadığı, hiçbir zaman gündeme gelmedi.
Besbelli ki birileri hiç hoşlanmadılar ve hemen gözardı ettiler böylesi kökten bir eleştiriyi.
* * *
Şimdi de Türkiye'nin sürekli gözardı edilen dikenli gerçekleriyle, 21. yüzyılın hızla küreselleşen dünyası çatışıyor ve büyük bir çerçeve içindeki bu çatışma; iç politikaya karşılıklı bir ağız dalaşı olarak yansıyor:
- Hainlerle işbirliği yaparak vatanı satan hainler, elbet kimseyi asamaz...
- Cellatlık reklamıyla prim toplamaya kalkanlara yuh olsun...
- Sen ailenin servetini açıkla önce, ailenin servetini...
- Önce sen açıkla...
* * *
Ne Türkiye bütçesindeki dağılımın dengesizliğiyle, dengeli yeni bir bütçe tasarımından söz eden var; ne 1839'da Sultan Mecit dönemindeki "laiklik" girişiminin, neden hâlâ daha gündemden düşmediğinden.
* * *
1839'da da tellallar bağırtılıyordu sokaklarda:
- Duyduk duymadık demeyin, bundan sonra "Gâvura, gâvur demek" yoktur ha!..
Faytonlarda hoca, papaz ve haham yan yana oturtulmuş olarak dolaştırılıyordu caddelerde.
* * *
Pazartesi günkü Posta gazetesinin manşeti şöyleydi:
"Utan Türkiye - Kilis'te tatile gitme imkânı olmayan çocuklar, TV'de izledikleri 5 yıldızlı otellerdeki eğlencelere özenip Atık Su Arıtma Tesisleri'nin çıkış noktasında bulunan dev borunun içine giriyor ve kayarak önünde biriken su dolu çukura atlıyor. 114 bin 724 nüfuslu Kilis'te çocukların zaman geçirebileceği devlete ait bir yüzme havuzu yok."
Posta, manşetin altına, ufacık çocukların dev borunun içinden nasıl kayarak atladığını gösteren koskocaman bir fotoğraf koymuştu.
* * *
Yine pazartesi günkü Radikal gazetesinde, Neşe Düzel'in Mehmet Uzun'la yaptığı bir röportaj vardı.
Neşe Düzel soruyordu:
- Bu ülkede bir Kürt sorunu var. Bunu herkes biliyor. Peki bu sorunu çözmeye samimi bir şekilde uğraşılıyor mu? Yoksa gerek Türklerden gerekse Kürtlerden birileri kendi kişisel hesapları nedeniyle çözümsüzlüğü tercih mi ediyor?
* * *
Mehmet Uzun'un bu soruya verdiği yanıt içinde, şu cümle bendenizin dikkatini çekti.
- ...bugün birileri Kürt sorununda çözümsüzlüğü hâlâ tercih ediyor. Çünkü savaş; eroiniyle, çeteleşmesiyle çok büyük bir rant alanı. Bu yüzden çözümsüzlüğü isteyen Kürtler de vardır ve bu çözümsüzlüğü bir kader haline getirmek için de ellerinden geleni yapıyorlardır.
* * *
Ve yine pazartesi günkü Milliyet'te Yasemin Çongar, yazısına şu girişi yapıyordu:
"Hoyer, ABD Temsilciler Meclisi'nde çoğunluk grubunun başkanı vekili. Yakın çevresinden öğreniyorum ki, Demokrat siyasetçi 'Ermeni Soykırımı Tasarısı'nı, 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından ve Amerikan Kongresi ağustosta tatile girmeden önce, Temsilciler Meclisi genel kurulundan geçirmeyi hedefliyor".
* * *
Seçim mitinglerinde siyasal parti liderleri; kendilerini överek, rakiplerine sövüp durma ötesinde; ne yılda 60 milyar dolar getirisi olduğu ayyuka çıkan "eroin ve silah kaçakçılığı çeteleşmelerinden" söz ediyorlar, ne ABD Temsilciler Meclisi'ndeki Ermeni Soykırımı Tasarısı'ndan...
* * *
Dünkü Posta'nın da manşeti şöyleydi:
"Felaketin fotoğrafı - Küresel ısınmanın yarattığı felaketin sonuçları bir bir ortaya çıkıyor. istanbul Alibeyköy Baraj Gölü tamamen kurudu. Geçen yıla kadar dolu olun gölde şimdi koyunlar otluyor. Su sıkıntısının boyutlarının her geçen gün arttığı istanbul'da seçimlerden hemen sonra kısıntı uygulanacağı öğrenildi. Türkiye'nin diğer bölgelerinde de durum istanbul ile aynı"
* * *
Bendenizin de oligarşik yapının itibar sahiplerine bir sorum var:
- Kitleleri acımasızca dolandırmaktan hiç utanmıyor musunuz?