2300 yıl önce, gündüzleri elinde bir fenerle Sinop'un sokaklarında dolaşıp duran Diojen:
- Bir adam arıyorum, diyordu.
* * *
Diojen bugün sağ olsa, belki yine gündüzleri elinde bir fenerle dolaşarak:
- Öfkesiz bir adam arıyorum, diyecekti.
* * *
Hazine'den geçinmeli "meslek yoksunu" atanmışlarla seçilmişlerin; akıllarından tanjant bile geçmeyen konularla oynaşmanın tadı bir başka.
işte onlardan birkaçı:
1- Tüm Türkiye'de kaç yüz bin dönerci ustası var ve onların yıllık kazançlarının ortalaması ne kadar?
2- 3200 belediyedeki itfaiyeci kadrosu toplam ne kadar ve onların yıllık ortalama maaşları kaç YTL?
3- Memduh Şevket'in, Fahri Celal'in, Haldun Taner'in yazmış oldukları öyküleri; üslubuna bakarak bir çırpıda birbirinden ayırabilecek kaç Hazine'den geçinmeli var?
* * *
28 yaşından küçük, kendine "çarpıcı bir kimlik" bulma özlemi çeken ve hayatla nasıl baş edeceğini de pek bilemeyen 40 milyon mesleksiz genç; psikopatolojik birer öfke volkanına dönüşmekte...
Tıpkı istanbul depremi gibi, siyasal iradenin dışında dönüşmekte.
* * *
Bir de yaptığı işe âşık, kimseye muhtaç olmadan ferah fahur yaşayan huzurlu dostlar var.
Örneğin, Kızılyaka'da "kuru fasulye güveçte" ve etlisi, tatlısı, yumurtalısı, tahinlisiyle; o an fırından çıkma sıcacık pideler vitüözü Osman Aydın ve eşi Şadiye Hanım...
* * *
Örneğin Muğla'da, imbikleri birbirine bağlayan cam borularıyla, cam şişeleriyle; bir kimya laboratuvarına benzeyen 2 metrekarelik dükkânında sürekli yeni kokular üreten kolonyacı Ahmet...
* * *
Örneğin, Köyceğiz çarşısının girişinde, kaldırıma taşmış masaların dışında, 4 metrekarelik lokantasında; yuvarlak ufak cızbız ızgara köftelerle, kıvamında soğanlı piyaz servisi yapan Mehmet ve eşi Sabahat Hanım...
* * *
Örneğin, Bağdat Caddesi'nde, 40 yıldan bu yana 2 metrekarelik atölye-dükkânında çeşit çeşit saatleri tamir edip duran ve şimdi artık bin bir çeşit saat da satmaya başlayan saatçi Arif...
* * *
Her ne kadar Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri", işine âşık "meslek sahipleri"nden daha itibarlıysalar da; hiçbir zaman ne onlar kadar özerklik, ne de onlar kadar gelişmiş bir kazanç sahibidirler.
* * *
Polemik cambazlığı yarışına girmiş politikacılara hiç benzemeyen, eski Kültür bakanlarından Fikri Sağlar; Türkiye'de yıllık uyuşturucu ve silah kaçakçılığının 60 milyar doları bulduğunu söylemişti.
* * *
Yılda 60 milyarlık uyuşturucu ve silah kaçakçılığı sorunu; nedense hiçbir açık oturumda gündeme gelmedi.
* * *
Hoş, gündeme hiç gelmeyen konu sadece o mu?
1939 yılında ismet Paşa Cumhurbaşkanı olur olmaz; vaktiyle Başbakanlık'tan istifa ettiğinde, kendisiyle birlikte Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'ndan hemen istifa etmiş olan Dr. Refik Saydam'ı, Başbakanlığa getirmişti.
Ve Başbakan Refik Saydam'ın ilk verdiği demeç şu olmuştu:
- Her işimiz A'dan Z'ye bozuktur.
* * *
1923-1938 arasında da, birçok siyasal sorumluluk almış bir Başbakan tarafından; her işimizin A'dan Z'ye bozuk olduğunun açıklanması, üstünde durulmayacak bir konu muydu?
* * *
Her işimiz neden A'dan Z'ye kadar bozuktu?
Şayet konu merak edilse ve gitgide kurcalanması cızzz sayılan, dogmatik ve kutsal bir tabulaştırma zırhı içine sokulmasa; belki de içine hızla kayılmakta olan bir çalkantı dönemi, hiç yaşanmayacaktı...
Ama artık vakit çok geç...
* * *
Resmi klişeler malum:
- Milli çıkarlarımıza göre şöyle, milli çıkarlarımıza göre böyle...
istanbul trafiği de, herhalde milli çıkarlarımıza göre öyle.
* * *
Can Dündar'ın "Nasıl" programına katılan Adalet Bakanlığı'ndan geçmiş politikacılar; izleyicilere, 4 bin savcı ve yargıç eksiği bulunduğunu duyurmuşlardı.
* * *
1939'da Başbakan Dr. Refik Saydam, "Her işimizin A'dan Z'ye bozuk olduğunu"; 2008'de de Adalet Bakanlığı'ndan geçmiş politikacılar, 4 bin savcı ve yargıç eksiğimizin bulunduğunu açıklıyorlardı.
Demek ki milli çıkarlarımız, böyle olmasını gerektirmişti.
* * *
Dün Köyceğiz'de hava güneşliydi ve işlerine âşık dostlar, her türlü saçma sapanlığın dışındaydı.
* * *
Bendeniz kanapeye uzanınca, hemen gelip yanıma yatan Otello da, durumu anlıyor gibiydi ve kendisine:
- Sen de hiç saçmalamazsın değil mi, diye sorduğumda; sanki "evet" anlamına:
- Miyav, diyordu.
Bugün "Sevgililer Günü". Evrensel burjuvazinin, Doğa'nın "sürekli üreme hükmü"ne uygun olarak; kadın-erkek arasındaki aşkı bir kez daha cilaladığı ve çiçekçileri, kuyumcuları, lokantaları hareketlendirdiği gün.
***
"Sevgililer Günü"nü, elbet Türkiye'de de değerlendiren bir kesim olacak.
"Yönetim saltanatı"nı ele geçirme hırsının bitmeyen kavgaları yerine; "üretim saltanatı"nın, etli şaraplı, kadınlı kahkahalı sofralarında tadını çıkaran evrensel burjuvazi; "onlar-biz" ayrımının çaprazı içinde, kendince burjuvalaşmaya da özenen ülkelere, usul usul öyle bir koyar ki ağırlığını...
***
Önce elektrikle girer, "erkek millet" olmakla övünen kadını dışlamış ülkelere; sonra beyaz eşya ile, arabayla, televizyonla, cep telefonuyla, süper marketlerle ve "Sevgililer Günü" ile girer...
Bunu engelleyebilme olanağı ne Afganistan'da vardır, ne Pakistan'da, ne iran'da, ne Irak'ta, ne Suriye'de.
***
Kadınların yaş günlerinin hiç hatırlanmadığı; Zübeyde Hanım'ın bile yaş gününün Çankaya'da kutlanmadığı diyarlarda; üst düzey bir burjuva hayatına, ancak öldükten sonra layık olabilmek için gereken koşulları yerine getirmeye çalışan yoksul kesim; bilinçsiz ve öfkeli bir sınıf çatışmasının tüm tepinmeleriyle bütünleşmeye kayar.
Ve kaçınılmaz bir çalkantı dönemi başlanır yaşanmaya.
***
Evrensel burjuvazinin değişen teknolojilerle küreselleşen kalibresi önünde; ekonomi, hukuk ve tarih bilincinden yoksun ezik yığınların; hamasi övünmeler ve bir an önce mal mülk sahibi olmanın kestirme yollarıyla; "miadı dolmuş bir döneme" yapışıp kalmaları, ne kadar önlenebilir ki?
***
Kadınların yaş günlerinin kutlanmadığı diyarlarda; ne Rıza Tevfik'in:
Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz
mısraının bir anlamı vardır; ne de 18'inci yüz yıl ingiliz yazarı Goldsmith'in: "Bir evde saat durmuş ve ocak tütüyorsa, orada mutluluk yoktur" saptamasının.
***
Bendeniz de ilk gençliğimden beri, nedense pek etkisi altında kalmışımdır Goldsmith'in o saptamasının.
Sade evlerde değil, dışarıda da rastladığım durmuş saatler tedirgin eder beni.
***
Köyceğiz'e geldiğimizde, yazı masasının üstünde duran, parmak büyüklüğündeki madeni bir arabanın fantazist yapısı arkasına oturtulmuş ufacık saat çalışmıyordu; anlaşılan özel pili bitmişti.
Hemen gönderdim saati, pilinin değiştirilmesi için...
***
Eh saatler çalışıyordu, dışarıda yağmur da dinmişti. Köyceğiz Gölü, kurşini bulutların yansımasıyla, kıpırtısız bir aynalaşmadan da vazgeçmiş; ıssız, sessiz ve kimsesiz uzanıp gidiyordu.
Kıyılarda hiçbir balık avcısı yoktu, gölde de bir tek martı bile...
Sadece belirli bir uzaklıkta, grup halinde karabataklar vardı.
***
Haberlerde, türban ve laiklik çatışmaları, idamlı-kefenli; -sadece kadınların yaş günlerinin, bir buket çiçekle bile kutlanmadığı diyarlarda rastlanacak türden- siyasal bir ihtiras bataklığında demagojik gümbürtüler koparırken...
Bendenizin uykusu gelmiş ve yatmıştım.
Solmaz da, TV'nin sinema kanallarında eğlenceli bir film bulmuştu.
***
Saat gecenin 1'inde, Solmaz'ın omuzlarımdan sarsmasıyla uyandım:
- Kalk kalk televizyon tutuştu, diyordu.
***
Tutuşan ve patlayan televizyonlar yüzünden az insan yaralanmamış, az ev yanmamıştı.
Neyse ki Solmaz, hemen fişini çekmişti televizyonun ve salon pis bir yanık kokusuyla duman içindeydi.
Çarçabuk televizyonu alıp, kapının dışındaki verandaya koyduk.
***
Maddeler değişti, değişmedi, rejim tehlikeye girdi, girmedi.
Acaba Anayasa'ya, televizyonların da tutuşup patlamaması için bir madde konamaz mıydı?
***
Rusya da AB üyesi oluncaya dek, çalkantılar devam edeceğe benzer; madem ki büyük bir çoğunlukla kadınların yaş günleri kutlanmıyor...
***
Enseyi karartmayın.
20-25 yıl sonra ne saatler durur, ne ocaklar tüter, ne de televizyonlar tutuşup patlar; Siirt'in köylerinde de açılır süper marketler...
Elektriğin başta istanbul, henüz hiçbir kente gelmemiş olduğu yıllardı. Akşamları gaz lambalarının sönük ışığında oturmaktan da kimsenin yakındığı yoktu.
***
Gecelerden birinde, 3 yaşlarında bir oğlan çocuğu ağlayıp duruyordu.
Çocuğun annesi, eve "evlatlık" sıfatıyla hizmetçi olarak alınmış ve adı "Sadakat" konmuş, yetişkince bir kıza:
- Gel al şunu da sustur, demişti.
***
Sadakat, ağlayıp duran küçük oğlan çocuğunu kucağına almış ve bir elinde idare lambasıyla, hamam kurnasının arka tarafındaki ufak demir kapılı su deposunun önüne götürmüştü.
Sonra da demir kapıyı açıp, idare lambasını sulara doğru tutarak, uzayıveren gölgeleri ağlayan çocuğa göstermiş:
- Bak burada öcü var, hemen susmazsan seni yer, demişti.
***
Çocuğun korkudan ödü patlamış ve hemen susmuştu.
Anne ise, ağlayıp durmasından usandığı küçücük oğlunun susuvermesinden hoşnuttu:
- Sadakat biliyor onu susturmasını, diyordu.
***
Önüne gelenin, önüne geleni:
- Ben kimim biliyor musun?
Diye korkutmaya çalıştığı...
***
"Buzlanmış beyinler ezberine", tartışılması ihanet sayılan dogmatik kalıplarla, kutsal tabuları azıcık fiskeleyerek, bir çakmak alevi uzatmaya kalkanları, önüne gelenin:
- Gördünüz mü, bakın nelere dil uzatıyor, diye hedef tahtası yapma seferberliğine giriştiği; bir türlü burjuvalaşamamış bir ülkede, sürekli öcülerden korka korka yaşamak...
***
Çobanın biri, dağ yamaçlarında sürüsünü otlatırken, bir ayı dışkısına rastlayınca korkar:
- Hay Allah, yine bir ayı dolaşıyor buralarda, diye ne yapacağını şaşırırmış.
***
Ayının dışkısına rastladıkça kork, bir yerlerden ayı çıkacak diye kork...
Bir gün canına tak etmiş çobanın ve bağırmaya başlamış:
- Ayıdan kork, bokundan kork; ben bu dünyaya korkmaya geldim Tanrı aşkına...
***
Bir türlü burjuvalaşamamış, iç göçlerin katmerlendiği ülkelerde; "olduğundan fazla görünme" epidemisi yaygınlaştıkça yaygınlaşır.
Böylesi psiko-sosyolojik bir sakatlanmanın, genç kuşaklara da bulaşması ve kendilerine yakıştırdıkları bir simge ve birkaç sloganla "kimliklerini" kanıtlamaya uğraşmaları kaçınılmaz olur.
Kimi "kutsal inançlar"a sığınır, kimi "çağdaş devrimciliğe"...
***
Bizim Solmaz Kâmuran, yaşlı bir kalem emekçisiyle, yüz yüze tanışma özlemi gösteren 4'üncü kuşak genç dostlardan, 20 kişilik bir grubu davet etti eve.
***
Genç dostlarla konuşurken, taşlaşmış kalıplara; "non-konformist" ve "paradoksal" ters bir raket vuruşun, eğlenceli örneklerinden bir buket sunmaya çalıştık.
Ne kadar becerebildik, bilemem.
***
"Yer" yüzü sadece Türkiye'den ibaret değildi. Afrika'da Kenyalı bir ailenin oğlu olan Obama, ABD'de başkanlık seçimleri için yarışıyordu.
***
Bir "uğraş", yahut "meslek" alanında "var olmak" isteniyorsa; o alanları vaktiyle kulaçlamış olanların da biyografilerine ve ne bedeller ödemiş olduklarına bakmak gerekirdi.
***
Fırından ekmek, kasaptan et almaya; sapına kadar vatansever olduğunu söylemek, yetmiyordu; "inanç" sahibi olmak da yetmiyordu.
***
Bu arada, sınıf bilincinden yoksun ezik çevrelerin çocukları, öldükten sonra zengin burjuvalar gibi yaşamayı hak etmek için; "kutsal inanç" adı altında önerilmiş kutsal yöntemleri benimsemek mıknatısına, çok kolay tutulabilirlerdi.
***
Sınıf bilincinin iğdiş edilmesi, kökleri sınıfsal tepkilere dayanan zıtlaşmaların, su yüzüne vurmasını engellemeye yetmezdi.
Doktorların hastalığı teşhis etmeleri yasaklanınca; hastalık ortadan kalkmaz, acıklı ve garip görüntülerin dışa da vurmasıyla sürer giderdi.
***
Yerel politikaların çöplüğüne düşmek yerine; kendi alanında evrensel kalitelerle bütünleşebilme rotalarını benimsemek ve önemli olmanın yollarını "arayan" biri olmak yerine, taze bir değer üretme tutkusundan ötürü "aranan" biri olmak...
***
Genç dostlarla güncel sözlüklerin ötesinde, beyinsel ve gönülsel bir ça-ça-ça da az zevkli değil hani...
***
Gelen genç dostlardan sadece 3'ü genç kızdı.
Türkiye'nin erkek ağırlıklı dengesiz tablosu, kendiliğinden bizim küçük salona da yansımıştı.
***
Ne yapalım, militarist bir iradeyle burjuvalaşmak, ancak bu kadar olabiliyordu işte...
40'ından daha genç olan ve orta şekerli bir sanat bohemiyle hemhal olma avareliğinin ortak özelliklerini taşıyan kuşaktan, zaman zaman TV ekranlarında röportaja çıkanların sık kullandıkları bir sözcük var, "büyük keyif..."
Altın Portakal film yarışmasını izlemek de büyük keyif; istanbul'da yeni açılmış bir resim sergisine gitmek de; Marmaris koyuna bakarak kapiçino içmek de...
Benim için de büyük keyif, sabahları saat 8'e kadar gazeteleri tek tek gözden geçirmek...
Dünkü Sabah'da, Almanlar'ın Bulvar gazetesi Bild'den yapılmış alıntı bir habere koca koca puntolarla şu başlık atılmıştı, "Türkler'e müjde"...
Bild ise "Hoşgeldiniz Yeni Vatandaşlar" başlığını koymuştu verdiği habere.
Almanya'daki 900 bin Türk'e aynı zamanda Alman vatandaşı olma hakkı tanınıyordu. Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller'in kabul ettiği koalisyon protokolünde, eski vatandaşlık yasasının değiştirilmesi de karara bağlanmıştı. Bu değişikliğe göre 14 yaşından beri -ister kadın, ister erkek olsun- Almanya'da yaşayan bir Türk'ün Almanya'da doğmuş çocuğu Alman vatandaşı sayılacaktı.
Ve bu durumda olan 900 bin Türk vardı Almanya'da. Ayrıca yasadaki değişiklik, geri kalan bir milyonu aşkın Türk'ü de yakından ilgilendiriyordu. Ne zaman Alman vatandaşı olabileceklerinin koşullarıyla takvimini belirliyordu çünkü.
* * *
Cumhuriyet'in 10. Yıldönümünde 5 yaşındaydım. Babam Edirne vilayetinde Umur-u Hukukiye Müdürü idi. Bütün kent, üstünde bir baştan bir başa "Ne mutlu Türküm diyene" yazılı zafer taklarıyla donatılmıştı.
Taklardan bazılarının üstünde "Bir Türk cihana bedel" diye de yazıyordu, bazılarının üstünde, "Durmayalım düşeriz" diye de...
Şimdi geldik Cumhuriyet'in 75. Yıldönümüne...
Almanya'da değişen iktidarla birlikte Almanya'da yaşayan Türkler'e sağlanan en büyük avantaj, artık Alman vatandaşı olabilmeleri...
Gerçekten de onlar için büyük bir müjde bu...
Biliyorsunuz değerli yazar dostum Demirtaş Ceyhun'un oğlu Ozan Ceyhun'a Türkiye'deyken çakılan komünistlik damgası, çocuğun hayatını bir anda Gayya kuyusuna atmıştı...
Neysi ki Ozan, Almanya'da Alman vatandaşı oldu.
Şimdi kendisi Yeşiller Partisi kontenjanından Avrupa Birliği Parlamentosu'nda Alman Devleti'ni temsil edecek...
O Avrupa Birliği ki, oraya girmek için kademeli olarak adaylığa kabul edilen 11 ülkenin kuyruğuna bile takılamadı Türkiye..
Ya Ozan Ceyhun hala Türk vatandaşı olsaydı, nasıl bir hayat yaşayacaktı? Bu sorunun yanıtını da Süleyman Bey ile üst düzey sivil-asker bürokratların ferasetine, izanına ve takdirine bırakalım isterseniz.
Ülke yararına eroin kaçakçılığı yapmalarına -sözde kurnazca- göz yumulan sabıkalı kabadayıların, nasıl bir egemenliği hangi boyutlarda ele geçirdiklerini de yine onların takdirine bıraktığımız gibi...
Doğrusu büyük başarıdır, kendilerini kutlarız.
* * *
Yine dünkü Milliyet'te sevgili Doğan Heper, köşe yazısına şu başlığı atmıştı:
"Çözümsüzlük kader mi?"
Niye kader olsun ki?
Ta öteden beri Hazine'den geçinen kadrolar için oldum bittim en akılcı durumdur, "çözümsüzlük"...
Herhangi bir değişime yönelmek risklidir Türkiye'de... Böyle bir özen, istek, çaba, "ortalığı karıştırmak" sayılır...
En güvenli tavır, hiç bir şeyi ırgalamadan "durumu idare etmektir".
Askere giden gençlere dahi şu üç geleneksel öğüt verilmez mi:
- Kaçma, çalışma, karışma...
Çözümsüzlükler toplumsal tepkilere neden olmaya başladığında ise, yüzlerce yıldan bu yana hep aynı yöntem uygulanır, "vurursun kafasına odunu, sesini kesersin."
* * *
Rüşvet, haraç, avanta, beleşten keseyi doldurma, çok eski bir kurum bizde... O açıdan Osmanlı tarihi de tam bir rezalettir aslında.
Kanuni döneminde Fuzuli'nin Saray'a yazdığı mektubu bir hatırlayın:
"Selam verdik rüşvet değil diye almadılar"
Ya Hurrem Sultan ile Damadı Rüstem Paşa'nın servet listesi?..
Tanzimat da tam bir beleşçi bataklığıydı, II. Meşrutiyet de...
Cumhuriyet'in ilk yıllarında Bahriye Nazırı ihsan Bey'in Yavuz zırhlısına Almanya'dan Havuz alırken şavulladığı rüşvet mahkemeye verildiğinde, ağızlarda dolaşan fıkra neydi biliyor musunuz?
Hamamın namusunu kurtarmak için tellaklardan birinin feda edildiği...
* * *
ismet Paşa iktidarının son dönemlerinde Falih Rıfkı'ya yarım volkanik bir gençlik çıkışıyla:
- Çalıyorlar beyefendi, çalıyorlar; demiştim.
Falih Rıfkı:
- Çalmıyorlar alıyorlar, demişti.
Neden bürokratik egemenlikle siyaset bu kadar göz karartıyor Türkiye'de? Çünkü kalitesizliğin en mendebur düzeyine bile, en geniş, olanakları ancak o ikisi sağlayabiliyor...
Eski zamanlar istanbul'unun durmuş oturmuş aileleri, çocuklarını hazineden geçinmeli bir makam sahibi olmaları için gönderirlerdi okullara. O dönemlerde hayatta en imrenilecek başarı payesi Vali olmak, Genel Müdür olmak, Müsteşar olmaktı.
Rahmetli babam da hayatı salt o açıdan görürdü. Sürekli bürokrasi kulislerinin dedikoduları yapılırdı evde...
Ha bir de, tek parti iktidarının saylavı olmak vardı. Şu veya bu il listesinden aday gösterilme olasılıkları üstünde de durulurdu...
Dünyadaki bilim, sanat ve üretim topoğrafyaları, kimseyi ilgilendirmeyen uzaydaki meçhul bir galaksi anlamsızlığındaydı.
Hayat Türkiye'den ibaretti ve orada da en büyük başarı, hazineden geçinmeli üst düzey bir makam sahibi olmaktı.
Kimse Türkiye'den azınlıkların, hiç de hazineden geçinmeli olmadıkları halde, zaman zaman nasıl evrensel bir nitelik gösterdikleri üstünde durmazdı.
Ve yine kimse Tanzimat Batıcılığı'nın, nasıl olup da ittihatçılar'ın iktidarıyla birlikte II. Wilhelm'in rotasında aniden Orta Asya ırkçılığına dönüverdiğini merak etmezdi..
* * *
Çağ dinamiklerinden kopuk, şoven bir hegemonyanın demagojik tiratlarıyla, aynı kalıplar içinde koşullanmış renksiz beyinli pozörler galerisinin ortamlarında yetiştik biz..
Büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi bilirdi.
Düşmanı denize onlar dökmüş, bizi onlar kurtarmıştı.
Ebedi Şef'e saygı, Milli Şef'e bağlılık... Milli Şef'e saygı, Ebedi Şef'e bağlılık... Ebedi Şef'in izinde, Milli Şef'in emrinde.. Milli Şef'in emrinde, Ebedi Şef'in izinde...
Kimsenin ne makro ekonomiden çaktığı vardı, ne de adam başına düşen ulusal gelir ortalamasından...
Gerçi ismet Paşa ile CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal'ın Parti'yi daha gençleştirip, daha çağdaşlaştırma eğiliminde oldukları söyleniyordu ama...
Bir de Peker'ciler vardı. inkılapları tehlikeye düşürmemek gerekçesiyle beylik klişeleri savunan.
* * *
CHP'nin iktidardan yeni düştüğü yıllardı. Parti'nin resmi organı Ulus'ta küçük fıkralar yazmaya başlamıştım.
Bir gün ismet Paşa, Nihat Erim'le beni evinde başbaşa bir akşam yemeğine davet etmişti.
Protokol biçimlenmelerinden yoksun olduğum için, ne söyleyeceğimi, nasıl konuşacağımı kestirememenin tedirginliği içindeydim.
Paşa yemek masasının başına oturdu. Sağ yanına beni, sol yanına da Nihat Erim'i oturttu.
Ve eliyle de rakı koydu bardağıma...
* * *
Cahit Sıtkı'yla nerdeyse on yıl boyunca hemen her akşam Şükran Lokantası'nda başbaşa içtiğim rakıların özgürlüğüyle, ismet Paşa'nın masasındaki rakının "efendi gibi olma" zorlanması belki de hayatımın en sağlıklı pusulasını oluşturdu...
Kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden salt kalem gücüyle yaşama özerkliğinin çekimi biraz daha perdahlandı gözümde.
Ve ismet Paşa'ya ilkesiz bir parti opürtünizmiyle ilgili bir meyhane fıkrası anlattım.
Paşa duyar gibi yaptı, duymaz gibi yaptı, beni de bozum etmedi.
* * *
O tür yakınlaşmalar sonucunda bir gün de Paşa'ya, ilk Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Başbakanı Dr. Refik Saydam'ın vermiş olduğu bir demeçten söz etmiştim. Dr. Saydam Türkiye'de "Her işin A'dan Z'ye bozuk" olduğunu söylemişti. Peki, ondan sonra neden köklü bir düzeltmeye gidilememişti?
Paşa:
- Vaktimiz olmadı, demişti. Biz iktidara geldiğimizde 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaş bittikten az sonra da biz iktidardan düştük.
* * *
Bana sorarsanız Türkler'in en belirgin özelliği mesleksiz oluşları. insanlığın evrensel boyutlu birikimleriyle de hiçbir hümanist sentezde buluşma özlemi taşımıyorlar. O yüzden de siyasal bir "otofaji"ye güngünden daha çok sürükleniyorlar...
Arkadan bakıldığından ortası hayli açılmış olan saçlarımı, arada sırada -15 dakikalık bir süre içinde- bir berber koltuğundan geçirmek gerekiyor.
***
Birkaç gün önce Caddebostan'daki, babaları da dostum olan, son moda deyimle "erkek kuaförü" genç kuşak arkadaşlara uğradım.
***
Yanımdaki koltukta genç bir mühendis oturuyor ve bir berberin bir ömür boyu kaç başı tıraş ettiğinin hesaplarını yapmaya çalışıyordu.
Yaptığı hesaplara göre bir berberin bir ömür boyu tıraş ettiği başlar, orta boy bir ilçe nüfusunu buluyordu.
***
Genç mühendisin yaptığı hesapta unuttuğu faktör, Türkiye'de kaç yüz bin berberin hangi yörelere nasıl dağılmış olduğuyla, bölgelere göre berber başına kaç müşterinin düşebileceği varsayımıydı.
***
Genç mühendisle ayaküstü de süren sohbete, "bilgi toplumu" etiketine zıt düşmeyecek fıkırtılı bir tazelik eklemeye çalıştım:
- Bak, dedim; fotoğraf makinesi 1840'lı yıllarda icat edildi. Dünyada fotoğrafı çekilmiş ilk berberin resmini bul ve çoğalt. Her röprodüksiyonu 5 YTL'den tüm kuaförlere satma olanağı çıkabilir karşına. ihya olur gidersin, hem de taş atıp kolun yorulmadan.
***
Berberler tarihi üstüne çalışma yapmış kimse var mıdır, bilmiyorum. Oysa berberler tarihi, siyasal egemenliklerle toplumsal düzeylerin de, gerçek boyutlarını yansıtır.
***
Örneğin Osmanoğulları döneminde kadın berberi var mıydı?
Türkiye'de kadın berberleri ne zaman çıktı ortaya?
***
Türkiye'de berberler tarihini; Avusturya-Macaristan imparatorluğu'nun siyasal egemenleri Habsburg'lar dönemindeki berberler tarihiyle de, Fransa imparatorluğu'nun siyasal egemenleri Burbon'lar dönemindeki berberler tarihiyle de karşılaştırmak gerekir.
***
O zaman bakın nasıl ayna gibi ortaya çıkar, Türkiye'nin bugünkü durumuyla, siyasal kutuplaşmalarının nedenleri...
***
Arkadan bakılınca ortası açılmış saçları, bir kez daha berber koltuğundan geçirmekle iş bitmiyordu.
Levent'te, hukukun ve yargının her dalında kadınlı-erkekli uzmanlarla örgütlenmiş bir "hukuk bürosu" bulunan, şair ve avukat dostum Uğur Koçlu'ya giderek, bir vekaletname vermem gerekiyordu.
***
Yarın sabah saat 10'da, Kadıköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde hazır bulunmam gerek.
Çıkacağım merdivenler de büyüyor gözümde; mübaşirin adımı bağırma olasılığı da, şimdiden eski anıların görünmez kubbesinde tuhaf bir yankılanmayla; elimi, dolan alt gözkapaklarıma götürmeme neden oluyor.
***
7.5 yıl önce Sabah gazetesinde yazdığım mizahi bir yazıda adı geçtiği için; o zamanki bakanlardan biri alınmış ve telefonla savcıyı uyararak, hem benim hakkımda, hem de Sabah'ın o dönemdeki sorumlu yazı işleri müdürü hakkında bir ceza davası açılmasına neden olmuştu.
***
Açılan kamu davasında tazminata mahkûm olmuştuk ve dava "temyiz" edilmişti.
Yargıtay oybirliğiyle mahkûmiyet kararını, "usule aykırı açıldığı" gerekçesiyle bozmuş.
Şimdi dava yeniden başlamakta.
***
Uğur Koçlu'nun Levent'teki hukuk bürosuna gideceğiz ama, nasıl gideceğiz?
istanbul'u sisler basmış, vapur seferleri durdurulduğu için de, trafik kilitlenmiş.
***
Randevu saatinde büroda olabilecek miyiz, olamayacak mıyız?
Tevfik Fikret'in 100 yıl önce yazdığı ünlü "Sis" şiiri dolaşıyor gibi, Boğaz'la istanbul'un üstünde.
***
Fikret'in dili, ağdalı mı ağdalıdır. Vezni, kafiyeyi bir yana bırakıp, sadeleştirmeye çalışalım:
Sarmış yine ufuklarını bir inatçı duman,
Bir beyaz karanlıktır gitgide yoğunlaşan.
Bu yoğunluk altında ezilip, silinmiş gitmiş her varlık,
Tozlu bir yoğunluktan ibaret tüm ortalık.
***
Tevfik Fikret'in hayatı ve şiirleriyle, "toplumsal belalar" arasında ters bir orantı var gibidir.
Tevfik Fikret uzaklara itildikçe, "toplumsal belalar" daha hızlı yaklaşır sanki...
***
Fikret'in şiirleriyle, şiirlerinin sadeleştirilmiş metinleri de bulunan; "Fecr-i Ati" şairine ait kitaplardan birini, dikkatle karıştırırsanız hemen anlarsınız bunu.
***
Uğur dostumla zamanında buluştuk, kadınlı-erkekli genç uzmanlarla da tanıştık ve bendenize ait bir monologla; epey takılıp, şakalaştık kendileriyle.
***
Saç tıraşım da, yargıya olan saygıma uygun bir özendeydi.
***
Türkiye'nin içine kaydığı çalkantılar; "yazı" adamlarına karşı duyulan diş gıcırdatmalarıyla başlıyordu ama, kimse farkında değildi bunun.
Belki sadece bizim pancar motoru farkındaydı.
2000-2008, 50-60 yıllık bir uzaklıktaydı. Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal vardı.
"41 buçuk", "Dolmuş", "Tef" dergilerinde ve Vatan gazetesinde ilhan Selçuk.
"Hayat" ve "Life" dergileriyle Galatasaray'daki stüdyosunda Ara Güler.
***
Ankara'da "Kürdün Meyhanesi", "Şükran Lokantası", "Karpiç" vardı.
"Kürdün Meyhanesi ve Şükran Lokantası"nda Orhan Veli vardı, Cahit Sıtkı vardı, Ahmet Muhip vardı, Melih Cevdet vardı, Şahap Sıtkı vardı, Suphi Taşhan vardı.
***
Sonradan bacağından asılan Mussolini'nin 1930'da italyan Ceza Yasası'na oturttuğu balyozlu maddeler, yalan yanlış bir çeviriyle Türk Ceza Yasası'na hemen kopya edilmişti.
***
Şairleri, yazı adamlarını, ressamları, müzisyenleri, sahne sanatçılarını; tepesine bağdaş kurmuş oldukları ülkeleri dünyaya karşı dikenleri zehirli tellerle kapatmış olan siyasetçiler; içeride sürdürdükleri fanfinfon politikalarının propaganda aracı olarak görmek isterlerdi.
***
Cezaevlerinde Ruhi Su'lar, Nuri iyem'ler, Hasan izzet'ler, Ulvi Uraz'lar, Selçuk Uraz'lar vardı.
***
Gönülleriyle beyinlerinin geniş teraslarından, çağdaş dünyaya bakan ve mutluluğu kalemlerinin, "yazı" lezzetiyle buluşmasında tadan yazarlar vardı.
Ezen ve sömüren egemen sınıflara karşı ezilen ve sömürülen sınıfların çıkamayan seslerini, orkestralaştıran sanatçılar vardı.
***
Maçka'da Sabahattin Eyüboğlu vardı.
Yeşiltulumba'da Orhan Kemal vardı.
Beyoğlu'nda Nuhun Gemisi vardı.
Nuhun Gemisi'nde Turhan Selçuk vardı, Ferruh Doğan vardı, Eflatun Nuri vardı.
***
Küçük Sahne'nin altındaki "Kulis"te Yaşar Kemal vardı, Şakir Eczacıbaşı vardı, Sadri Alışık vardı, Benli Belkıs vardı, barmen Hakkı vardı.
Moda'da ilhan Selçuk vardı.
***
Bizlerin arasında, buzlanmış beyinleri çok aşan ortak bir dil vardı.
***
Fındıklı'nın üstünde CHP milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu'nun evinde Cemil Sait Barlas'la oturuyorduk. Cemil Sait, 16 yaşındaki oğlu Mehmet Barlas'ı da getirmişti.
***
Ara Güler'in fotoğraflarıyla, istanbul'u bambaşka bir objektiften gösteren "Al işte istanbul" çalışmaları vardı.
***
Yeni açılmış Divan Oteli'nin amerikanbarında her akşam Doğan Nadi vardı, Yaşar Kemal vardı, bendeniz vardım.
***
Basınköy'de Yaşar Kemal vardı, Orhan Kemal vardı, M. Uykusuz vardı, Yalçın Çetin vardı.
Her sabah ilhan Selçuk'la en az 1 saat süren telefon konuşmaları vardı.
Kitaplarımız vardı, tiyatro oyunlarımız vardı, gözaltılarımız ve cezaevlerimiz vardı.
Tilda vardı, Handan vardı, Kerime'cik vardı.
***
1 ay sonra evliliklerinin 40'ıncı yılını kutlayacak olan Canan Barlas ile Mehmet Barlas'ın nikâh törenleri vardı.
Nikâh töreninde Canan Barlas ile Mehmet Barlas'ın birer de şahidi vardı; ilhan Selçuk ve bendeniz...
***
Bizlerle sıkı sıkıya dostluk eden ünlü siyasetçiler, militerler, hatta cumhurbaşkanları da vardı.
Ama kelepçeler, gardiyanlar, Kemikkıran Arif'ler, Hamido'lar da vardı.
***
Pazar akşamı Canan Barlas'la Mehmet Barlas'ın evinde bizler için 50-60 yıllık bir geçmişe doğru akan bir anılar ırmağı vardı.
Birbiriyle buluşmanın sürprizli sofrasında Yaşar Kemal vardı, Ara Güler vardı, ilhan Selçuk vardı. Bizden sonraki kuşaktan, yine demirparmaklıklar imbiğinden geçmiş Ali Sirmen vardı.
O ırmağın içinden geçerek, şimdi artık 55'ine basmış olan Mehmet Altan vardı.
***
Türkiye'nin iç çalkantılarını çok aşan bir küreselleşmenin motorları hızla çalışıyordu.
Modern teknolojinin yarattığı yeni üretim füzelenmeleriyle, işçi sınıfının bedensel enerjisini sömürme dönemleri hızla aşılıyor ve sürekli yenilenip artarak yaygınlaşan üretimin, pazarlarını genişletmek gerekiyordu.
***
Yeryüzünde 4 milyar yoksul insan yaşıyordu. Onların yoksulluğunun baş nedeni, tepelerindeki "yönetim saltanatı" düşkünleriyle kavgacılarının, saçma sapan savurganlıklarıyla silah alımlarına ödedikleri yüz milyarlarca dolardı.
***
Bireyi ezen oligarşik devlet silindirlerine karşı, "insan hakları"nın evrensel kriterleri çıkıyordu ön plana ve "burjuva enternasyonalizmi"; "uzay çağı" ile önü açılan modern teknolojinin sınır tanımaz gücü sayesinde "yer" küresi üstündeki köylülüğü dönüştürme seferberliğine girişiyordu.
***
Canan Barlas'la Mehmet Barlas'ın evindeki Pazar gecesinde bu tür konulara hiç girmedik...
Bu tür konuların dahi çok üstündeydi bizlerin, ömür takvimlerimizin boy aynalarında, birbirine karışarak yansımış olan hayatlarımız.
***
Bir gün olsun birbirimizi kırmamıştık. Birlikte, gece yarıları kahkahalarla gülerek daha uzağa işeme yarışları da yapmıştık; cezaevleri ranzalarında birlikte uyumuştuk da...
Paris'te de uzun süre birlikte bulunduğumuz olmuştu, isveç'te de...
***
Pazar gecesi de, azalan takvim yapraklarına hiç aldırmadan; konuştuk, dalga geçtik, birbirimizin albümlerini döktük masaya...
Sonra da birbirimizle yine sarmaş dolaş olarak ayrıldık ve silinip gittik gece istanbul'unun uzayan yollarında...
Cuma akşamı saat 17'yi geçe, Kızkulesi'ne de yakın olan Boğaz köprüsünün tam ortasındayken, Süleymaniye yönünün uzaklarında güneş batıyordu.
Tanrısal bir ihtişamla, kızılımsılığını daha da keskinleştirip, yuvarlak çemberini daha da büyüterek, gerçek kimliğini ima ede ede batan bir güneş...
* * *
Boğaz köprüsünün tam ortasından, istanbul ufuklarında batan güneşe ve bir de Boğaz'ın gölgelenmiş sularına bakmak...
Üsküdar'ın arkasındaki tepeleri kaplayan yapıların, daha da yükseklerde bulunanlarından birkaçının camlarında; güneşin son ışıkları göz kamaştırıcı bir yansıma ile veda öpücükleri gönderiyor gibiydi.
* * *
Güneş milyarlarca yıl önce de böyle batıyordu, milyarlarca yıl sonra da böyle batacak...
Ve grup vakti Boğaz köprüsünün tam ortasında, bir arabanın içinden tüm anlamını yitirmiş bir gülücük bıraktım, milyarlarca yıllık bir geçmişle, milyarlarca yıllık bir geleceğe.
Sunabileceğim başka bir armağan yoktu elimde.
* * *
Uzunca bir süre önce Köyceğiz Gölü'nün arıtma tesislerini kurmak için, ailesiyle birlikte gelip Köyceğiz'e yerleşmiş olan Alman mühendis Hartmut Beck dostumuzun, birlikte çalıştığı Alsace'dan gelme bir meslektaşı daha vardı.
* * *
Bir gün hep birlikte ahbaplık ederken Alsace'lı mühendis, istanbul'a ilk geldiğinde karısına yazdığı mektubu anlatıyordu:
- istanbul'a adımı mı atar atmaz, hiç beklemediğim bir şey oldu; her taraftan havai fişekleri patlamaya başladı. Gelişimi nasıl haber aldılar da, kutlamaya başladılar, diye düşünür gibi oldum adeta... Ama ertesi akşam da havai işekleri gösterisi sürdü gitti, daha ertesi akşam da, daha ertesi akşam da... Anladım ki havai fişek gösterisi, geldiğim için değilmiş.
* * *
Hangi kentte her akşam havai fişek gösterileri olur ki?
Ama istanbul'da olur, özellikle yaz gecelerinde. Toplamı milyonları aşan YTL, renk renk savrulur havalarda.
* * *
Mehmet Barlas, havalar ısınıp günler uzarken kendisinin de, Boğaz'ın her 2 yakasında birden başlayan havai fişek gösterilerini her akşam izlediğini söylerken, kibar bir fiskeleme de yapıyordu:
- Biraz da sonradan zengin olmanın, bize özgü garip bir savurganlığı. O nedenle istanbul'da havai fişek üretiminin yaygın bir piyasası var. Bu işletmeler, denetlenemeyen sakıncalı işletmeler.
* * *
Emre Kongar, daha keskin bir özetleme yaparak:
- Görgüsüzlük, diyordu; daha çok düğünlerde oluyor o gösteriler. Yüz binlerce YTL'yi havaya savuracaklarına, keşke yeni evlenenlere verseler, çok daha yararlı olur.
* * *
istanbul'un binlerce yıldan bu yana yaşadıkları ve yaşayacakları...
Saltanat cinayetleri, siyasal idamlar, depremler, yangınlar ve en sonunda yine manşetlerde dalgalanan "Davutpaşa katliamı"...
Gerçi şimdi, gitgide alevlenen bir de türban tartışmaları var ama, bendenize o tartışmalardan gına geldi.
* * *
Bektaşi babası ile incili Çavuş konuşuyorlarmış.
Baba erenler:
- Ne demiryolu kazalarının, ne faili meçhul cinayetlerin, ne patlamaların çatlamaların, ne resmi kartvizitli yasadışı suç örgütlerinin gerçek sorumluları ortaya çıkıyor; her "mevki sahibi" topu ya taça gönderiyor, ya:
"- Kimin ayağına düşerse düşsün, gibilerden hemen havalandırıyor, diyormuş.
* * *
incili Çavuş da:
- Moda olan bir deyimle "konjonktür" sık değiştiğinden; her bela, sahaya yeni çıkmış bir "mevki sahibi"ne rastlıyor, diyormuş. O nedenle de:
"- Ayağı bir kez sürçen atın başı kesilmez, ilkesi ağır basıyor olmalı...
* * *
Bektaşi babası:
- Evet ama, demiş; ya ahırın ayağı hep sürçüyorsa?
* * *
Av. Taner Aktop'un, gerçek hayattan da kahkahalı belgelerin bulunduğu fıkra dağarcığından, mahkeme tutanaklarıyla ilgili birkaç örnek...
Soru:
- Doğum tarihiniz nedir?
Yanıt:
- 15 Temmuz.
- Hangi yıl?
Yanıt:
- Her yıl.
* * *
Soru:
- Korna çaldınız mı?
Yanıt:
- Kazadan sonra mı?
Soru:
- Kazadan önce.
Yanıt:
- Tabii, 10 yıl boyunca.
* * *
Soru:
- ilk evliliğiniz nasıl sona erdi?
Yanıt:
- Ölümle.
Soru:
- Ölen kimdi?
* * *
Hilmi Yavuz'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:
Kayboluş
ve
özlem
bir insana bırakılmış olan keder
ve kelimelerin kalbi...
insan, kendini özler mi?
özler! bizler ilinekleriyiz,
bizler,
yol sefilleriyiz...
uzakta, kendimin hayali,
bölük pörçük ve paramparça;
bir daha görse miydim?
kendine akıyor denizler...
insan kendini özler mi?
özler! nerdesin ben?
bulsam da bir mühür gibi
hayatımın eski defterinin
soluk, lekeli, özürlü,
çizgili ve saman
kâğıdına geçirsem...
Davutpaşa'da, çeşitli atölyelerin bulunduğu 5 katlı bir binada, bir de maytap ve havai fişek üretimi yapan ruhsatsız bir yer varmış. Daha önce de aynı türden üretim yapan başka işletmelerde görüldüğü gibi; 5 katlı binanın havai fişek üretimi yapan dairesindeki patlayıcı malzeme, gümleyivermiş.
Sonuç 23 ölü, 117 yaralı, çöken bina ve sokakla çevredeki yapıların, sanki "bombardımana uğramış" görüntüleri.
* * *
Bir önlem alınamaz mıydı? Alınamazdı ve alınamayacaktır da...
* * *
Medyadan öğrendiğimize göre, Türkiye genelinde pıtırak gibi genişleyen ve kontrol edilemeyen binlerce "kayıt dışı" işyerinde, -Sabah'ın deyimiyle- sadaka parasına çalışan 10.5 milyon işçi varmış.
Bunların 1.1 milyonu da istanbul'daymış.
* * *
Demek ki 80 yıldan bu yana, dağa taşa "Önce vatan" yazıp, altına da özenli bir Türk bayrağı çizimlemenin pek bir yararı dokunmamış; azmanlaşmış trafik kazaları, yoğunlaşan doğalgaz yangınları ve ruhsatsız havai fişek üretimi yapılan yerlerdeki ölümcül patlamalarla, "belaların yaygınlaşmasını" engellemeye.
Öyleyse amacı neydi ki, dağa taşa "Önce vatan" yazmanın?
* * *
Gitgide hızlanan bir "iç göç" ve yağmalanan ormanlarla, vadileri - yamaçları kaplayan kaçak ve çarpık bir yapılanma...
Üstelik bir deprem bölgesinde yaşamakta olduğumuz da, artık sık sık hatırlatılırken...
* * *
işte kutsallaştırılmış hamasi sloganlarla; Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"ne, "itaatkâr vatandaşlar" yetiştirme "çağdaşlığı"nın sonuçları.
* * *
itaatkâr olması istenen vatandaşların da; çolukları çocuklarıyla başlarını sokacak bir yerlere ihtiyaçları yok muydu; karınları acıkmıyor muydu, biraz daha doğru dürüst yaşamak istemiyorlar mıydı?
* * *
Göçlere gerek bırakmayacak, dengesi düzgün, kaliteli bir yaşam ortamını gerçekleştirmek için de; şeffaf yatırımlara, yani efendim "para"ya ihtiyaç vardı.
* * *
O "para" acaba neden bulunamıyor, bulunanlar da acaba nerelere harcanıyordu?
* * *
Başta kuşak kuşak, "padişah efendilerimiz" olmak üzere; egemenlik saltanatına taht kurmuş, politik ve bürokratik kadroların, -kurumsallaşmışlık mirasıyla- özdeşleştiği sorunlar mıydı bunlar?
* * *
Aileler içinde, bu tür konular konuşuluyor, bu tür sorgulamalar mı yapılıyordu?
* * *
Bir de Türkiye'de şimdiye dek yasaklanmış kitapların, tiyatro piyeslerinin, filmlerin bir dökümü yapılsa...
O zaman her kış binlerce köyün neden yollarının kapandığının da; Davutpaşa'daki gizli atölye patlamasının da, sıklaşan mahalle çatışmalarının da, yeri göğü ayağa kaldıran türban tartışmalarının da; ne tür bir "yönetim anlayışı"ndan uzantılı olduğu çıkar ortaya.
* * *
Ne ilkokullarda öğrencilere ezberletilen:
Süngümü demir gibi ellerimle kavradım,
Şanlara zaferlere yürüdüm adım adım
manzumeleri, ne "şanlı atalarımız" nutukları bir reçete olabildi "gelişmiş"lik payesine erişmeye. Ve usul usul hem kırsal, hem mahalle kesiminin "Cami" parfümlü siyaseti; ürkütmeye başladı başta istanbul, kentlerin "Tanzimat birikimine" sahip kesimini.
* * *
28 yaşından küçük 40 milyon gencin, yaratabileceği ters fırtınalar da; birkaç avuç gerçek eğitimcinin dışında, hiç hesaba katılmıyor.
* * *
Ha kaçak bir atölyeden sağlanacak kazanç hırsı; ha ağız dalaşlarıyla bir "mevki sahibi" olma, yahut olunmuşsa, onu kaybetmeme hırsı...
* * *
Kurnazlıklar, kestirmeden köşeyi dönme tepinmeleri, önüne geleni linç etme tehditleri, çeşitli alanlarda yiğitlik gösterileri...
* * *
Beyaz bir kâğıdın üstüne özgürce koyabilirsiniz bir "nokta"yı; 2'nci "nokta"yı da koyabilirsiniz özgürce. Her 2 "nokta"yı düz bir çizgiyle birleştirip de, o çizgiyi düz olarak uzatmaya kalkarsanız; 3'üncü "nokta"yı o çizgi kendi koyar.
* * *
Çaresiz geçileceğe benzer, çalkantılı bir dönemden... Daha önce konulmuş noktaları birleştiren düz çizginin uzantısı, artık kişi iradesini aşan böyle bir noktadan geçileceğini göstermede...
* * *
Bugünün 20 yaş çocukları, 60'ına vardıklarında, kimbilir neler neler anlatacaklar?
Acaba şu yazıyı da o yaşlarında kazara okusalar; bendenizi takoz kafalı bulurlar mıydı, bulmazlar mıydı?
* * *
Bulmalarını isterim, öngörülerim doğru çıkmasın isterim. Her ne kadar "sınıfı sınıfa düşman etmekle" çok suçlanmışsak da...
Sadece kaptanların bakımlı olduğunu iddia ettiği gıcırtılı bir gemide, -pusulanın da bozuk olduğu anlaşılınca- yolcular arasında da bir kutuplaşma başladığında...
* * *
Son çare olarak tüm yolcuları namaz kılmaya davet eden 3'üncü mevki yolcularıyla; bir an önce kapağı, ufukta görünen bir transatlantiğe atmak için, elden gelenin yapılmasını isteyen 1'inci mevki yolcuları arasında, mürettebat da 2'ye bölündüğünde...
* * *
Su tesisatçısı, usta teknisyen Faruk:
- Durum kaygı verici, diyordu.
* * *
Değerli bankacılardan Aysun da aynı şeyi söylüyordu:
- Durum kaygı verici.
* * *
Lokantalardaki dost garsonlar da bendenize soruyorlardı:
- Durumu nasıl görüyorsunuz?
Bendeniz de, onlara soruyordum:
- Sen nasıl görüyorsun?
Yanıt hep aynıydı:
- Kaygı verici.
* * *
Pusulası da bozuk olan gemi, acaba ne zamandan beri gıcırdıyordu da; kaptanlar, -yolcuları kaygılandırmamak için- durumu açıklamaya ve uyarılarda bulunmaya kalkanları cezalandırdıklarından, farkına varılamıyordu?
Son 80 yılın başbakanlarına teker teker sormak gerek.
* * *
"Onlar-biz" ayrımıyla kapatılmış bir parantez içinde; yıllık bütçelerin, bakanlıklar arasında nasıl pay edildiği dahi hiç gündeme getirilmeden; sürekli hamasi nutuklarla eritildi zaman:
- Bu gemi gücünü tarihten alan bir gemidir. Bu geminin tüm yolcuları birer kahramandır. Bu gemi her gün daha hızlanarak gitmektedir nurlu ufuklara...
* * *
- Yahu bu gemi gıcırdıyor; 3'üncü mevki yolcuları feci durumda, ne suları kalmış, ne yiyecekleri...
Diyenlere, hep aynı yanıt veriliyordu:
- Yoksa sen, bu geminin düşmanı mısın?
* * *
Önemli olan yolcular değildi, önemli olan kaptan köşkünü kimseye kaptırmamaktı.
Ama gitgide, kaptan köşküne tırmanmaya kalkanlar da artıyordu. En rahat, en avantajlı yerdi orası.
* * *
Artık kaygılanmanın bir yararı yok; besbelli ki 20-25 yıl boyunca çalkantılı bir dönemden geçilecek.
* * *
Şimdilerde kendilerine, buğulanmış gözlük camlarını silmeye benzer, kolay ve eğlenceli bir uğraş bulmak isteyenler; bir "Tatavaloji Sözlüğü" yapmaya kalkabilirler.
* * *
ister "seçilmiş", ister "atanmış" olsunlar; Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin nutuklarından, demeçlerinden, açıklamalarından; hiçbir zaman tersi söylenemeyecek cümleleri cımbızlamak...
Tıpkı:
- Samimiyetimizden kuşkulanmaya kimsenin hakkı yoktur; cümlesi gibi.
* * *
Hangi "mevki sahibi" kalkar da:
- Samimiyetimizden kuşkulanmaya herkesin hakkı vardır, der?
* * *
Tersi söylenemeyecek cümlelerden birkaç tane daha:
- Vatana, millete hizmet etmek için, biz bu yola baş koyduk.
* * *
- Hem keseyi doldurmak, hem de itibarlı yaşamak için çıktık ortaya, denebilir mi?
* * *
- Demiryollarının bakımsızlığı üstünde önemle duruyoruz.
Kim mikrofonun başına geçer de:
- Demiryollarının bakımsızlığı umurumuzun tekiydi, diyebilir?
* * *
- TSK bir suç örgütü değildir.
Elbet de değildir.
* * *
Dünkü Milliyet de manşetten, "Türkiye'nin tek gündeme kilitlendiğini" ilan ediyordu.
O tek gündem de, "Türban düğümü" idi.
* * *
Bu arada 10 bine yakın köyün yolu da ulaşıma kapanmıştı.
* * *
Adamın biri, uğraşa savaşa bir pireyi eğitmiş.
Ne zaman pireye:
- Zıpla, dese; pire hemen zıplıyormuş.
* * *
Bir gün pirenin bir ayağını koparmış ve yine:
- Zıpla, demiş.
Pire, bu kez ufak bir aksamayla zıplamış.
* * *
Derken ikinci ayağını da koparıp:
- Zıpla, demiş.
Pire, zıplar gibi yapmış sadece.
* * *
Pirenin üçüncü ayağı da kopunca:
- Zıpla, emrine karşı hareketsiz kalmış.
* * *
Adam:
- Anlaşıldı, demiş; pirenin üç ayağı koptuğunda kulağa sağır oluyor, söyleneni duymuyor.
* * *
Türkiye'de de 10 bin köyün yolu kapandığında; ülke tek gündeme, "türban düğümüne" kilitleniyor.
* * *
Enseyi karartmayın. Geminin eski gıcırtıları, yeni yeni duyuluyor.
Ufuktaki transatlantik ise AB'dir.
Başı türbanlı genç kızlara da, yükseköğrenimden yararlanabilme hakkının tanınması için, Anayasa'da yapılmak istenen değişiklik tartışmalarıyla; "laik, anti-laik" çatışmalarının bir türlü sonu gelmeyen ve geleceğe de benzemeyen curcunasını izlerken; ciciannemin yine o mahut sözünü hatırladım:
- Aman ne haliniz varsa görün.
* * *
"Kışla" parfümlü siyasetle, "cami" parfümlü siyaset kutuplaşmalarının; en sonunda "uzay çağı" tarafından bir bardak sıcak çayda eriyen bir çift şekere dönüştürülmesi, 40 milyonu bulan 28 yaş gençlerine epey pahalıya mal olacağa benzer.
* * *
"Laiklik", "hukuk", "devlet", "millet", "topluluk", "toplum", "burjuvazi" gibi kavramların; teknolojide ve üretim biçimlerinde hangi değişiklikler sonucu, süzgeçlene süzgeçlene kristalleştiğinin farkında bile olunmadan:
- Emrederim burada da olur; emir demiri keser.
Diye düşünüldüğünde, öyle çalkantılar yaşanmaya başlar ki; ne uyarı para eder, ne öneri, ne yazı, ne çizi, ne açık oturum tartışmaları.
* * *
Dünkü Radikal gazetesi, ilk sayfasını tümden kaplayan renkli bir "korku figürü" ile çıkmıştı. Koskocaman manşeti de şöyleydi:
"Korku cumhuriyeti
Kimi kara çarşaf gelecek diye, kimi gerdanı görünecek diye korkuyor"
* * *
Dünkü Hürriyet'in ise manşeti şöyleydi:
"Kara kış esir aldı
Kar, Türkiye'nin üstüne kâbus gibi çöktü. Şehirlerarası birçok yol ve binlerce köy yolu ulaşıma kapandı. iki kişi çığ altında kaldı, bir kişi donarak öldü. Onlarca kişi donma tehlikesi geçirdi."
* * *
Vazgeçtik televizyonu, henüz radyonun dahi yaygınlaşmamış olduğu dönemlerde; istanbul gazeteleri, "Kel Aliço'nun güreşleri" türünden yıllar boyunca sürüp giden pehlivan tefrikaları yayımlardı.
Bir türlü sonuç alınamayan işler için:
- Pehlivan tefrikasına döndü, demek; bir deyim olmuştu.
* * *
Pehlivan tefrikasına dönen hukuk ve Anayasa tartışmaları; 1941-42 yıllarındaki ortaokul öğrenciliğimi hatırlattı.
* * *
Yurtbilgisi dersine, iyi bir ticaret avukatı olan Faik Şevket Rumelili gelirdi.
Faik Şevket'in aksanı da tam Rumeliliydi.
Kürsünün yanına çağırıp, sözlü sınavdan geçirdiği öğrencilere genellikle şu soruyu sorardı:
- Kanunin anasi kimdır, babasi kimdır?
* * *
iyi bir not alabilmek için, verilecek yanıtın şöyle olması gerekiyordu:
- Kanunun anası ihtiyaç, babası Büyük Millet Meclisi'dir.
* * *
Aradan geçen 65 yıl sonra, yurtbilgisi hocamız Faik Şevket'i hatırlamamın nedeni; yasaları doğuran "ihtiyaç"ların, neden hiçbir zaman ekonomik kökenlerine inilmediği düşüncesiydi.
* * *
Anayasa tartışmalarında; kırsal kesimden kentlere göç eden, kızları kapalı ailelerden söz ediliyordu.
Başı türbanlı kızlara da, yükseköğrenim hakkını tanımak bir "ihtiyaç"tı.
* * *
Ancak kırsal kesimdeki ailelerin, neden kentlere göç etme gereksinmesini duyduğu hiç kurcalanmıyordu.
Kaldı ki son 80 yılda, Hazine'den geçinmeli oligarşik yapının, kendi egemenlik saltanatı için kaç yüz milyar dolar harcamış olduğu ile, aynı sürede kırsal kesime ne kadar yatırım yapılmış olduğu da hiçbir zaman karşılaştırılıp, şeffaflaştırılmamıştı.
* * *
Bir de 16 bini bulduğu söylenen faili meçhul cinayetler vardı...
* * *
Ağırlıklı güncel tartışma konusuna gelince; üniversiteye girecek türbanlı kızın, türbanını çenesinin altından nasıl bağlaması gerektiği idi.
TV ekranlarında, manken kız başları üstünde eşarplarla örnekler gösteriliyordu.
* * *
Dünkü Milliyet'te de Gülçin Üstün'ün haberi şu çarpıcı başlıkla verilmişti:
"Ray denetim cihazı Hazine'ye takılmış
Hazine'nin ray kontrollerini son teknolojiye göre yapan makine alımı için gereken krediye 8 aydır onay vermediği belirlendi."
Bu nedenle de trenler devriliyor, insanlar ölüyordu.
* * *
Halk dilinde bir bulmaca vardır; "Çınçınlı hamam kubbesi tamam, bir gelin aldım babası imam" bilim bakalım nedir bu?
* * *
Yanıtı üstünde 2 yuvarlak küçük madeni kampanası bulunan bir eski zaman saati...
* * *
Saatin zilini de kurar ve özel zil ibresini, çalmasını istediğin saatin üstüne getirirsen; o saat geldiğinde, saatin küçük kampanaları arasında minik bir tokmak, hareketlenerek her 2 kampanaya birden vurmaya ve çalmaya başlıyor.
* * *
Saatin çıngırak sesi, kubbesi akustikli bir hamama benzetilmiş; saatin kendisi bir geline; genellikle sabah namazına kalkmaya kurulduğu için de, babası imama...
* * *
Ah keşke, çok değişik dünyaları olan yoksul yığınların dertlerinden söz açmak, suç sayılmasaydı ve onların mutlu yaşam umudu, ölümden sonraya bırakılmasaydı.
Kaygıyla istanbul'da da beklenen kar, nihayet dün sabah erken saatlerde beyazlatıverdi damları.
Bendenizin tüm ömrü her yıl, "Dün yine kara teslim olduk", "Dün yine yağmura teslim olduk" başlıklı haberlerle akıp gitti.
Bir yandan da hamasi övünmelerle, hızla kalkınmakta olduğumuzun politik nutuklar şelalesi; monoton şarıltısını hiç kesmeden tüketip gidiyordu yılları.
* * *
Bir yer gelir Kozmos'un, yahut Doğa'nın "etki ve tepki diyalektiği" dışında; kendine özgü bir "statüko"yu zırhlandırmaya kalkmanın da miadı doluverir.
* * *
"Sürekli bir değişimin" tohumlarını ekme bahçıvanlığını yüklenmiş beyinsel öncülere, kapılar kapandığında; yumuşak bir kayış içinde çağdaş bir sentez yaratacak olan "değişimler"; kutuplaşmalar ve acılı çalkantılarla gerçekleşir.
* * *
25-30 yıl sonraki Türkiye'yi şimdiden yaşamak istediğimde; Teşvikiye'de ünlü bir pasajdaki dost kafeteryalardan birine giriveriyoruz.
Yan masalarda şen şakrak konuşan bakımlı genç kızlara takılıyor bazen gözlerim.
* * *
O masalarda yazılı olmayan bambaşka bir anayasanın köpüklenmiş tadı yaşanıyor sanki.
Suikast listeleri düzenleyen ve ortalığı kan gölüne çevirmeyi planlayan yasadışı resmi çetelerin umacılığı görünmüyor oralarda.
Kışın ve karın olumsuz etkisiyle 2 bin köy yolunun kapandığı da; Kütahya'daki tren kazasında ölen çocuğunun tabutu başında, ağlayan anne de; Diyarbakır'da kaçak evlerin yıkımı sırasında çıkan çatışmalarda, patlayan silahlar da...
* * *
Yan masalarda şen şakrak konuşan bakımlı genç kızlara gözlerim takıldığında; neler geçmiyor ki aklımdan...
Önce neden kadınların buralarda, "analı avratlı" küfürlere sürekli malzeme olduğu ve "erkek millet olmak"la övünüldüğü...
* * *
Sonra 1000 yılın da gerisine doğru gidiyor kafamdaki sorgular; acaba o dönemlerde Müslüman erkek çocukları, kimler tarafından nasıl sünnet ediliyordu; hiçbir hata, hiçbir sakatlanma olmuyor muydu?
O tür sakatlanmalar, "kadın libidosu"na karşı ortak bir ürkeklik tümörü yaratmıyor muydu?
* * *
"Kadın"ı sürekli "saçı uzun aklı kısa" diye, "eksik etek" diye aşağılamak; "odalıklar", "cariyeler", "kumalar" diye sınıflandırmak ve "erkek olmak"la övünüp durmakta, bir anomali yok muydu?
* * *
Kendi sünnetimi hatırlıyordum; önüne gelen takılıyordu bana:
- Şöyle kesecekler, böyle kesecekler... Dibinden kesecekler, kökünden kesecekler...
Kimi de:
- Artık şimdi erkek olacaksın, diyordu.
* * *
Sırtımdaki sünnet entarisiyle donsuz olarak bir sandalyeye oturtulduğumu ve ellerimin çaprazlamasına arkadan, ayaklarımın da bileklerinden ve arkadan tutulduğunu hatırlıyorum.
Sünnetçi de bir leğenle karşıma çömelmişti.
* * *
1000 yılı da aşkın bir süreden beri milyarlarca erkek çocuğunun geçtiği böylesi bir operasyondan uzantılı olarak; değişik ve garip ruhsal bir mengene tefrikası, yok muydu acaba erkek kuşaklarının yan bilinçaltında?
Yoksa erkek olmakla bu kadar övünmek ve kadını da sürekli bir küfür malzemesi yapmak neyin nesiydi?
* * *
Ya kadın nüfusun adeta yok sayıldığı bir toplumda, şiirlerden dumanlanan "yalnızlık" ve "kadın özlemi" mısraları?
Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında,
Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi.
Mustaribim, bu duvarın dış tarafında
Şefkatine inandığım biri var gibi.
* * *
Sanırım ki bir şeylerin; örneğin tabu ve dogmatik ezberle dondurulmuş oligarşik bir yapının da miadı dolmakta.
"Onlar-biz" ayrımı aşılıncaya dek; 28 yaşın altındaki 40 milyon gencin, kutuplaşmalarla gerginleşmiş çalkantılı bir dönemden geçmesi de olası...
* * *
Teşvikiye'deki kafeteryalarda, 25-30 yıl sonraki değişik bir Türkiye'yi şimdiden yaşamaya özenmenin de bir bedeli var.
insanın beyni karıncalanıyor.
Televizyonların "haber saatleri"ndeki doludizgin görüntü akışlarını; eğlenceli olarak değerlendirmelerden biri de, ekranların sesini iyice kısmak.
Gerek yerel, gerek küresel "başrol kahramanları"; Şarlo'nun, sessiz sinema dönemlerinde çevirmiş olduğu filmlere benziyorlar.
* * *
Yana doğru açılan eller, öne doğru uzanan parmaklar, ileri doğru kalkan kollar...
* * *
Çocuklar için kutular içinde satılan oyuncaklar vardır. Kutuların birinden kapıları, pencereleri, iç bölmeleriyle önce kurulacak bir evin parçacıkları çıkar.
Öteki kutudan da, evin içine yerleştirilecek eşya; minik koltuklar, masalar, karyolalar, mutfak avadanlığı...
* * *
Siyasetçiler; önce bir ev kurup, sonra da içini yerleştirmeye olanak sağlayan oyuncaklarla oynamaya dalmış çocuklara benziyorlar biraz da.
Sadece oyuncakları; çeşit çeşit ülkeler, bazılarınınki de dünya boyutunda.
* * *
Aynı oyuncaklarla oynamak ve onları kendilerine göre yerleştirmek isteyen başka çocuklar da var.
Ne çare ki ülke boyutundaki oyuncak 1 tane.
Hadi söve saya, tekme tokat bir kavga.
* * *
Gelelim siyasetçilerin çok büyük boyutlu oyuncakları içinde yaşayan milyonlarla milyarlara...
* * *
Bilim adamlarının oyuncakları bambaşka.
Bir de bakıyorsunuz uydular gitmiş uzaya ve izlenir olmuş evlerden "yer"yüzünde olup bitenler.
* * *
Sanatçıların oyuncakları ise, DOĞA ve iNSAN arasındaki görünmez tülbentlerden süzülüyor.
Şairler, üreme tılsımının saklı olduğunu "aşkı" ve engellenmiş aşkların acılarını yazıyorlar; yoksulluğu yazıyorlar, kimsesizliği yazıyorlar, ölümü yazıyorlar.
* * *
Müzisyenler, unutulmaz seslere dönüştürüyor iNSAN'a ait hem acılı, hem "zamanı unutma" özlemlerine uzanan titreşimleri.
* * *
Ressamlarla heykelcilerin de oyuncakları; siyasetçi oyuncaklarının çok dışında.
* * *
Eski bir efsane vardır.
20 yaşında tahta çıkmış bir şah, ülkesindeki bilge kişileri toplayarak:
- Gidin, demiş; bana dünya tarihini yazın. Ülkemi iyi yönetmek için öğrenmek istiyorum dünya tarihini.
Bilge kişiler:
- Emredersiniz şahım, demişler ve çekilip gitmişler.
* * *
Aradan geçmiş 30 yıl. Şah gelmiş 50 yaşına.
Bilge kişiler, 10 deve yükü kitapla kapısına dayanmışlar sarayın.
* * *
Şah, 10 deve yükü kitabı görünce:
- Bunların tümünü okumaya benim artık vaktim yok, demiş; gidin biraz daha özetleyerek gelin şu dünya tarihini.
Bilge kişiler:
- Emredersiniz, diyerek geri dönmüşler.
* * *
Aradan geçmiş 10 yıl, şah gelmiş 60 yaşına.
Bilge kişiler bu kez, 2 deve yüklü kitapla dönmüşler geri.
* * *
Şah:
- Bu kadar kitabı okumaya da vaktim kalmadı, demiş. Gidin biraz daha kısaltın şu dünya tarihini.
Bilge kişiler geri dönmüşler yine.
* * *
Şah, artık ölüm yatağındayken, bir eşeğin üstünde bir kocaman kitapla dönmüş saraya bilgilerden biri ve şah yarım açık gözlerle koskocaman kitabı görünce:
- Bunu da okumaya vakit kalmadı, demiş; hiç değilse ağızdan özetle bana şu dünya tarihini.
* * *
Bilge, şahın kulağına eğilmiş ve özetlemiş dünya tarihini:
- Doğdular, acı çektiler ve öldüler.
* * *
Birkaç tane de kıvrak söz:
Yolsuzlukla yozlaşmanın en beteri; yasaları çiğnemeye değil, onları bizzat yapmaya kalkmaktır.
* * *
Siyasetçilere karşı yapılan övgüler, repoya yatırılan paraya benzer; faiziyle geri dönmesi için.
* * *
iki tane de bizim Av. Taner Aktop'un derlediklerinden:
Yeniçeriler niçin kazan kaldırmışlar?
O tarihlerde halter olmadığı için.
* * *
Duvardaki barometrenin düşmesi neyi gösterir?
Çivisinin iyi çakılmadığını.
* * *
Ahmet Cemal'den bir şiirle bitirelim yazıyı:
Uyarı
Bir kadeh daha varma üzerime, ne olur!
Duvarlarım dolu dizgine yıkıldı yıkılacak.
Ben, uzatmalı yalnızlıkların gece bekçisiyim.
Saçma sapanlığın da, kendine göre bir mizahı, bir esprisi var.
Örneğin iletişimin, bugünkü kadar çabuklaşmadığı ve en hızlı haberleşmenin "yıldırım telgraf çekmek" olduğu dönemlerde; adamın biri, postaneye giderek telgraf memuruna çekmek istediği telgrafı uzatmış.
Kâğıtta şöyle yazıyormuş:
- Guk! Guk! Guk! Guk! Guk! Guk!
* * *
Telgraf memuru, kâğıttaki kelimeleri saydıktan sonra, karşısındaki adama:
- Aynı fiyata, demiş; bir kelime daha ekleyebilirsiniz telgrafınıza.
Adam, alnını hafifçe kaşıyarak:
- Bilmem ki, demiş; ne eklesem?
- Neden bir "Guk!" daha eklemiyorsunuz?
Adam:
- Yo hayır, demiş; o zaman ciddiyeti kaçar telgrafın.
* * *
Türkiye sanki, bilim-kurgu filmlerindeki bir eski zaman yaratığı gibi çıkıyor denizlerden su yüzüne.
* * *
Bir tarafta gizli çeteler, gerçekleştirilecek suikast listeleri, bir hükümet darbesine ortam hazırlama çalışmaları...
* * *
Bir tarafta, öldükten sonra cennetmekân olmaya layık bir yaşamı; tüm toplumda sağken zorunlu kılmak için, bombalarla ortalığa dehşet saçma hazırlıkları...
* * *
Kim ne olmak, kim nereye varmak istiyor da; birbirinden değişik kuytularda ifritleşmeye, yahut zebanileşmeye kalkıyor, anlamak kolay değil.
* * *
Gerçi yıllar önce de, kasabalardaki erkek erkeğe kahvelerinde şöyle laflar çalınırdı kulağıma:
- Sallandır 2 kişiyi, bak her şey nasıl düzelir.
- Her şeyden önce ahlakı düzeltmek gerek.
* * *
4 yaşındayken evin tahta sofalarında, kalınca bir sopadan bir at koştururdum. Atımın başında kınnaptan dizginleri de vardı.
Sopadan atımı gerçek bir atmış gibi, o kadar çok benimsemiştim ki; üstünde koşturup dururken her şeyi unuturdum.
* * *
Ve bir gün...
Ve bir gün evin alaturka helasının kuburu tıkanmıştı.
Annem de kuburu açmak için önce şöyle bir uğraşmış; sonra da benim sopadan atımı kaptığı gibi, dikine dikine vurarak açıp temizlemişti kuburu.
* * *
Canım atımın, bir kubur sopasına dönüşmesiyle bozuluveren tüm büyüsü.
* * *
Biz acaba vaktiyle nasıl bir yerde yaşadığımızın pek farkında değildik de; şimdi mi gerçek yüzü daha keskinliğine ortaya çıkıyordu -fotoğrafları yasaklanmış- eski zehirli bataklıkların?
* * *
ilkokul çocuklarına söyletilen şarkılar:
Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu;
Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu'yu.
O şarkılar doğru muydu, yoksa bir propaganda mıydı?
* * *
Tarihi kahramanlık romanları yazan Abdullah Ziya Kozanoğlu, aynı zamanda bir inşaat müteahhidiydi. Bayrampaşa'daki Sağmalcılar Cezaevi'ni de o yapıyordu.
Bazen birlikte giderdik inşaatı görmeye.
Abdullah Ziya:
- idam yerini, gözlerden gizledim, derdi.
* * *
O tarihlerde hiç aklıma gelmezdi, Sağmalcılar Cezaevi'nden bendenizin de bir mahkum olarak geçeceğim.
* * *
Siyasal çatışmalarda pençe pençeye gelme ne zaman mayna olur bilinir mi ki?
Oysa ocak ayı Kanlıca'sı da, o kadar sakin, yumuşak ve şiirsel ki...
* * *
insanın aklı, başı kıçını tutmayan saçmasapan fıkralara takılıyor yine.
Adamın biri bir "Cafe"ye girmiş ve garsona:
- Bir kahve istiyorum ama kremasız olsun, demiş.
Garson:
- Çok afedersiniz, demiş; krema kalmamış, acaba kahveniz sütsüz olsa olmaz mı?
* * *
Saçma sapanlığın da mizahi bir tarafı yok değil.
Enseyi karartmayın.
Politikada hiçbir şey, ne sanıldığı kadar iyi, ne de sanıldığı kadar kötü olurmuş.
Uyumak, karın doyurmak, cinsellik libidosu üstüne kurgulanmış bir iNSAN yapısı.
Ve sonunda da silinip gitmek.
* * *
ister denize karşı teraslı bir villada, yahut 5 yıldızlı bir otelde, yahut önünde silahlı askerlerin nöbet tuttuğu bir sarayda uyumak; ister döküntü bir gecekonduda, yahut bir çadır köşesinde, yahut sokakta kuytuca bir kıyıda uyumak.
iNSAN fizyolojisinin, değiştirilemez, engellenemez bir zorunluğu uyumak.
* * *
Karın doyurmak da öyle, cinsellik de...
* * *
1933 yılında Edirne'de, istiklal ilkmektebi'nin 1'inci sınıfında; Hikmet Hocanım'ın gayretiyle okul bahçesinde çift sıra halinde:
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
Marşını talim ederken; -kendim de dahil- hiç aklıma gelmiyordu, kimlerin nerelerde yatıp nasıl uyuyacağı.
Nerelerde karnımı nasıl doyuracağım da...
* * *
Sonradan öğrendim ki, "yoksulluktan söz etmek" Türkiye'de suç sayılmakta. itibarlı yaşamanın en kestirme formülü de "mevki sahibi" olmak.
Orhan Veli, "Ahmetler" adlı şiirinde şöyle yazıyordu:
Kimimiz Ahmet Bey
Kimimiz Ahmet Efendi;
Ya Ahmet Ağayla Ahmet Beyefendi?
* * *
Geçmişimiz çok şanlı, geleceğimiz de çok parlak ama; 28 yaşından küçük 40 milyona yakın genç, nasıl bir yaşam düzeyinden geçerek tamamlayacaklar ömür serüvenlerini?
* * *
Geleceğin raylarını doğru dürüst döşeyemediğin zaman; "gelecek" durduğu yerde durmuyor ki, tozu dumanı havaya savura savura hışımla geliyor üzerine.
* * *
Bir eczane sahibi, vitrinine; başta doğum kontrol hapı, "hamile kalmayı önleyen" çeşitli tıbbi önlemlerin listesini asmış.
Ancak eczaneye giren müşteriler, içeride koşuşturup duran bir yığın yaramaz küçük çocukla karşılaşınca iyice afallıyorlarmış.
* * *
Bazen müşteriler, eczanenin sahibine soruyorlarmış:
- Bütün bu çocuklar sizin mi?
- Evet...
- Pek iyi bir gösteri değil, vitrindeki reklamlarınız açısından. Sizin için pek bir işe yaramamış galiba önlem almak?
* * *
Eczacı:
- Yok, tam tersine; diyormuş. Hamileliği önlemek için gerekli önlemleri almazsanız, durumun nasıl olacağını gösteriyor bizim dükkândaki yaramazlar.
* * *
"Milli çıkarlarımız"a göre hareket ettiklerini söyleyen, Hazine'den geçinmeli "mevki sahibi" büyüklerimiz; onca nutuk, bahadırlık, darbe ve idam sehpalarına karşın; yoksul bir kaderle doğan bebeklerin çoğalıp gitmesine bir çare bulamadılar.
* * *
Manzara-i umumiye, "ne yapılmalıydı ki, durum böyle olmamalıydı" sorusuna, her gün biraz daha yeni harç taşıyor.
* * *
Orhan Pamuk'a suikast düzenlemeye kadar varan, çeşitli planların gizli çeteleşmeleri...
Acaba henüz daha yakalanmayan başka çeteler de var mı, bilemeyiz ki?
* * *
Bitip tükenmeyen bir "yazar" düşmanlığı; pek de uğurlu gelmiş görünmüyor 21. yüzyıldaki pozisyonumuza.
* * *
60 yıl önce Namdar Rahmi şöyle yazıyordu:
Sende cevher var imiş, bunu âlem ne bilsin;
Süslü bir dairede müdür bile değilsin.
* * *
Ah keşke buralarda da; "önemliler" değersiz, "değerliler" önemsiz olmasaydı.
* * *
Prof. Dr. Yaşar Gazigil, nihayet Türkiye'de de doğru dürüst bir hastane kurabilme özlemini gerçekleştirecek bir ortam bulmuş; ABD'den geri dönüyormuş.
* * *
Ne diyelim, bu kadarına da şükür...
Dudaklarımızın her gün şaşkınlıktan uçuklayacağı bir ülke mi olmalıydı Türkiye?
* * *
Dünkü Milliyet'te Erdal Kılınç'ın haberi manşete çekilmişti:
"Ümraniye operasyonu devam ediyor - Ergenekon'da 35 gözaltı"
* * *
Toygun Atilla'nın haberi de, Hürriyet'te manşetteydi:
"Hedefteki isimler - istanbul polisi, Şafak Operasyonu ile Orhan Pamuk'tan DTP'li Ahmet Türk'e kadar pek çok isme suikast hazırlığında olduğu belirtilen 'Ergenekon' örgütlenmesini çökertti"
* * *
Elbette uçuklar insanın dudakları; bu kadar "öldürme" üstüne kurgulanmış gizli örgütlerin bulunduğu bir ülkede, yaşamak kolay mı?
* * *
Neden kaynayıp durur ki buralarda bu cadı kazanları?
Çünkü efendim biz; istanbul'u, istanbul'dan kimlerin gelip geçmiş ve neler yazmış olduğunu pek merak etmedik.
Merak etmediğimiz için de, merak edilmedik ve yakınıp durduk kendimizi dünyaya yeterince tanıtamadığımızdan.
* * *
Hiç değilse istanbul'da doğmuş ve Paris'te giyotinin altına yatarak idam edilmiş olan şair André Chenier'yi merak etseydik.
* * *
André Chenier, idam edilirken bile hapishanesinin duvarlarına mısralarını yazmayı sürdürmüş bir şairdi. Şimdi duvarlarda yarım kalmış mısraları turistlere gösteriliyor.
* * *
1762 yılında istanbul'da Galata'da doğmuş olan ve içinden kara lavların fışkırdığı o volkanik şairden, S. Ayoba'nın çevirisiyle 3-5 mısra:
Hapisteki genç kadın
Başak gelişir, oraklar biçmeye kıyamaz;
Üzüm, içer fecrin nimetlerini bütün yaz,
Ezileceğini hiç düşünmeden.
Ben de o kadar gencim, bende de var o füsun,
Zaman ne kadar kötü, tatsız olursa olsun,
Ölmek istemiyorum erkenden.
* * *
istanbul doğumlu şair, giyotinin üstüne çıktığında, yüzükoyun bir kızağın üstüne yatırılmadan önce, işaret parmağını şakağının üstüne koyarak şöyle demişti:
- Her şeye rağmen, burada bir şey vardı.
* * *
istanbul doğumlu şairin, henüz 32 yaşındayken, ensesinin üstüne düşerek kafasını koparan giyotin.
Fransız fizikçisi Joseph Ignace Guillotin, idam cezalarının cellat baltasıyla değil, bir makine aracılığıyla ve mahkûma acı çektirmeden gerçekleştirilmesini istemişti.
Ve yüksekçe bir yerden, ensenin üstüne inen kavisli keskin bir bıçak tasarlamıştı.
Fransa Kralı 16. Louis ise, kavis biçimindeki bir bıçağın, mahkûmun kafasını rahat kesemeyeceğini öngörmüş ve bıçağın 45 derecelik bir açıyla "oblik" olarak enseye inmesini çizimlemiş ve gerçekleştirmişti.
* * *
Sonra ne oldu?
Fizikçi Guillotin de, Fransa Kralı 16. Louis de giyotinle idam edildiler.
* * *
Dünkü Radikal'in manşeti de şöyleydi:
"Darbe ortamı yaratmaya çalışan 'ulusalcılar' gözaltında - Darbecilere operasyon"
* * *
Bir yerlerde nasırlaşmış bir yamukluk var gibi.
O nedenle de, dudak uçuklatacak şok haberler furyası sürüp gidiyor.
istanbul'dan kimlerin gelip geçtiğini ve neler yazmış olduklarını keşke biraz merak etmiş olsaydık.
* * *
Ne yapalım ki biz, anadilimizin "yazı" bahçelerinden bile o kadar habersiziz ki; vazgeçtik Yunancaya çevrilmiş 30'a yakın yazarımızı bilmeyi, Nobel Edebiyat ödülü almış bir yazarımızı bile dışlamayı, bir "vatanseverlik" sayıyoruz.
* * *
"Mevki sahibi" olma hırsıyla kaynatılan kazanlarda; "kalem sahibi" olmaya çalışmışlar, neden bu kadar haşlandı ki?
* * *
istanbul'a sahip olmak, istanbul'a layık olmayı da keşke içerebilseydi.
Bizim Tahir Özyurtseven'le -amma da uzun bir soyad- eşi Ayça, buzlanmış beyin duvarlarının dışında, insana zamanı unutturan azalmış dostlardandırlar.
* * *
Dağlarına taşlarına "önce meslek" yerine, "önce vatan" diye yazılmış; rahmetli babamın Edirne'de "Umuru Hukukiye Müdürü" iken, Cumhuriyet'in 10'uncu yıldönümüne silindir şapkayla katıldığı ve evde yer sofrasında yemek yediğimiz bir ülkede ne kadar dedikodu yapılabildi ki?
* * *
Tahir'le de Ayça'yla da, 1971'de istanbul Sıkıyönetim Komutanı olan Faik Türün Paşa'yı hiç konuşmadık.
Sadece dünkü Hürriyet'in manşeti, bir dedikodu esintisi olarak dolaşır gibi oldu öğleden sonraki sohbet sırasında.
* * *
Hürriyet'in dünkü manşeti, "dedikodular" Himalaya'sının doruğuna tuhaf bir özgürlük bayrağı dikiyor gibiydi:
"Generalin gurur istifası - Eşinden ayrılabilmek için görevinden istifa eden Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı 'bu üniformayı tertemiz giydim, tertemiz bırakmak durumundayım' demişti"
* * *
Diyarbakır Bölge Komutanı Jandarma Generali, neden acaba istifa ettiği generalliğinden?
Atlas Okyanusu'ndan, Büyük Okyanus'a kadar rahatça kulaçlayabileceğiniz bir dedikodu okyanusu.
* * *
Hilmi Yavuz, sade şiiriyle değil, "varlığıyla" da; bir türlü "gelişmiş" olamayan ülkelere sığamayacak bir dost.
* * *
Hilmi'yle, Edmond Rostand'nın, Sabri Esat sayesinde olağanüstü bir tutarlılıkta Türkçeye çevrilmiş olan Cyrano de Bergerac'dan son bir bölümü seslendirmek:
Sararmadan solmadan,
Kanlı dudaklarında nükte eksik olmadan.
Bir yiğit kılıcıyla çimenlere serilmek,
Demiştik ama...
* * *
Bizde de düello geleneği olsaydı, "silahlı kuvvetlerimizi yıpratma" gibi bir suçlamaya hedef de olmadan; acaba Faik Türün Paşa, davet edilebilir miydi düelloya Belgrad Ormanları'nda?
* * *
Cyrano'nun son bölümündeki tiradı, Hilmi Yavuz'la paylaşmak bir öğleden sonra:
Bir yiğit kılıcıyla, kanlı dudaklarında
Nükte eksik olmadan çimenlere serilmek,
Demiştik ama,
Yiğit yerine uşak, kılıç yerine odun,
Çok iyi oldu böyle,
Her fırsatta kaçırdım, hatta ölümü bile...
* * *
Hilmi Yavuz'la, iki bacanak olan Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya'dan da söz açtık.
Gazi'nin ölümünde Orhan Seyfi bir ağıt yazmıştı:
Gidiyor on yedi milyon kişi takmış peşine...
Aynı günlerde Yusuf Ziya da, ismet Paşa'ya bir övgü yazmıştı:
Bir dağ başısın ak saçın altında bulutlar,
Çizmenle çizilmiştir aşılmaz bu hudutlar.
* * *
Dedikodular, söylentiler, fısıltı gazetesi ve Türkiye...
1960 askeri darbesinden sonra kurulan koalisyon hükümetinde, ismet Paşa Başbakan olmuştu, Hıfzı Oğuz Bekata da içişleri Bakanı.
Hıfzı Oğuz, Sağlık Bakanı Yusuf Azizoğlu'yla anlaşmazlığa düşmüştü.
Ve Savunma Bakanlığı'na da vekalet eden Hıfzı Oğuz, bendenize Yusuf Azizoğlu'nun MiT dosyasından son bir raporu göstermişti.
Rapor şöyle başlıyordu:
"Asıl işi eşkıyalık, bugünkü işi Sağlık Bakanlığı..."
* * *
Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu da, tek parti döneminde, Sıtkı Yırcalı'nın Fransız Komünist Partisi'nin gizli üyesi olduğunun rapor edilmiş olduğunu açıklamıştı.
* * *
1953 yılında Paris'te, NATO'nun ilk Başkomutanı Norshtad'dan öğrendiğim bir "doğru"yu haberleştirmiştim. Kore'ye gönderdiğimiz 4.500 kişilik birlik standarttı. Ölenler oldukça, yerleri tamamlanacaktı.
* * *
Türk Askeri Ceza Yasası'nın 171'inci maddesine göre suçlanmış ve Ankara Askeri Ceza Mahkemesi'ne verilmiştim. 25 yaşını doldurduğum bir yıldı ve ellerim arkamdan ilk kez kelepçelenmişti.
* * *
Sıtkı Yırcalı, Meclis kürsüsünden Kore'ye gönderilmiş birliğin standart olduğunu açıkladı ve bendenizin askeri mahkemedeki davam düştü.
* * *
Bu kadar dedikodu oyalanması yeter.
Ayça ile de Tahir ile de, Hilmi Yavuz ile de nasıl zamanı unuttuk bir öğleden sonrası?.. Hele bir de soprano Müjgan katılmışsa sohbete.
* * *
Bendenizin en büyük ödülü, kâğıtlara akıp gitmiş bir hayattan kimseyi utandırmış olmadan silinip gitmektir...
* * *
Varsın büyüklerimiz, "önce vatan" yerine, "önce yazıya layık olmak" diyenlere kıza dursunlar...
Makine Kimya Endüstrisinin Kırıkkale'deki çeşitli bombalarla patlayıcılar üreten Mühimatsan fabrikası, nasıl çıktığı henüz kestirilemeyen bir yangın sonucu kenti, mantar biçimi alabildiğine yükselen kara bir dumanla, vaktiyle Hiroşima'da çekilmiş filmlere döndürdü.
Aynı fabrika yıllar önce de yine bir felaket kasırgası estirmiş, bir yığın itfaiyecinin ölmesine neden olmuştu.
Gazetelerden öğrendiğimize göre o zamandan bu yana 11 yıl geçmiş...
Ve bu kez fabrika yerle bir oldu.
Fabrikanın 200 metre kadar ötesindeki bir yer altı deposunda, savaş uçaklarının kullandığı ölümcül gücü çok yüksek bomba stokları varmış...
Neyse ki yangın oraya da uzanıp bahtsız Kırıkkale'yi bir Kobalt artığına çevirmedi.
Bu konularla kimler ilgiliyse, o ilgililer elbet Kırkkale fabrikalarıyla depolarının kent için ne kadar sakıncalı olduğunu bilmiyor değiller.
Hele 1986 felaketinde Ezrail'in Kırıkkale göklerinde acımasızca oynadığı ölüm dansından sonra..
* * *
Peki öyleyse neden önlem alınmadı?
Kim alacaktı ki önlemi?
Bu tür önlemler, ortak yapılmış bilimsel planlar, özel ayrılmış fonlar ve yönetim kadroları değişse de, uygulamaların sürmesini sağlayacak bir kurumsallaşma ister..
Bizde eski Padişah iradeleri gibi kişisel iradeler vardır ama, kendini yenilme dinamiğini yine kendi içinde taşıyan bir kurumsallaşma, yani bireylerden soyutlanmış canlı bir organizma yaratma geleneği yoktur.
Örneğin bir bakanlıktan Bakan ayrıldı mı, işler hemen lagarlaşır. Tıpkı bir karakoldan komser ayrılınca, ipe un serilmeye başlanması gibi..
* * *
Kırıkkale fabrikalarını, kenti tehdit etmeyecek daha güvenceli bir ortama taşıma inisyativini kim gösterecekti?
Bir kez bunun için gerekli fon bir türlü ayrılmamıştı herhalde. Ayrılmış olsa bile, sıkışık bir anda başka bir iş için kullanılmıştı belki de...
Kaldı ki o fabrikalarda kentte oturan binlerce kişi çalışıyordu. Fabrikalar konusunda herhangi bir mekan değişikliği, onların da tepkisini sertleştirebilirdi.
* * *
Türkler'in tipik özelliklerinden biri de "önlem alma" bilincinden yoksunluktur. Yabancıların "önlem alma" konusundaki titizliği, anlamsız bir gayretkeşlik gibi görünür bize... Uçaklar inip kalkarken kemer bağlamaktan, sigaraları söndürmeye kadar...
Bizim ortak yaşam stilimiz, "Bir şey olmaz abi" umursamazlığıdır.
Belki eski göçerlik döneminden, belki teknoloji dışı kalmışlıktan, belki "insan değerinin" bulunmayışından ötürü...
Yazıyla, çiziyle, uyarıyla değişecek bir betonlaşma değildir bu...
* * *
Ya içişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasındaki gizli istihbarat düellosuna ne demeli?
Hükümetteki siyasetçiler, Genelkurmay'daki birimlerde darbe niyeti olup olmadığını izlemek istiyormuş.
Genelkurmay, en sakıncalı düşman olarak içerdeki "irtica" hareketlerini görüyor ve bunu da MGK'da dile getiriyorsa, buna karşılık hükümetteki siyasetçiler de Genelkurmay'da darbe eğilimlerinin bulunup bulunmadığından kuşku duyuyorsa; böyle bir Şark demokrasisinde "biz de hukuk devletiyiz" diye tuttursak ne yazar, tutturmasak ne yazar?
Yine de siz enseyi karartmayın. insanlık kötüye gitmez. Türkiye de gitmez.
Eski zamanlar istanbul'unun durmuş oturmuş aileleri, çocuklarını hazineden geçinmeli bir makam sahibi olmaları için gönderirlerdi okullara. O dönemlerde hayatta en imrenilecek başarı payesi Vali olmak, Genel Müdür olmak, Müsteşar olmaktı.
Rahmetli babam da hayatı salt o açıdan görürdü. Sürekli bürokrasi kulislerinin dedikoduları yapılırdı evde...
Ha bir de, tek parti iktidarının saylavı olmak vardı. Şu veya bu il listesinden aday gösterilme olasılıkları üstünde de durulurdu...
Dünyadaki bilim, sanat ve üretim topoğrafyaları, kimseyi ilgilendirmeyen uzaydaki meçhul bir galaksi anlamsızlığındaydı.
Hayat Türkiye'den ibaretti ve orada da en büyük başarı, hazineden geçinmeli üst düzey bir makam sahibi olmaktı.
Kimse Türkiye'den azınlıkların, hiç de hazineden geçinmeli olmadıkları halde, zaman zaman nasıl evrensel bir nitelik gösterdikleri üstünde durmazdı.
Ve yine kimse Tanzimat Batıcılığı'nın, nasıl olup da ittihatçılar'ın iktidarıyla birlikte II. Wilhelm'in rotasında aniden Orta Asya ırkçılığına dönüverdiğini merak etmezdi..
* * *
Çağ dinamiklerinden kopuk, şoven bir hegemonyanın demagojik tiratlarıyla, aynı kalıplar içinde koşullanmış renksiz beyinli pozörler galerisinin ortamlarında yetiştik biz..
Büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi bilirdi.
Düşmanı denize onlar dökmüş, bizi onlar kurtarmıştı.
Ebedi Şef'e saygı, Milli Şef'e bağlılık... Milli Şef'e saygı, Ebedi Şef'e bağlılık... Ebedi Şef'in izinde, Milli Şef'in emrinde.. Milli Şef'in emrinde, Ebedi Şef'in izinde...
Kimsenin ne makro ekonomiden çaktığı vardı, ne de adam başına düşen ulusal gelir ortalamasından...
Gerçi ismet Paşa ile CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal'ın Parti'yi daha gençleştirip, daha çağdaşlaştırma eğiliminde oldukları söyleniyordu ama...
Bir de Peker'ciler vardı. inkılapları tehlikeye düşürmemek gerekçesiyle beylik klişeleri savunan.
* * *
CHP'nin iktidardan yeni düştüğü yıllardı. Parti'nin resmi organı Ulus'ta küçük fıkralar yazmaya başlamıştım.
Bir gün ismet Paşa, Nihat Erim'le beni evinde başbaşa bir akşam yemeğine davet etmişti.
Protokol biçimlenmelerinden yoksun olduğum için, ne söyleyeceğimi, nasıl konuşacağımı kestirememenin tedirginliği içindeydim.
Paşa yemek masasının başına oturdu. Sağ yanına beni, sol yanına da Nihat Erim'i oturttu.
Ve eliyle de rakı koydu bardağıma...
* * *
Cahit Sıtkı'yla nerdeyse on yıl boyunca hemen her akşam Şükran Lokantası'nda başbaşa içtiğim rakıların özgürlüğüyle, ismet Paşa'nın masasındaki rakının "efendi gibi olma" zorlanması belki de hayatımın en sağlıklı pusulasını oluşturdu...
Kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden salt kalem gücüyle yaşama özerkliğinin çekimi biraz daha perdahlandı gözümde.
Ve ismet Paşa'ya ilkesiz bir parti opürtünizmiyle ilgili bir meyhane fıkrası anlattım.
Paşa duyar gibi yaptı, duymaz gibi yaptı, beni de bozum etmedi.
* * *
O tür yakınlaşmalar sonucunda bir gün de Paşa'ya, ilk Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Başbakanı Dr. Refik Saydam'ın vermiş olduğu bir demeçten söz etmiştim. Dr. Saydam Türkiye'de "Her işin A'dan Z'ye bozuk" olduğunu söylemişti. Peki, ondan sonra neden köklü bir düzeltmeye gidilememişti?
Paşa:
- Vaktimiz olmadı, demişti. Biz iktidara geldiğimizde 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaş bittikten az sonra da biz iktidardan düştük.
* * *
Bana sorarsanız Türkler'in en belirgin özelliği mesleksiz oluşları. insanlığın evrensel boyutlu birikimleriyle de hiçbir hümanist sentezde buluşma özlemi taşımıyorlar. O yüzden de siyasal bir "otofaji"ye güngünden daha çok sürükleniyorlar...