Eski zamanlar istanbul'unun durmuş oturmuş aileleri, çocuklarını hazineden geçinmeli bir makam sahibi olmaları için gönderirlerdi okullara. O dönemlerde hayatta en imrenilecek başarı payesi Vali olmak, Genel Müdür olmak, Müsteşar olmaktı.
Rahmetli babam da hayatı salt o açıdan görürdü. Sürekli bürokrasi kulislerinin dedikoduları yapılırdı evde...
Ha bir de, tek parti iktidarının saylavı olmak vardı. Şu veya bu il listesinden aday gösterilme olasılıkları üstünde de durulurdu...
Dünyadaki bilim, sanat ve üretim topoğrafyaları, kimseyi ilgilendirmeyen uzaydaki meçhul bir galaksi anlamsızlığındaydı.
Hayat Türkiye'den ibaretti ve orada da en büyük başarı, hazineden geçinmeli üst düzey bir makam sahibi olmaktı.
Kimse Türkiye'den azınlıkların, hiç de hazineden geçinmeli olmadıkları halde, zaman zaman nasıl evrensel bir nitelik gösterdikleri üstünde durmazdı.
Ve yine kimse Tanzimat Batıcılığı'nın, nasıl olup da ittihatçılar'ın iktidarıyla birlikte II. Wilhelm'in rotasında aniden Orta Asya ırkçılığına dönüverdiğini merak etmezdi..
* * *
Çağ dinamiklerinden kopuk, şoven bir hegemonyanın demagojik tiratlarıyla, aynı kalıplar içinde koşullanmış renksiz beyinli pozörler galerisinin ortamlarında yetiştik biz..
Büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi bilirdi.
Düşmanı denize onlar dökmüş, bizi onlar kurtarmıştı.
Ebedi Şef'e saygı, Milli Şef'e bağlılık... Milli Şef'e saygı, Ebedi Şef'e bağlılık... Ebedi Şef'in izinde, Milli Şef'in emrinde.. Milli Şef'in emrinde, Ebedi Şef'in izinde...
Kimsenin ne makro ekonomiden çaktığı vardı, ne de adam başına düşen ulusal gelir ortalamasından...
Gerçi ismet Paşa ile CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal'ın Parti'yi daha gençleştirip, daha çağdaşlaştırma eğiliminde oldukları söyleniyordu ama...
Bir de Peker'ciler vardı. inkılapları tehlikeye düşürmemek gerekçesiyle beylik klişeleri savunan.
* * *
CHP'nin iktidardan yeni düştüğü yıllardı. Parti'nin resmi organı Ulus'ta küçük fıkralar yazmaya başlamıştım.
Bir gün ismet Paşa, Nihat Erim'le beni evinde başbaşa bir akşam yemeğine davet etmişti.
Protokol biçimlenmelerinden yoksun olduğum için, ne söyleyeceğimi, nasıl konuşacağımı kestirememenin tedirginliği içindeydim.
Paşa yemek masasının başına oturdu. Sağ yanına beni, sol yanına da Nihat Erim'i oturttu.
Ve eliyle de rakı koydu bardağıma...
* * *
Cahit Sıtkı'yla nerdeyse on yıl boyunca hemen her akşam Şükran Lokantası'nda başbaşa içtiğim rakıların özgürlüğüyle, ismet Paşa'nın masasındaki rakının "efendi gibi olma" zorlanması belki de hayatımın en sağlıklı pusulasını oluşturdu...
Kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden salt kalem gücüyle yaşama özerkliğinin çekimi biraz daha perdahlandı gözümde.
Ve ismet Paşa'ya ilkesiz bir parti opürtünizmiyle ilgili bir meyhane fıkrası anlattım.
Paşa duyar gibi yaptı, duymaz gibi yaptı, beni de bozum etmedi.
* * *
O tür yakınlaşmalar sonucunda bir gün de Paşa'ya, ilk Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Başbakanı Dr. Refik Saydam'ın vermiş olduğu bir demeçten söz etmiştim. Dr. Saydam Türkiye'de "Her işin A'dan Z'ye bozuk" olduğunu söylemişti. Peki, ondan sonra neden köklü bir düzeltmeye gidilememişti?
Paşa:
- Vaktimiz olmadı, demişti. Biz iktidara geldiğimizde 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaş bittikten az sonra da biz iktidardan düştük.
* * *
Bana sorarsanız Türkler'in en belirgin özelliği mesleksiz oluşları. insanlığın evrensel boyutlu birikimleriyle de hiçbir hümanist sentezde buluşma özlemi taşımıyorlar. O yüzden de siyasal bir "otofaji"ye güngünden daha çok sürükleniyorlar...
40'ından daha genç olan ve orta şekerli bir sanat bohemiyle hemhal olma avareliğinin ortak özelliklerini taşıyan kuşaktan, zaman zaman TV ekranlarında röportaja çıkanların sık kullandıkları bir sözcük var, "büyük keyif..."
Altın Portakal film yarışmasını izlemek de büyük keyif; istanbul'da yeni açılmış bir resim sergisine gitmek de; Marmaris koyuna bakarak kapiçino içmek de...
Benim için de büyük keyif, sabahları saat 8'e kadar gazeteleri tek tek gözden geçirmek...
Dünkü Sabah'da, Almanlar'ın Bulvar gazetesi Bild'den yapılmış alıntı bir habere koca koca puntolarla şu başlık atılmıştı, "Türkler'e müjde"...
Bild ise "Hoşgeldiniz Yeni Vatandaşlar" başlığını koymuştu verdiği habere.
Almanya'daki 900 bin Türk'e aynı zamanda Alman vatandaşı olma hakkı tanınıyordu. Sosyal Demokrat Parti ile Yeşiller'in kabul ettiği koalisyon protokolünde, eski vatandaşlık yasasının değiştirilmesi de karara bağlanmıştı. Bu değişikliğe göre 14 yaşından beri -ister kadın, ister erkek olsun- Almanya'da yaşayan bir Türk'ün Almanya'da doğmuş çocuğu Alman vatandaşı sayılacaktı.
Ve bu durumda olan 900 bin Türk vardı Almanya'da. Ayrıca yasadaki değişiklik, geri kalan bir milyonu aşkın Türk'ü de yakından ilgilendiriyordu. Ne zaman Alman vatandaşı olabileceklerinin koşullarıyla takvimini belirliyordu çünkü.
* * *
Cumhuriyet'in 10. Yıldönümünde 5 yaşındaydım. Babam Edirne vilayetinde Umur-u Hukukiye Müdürü idi. Bütün kent, üstünde bir baştan bir başa "Ne mutlu Türküm diyene" yazılı zafer taklarıyla donatılmıştı.
Taklardan bazılarının üstünde "Bir Türk cihana bedel" diye de yazıyordu, bazılarının üstünde, "Durmayalım düşeriz" diye de...
Şimdi geldik Cumhuriyet'in 75. Yıldönümüne...
Almanya'da değişen iktidarla birlikte Almanya'da yaşayan Türkler'e sağlanan en büyük avantaj, artık Alman vatandaşı olabilmeleri...
Gerçekten de onlar için büyük bir müjde bu...
Biliyorsunuz değerli yazar dostum Demirtaş Ceyhun'un oğlu Ozan Ceyhun'a Türkiye'deyken çakılan komünistlik damgası, çocuğun hayatını bir anda Gayya kuyusuna atmıştı...
Neysi ki Ozan, Almanya'da Alman vatandaşı oldu.
Şimdi kendisi Yeşiller Partisi kontenjanından Avrupa Birliği Parlamentosu'nda Alman Devleti'ni temsil edecek...
O Avrupa Birliği ki, oraya girmek için kademeli olarak adaylığa kabul edilen 11 ülkenin kuyruğuna bile takılamadı Türkiye..
Ya Ozan Ceyhun hala Türk vatandaşı olsaydı, nasıl bir hayat yaşayacaktı? Bu sorunun yanıtını da Süleyman Bey ile üst düzey sivil-asker bürokratların ferasetine, izanına ve takdirine bırakalım isterseniz.
Ülke yararına eroin kaçakçılığı yapmalarına -sözde kurnazca- göz yumulan sabıkalı kabadayıların, nasıl bir egemenliği hangi boyutlarda ele geçirdiklerini de yine onların takdirine bıraktığımız gibi...
Doğrusu büyük başarıdır, kendilerini kutlarız.
* * *
Yine dünkü Milliyet'te sevgili Doğan Heper, köşe yazısına şu başlığı atmıştı:
"Çözümsüzlük kader mi?"
Niye kader olsun ki?
Ta öteden beri Hazine'den geçinen kadrolar için oldum bittim en akılcı durumdur, "çözümsüzlük"...
Herhangi bir değişime yönelmek risklidir Türkiye'de... Böyle bir özen, istek, çaba, "ortalığı karıştırmak" sayılır...
En güvenli tavır, hiç bir şeyi ırgalamadan "durumu idare etmektir".
Askere giden gençlere dahi şu üç geleneksel öğüt verilmez mi:
- Kaçma, çalışma, karışma...
Çözümsüzlükler toplumsal tepkilere neden olmaya başladığında ise, yüzlerce yıldan bu yana hep aynı yöntem uygulanır, "vurursun kafasına odunu, sesini kesersin."
* * *
Rüşvet, haraç, avanta, beleşten keseyi doldurma, çok eski bir kurum bizde... O açıdan Osmanlı tarihi de tam bir rezalettir aslında.
Kanuni döneminde Fuzuli'nin Saray'a yazdığı mektubu bir hatırlayın:
"Selam verdik rüşvet değil diye almadılar"
Ya Hurrem Sultan ile Damadı Rüstem Paşa'nın servet listesi?..
Tanzimat da tam bir beleşçi bataklığıydı, II. Meşrutiyet de...
Cumhuriyet'in ilk yıllarında Bahriye Nazırı ihsan Bey'in Yavuz zırhlısına Almanya'dan Havuz alırken şavulladığı rüşvet mahkemeye verildiğinde, ağızlarda dolaşan fıkra neydi biliyor musunuz?
Hamamın namusunu kurtarmak için tellaklardan birinin feda edildiği...
* * *
ismet Paşa iktidarının son dönemlerinde Falih Rıfkı'ya yarım volkanik bir gençlik çıkışıyla:
- Çalıyorlar beyefendi, çalıyorlar; demiştim.
Falih Rıfkı:
- Çalmıyorlar alıyorlar, demişti.
Neden bürokratik egemenlikle siyaset bu kadar göz karartıyor Türkiye'de? Çünkü kalitesizliğin en mendebur düzeyine bile, en geniş, olanakları ancak o ikisi sağlayabiliyor...
Elektriğin başta istanbul, henüz hiçbir kente gelmemiş olduğu yıllardı. Akşamları gaz lambalarının sönük ışığında oturmaktan da kimsenin yakındığı yoktu.
***
Gecelerden birinde, 3 yaşlarında bir oğlan çocuğu ağlayıp duruyordu.
Çocuğun annesi, eve "evlatlık" sıfatıyla hizmetçi olarak alınmış ve adı "Sadakat" konmuş, yetişkince bir kıza:
- Gel al şunu da sustur, demişti.
***
Sadakat, ağlayıp duran küçük oğlan çocuğunu kucağına almış ve bir elinde idare lambasıyla, hamam kurnasının arka tarafındaki ufak demir kapılı su deposunun önüne götürmüştü.
Sonra da demir kapıyı açıp, idare lambasını sulara doğru tutarak, uzayıveren gölgeleri ağlayan çocuğa göstermiş:
- Bak burada öcü var, hemen susmazsan seni yer, demişti.
***
Çocuğun korkudan ödü patlamış ve hemen susmuştu.
Anne ise, ağlayıp durmasından usandığı küçücük oğlunun susuvermesinden hoşnuttu:
- Sadakat biliyor onu susturmasını, diyordu.
***
Önüne gelenin, önüne geleni:
- Ben kimim biliyor musun?
Diye korkutmaya çalıştığı...
***
"Buzlanmış beyinler ezberine", tartışılması ihanet sayılan dogmatik kalıplarla, kutsal tabuları azıcık fiskeleyerek, bir çakmak alevi uzatmaya kalkanları, önüne gelenin:
- Gördünüz mü, bakın nelere dil uzatıyor, diye hedef tahtası yapma seferberliğine giriştiği; bir türlü burjuvalaşamamış bir ülkede, sürekli öcülerden korka korka yaşamak...
***
Çobanın biri, dağ yamaçlarında sürüsünü otlatırken, bir ayı dışkısına rastlayınca korkar:
- Hay Allah, yine bir ayı dolaşıyor buralarda, diye ne yapacağını şaşırırmış.
***
Ayının dışkısına rastladıkça kork, bir yerlerden ayı çıkacak diye kork...
Bir gün canına tak etmiş çobanın ve bağırmaya başlamış:
- Ayıdan kork, bokundan kork; ben bu dünyaya korkmaya geldim Tanrı aşkına...
***
Bir türlü burjuvalaşamamış, iç göçlerin katmerlendiği ülkelerde; "olduğundan fazla görünme" epidemisi yaygınlaştıkça yaygınlaşır.
Böylesi psiko-sosyolojik bir sakatlanmanın, genç kuşaklara da bulaşması ve kendilerine yakıştırdıkları bir simge ve birkaç sloganla "kimliklerini" kanıtlamaya uğraşmaları kaçınılmaz olur.
Kimi "kutsal inançlar"a sığınır, kimi "çağdaş devrimciliğe"...
***
Bizim Solmaz Kâmuran, yaşlı bir kalem emekçisiyle, yüz yüze tanışma özlemi gösteren 4'üncü kuşak genç dostlardan, 20 kişilik bir grubu davet etti eve.
***
Genç dostlarla konuşurken, taşlaşmış kalıplara; "non-konformist" ve "paradoksal" ters bir raket vuruşun, eğlenceli örneklerinden bir buket sunmaya çalıştık.
Ne kadar becerebildik, bilemem.
***
"Yer" yüzü sadece Türkiye'den ibaret değildi. Afrika'da Kenyalı bir ailenin oğlu olan Obama, ABD'de başkanlık seçimleri için yarışıyordu.
***
Bir "uğraş", yahut "meslek" alanında "var olmak" isteniyorsa; o alanları vaktiyle kulaçlamış olanların da biyografilerine ve ne bedeller ödemiş olduklarına bakmak gerekirdi.
***
Fırından ekmek, kasaptan et almaya; sapına kadar vatansever olduğunu söylemek, yetmiyordu; "inanç" sahibi olmak da yetmiyordu.
***
Bu arada, sınıf bilincinden yoksun ezik çevrelerin çocukları, öldükten sonra zengin burjuvalar gibi yaşamayı hak etmek için; "kutsal inanç" adı altında önerilmiş kutsal yöntemleri benimsemek mıknatısına, çok kolay tutulabilirlerdi.
***
Sınıf bilincinin iğdiş edilmesi, kökleri sınıfsal tepkilere dayanan zıtlaşmaların, su yüzüne vurmasını engellemeye yetmezdi.
Doktorların hastalığı teşhis etmeleri yasaklanınca; hastalık ortadan kalkmaz, acıklı ve garip görüntülerin dışa da vurmasıyla sürer giderdi.
***
Yerel politikaların çöplüğüne düşmek yerine; kendi alanında evrensel kalitelerle bütünleşebilme rotalarını benimsemek ve önemli olmanın yollarını "arayan" biri olmak yerine, taze bir değer üretme tutkusundan ötürü "aranan" biri olmak...
***
Genç dostlarla güncel sözlüklerin ötesinde, beyinsel ve gönülsel bir ça-ça-ça da az zevkli değil hani...
***
Gelen genç dostlardan sadece 3'ü genç kızdı.
Türkiye'nin erkek ağırlıklı dengesiz tablosu, kendiliğinden bizim küçük salona da yansımıştı.
***
Ne yapalım, militarist bir iradeyle burjuvalaşmak, ancak bu kadar olabiliyordu işte...
Bugün "Sevgililer Günü". Evrensel burjuvazinin, Doğa'nın "sürekli üreme hükmü"ne uygun olarak; kadın-erkek arasındaki aşkı bir kez daha cilaladığı ve çiçekçileri, kuyumcuları, lokantaları hareketlendirdiği gün.
***
"Sevgililer Günü"nü, elbet Türkiye'de de değerlendiren bir kesim olacak.
"Yönetim saltanatı"nı ele geçirme hırsının bitmeyen kavgaları yerine; "üretim saltanatı"nın, etli şaraplı, kadınlı kahkahalı sofralarında tadını çıkaran evrensel burjuvazi; "onlar-biz" ayrımının çaprazı içinde, kendince burjuvalaşmaya da özenen ülkelere, usul usul öyle bir koyar ki ağırlığını...
***
Önce elektrikle girer, "erkek millet" olmakla övünen kadını dışlamış ülkelere; sonra beyaz eşya ile, arabayla, televizyonla, cep telefonuyla, süper marketlerle ve "Sevgililer Günü" ile girer...
Bunu engelleyebilme olanağı ne Afganistan'da vardır, ne Pakistan'da, ne iran'da, ne Irak'ta, ne Suriye'de.
***
Kadınların yaş günlerinin hiç hatırlanmadığı; Zübeyde Hanım'ın bile yaş gününün Çankaya'da kutlanmadığı diyarlarda; üst düzey bir burjuva hayatına, ancak öldükten sonra layık olabilmek için gereken koşulları yerine getirmeye çalışan yoksul kesim; bilinçsiz ve öfkeli bir sınıf çatışmasının tüm tepinmeleriyle bütünleşmeye kayar.
Ve kaçınılmaz bir çalkantı dönemi başlanır yaşanmaya.
***
Evrensel burjuvazinin değişen teknolojilerle küreselleşen kalibresi önünde; ekonomi, hukuk ve tarih bilincinden yoksun ezik yığınların; hamasi övünmeler ve bir an önce mal mülk sahibi olmanın kestirme yollarıyla; "miadı dolmuş bir döneme" yapışıp kalmaları, ne kadar önlenebilir ki?
***
Kadınların yaş günlerinin kutlanmadığı diyarlarda; ne Rıza Tevfik'in:
Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz
mısraının bir anlamı vardır; ne de 18'inci yüz yıl ingiliz yazarı Goldsmith'in: "Bir evde saat durmuş ve ocak tütüyorsa, orada mutluluk yoktur" saptamasının.
***
Bendeniz de ilk gençliğimden beri, nedense pek etkisi altında kalmışımdır Goldsmith'in o saptamasının.
Sade evlerde değil, dışarıda da rastladığım durmuş saatler tedirgin eder beni.
***
Köyceğiz'e geldiğimizde, yazı masasının üstünde duran, parmak büyüklüğündeki madeni bir arabanın fantazist yapısı arkasına oturtulmuş ufacık saat çalışmıyordu; anlaşılan özel pili bitmişti.
Hemen gönderdim saati, pilinin değiştirilmesi için...
***
Eh saatler çalışıyordu, dışarıda yağmur da dinmişti. Köyceğiz Gölü, kurşini bulutların yansımasıyla, kıpırtısız bir aynalaşmadan da vazgeçmiş; ıssız, sessiz ve kimsesiz uzanıp gidiyordu.
Kıyılarda hiçbir balık avcısı yoktu, gölde de bir tek martı bile...
Sadece belirli bir uzaklıkta, grup halinde karabataklar vardı.
***
Haberlerde, türban ve laiklik çatışmaları, idamlı-kefenli; -sadece kadınların yaş günlerinin, bir buket çiçekle bile kutlanmadığı diyarlarda rastlanacak türden- siyasal bir ihtiras bataklığında demagojik gümbürtüler koparırken...
Bendenizin uykusu gelmiş ve yatmıştım.
Solmaz da, TV'nin sinema kanallarında eğlenceli bir film bulmuştu.
***
Saat gecenin 1'inde, Solmaz'ın omuzlarımdan sarsmasıyla uyandım:
- Kalk kalk televizyon tutuştu, diyordu.
***
Tutuşan ve patlayan televizyonlar yüzünden az insan yaralanmamış, az ev yanmamıştı.
Neyse ki Solmaz, hemen fişini çekmişti televizyonun ve salon pis bir yanık kokusuyla duman içindeydi.
Çarçabuk televizyonu alıp, kapının dışındaki verandaya koyduk.
***
Maddeler değişti, değişmedi, rejim tehlikeye girdi, girmedi.
Acaba Anayasa'ya, televizyonların da tutuşup patlamaması için bir madde konamaz mıydı?
***
Rusya da AB üyesi oluncaya dek, çalkantılar devam edeceğe benzer; madem ki büyük bir çoğunlukla kadınların yaş günleri kutlanmıyor...
***
Enseyi karartmayın.
20-25 yıl sonra ne saatler durur, ne ocaklar tüter, ne de televizyonlar tutuşup patlar; Siirt'in köylerinde de açılır süper marketler...
2300 yıl önce, gündüzleri elinde bir fenerle Sinop'un sokaklarında dolaşıp duran Diojen:
- Bir adam arıyorum, diyordu.
* * *
Diojen bugün sağ olsa, belki yine gündüzleri elinde bir fenerle dolaşarak:
- Öfkesiz bir adam arıyorum, diyecekti.
* * *
Hazine'den geçinmeli "meslek yoksunu" atanmışlarla seçilmişlerin; akıllarından tanjant bile geçmeyen konularla oynaşmanın tadı bir başka.
işte onlardan birkaçı:
1- Tüm Türkiye'de kaç yüz bin dönerci ustası var ve onların yıllık kazançlarının ortalaması ne kadar?
2- 3200 belediyedeki itfaiyeci kadrosu toplam ne kadar ve onların yıllık ortalama maaşları kaç YTL?
3- Memduh Şevket'in, Fahri Celal'in, Haldun Taner'in yazmış oldukları öyküleri; üslubuna bakarak bir çırpıda birbirinden ayırabilecek kaç Hazine'den geçinmeli var?
* * *
28 yaşından küçük, kendine "çarpıcı bir kimlik" bulma özlemi çeken ve hayatla nasıl baş edeceğini de pek bilemeyen 40 milyon mesleksiz genç; psikopatolojik birer öfke volkanına dönüşmekte...
Tıpkı istanbul depremi gibi, siyasal iradenin dışında dönüşmekte.
* * *
Bir de yaptığı işe âşık, kimseye muhtaç olmadan ferah fahur yaşayan huzurlu dostlar var.
Örneğin, Kızılyaka'da "kuru fasulye güveçte" ve etlisi, tatlısı, yumurtalısı, tahinlisiyle; o an fırından çıkma sıcacık pideler vitüözü Osman Aydın ve eşi Şadiye Hanım...
* * *
Örneğin Muğla'da, imbikleri birbirine bağlayan cam borularıyla, cam şişeleriyle; bir kimya laboratuvarına benzeyen 2 metrekarelik dükkânında sürekli yeni kokular üreten kolonyacı Ahmet...
* * *
Örneğin, Köyceğiz çarşısının girişinde, kaldırıma taşmış masaların dışında, 4 metrekarelik lokantasında; yuvarlak ufak cızbız ızgara köftelerle, kıvamında soğanlı piyaz servisi yapan Mehmet ve eşi Sabahat Hanım...
* * *
Örneğin, Bağdat Caddesi'nde, 40 yıldan bu yana 2 metrekarelik atölye-dükkânında çeşit çeşit saatleri tamir edip duran ve şimdi artık bin bir çeşit saat da satmaya başlayan saatçi Arif...
* * *
Her ne kadar Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri", işine âşık "meslek sahipleri"nden daha itibarlıysalar da; hiçbir zaman ne onlar kadar özerklik, ne de onlar kadar gelişmiş bir kazanç sahibidirler.
* * *
Polemik cambazlığı yarışına girmiş politikacılara hiç benzemeyen, eski Kültür bakanlarından Fikri Sağlar; Türkiye'de yıllık uyuşturucu ve silah kaçakçılığının 60 milyar doları bulduğunu söylemişti.
* * *
Yılda 60 milyarlık uyuşturucu ve silah kaçakçılığı sorunu; nedense hiçbir açık oturumda gündeme gelmedi.
* * *
Hoş, gündeme hiç gelmeyen konu sadece o mu?
1939 yılında ismet Paşa Cumhurbaşkanı olur olmaz; vaktiyle Başbakanlık'tan istifa ettiğinde, kendisiyle birlikte Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı'ndan hemen istifa etmiş olan Dr. Refik Saydam'ı, Başbakanlığa getirmişti.
Ve Başbakan Refik Saydam'ın ilk verdiği demeç şu olmuştu:
- Her işimiz A'dan Z'ye bozuktur.
* * *
1923-1938 arasında da, birçok siyasal sorumluluk almış bir Başbakan tarafından; her işimizin A'dan Z'ye bozuk olduğunun açıklanması, üstünde durulmayacak bir konu muydu?
* * *
Her işimiz neden A'dan Z'ye kadar bozuktu?
Şayet konu merak edilse ve gitgide kurcalanması cızzz sayılan, dogmatik ve kutsal bir tabulaştırma zırhı içine sokulmasa; belki de içine hızla kayılmakta olan bir çalkantı dönemi, hiç yaşanmayacaktı...
Ama artık vakit çok geç...
* * *
Resmi klişeler malum:
- Milli çıkarlarımıza göre şöyle, milli çıkarlarımıza göre böyle...
istanbul trafiği de, herhalde milli çıkarlarımıza göre öyle.
* * *
Can Dündar'ın "Nasıl" programına katılan Adalet Bakanlığı'ndan geçmiş politikacılar; izleyicilere, 4 bin savcı ve yargıç eksiği bulunduğunu duyurmuşlardı.
* * *
1939'da Başbakan Dr. Refik Saydam, "Her işimizin A'dan Z'ye bozuk olduğunu"; 2008'de de Adalet Bakanlığı'ndan geçmiş politikacılar, 4 bin savcı ve yargıç eksiğimizin bulunduğunu açıklıyorlardı.
Demek ki milli çıkarlarımız, böyle olmasını gerektirmişti.
* * *
Dün Köyceğiz'de hava güneşliydi ve işlerine âşık dostlar, her türlü saçma sapanlığın dışındaydı.
* * *
Bendeniz kanapeye uzanınca, hemen gelip yanıma yatan Otello da, durumu anlıyor gibiydi ve kendisine:
- Sen de hiç saçmalamazsın değil mi, diye sorduğumda; sanki "evet" anlamına:
- Miyav, diyordu.
Köyceğiz gecelerinde, TV kanallarındaki siyasal tatavalara yan gözle şöyle bir baktıktan sonra; doğru dürüst bir film izlemeyi yeğliyoruz.
Önceki akşam da, Taraf gazetesinin okuyucularına hediye olarak dağıttığı "Danton" filmini izledik. Yönetmenliğini Andre Wajda yapmıştı. Gerard Depardieu de Danton rolündeydi.
* * *
1789 Fransız Devrimi; yeryüzündeki ülkelere dalga dalga yayılmış ve "aristokratlar egemenliği" yerine, "halk iktidarı" yaftası altında "demagoglar saltanatı"nın binbir kanlı politik hırlaşmasını oturtmuş; yeni bir dönemin giyotinli kampanasıydı.
Ve nihayet ingiltere'nin en genç Başbakanı William Pitt tarafından finanse edilmiş olduğu da, belgeleriyle kanıtlanmıştı.
* * *
William Pitt, Washington'un ingiltere'ye karşı başlattığı "bağımsızlık savaşı"nda; Fransa Kralı 16. Louis'nin, başkaldırıya arka çıkmış olmasına sert bir yanıt vermek ve öç almak istiyordu.
Ama siyasal tarihin bilardo topları, William Pitt'in vuruşuyla, çok değişik ve hiç beklenmedik yuvarlanmalara neden olmuştu.
* * *
Fransız Devrimi'nin liderlerinden Danton, en yakın arkadaşı Robespierre tarafından ölüme mahkum edilerek, 1794'te giyotin altında can verdi.
Ve bugün Paris'te, 1789 Devrimi siyasetçilerinden sadece onun anıtı var.
* * *
Bugün Türkiye'de aileleriyle birlikte 10 milyonu bulan "politika tayfası"; kazara Danton filmiyle birlikte, yönetmenliğini John Boorman'ın yaptığı ve başrollerini de Janie Lee Curtis'le Geoffrey Bush'un paylaştığı "Panama Terzisi" filmini de izlerse; sanırım ki şaşkınlıktan, ayakları ağızlarından çıkar.
* * *
Fransa'da giyotinler çalışırken; Paris'te ressamlar, atölyelerinde "nü" modellerle çalışmayı sürdürüyor ve Londra'da da Joseph Haydn, "Baterilerin Vuruşları" adı verilen 103'üncü senfonisini besteliyordu.
* * *
Aynı tarihlerde ise istanbul'da 1789'da, 29 yaşında tahta çıkan III. Selim, saray entrikalarının çöplüğü içinde, birtakım yenilikler yapmaya uğraşıyordu.
* * *
III. Selim'in, devleti modernleştirme girişimlerine verdiği ad, "Nizam-ı Cedid, Yeni Düzen"di.
Fransa'dan, ordu ve tersane işlerinde çalışacak uzmanlar getirilmiş; Yeniçeri ordusu dışında, yeni bir ordunun biçimlendirilmesi için, "Talimli Asker Nezareti" diye de bir bakanlık kurulmuştu.
* * *
Bu konuda Prof. Enver Ziya Karal şöyle yazıyor:
"Nizam-ı Cedid programının yürütülmesi için, kuvvetli bir ıslahatçı ekibin varlığı, aydın sınıfın ıslahat düşüncesini açık gönül ile kabul etmesi ve imparatorlukta bir "barış devri"nin kurulması gerekli idi.
Halbuki III. Selim devrinde, bu şartların hiçbir vakit ve hiçbir suretle gerçekleşmediği görülmektedir."
* * *
Gerçekten de o dönemlerde camilerde şu tür vaazlar veriliyordu:
- Askere setre pantol giydirip imanına halel getiren, önlerine "muallim" diye frenkleri düşüren Padişah'a elbette Allah yardımını çok görür.
* * *
"Nizam-ı Cedid"in 12 bin askerden oluşan yeni ordusu aleyhinde, camilerde verilen vaazlar hakkında Prof. Enver Ziya Karal şöyle diyor:
"Bu propagandaların tesiri en çok Yeniçeriler arasında görüldü ve o kadar görüldü ki, onlardan birine bir gün latife olarak:
- Nizam-ı Cedid olur musunuz, diye sorulduğunda; yanıt şöyle olmuştu:
- Hâşâ, Moskof olurum, Nizam-ı Cedid olmam."
* * *
III. Selim'in, nasıl tahttan indirilip öldürüldüğüne gelince:
1- Boğaz'daki kalelere Trabzon dolaylarından iki bin kadar "yamak asker" getirilip yerleştirilmişti. "Nizam-ı Cedid kılığına girmeyiz", diye önce onlar ayaklandı. içlerinden Kabakçı Mustafa'yı başlarına lider seçtiler.
* * *
2- Kabakçı Mustafa, ayaklanmanın nedenini halka şöyle açıkladı:
"Ey ahali, meramımız Nizam-ı Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Müslüman olanlar, kendilerini ocaklı bilenler bizimle beraber olsunlar"
* * *
3- III. Selim'in yeğeni veliaht Şehzade Mustafa ve Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi, Kabakçı'yı tutuyorlardı.
Vezir-i Azam vekili Köse Mustafa Paşa da, "yamaklar ayaklanması"nı bastıracağına, "basit bir iş" diye Padişah'ı uyuttu.
* * *
4- III. Selim, Nizam-ı Cedid'i kaldırdığına dair bir hatt-ı hümayun yazdı.
Vezir-i Azam vekili Köse Mustafa Paşa, el altından Kabakçı'ya 11 kişilik bir "kurban" listesi gönderdi. Kabakçı da "kurban" listesindekileri öldürmek için III. Selim'den istedi.
* * *
5- III. Selim, listede adları olanları, Kabakçı ile adamlarına teslim etti. isyancılar da, "11 kurbanı" korkunç işkencelerle paramparça ettiler.
* * *
6- Bu kez de III. Selim'in tahttan indirilmesi sorunu getirildi gündeme.
istanbul kadısı, Yeniçerilerle şu sorunu tartışıyordu:
"Bundan sonra bu padişaha emniyet olmaz. Sultan Selim'in saltanatta istiklali yok. Hükümeti, birtakım zalimlerin eline verdi. Kendisi zevk-ü sefa ile meşgul. Devlete getirdikleri de, fukaraya ve reayaya zulüm yapıyorlar; böyle bir padişahın hilafeti sahih midir?"
* * *
7- Şeyhülislam Topal Abdullah Efendi "değildir" cevabını verdi ve "hal fetvası"nı yazdı.
* * *
8- isyancılar:
- Sultan Selim'i istemiyoruz. Sultan Mustafa Efendimizi istiyoruz, diye bağırıp çağırıyorlardı.
Ve III. Selim, padişahlıktan çekildiğini açıkladı, 1807.
* * *
9- IV. Mustafa padişah oldu.
Ancak bu olaya pek kızmış biri vardı, eski bir "Serhat Beyi" olan Alemdar Mustafa Paşa.
* * *
10- Alemdar Mustafa Paşa, önce yeni padişah IV. Mustafa ile, Vezir-i Azamı Çelebi Mustafa Paşa'nın güvencesini kazandı. Ve III. Selim'in devrilmesinden 1 yıl kadar sonra, Saray'dan izin alarak, ordusuyla Rumeli'den istanbul'a geldi.
* * *
11- Aynı gün Babıali'yi basarak, Çelebi Mustafa Paşa'dan sadaret mührünü aldı. 28 Temmuz 1808.
* * *
12- IV. Mustafa ve adamları korku içindeydiler. Önlerinde tek bir kurtuluş yolu vardı.
III. Selim'le, yeni padişah IV. Mustafa'nın 24 yaşındaki küçük kardeşi Mahmut'u; Alemdar, Saray'a gelmeden öldürürlerse, Osmanlı hanedanından sadece bir IV. Mustafa kalacaktı hayatta. Böyle bir durumda IV. Mustafa'yı kimse tahttan indiremezdi.
* * *
13- Bu kanlı plan hemen uygulandı.
Alemdar, Saray kapısından içeri girdiği sırada; IV. Mustafa'nın adamları, dairesinde kitap okumakta olan III. Selim'i, hançerleye hançerleye öldürdüler.
Vakit olmadığı için, hanedan üyelerine uygulanan "boğarak, kan dökmeden öldürme" geleneği rafa kaldırılmıştı.
* * *
14- Cellat ekibi, Selim'i öldürdükten sonra, Şehzade Mahmut'un dairesine koştu. Oradaki Cevahir Kalfa diye yürekli bir cariye, gelenlerin gözüne kül fırlattı. O sırada birkaç kişi de, Şehzade Mahmut'u bacadan dama çıkararak kurtardı.
* * *
15- Alemdar Mustafa Paşa, IV. Mustafa'yı tahttan indirdi. Yerine 24 yaşındaki küçük kardeşi Şehzade Mahmut'u çıkardı.
Ve Sultan II. Mahmut, sonunda ağabeyi IV. Mustafa'yı boğdurttu.
* * *
Köyceğiz gecelerinde, Danton gibi siyasetin kanlı çöplükleriyle de ilgili, çarpıcı filmler izleyerek; aynı dönemlerde bizdeki siyasal durumlarla karşılaştırmak, doğrusu hoş oluyor.
* * *
Hele bir de, aynı dönemlerde bestelenmiş olan, Haydn'ın 103'üncü senfonisini dinlemeyi de ihmal etmezsen...
* * *
François Coppee'nin dediği gibi:
- Ahmak bir tarafı da var şu insanlığın...
* * *
Hadi bir ekleme de biz yapalım:
- Muhteşem bir tarafı da olduğu gibi...
Bir mizah yazarı, sinirlenip kızdığı birine -varsayalım bir siyasetçiye-:
- Ben, demiş; "sonsuz"un ne olduğunu bir türlü algılayamıyordum; ta ki senin salaklığınla karşılaşıncaya dek...
* * *
Böylesine dikenli bir yergiye acaba ABD'li bir siyasetçi ne derdi?
Belki de gülerek şöyle derdi:
- Şimdiye dek hiçbir işe yaramadığımızı iddia edenler şaşıracaklar; işte nihayet ortaya çıktı bizim de bir işe yaradığımız. Keşke kıvrak zekâlı mizahçımız, kendi "değerini" aynaya tuttuğunda algılayabilseydi "sonsuz"un ne olduğunu.
* * *
AB'li bir siyasetçi, böyle bir yergiye ne derdi acaba?
Ola ki o da şöyle derdi:
- Böyle tırpanlı çiçeklerin de açabildiği bir bahçede bahçıvanlık etmek kolay değil; biz onları özgürlük hortumuyla sularken, bazıları suratlarına tükürdüğümüzü sanıyor. "Sonsuz"u algılamanın en kolay yolu 2 paralel çizginin buluştuğu noktaya bakmaktır. Ola ki orada "zarafet" de buluşuyordur tırpanlı bir çiçekle.
* * *
Yerel bir siyasetçinin ise, ne diyeceği malum:
- Savcılar nerede?
* * *
Nasreddin Hoca'ya sormuşlar:
- Hoca, her zaman "gelişmiş"lik platformunda oturan bir ülkeyle; yüzlerce yıldan bu yana, sadece "gelişmekte olan" bir ülke arasında ne fark vardır?
* * *
Nasreddin Hoca, gülümseyerek sakalını sıvazlamış:
- "Gelişmiş" ülkelerde, demiş; limanlar büyüktür, deniz ticareti büyüktür, adalet sarayları büyüktür, demiryolu şebekeleriyle hızlı trenlerin istasyonları büyüktür, kazançlar büyüktür.
Ve eklemiş:
- Yüzlerce yıldan beri sadece "gelişmekte olan" ülkelerde ise, bütün bunların yapılacağını vaat edenler büyüktür.
* * *
Mikrofonu her ele alışta, tarihi bir geçmişle övünüp duran bazı nutukçu demagogları gördükçe; Alman edebiyatının önde gelen şairlerinden Yahudi kökenli Henri Heine'nin, atalarıyla övünüp duran bir aristokrata karşı yaptığı benzetme geliyor akla.
* * *
Henri Heine, yine bir gün sülalesiyle övünüp duran aristokrata:
- Siz, demiş; tıpkı patatese benziyorsunuz.
Arisrokrat hiçbir şey anlamamış:
- Neden, diye sormuş.
- Neden olacak, patatesin de sadece toprak altında olan bölümü önemlidir; üstündeki hiçbir işe yaramaz.
* * *
Av. Taner Aktop'un, yüzleri aşan fıkra stokundan, bir mahkeme fıkrası.
Ağır ceza yargıcı, bir tecavüz davasını yürütürken; karşısındaki cüce sayılacak boyda, sıska, çelimsiz erkekle; boyu 1.85'i aşan, iri yarı mağdur kıza bakar.
Aklı pek yatmaz, sıska çelimsiz, cüce erkeğin böyle bir tecavüzü nasıl işleyebildiğine; olay yerinde keşif ve tatbikat yapılmasına karar verir.
* * *
Keşif günü dağ başındaki bir köye gidilir. Tecavüz olayının evin bahçesinde, tenha bir köşede gerçekleştiği iddia edilmektedir.
* * *
Yargıç, cücemsi oğlana:
- Anlat, der; nasıl oldu?
Sıska, çelimsiz genç, kızın neredeyse ancak yarı beline gelmektedir. Ama çaresiz, kızın yanına yaklaşıp anlatmaya çalışır:
- Bir biriketin üstüne çıktım, öyle oldu.
* * *
Cüceyi, bir biriketin üstüne çıkararak bir deneme yapmaya kalkarlar. Oğlan, yine ufacık cüce kalmaktadır iri yarı kızın yanında.
Yargıç, kaşlarını çatmaya başlar.
* * *
Bu kez, cücemsi erkek:
- 2 biriketin üstüne çıkmıştım, der.
2 biriket üst üste konup, bir deneme daha yapılır.
Yine olmaz.
* * *
Ufacık erkek, bu kez de:
- 3 biriketin üstüne çıkmıştım, der.
Kendisi, yeni bir denemede 3 biriketin üstüne çıkarılınca, pat diye yere düşer.
* * *
Yargıç artık iyice sinirlenmiştir:
- Hey buraya bak, sen adaletle dalga geçip kafa mı buluyorsun ha, diye bağırmaya başlar.
* * *
Bu sırada iri yarı kız, duyulur duyulmaz bir sesle ve yörenin şivesiyle:
- Accük de, der; ben çömeliverdim.
* * *
Seçim sandıklarıyla, her zaman durumdan yakınıp duran seçmenleri anımsatıyormuş gibi bir fıkra işte.
Galiba seçmenler de azıcı çömeliveriyorlar.
* * *
9'uncu yüzyılda yaşamış Çinli şair Tsa-O Sung'un, Tarık Dursun K. çevirisi bir şiiriyle bitirelim yazıyı.
Beklerken
Bir sabah vakti...
Kapımı ardına kadar açıp bekleyeceğim
Bir sabah vakti...
Kapım ardına kadar açık,
Onu bekleyeceğim, gözlerim yollarda
Mutlaka gelecek, eminim.
Çünkü söz vermişti, sözünde duracak;
Buluştuğumuzda, rüyalarımda...
'Kışın akla ne sığar - Ne de yarar işleri / Saçakların şimdi var - Buzdan yapma dişleri'
Fazıl Ahmet
Köyceğiz'de saat sabahın 7.30'u. Yazı odasının sağ penceresinden görünen Sandras Dağları da, ön pencereden görünen yemyeşil okaliptüs korusu da, sol pencereden görünen Köyceğiz Gölü de dahil; henüz daha uzunca gölgeler yayan güneşin altında, günlük güneşlik...
***
Görünüşe aldanmamalı; her taraf günlük güneşlik ama, dışarıda verandadaki termometre 2 dereceye yapışmış kalmış.
Önceki gün de ortalık yine günlük güneşlik, termometre de 5 dereceyi gösteriyordu.
Ne var ki kuzeyden esen acımasız bir poyraz, sanki kutuplardan "kodum mu oturturum" üslubunda, hamasi bir uyarı taşıyordu.
***
Ortalığın günlük güneşlik olmasına karşın dışarıya adımımızı bile atamadık.
Klimanın sıcaklığı da yetmediğinden, gece gündüz yanan şömine de; bodruma, yazdan depoladığımız odunları yutup bitiriverdi.
***
Bir çeki odun daha getirivermesini rica ettiğimiz oduncu dost da;
geleceğine söz verdiği ne sabah saatinde göründü,ne de öğleden sonra.
***
Enseyi karartmamak gerekiyordu.
Hiç değilse Köyceğiz ve çevresi, günlük güneşlikti.
Megakent istanbul ise, her yağmur yağışında sellere, her kar yağışında kışa teslim olduğu gibi; bu kez de gemiyi azıya alan tipili şubat fırtınalarına, sadece 2 elini değil, 2 ayağını da kaldırarak teslim olmuştu.
***
5 bini aşkın köy yolu kapalıydı. TEM otoyolunda 60 araç birbirine girmişti. Güney ekspresi, buz tutan raylardan ötürü devrilmişti.
Evsiz barksız oldukları için donanlar, yollarda saatlerce çaresiz kalanlar, kazalarda ölenler vardı.
***
Kosova'nın bağımsızlığını ilan etmiş olması da; kışın yarattığı felaket ve faciaları önlemeye yetmiyordu.
Hep bir ağızdan "Onuncu Yıl Marşı"nı söylemenin de yetmediği gibi.
***
Neyse ki büyüklerimiz, her sorunun üstünde önemle duruyorlardı ve milletimizin gücü her sorunun üstesinden gelmeye yeterliydi.
***
Birkaç gün önce havanın limoni olmasına karşın, dışarısı 12 dereceydi ve okaliptüs korusuyla aramızdan geçen ıssız, sessiz ve sakin cadde, boylu boyunca ıslaktı.
***
Sırtıma empermeabli, başıma da kasketi geçirerek göle kadar şöyle bir yürümek geldi içimden.
Eski kuşağın "ahmak ıslatan" dediği türden, gözle de pek görünmeyen incecik bir yağmur yağıyordu.
2 elim empermeablin yan ceplerinde; maviliğini yitirip, kıpırtısız bir kurşiniliğe bürünmüş, ıssız, sessiz ve sakin göle doğru yürüyordum.
Sanki tüm dünyada tek başıma bir ben kalmıştım.
***
Pek farkında değildim ama, galiba dudaklarımdan Necip Fazıl'ın mısraları da yuvarlanıp gidiyordu, görünmez yağmura karışarak:
Bu yağmur, bu yağmur bu kıldan ince;
Ruhuma sessizce yağan bu yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur bir gün dinince,
Aynalar gölgemi tanımaz olur.
***
Pazar günü Fethiye'ye gidecektik; Taner ve Mireille'le buluşmaya...
Aradaki büyük yaş farkına karşın; fıkralar, "olduğundan çok daha fazla görünme" atmasyoncularının eğlenceli taklitleri, şiirler ve kahkahalarla örgülenen özel dünyamız; "uzay çağı"nın kanatlarından, "kitleleri yönetme sarası"nın, kimleri ve kimleri nasıl akrepleştirdiğini seyrediyor gibiydi.
***
Fethiye'ye gelince, hep birlikte kalktık, Kayaköy'deki özel bir lokantaya gittik.
Kayaköy'de; oraya ilk kez gelenlerle, arada bir gelenleri olduğu yere mıhlayan ucube bir manzara vardı.
Kapı ve pencere boşluklarıyla, damsız cansız binlerce yıkıntı taştan ev manzarası...
***
Orası vaktiyle bağları, bahçeleri, şaraphaneleri ve kiliseleriyle Rumların yaşadığı bir yöreymiş.
Yunanistan'da yaşayan Türklerle, Türkiye'de yaşayan Rumların "mübadele"si antlaşması kabul edildikten sonra; Kayaköy'deki Rumlar da bağlarını, bahçelerini, şaraphanelerini, kiliselerini terk ederek Yunanistan'a gitmişler.
***
Türkler ise, tüm ısrarlara karşın, nedense bir türlü sahiplenememişler Rumlardan kalma taş evleri...
Ve evler, yok olup giden damları, kapıları penceleriyle; yıkıntı ve kalıntı ucube bir görüntüye dönüşmüş.
iptal edilmiş bir kilisenin bahçesine, bir de uzun gönderli bir Türk bayrağı dikilmiş.
***
Herhalde üst düzey "mevki sahipleri"nden pek kimsenin haberi yok o ucube manzaradan...
***
Vaktiyle bendenizin çocukluğunda, vapur Kadıköy iskelesine gelip de yanaşmaya çalışırken; tam yanaşmadan iskeleye atlayıveren temiz pak yolcuları, iskele polisi şöyle uyarırdı:
- Sizin böyle hareket ettiğinizi yabancılar görse, sonra ne der?
***
Sandras Dağları'nın yamaçlarındaki Toparlar köyüne de, ilk kez kar yağmış.
Hayatlarında ilk kez karla, sokakların azıcık beyazlanır gibi olduğunu gören çocuklar, bir sevinmişler, bir sevinmişler...
***
Köyceğiz o kadar dışındaki, medyada umacılar festivaline dönüşen haberlerin...
***
Bendenizin canı da yine, ellerimi ceplerime sokarak göle doğru şöyle bir yürümeyi çekiyor.
Her ne kadar ortalığın günlük güneşlik görünmesine karşın, ne kadar da ayaz olduğunu ve "görünüşe aldanmamak" gerektiğini bildiğim halde...
***
Vaktiyle "görünüşe aldanmak istemeyenler"i, sıkıyönetim komutanları cezalandırırdı.
Şimdi de galiba "salt görünüşle durumu idare etmek isteyenler"i; başkentle, megakentte ve tüm ülkede kara kış cezalandırıyor.
ilk cemrenin "hava"ya düşme arifesinde, birdenbire ya beyaz, ya pembe çiçeklerle donanıveren badem ağaçları...
Her yıl beyazla pembe gelinliklerine, daha şubatta bürünüveren badem ağaçları; hem mutluluğun müjdesi, hem müjdenin mutluluğudur.
Kışın artık bitmekte olduğunun, fısıltılı bir duyurusudur o gelinlikler.
***
Türban tartışmalarına karışan Sevr ve Lozan tartışmaları; Sevr ve Lozan tartışmalarına karışan, barajlardaki su azlığı sorunu; barajlardaki su azlığı sorununa karışan, tersanelerdeki işçi ölümleri vurdumduymazlığı.
***
Türkiye'nin, sisli puslu bir görünmezlik arkasında bırakılmış gerçek metabolizmasını, kim ne kadar biliyor ki?
***
Geçen akşam, tahtından da vazgeçtikten sonra, kendisine hançerlerle saldıran Kabakçı Mustafa tayfasına karşı, varlığını elindeki neyle savunmaya çalışan III. Selim'in, alaturka bestelerini dinlemeye heveslenmiştik.
***
Nasıl olduysa oldu, hiç farkında olmadığımız bir CD geçti elimize.
Avusturya'da, "Zappel müzik kuruluşu"nun gerçekleştirdiği müzik CD'leri arasında; bir de Hüseyin Oktay'ın derleyip toparlamış olduğu "Osmanlı Saray Müziği" vardı.
Tanzimat dönemindeki padişah ve sultanların, çoksesli orkestralar için yapmış oldukları besteleri; "Henschel Kuarteti" piyanist Vedat Kosal'ın eşliğinde peş peşe çalıyordu.
***
"Osmanlı Saray Müziği" CD'sinin içindeki küçük albümde Arsal Soley, kompozitör sultanlar hakkında şu çarpıcı bilgileri veriyordu:
1- V. Murad'ın torunu ve Şehzade Selahaddin Efendi'nin oğlu Ahmed Nihad Efendi'nin, piyano için birçok bestesi arasında CD'deki parçası "Çiçekli Bir Fidan" adlı "Mazurka"sı...
***
2- Şehzade Mahmut Necmeddin Efendi'nin CD'deki 2 eseri "Vatan-Polka" ve "Yaşasın Özgürlük".
***
3- II. Abdülhamit'in oğlu Şehzade Mehmed Burhaneddin Efendi, Osmanlı hanedanının en iyi piyanisti olarak kabul edilmişti.
Avrupa ve ABD'de verdiği konserler; oralarda da piyano ve çello virtüözü olarak tanınmasını sağladı. ABD'de, kendisinin plak kayıtları da yapılmıştı.
Burhaneddin Efendi, ayrıca iyi bir ressamdı da; tabloları Avrupa'nın ünlü galerilerinde sergilenirdi.
CD'deki bestesi "Marş-ı Ali".
***
4- V. Murat'ın büyük kızı Hatice Sultan da bir kompozitördü. "Osmanlı Saray Müziği" CD'sinde yer alan "Vals"i babası için bestelemişti.
***
5- II. Abdülhamit'in kızı Ayşe Sultan da, hem bir müzisyen, hem bir ressam, hem bir kompozitördü. Çok iyi piyano, arp ve keman çalardı.
CD'deki parçanın adı, "Majesteleri Halife II. Abdülmecit Han Marşı".
***
6- V. Murat'ın kızı ve Hatice Sultan'ın kardeşi Fehime Sultan da, iyi bir piyanistti, birçok da bestesi vardı.
CD'deki parçası "Meşrutiyet Galopu".
***
7- Sultan Abdülaziz de bir müzisyendi. Piyano ve ney çalardı. Orkestralar için besteleri de vardı.
CD'ye alınmış parçasının adı "Valse Davet".
***
8- Sultan V. Murat... "Ben bir padişah değil, bir müzisyenim" diyen V. Sultan Murat...
Kendisinin 488 piyano parçasını, genç yaşta hayata veda eden piyanist Vedat Kosal arşivlemiş.
"Osmanlı Saray Müziği" CD'sinde tam 11 bestesi var.
***
Arsal Soley, CD'deki besteci sultanları 3 ana grupta topluyor:
1- Padişahlar; Abdülaziz, V. Murat.
***
2- Padişah kızlar; Ayşe Sultan, Hatice Sultan, Fehime Sultan.
***
3- Padişah oğulları; Şehzade Mehmet Burhaneddin Efendi, Şehzade Mahmut Necmeddin Efendi, Şehzade Ahmed Nihad Efendi.
***
Ta III. Ahmet'ten bu yana, neredeyse 300 yıla yakın bir süredir; Batı tipi bir çağdaşlaşma çabaları içindeyiz.
Ne var ki, ekonomik altyapıyı değiştirmeden; köylü ağırlıklı ilkel bir tarım üretimiyle burjuvalaşılamayacağının farkına hiç varılamadı.
Ve tüm Batılılaşma özeni, salt "imaj"dan ibaret, bir burjuva taklitçiliğinden ibaret kaldı.
"Üretim saltanatı", "siyasal egemenlik saltanatı"nın üstüne çıkamadı.
***
173 ülke arasında, "bireylerin yaşam kalitesi" kriterlerine göre, 95'inci sıradayken; ikide birde AB üyesi ülkelere haddini bildirmeye kalkmamız da, "psiko-sosyolojik" ayrı bir vak'a...
***
"Onlar-biz" ayrımıyla, 21. yüzyıl küreselleşmesinin dışında kalmak yahut kalmamak...
Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nden bir bölümü; "iç düşmanlar-dış düşmanlar" kükremesiyle yeğleyebilirler, "gizli bir iç sömürge" görünümü de çizen bir kümesin tepesinde, horozluklarını sürdürmeyi.
***
Bir Köyceğiz gecesinde, şöminenin karşısında kompozitör sultanların bestelerini dinlemek de, çok şeyler düşündürüyor bazen insana...
Politik ihtiraslar nedeniyle, aralarında hakları yenenler de çok mu oldu acaba?
***
Türkiye'nin sisli puslu bir görünmezlik arkasında bırakılmış gerçek metabolizmasını, kim ne kadar biliyor ki?
isviçre'nin Luzern kentindeki görkemli konser salonunda, Fazıl Say'ın "Harem ve Binbir Gece" bestesi; kentin ünlü orkestrası tarafından ilk çalınışı bittiğinde; izleyicilerden kopan alkış, dakikalarca ve dakikalarca sürdü gitti.
O sırada bendenizin Köyceğiz'de TV'ye takılı gözlerinde ters orantılı 2 merdiven canlanıyordu; birincisi yukarı, ikincisi aşağıya doğruydu.
* * *
Yukarı doğru çıkan merdivende müzisyenler, ozanlar, yazarlar, ressamlar, heykelciler ve tüm sanat dehalarıyla, bilim dehaları vardı.
Aşağı doğru inen merdivende ise; Fazıl Say'ın alkışının, ömrü boyunca yarısını bile duyamamış olan "boğa" makyajlı politika buzağılarıyla; onların peşinde gruplaşmış mesleksiz gurkaları vardı.
* * *
Yukarı doğru çıkan merdivendeki evrensel değerlere, "boğa" makyajlı politika buzağıları; öfkeyle kinle, haset ve kıskançlıkla diş gıcırdatıp dururlar ve hepsinin, kendi ağız köpüklerine mendil olmasını isterlerdi.
* * *
Yukarı doğru çıkan ve aşağı doğru inen merdivenler...
Yukarı doğru çıkan merdivenlerde; "gelişmişlik" payesine hep hasret kaldığı için övünme açlığını bir türlü doyuramamış olan tribünlerimizden de tırmanmış olanlar, az değildi.
* * *
Orhan Pamuk da o merdivenlerin tepesindeydi, Fazıl Say da, heykelci ilhan Koman da, Yaşar Kemal de ve çeşitli dillere çevrilmiş 30'a yakın yazarımız da...
* * *
Ne çare ki "onlar-biz" ayrımının, dışa kapalı kümeslerinde horozluğa özenenler; kendi anadillerinin yazı bahçelerinden de habersizdiler, o bahçelerde taçlanmış kalemlerden de...
* * *
Milyonlarca kadının yaş günlerinde, bir buket çiçekle bile kutlanmadığı feodal ve oligarşik bir yapılanmada; Ruhi Su, Selçuk Uraz gibi müzisyenler de tıkılabilir içeri, Nuri iyem gibi ressamlar da ve Yaşar Kemal de, "kıçı kırık iki roman yazmış, kendini adam sanıyor" diye küçümsendikten sonra; Orhan Pamuk'a da, suikast planları başlar düzenlenmeye.
* * *
Bundan 60 yıl önce Namdar Rahmi:
Sende cevher var imiş, bunu âlem ne bilsin;
Süslü bir dairede müdür bile değilsin.
Diye yazıyordu.
* * *
Fazıl Say da geri döndüğünde, aman hiç tekrarlamasın şu Osmanlı beytini:
Yok ise nağmeni takdir edecek guş (kulak)
israf-ı nefes eyleme, tebdili mekân et
* * *
TBMM'deki AKP grubunda, yağmakta olan yağmurlarla tavan, fiyakalı bir koltuğun üstüne akarken; ıslanıp duran koltuğun çıkarılıp, yerine bir kovanın konması çok eğlenceliydi.
* * *
Bir yandan da TV kanallarındaki açık oturumlarda, Sevr ve Lozan tartışılıyordu.
Kimse de, Lozan Antlaşması'nı imzalamamış olan ABD'nin, Türkiye'de gizli-açık kaç askeri üssü bulunduğundan söz etmiyordu.
* * *
Ailesiyle birlikte sayıldığında, 10 milyon kişi "politika"ya lehimlenmişti. AB üyesi olunduğunda ve Kopenhag kriterleri uygulamaya başlandığında, "politika"nın rantı azalabilirdi.
* * *
Oysa boşunaydı kaygıları. Öyle bir üyelik, Rusya da AB üyesi olduktan sonra, 25-30 yıllık bir uzaklıktaydı.
O tarih gelinceye dek, çalkantılı bir dönemden geçileceği de; artık gün günden daha çok netleşiyordu.
* * *
Neyse ki Fenerbahçe, Sevilla'yı 3-2 yendi.
Zaferin coşkusuyla yeri göğü inletmek, elbette ki hakkımız. Dünya bir kez daha hayran oldu futboldaki performansımıza.
Yukarı doğru çıkan merdivendeki değerleri de, elbet bir gün öğreneceğiz alkışlamasını.
* * *
Türban satışlarıyla bayrak satışları at başı gidiyormuş.
Fazıl'ın konserinden sonra, piyano satışları da bir hayli kıpırdamış olmalı.
* * *
Önceki gün yaz iyice gelmişti Köyceğiz'e.
Avrupa jet sosyetesinin en pırlantalı yıldızıyken; bir gün kendi kullandığı yatla iztuzu plajlarına gelip, önce plaja diktiği bir kulübeye, sonra da Dalyan'a yerleşerek kendini çevre korumacılığına adayan 87 yaşındaki kadın kaptan June ile Koliba'da güzel saatler geçirdik.
* * *
Karetta karetta'ların iztuzu plajlarına yumurtladığını keşfederek, onlar hakkında dünya dillerine çevrilen bir de kitap yazmış olan kaptan June, artık Türk vatandaşı olmak istiyordu.
Ve kendisiyle dalga da geçiyordu:
- Yaşlı olduğum için, niyetimin fahişelik yapmak olmadığını anlarlar ve herhalde zührevi hastalık muayenesine göndermezler beni, diyordu.
* * *
Bendeniz de, dilimize pelesenk olmuş bir saptamayı tekrarlayarak:
- Burası Türkiye, belli olmaz demedim.
Muğla Valisi'nin, dikkatli bir anlayış sahibi olduğundan söz ettim.
* * *
Köyceğiz Gölü, bir anda şubat soğuklarını silen güneşin altında, şıkır şıkır uzanıyordu.
"Koliba" kafeteryasının adı da; Gazi'nin Rumeli şivesiyle "kulübe"ye, "koliba" dediği rivayetinden uzantılıydı. Kafeteryalarına büyük özen gösteren Ahmet ve eşi Suna ile kıvır kıvır saçlı Laika da, doğrusu pek içtendiler.
* * *
Bizim Köyceğiz günleri, yine sonuna yaklaşmakta.
Ah keşke biraz da bilinseydi Köyceğiz'in, Karya ve Kaunos uygarlıkları döneminde, 2300 yıllık bir başkent olduğu...
* * *
Enseyi karartmayın.
20-25 yıl sonra "seviye" ile "seviyesizlik" de, zıtlaşmaktan vazgeçer ve başlarlar birlikte vals dönüşleriyle dans etmeye.
Hele şu politikanın rantıyla, "egemenlik saltanatı"nın yerini almaya başlasın mesleklerin getirisiyle, "üretim saltanatı".
Şöyle güneşli bir cumartesi sabahında; huzurlu, rahat, tüm sorunlardan arınmış olarak, demli sıcak bir çay bardağını dudaklara götürürken:
- Oh ne kadar güzel hayat, diyebilmenin bir reçetesi hiç mi bulunamaz acaba?
***
30 yıldan bu yana, Dalyan'da tek başına yaşayan yatçılık tarihinin tek kadın kaptanı 87 yaşındaki June, kendi reçetesini şöyle anlatıyor:
- Her sabah dilimlenmiş bir muzla bir elmayı, bir kâsede balla karıştırarak yersen; bir iyimserlik kaplar içini.
***
Pragmatik bir bencilliği, yüreğine yastık yaptığında; ne başkentte eksi 5 derecede gösteri yürüyüşü yapan işçilerin, üstlerine panzerlerden sıkılan basınçlı sularla yerlere yıkılmaları takılır aklına; ne Tuzla'nın cellatlaşmış tersanelerinde ölüp ölüp giden işçiler; ne kefenli - idamlı türban tartışmaları; ne sınır ötesi bir kara harekâtının başlayıp başlamadığı; ne de reel ekonominin çene atıp atmadığı...
***
Pragmatik bir bencilliğin manda ciğerleriyle:
- Amaaan bana ne be, demenin rahatlığı; yahut tüm rezillikleri, ayağının kıyısıyla itercesine:
- Canınız cehenneme, demenin bir öfke tükürmesi; yahut bilge bir saptamanın hafifçe esnemesi:
- Tezekten terazinin boktan olur dirhemi.
***
Bendeniz ömrüm boyunca, ne zaman kokuşmuş yumurtadan cılbıra benzer bir kepazelik gelse gündeme, hep aynı gerekçeyi duydum:
- Eğitim sorunu efendim.
***
Birkaç güne kadar ayrılacağımız Köyceğiz'e bakıyorum.
Köyceğiz; Türkiye'nin geçmişinin de, halinin de, geleceğinin de minik bir laboratuvarı ama kim farkında ki bunun?
***
Köyceğiz'e gelip yerleşmiş olan; ne ingiliz, ne Alman, ne Hollandalı, ne Japon, ne Güney Koreli ailelerle bir ahbaplık kuran var buralarda.
Nedenlerine şöyle uzaktan baktığımızda; vazgeçtik yabancı bir dil bilmeyi, kendi anadilini dahi "okuyup yazma boyutlarıyla" doğru dürüst değerlendirememiş olmanın bronşitleri çıkıyor karşımıza ve "Bir Tür cihana bedel" avuntusuna takılı, garip bir şovenizm petekleniyor.
***
Şayet Köyceğiz ve çevresindeki ilkokullarda, 2 ingiliz öğretmenle birlikte ingilizceye de büyük ağırlık verilseydi; okulları ve hatta üniversiteleri bitirdikten sonra ne yapacaklarını bilemeyen gençler; 21. yüzyıl küreselleşmesiyle çok rahat bütünleşebilirler ve "burjuva enternasyonalizmi"ne karşı, "elin gavuru" öfkesiyle "yabancı bir madde" durumuna düşmezlerdi.
***
Köyceğiz'de komşumuz bir ingiliz ailesinin, açık mı açık sarı saçları şakaklarının kıyılarından taşan, 9 yaşında küçücük bir oğlu var, adı Jay.
Geçen yıl bizim evin önünden ağlaya ağlaya yürüdüğünü görmüştük.
Solmaz hemen koşup yanına gitmiş:
- Ne oldu, ne var, diye sormuştu.
Jay, Solmaz'a sarılmış:
- Beni hep dövüyorlar, diye dert yanmıştı.
***
Bir ömür boyu, "bal tutan parmağını yalar" ilkesine uygun olarak kirlenmiş olan bir gömleğin; ne zaman bir ucu dışarı çıksa, gerekçe olarak duyduğum:
- Eğitim sorunu efendim, kaytarmacası; temelde "onlar-biz" ayrımına dayalı buzlanmış beyinlerle, "mevki sahipleri"ne itaatkâr militanlar yetiştirme sorunuydu.
***
Genellikle de, taşra ilkokullarındaki öğretmenlerin böyle bir kalıptan geçirilmesine özen gösterilmişti.
O nedenledir ki, küreselleşme sürecinin ilk dalgalarının uzandığı Köyceğiz'de; sevgili Köyceğizliler, kendi küçük dünyalarının dışına doğru begonvilleşemiyorlardı.
Ve küçücük Jay'ın yüzünde, biraz fazlaca patlıyordu öğretmen tokatları.
***
Bendeniz, Fransız öğretmenlerin de ders verdiği yatılı ilkokuldayken; hiçbir öğrencinin tokatlandığını görmedim. Sadece bazı yaramazlara; haftada bir, geceleri oynatılan filmleri izleme yasaklanır; ona da "sinemadan mahrumiyet cezası" denirdi.
Ve yaramazların numaraları, film başlamadan önce salonda okunur ve kendileri süklüm püklüm dışarı çıkarılırdı.
***
Sadece rahmetli annem, dayakçı bir ilkokul öğretmeni gibiydi; babama kızdıkça bana çakardı şamarı.
Küçücük Jay, dert yanmak için gelip bizlere sarıldığında; bendeniz de, sert hanım öğretmenin, anneme ne kadar benzediğini düşünüyorum.
Babam, biraz da o yüzden beni 8 yaşındayken bırakmıştı yatılı ilkokula.
***
Kutuplaşmalar ve gerim gerim gerilmelerle çalkantılı bir döneme doğru kayılmaya başlandı mı; cerahatli bir zırvalık da yaygınlaştıkça yaygınlaşır.
***
Bir cumartesi sabahı, Köyceğiz Gölü'ne karşı, yaklaşmakta olan bir ayrılığın gönül öpücüklerinden birini göndermek yerine; yaşlı bir dert babası olarak, bizim pancar motorunda, yüzümü de buruşturan "kodum mu oturturum" sirkesi çalkalamak.
***
"Onlar-biz" ayrımı, en sonunda görünmeyen bir uçuruma doğru arka arka gitmek olacak ama, kimler ne kadar farkında ki bunun?
Ne demişler:
- Tezekten terazinin boktan olur dirhemi.
Yüzlerce yıldan bu yana insanların birbirlerini "hainlik"le, "ihanet"le; o sıralarda kutsallaştırılmış bir makama, yahut tabulaştırılmış kutsal bir kavrama karşı "dil uzatmak", "çok ileri gitmek" ve "haddini aşmak"la suçladığı bir ülke Türkiye.
Aynı tür suçlamaları bugün de, en taze kuşaklar bile canı gönüldün benimsemiş durumda.
* * *
Rahmetli annem de, çok kızdığı biri için:
- Sıkıvereceksin boğazını, derdi.
Erkek erkeğe kahvelerinde de, ülke sorunlarının çözümü için önerilen yöntem hemen hemen hep aynıydı:
- Sallandır 2 kişiyi, bak her şey nasıl düzelir.
* * *
17 gün önce soğuk, bulutlu, suratsız bir günde bırakmıştık istanbul'u, Köyceğiz'e giderken.
Köyceğiz'de de aynı suratsız, soğuk ve yağmurlu hava karşılamıştı bizi.
* * *
Derken birden güneşler açtı, masmavi bir göğün altında Köyceğiz Gölü; peri masalı rüyalarından çıkıp uzanıvermiş gibi oldu, Ölemez Dağı ile çerçevelenmiş, bakışlarımızla tarayıp okşadığımız bir ıssızlığa.
* * *
17 gün içinde ise neler ve neler olmadı?
Sınır ötesi operasyonlar, hamasi açıklamalar, kırmızı bayraklı tabutların resmi cenaze törenleri ve sürüp giden türban tartışmalarıyla, kış kıyamet haberleri.
* * *
Bizler ise, bir yandan özel yaşamların bize anlatılan yakınmalarıyla; küçücük leğenlerde koparılan fırtınaların sıkıntılarına, bir avuntu muskası aranıyor; bir yandan da Türkiye'nin, nasıl çalkantılı bir döneme doğru hızla kaymakta olduğunu izliyorduk.
* * *
Önceki gün istanbul'a döndüğümüzde; güneşli, ışıklı, henüz daha hiç yaşanmamış bir ilkbahar gelmiş gibiydi.
Boğaz'a ve Adalar'a bakarken, hissettim istanbul'u da özlediğimi.
* * *
Üstelik gitmeden önce, eskisini emekliye çıkarıp, bir de yeni pancar motoru almıştım. Henüz daha hiç kullanmadığım. 62 yıldan bu yana, kim bilir bu kaçıncısıydı ve eminim ki artık sonuncusuydu.
* * *
1936-1939 arası "Milliyetçiler" ile "Cumhuriyetçiler" arasındaki ispanya iç savaşına; "Cumhuriyetçiler"den yana, evrensel yazarlardan kimler kimler katılmamıştı ki?
Ernest Hemingway, André Malraux, Arthur Koestler...
* * *
Arthur Koestler, 1937 yılında "Milliyetçiler ve diktacılar" tarafından tutuklanıp idama mahkûm edilmiş ve Madrid'deki bir cezaevinde bir idam hücresine tıkılmıştı. ingiltere'nin müdahalesiyle kurtulabildi ancak.
Orada neler yaşamış olduğunu da, sonradan "ispanyol Vasiyetnamesi" adıyla yayımladı.
Bendeniz de Koestler'in o eserini, 50 yıl önce "ispanya'da Ölüm Güncesi" adıyla çevirmiştim Türkçeye.
* * *
Koestler, o kitabının ilk sayfasına André Malraux'un şu cümlesini oturtmuştu:
"Bir hayat hiçbir şeydir, ama hiçbir şey de bir hayat değildir".
* * *
Kendi anadilinin "okuyup yazma" boyutlarından da çok uzakta kalmış olan küçük Asya insanları; "onlar-biz" ayrımının labirentleri içinde, kuşak kuşak sürdürüp gidiyorlar birbirlerini suçlayıp durmayı.
* * *
Daha ilkokullarda "ölmek ve öldürmek" şehveti şırıngalanıyor sanki çocuklara.
"Atalarımızın kanıyla sulanmış olan bu topraklar", "Kanımızın son damlasına kadar bu topraklar için", "Altı da bir, üstü de birdir yerin, arş yiğitler vatan imdadına" türü bitmeyen bir hamaset.
* * *
100 yıl önce Tevfik Fikret, "ölme ve öldürme" üstüne sürdürülen hamasete karşı şu dörtlüğü yazmıştı:
Vatan senden hayat umar,
Sen yaşarsan o canlanır.
Vatan için ölmek de var,
Fakat borcun yaşamaktır.
* * *
Fikret'in de hümanizmine öfkelenilmiş ve mitingler düzenlenmişti sokaklarda:
- Kopsun seni Fikret diye alkışlayan eller!
* * *
Kendi sanatçı, şair ve yazı adamlarından dahi habersiz olan bir toplumda; André Malraux kaç kişinin umurunda, Arthur Koestler kaç kişinin umurunda?
* * *
Bendeniz de çok arzulamıştım küçük Asya'nın eski uygarlıklarıyla, hümanist bir sentez içinde görkemli bir "varoluş" yaratılmasını ama...
* * *
Bizim yeni ve sonuncu pancar motorunun da tuşları, sanki afal afal bakıyorlar gibi yüzüme; sanki Karacaoğlan'ın 300 yıl önceki mısralarını hatırlatmak istiyorlar bendenize:
Kadrin bilmeyenler alır eline
Onun için boynu bükük menevşe
biz bu topraklarda yaşıyorsak attığımız adım ve aldığımız nefes allah için ise biz bu vatan için ölmeyi göz almalıyız.
(bkz: yazması kolay uygulanması zor)
Filin en büyük düşmanının karınca olması; karganın, bülbül familyasından olması; dişisiyle erkeğinin birleşmesini, çevrelerinde dikey yüze yüze bir çember döndürerek çok romantik bir biçimde kutlayanların da timsahlar olması gibi; Doğa'nın yansıttığı ağdalı kara mizaha, her gün yeni bir örnek daha ekleyen yönetimler de; bir türlü "gelişmiş" olamayan Şark toplumlarının yönetimleri.
* * *
Böylesi bir kara mizahı satırlara dökmek, kimlerin kaşlarını çattırır; bilenler bilir.
* * *
Bir kara mizah ki, vatanına cümle âlemden daha çok âşık olduklarını iddia edenler, herkesin de vatana âşık olmasını isterken; âşık oldukları kadınlara, başkalarının da âşık olmasını asla istemezler.
* * *
Bunun da nedeni birinci tür aşkın getirisinin büyüklüğü. Şayet ikinci tür aşkın da getirisi büyük olsa, belki istenebilirdi aynı kadına herkesin âşık olması da...
* * *
Mehmet Barlas, yeni başladığı haber yorum ve sunuculuğunun 3'üncü gününde; beklenmedik bir sürprizle Edirne'deki eski "Tunca Kışlası"na bağlanıverdi.
"Tunca Kışlası", Afganistan'dan, Pakistan'dan, Irak'tan, Suriye'den, Kuzey Afrika'dan, AB'ye gitmeye çalışan "kaçak göçmenler"le doluydu; aralarında ufacık çocuklar, hatta yeni doğmuş bebekler bile vardı.
Sınırda yakalanmış ve ülkelerine iade edilmek üzere, eski "Tunca Kışlası"na doldurulmuşlardı.
* * *
"Tunca Kışlası"nda, kaçak göçmenlerle röportaj yapan da; ses tellerindeki bir "nodül" nedeniyle birkaç gün sonra hastaneye yatacak olan Savaş Ay'dı.
Hastaneye yatmadan önce, çarpıcı bir röportajının daha yayımlanmasını istiyordu ve Barlas da onu kırmamıştı.
Buna da, kendi uğraş alanında "yaptığı işe somut olarak layık olma aşkı" deniyor.
* * *
"Bizim şeyhin kerameti olur menkul kendinden" övünmelerine gerek duymayacak bir düzeydedir, meslek aşkları.
* * *
işin tuhafı; ne ingiltere'den, ne isveç'ten, ne Danimarka'dan, ne Fransa'dan, ne Almanya'dan, ne Yunanistan'dan; Irak'a, Pakistan'a, Afganistan'a doğru gitmeye çalışan hiç "kaçak göçmen" yoktu.
Sürekli Şark ülkelerinden kaçmaya çalışıyorlardı Batı ülkelerine; acaba neden?
* * *
Kaldı ki Batı ülkeleri 2 Dünya Savaşı'ndan geçmiş; 60 milyon insan ölmüş; Avrupa'da yakılıp yıkılmadık pek bir yer kalmamıştı.
Oralarda nasıl oluyordu da bireylerin "yaşam kalitesi"; Türkiye'nin bile 97 basamak üstünde oluyordu?
* * *
Bizde TV'lerdeki açık oturumlarda, hiç değinilmeyen konulardan biri de buydu.
Hazine'den geçinmeli kesimin sözcüleri:
- Söz konusu "vatan" olunca gerisi teferruattır, diyorlardı.
Yani, vatanda yaşayan milyonların "yaşam kalitesi" bir teferruattı.
* * *
Mangır açısından "geçim düzeyi"ni gösteren sayılar da, kanıtlıyordu teferruat olduğunu.
4 kişilik bir aile için ayda 715 YTL açlık sınırıydı.
Ayda 715 YTL girdisi olmayan 4 kişilik bir aile, aç yatıp aç kalkmak zorundaydı.
* * *
4 kişilik bir aile için yoksulluk sınırı ise ayda 2.329 YTL idi. Daha altındaki bir girdiyle, yoksullar kafilesine katılıyordun.
* * *
En çok hangi yörelerde doğanların, sonradan "kahraman Mehmetçik" olduğunu renkli olarak gösteren bir harita da yoktu.
Açlık sınırlarının altındaki ailelerle, yoksulluk sınırlarının altındaki ailelerden de "kahraman Mehmetçik"ler çıkıyor muydu; çıkıyorsa yüzde kaç oranında çıkıyordu; insan merak ediyor doğrusu.
* * *
Ama madem ki, Hazine'den geçinmeli kesimin sözcüleri:
- Bunlar teferruattır, diyorlardı, öyleyse teferruattı.
"Mevki sahibi" olabilmek için, "vatan"a ve "devlet"e gerek vardı; onlar söz konusu olduğunda, gerisi elbet de teferruattı.
* * *
100 yıl önceki 2'nci Meşrutiyet Meclisi'nin tutanaklarıyla, o günkü gazete haberleri de tekrar gündeme getirilebilse...
Ve bugünkülerle bir kıyaslansa...
Çok değişik bir "kara mizah" örneğiyle daha, karşılaşır mıyız, karşılaş mıyız?
Kim bilir?..
* * *
1950'li yıllarda, o günkü siyasal durumu özetleyen bir olay anlatmıştı Melih Cevdet.
Türkiye'den ABD'ye gitmek isteyen bir kaçak yolcu binmişti, New York'a giden bir şilebe ve yakalanıp geminin sintinesine hapsedilmişti.
* * *
Şilep, yük almak için New York limanına yanaşmış, vinçler çalışmaya başlamıştı.
Sintinedeki kaçak yolcu ise, ABD'ye geldiği halde, dışarı çıkamıyor, sadece rıhtımdaki bitmeyen sert gürültüleri duyuyordu.
* * *
Türkiye'ye döndükten sonra serbest kalan kaçak yolcuya, ABD'ye gittiğini bilen arkadaşları soruyorlardı:
- Amerika'yı anlatsana, nasıl bir yer orası?
Kaçak yolcu da, omzunu silkiyor:
- Bir gürültü, bir gürültü; hepsi bundan ibaret, diyordu.
* * *
100 yıl sonra belki bu kadar dahi bir özet yapılmayacak bugünkü "övünüp durmalar"la, tatavalar hakkında...
Önceki akşam saat 20'de Galatasaray-Fener maçını izlerken; ne zamandan beri ateşte unutulduğu bilinmeyen kapağı vidalı çelik bir tencerenin, en sonunda patlayıp kapağını tavana fırlatmasıyla etrafa saçılan kanlı bir çöp çorbasında futbol toplarıyla, sarı ve kırmızı kartların da duvarlara yapıştığını görür gibi oldum.
* * *
Üniversitelerden ilkokullara; istanbul trafiğinden, her kış yolları kapanan binlerce köye; 730 bin dosyanın birikmiş olduğu Yargıtay'dan, 4 bin savcı ve yargıç eksiğinin bulunduğu mahkemelere; türban tartışmalarından, resmi kimlikli suç örgütü tartışmalarına; hamasi demagojilerden, yolsuzluklara batmış belediyelere kadar; 80 yıllık bir "imaj" tablosunun çivisi iyice çıkmış mıydı?
* * *
Bendeniz de karamsarlığı hiç sevmem ama; toplumu uyutmayı hedefleyen bir "iyimserlik" de, çivisi çıkmış bir "imaj" tablosunun pat diye yere düşmesini engelleyemez.
* * *
Galatasaray-Fener maçında her havaya kalkan sarı kart, bendenize son 80 yılda sürekli içeri tıkılanları; her havaya kalkan kırmızı kart da idam sehpalarını hatırlatıyordu.
* * *
Galatasaray'ın zaferi, demli bir çayın tadı yerine; "kaynanamın abdest suyuna dönmüş" denilen, demi kaçmış bir bardak sıcak renkli su gibi geçti boğazımdan.
Bizim çocukluktan teslim olduğumuz "Cimbom"a, şöyle doya doya:
- Yaşa, diye bağıramadım.
* * *
Hayat bu, ne yapalım...
Belki de, hayat bu değil ama, yine de ne yapalım...
* * *
Farkında olunsun olunmasın; içine hızla kayılmakta olunan çalkantılı bir dönemi, artık değiştirme olanağı yok gibi...
Şimdi 20'sinde olanlar, 45'ine geldiklerinde neler ve neler görmüş olacaklar.
* * *
Gençlerden bazılarının "imrendikleri biri" varsa, önce onun biyografisine bir göz atsınlar; örneğin Vehbi Koç'un.
Ve unutmasınlar ki:
- Bedeli ödenmeden hiçbir yere varılamaz.
Vaktiyle de Napolyon:
- En kestirme yol, uzun görünen şosenin kendisidir, demişti.
* * *
Bebekler, çocuklar, gençler...
Gözlerim onlara takıldıkça, doğrusu pır pır ediyor yüreğim.
* * *
Yahya Kemal'in:
Gördüm ve anladım yaşamak macerasını,
Baki idiyse ruh eğer, dilemezdim bekasını.
Mısralarına boş vererek; ilkbaharın gelişini Fenerbahçe Parkı'nda açmaya başlayan papatyalardan seyredercesine, kendi dalgamızı geçelim biraz da...
* * *
Bir akıl hastanesinde delinin biri, ters tuttuğu bir çiviyi çakmaya çalışıyormuş duvara.
Bir başka deli, onu uyarmış:
- O çivi, demiş; o duvarın değil. Sivri ucu karşı duvara baktığına göre, karşı duvarın çivisi o çivi.
* * *
Yönetmenliğini Ridley Scott'un yaptığı, başrollerini de Denzel Washington ile Russell Crowe'un oynadığı "Amerikalı Gangster" filmi de; "işe bak sen" dedirtecek türden bir filmdi.
* * *
Vietnam savaşları sırasında, Uzakdoğu ile ilgili bir uyuşturucu kaçakçılığının örgüt lideri; Vietnam'da ölmüş askerlerin tabutlarına benzer tabutlar içinde de, askeri uçaklarla kokain kaçakçılığı yapıyordu Vietnam- New York arasında...
* * *
Nasreddin Hoca da, hamamda; ucunda kapaklı hokkasının, sapında da kamış kalemlerin bulunduğu altın bir diviti çalmış ve peştemalının içine saklamıştı.
Zaptiyelerin gelip, hamamdaki müşterileri ararken, peştemallarının içine de baktıklarını görünce, diviti sokuvermişti kıçına.
* * *
Ne çare ki Hoca yakalanmıştı kıçındaki divitle ve şaşkın bir sesle söylenmeye başlamıştı:
- Allah Allah kim sokmuş ki, onu da oraya...
* * *
Bir istanbul şubatının güneşli bir gününde, Caddebostan-Pendik arasındaki kıyıdan geçen asfalt yolun; deniz tarafındaki çim sahaları, boydan boya sere serpe doldurmuş aile gruplarına bakarken, insan:
- Ah keşke, diyor; bütün Türkiye böyle olabilseydi.
Bir gün politikacılığa özenir de, kendinize şöyle bolca dinleyici bulmak zorunda kalırsanız, yüksekçe bir yere çıkıp bağırın:
- Elden gidiyor...
* * *
Elden giden şeyin, özellikle elden gidecek türden somut bir şey olmaması şarttır.
Örneğin:
- iman elden gidiyor, deyin.
Yahut:
- Din elden gidiyor.
Yahut:
- Bayrak elden gidiyor.
* * *
iman, din, bayrak gibi kutsal kavramlar, maaş, ücret, tarla, tavuk, horoz, bakraç, güğüm, inek, at, katır, eşek gibi; somut olarak elden gidebilecek türden şeyler olmadığı için; sizi dinleyenler, bunların gerçekten gidip gitmediğini ölçemeyeceklerinden, sözlerinize kolayca inanabilirler.
* * *
Ve siz de sürdürebilirsiniz bağırmanızı:
- Gidiyor, arkadaşlar gidiyor, elden gidiyor.
Hiç kuşkuya düşmeyin, kimse kalkıp da:
- Yahu din elden nasıl gider, belediyenin istimlak ettiği babadan kalma bakkal dükkânı mı bu, diye sormaz.
* * *
1400 yıllık islam dininin, avcı görmüş 4 ayaklı tavşan gibi şıp diye elden kaçabileceğine inanır herkes.
inanınca da, dini tekrar yakalayıp avucunun içine almak için, sürü sepet peşinize takılır.
* * *
Siz önde onlar arkada:
- Gidiyor kardeşler, gidiyor; din elden gidiyor, diye bağıra çağıra görkemli bir yürüyüş eylersiniz.
* * *
Osmanlı tarihinde:
- Din elden gidiyor!
Vaveylasıyla çok sadrazam kellesi koparılmış; hatta aynı zamanda halife olan imparatorların bile canları cellat kemendiyle alınmıştır.
Ve gerçekte giden din değil; ya padişah, ya çevresi olmuştur.
* * *
En elden gidemeyecek şeylerin, elden gittiğini haykırarak adam toplamak; bizde geleneği olan politik bir kışkırtma tuzağıdır.
* * *
Çıkar bir kürsüye, boyun damarlarını şişire şişire naralanırsın:
- Elden gidiyor dostlar, elden gidiyor; bayrak elden gidiyor.
Veya:
- Namus elden gidiyor.
Veya:
- Namaz elden gidiyor.
Veya:
- Türklük elden gidiyor.
* * *
Bunları elde tutmak için, kimin iflahını kesmek gerekiyorsa, hedef olarak da onu gösterirsin:
- Muhtar idris yüzünden, öteki dünya elden gidiyor!
Dinleyenler, Muhtar idris’i yok edip, öteki dünyanın elden gitmesini önlemeye kalkarlar.
* * *
“Öteki dünya” yerine, “şeref” elden gidiyor da denebilir; “geçmiş elden gidiyor” da denebilir.
Ancak kavramlar hep soyut olmalı.
Kazara güneş elden gidiyor, yıldızlar elden gidiyor, rüzgârlar elden gidiyor, bulutlar elden gidiyor derseniz; kimse inanmaz.
* * *
Bakın siyasal liderlere; biri:
- Bayrak elden gidiyor, diyor.
Öteki:
- Din elden gidiyor...
Bir üçüncüsü:
- Türklük elden gidiyor...
* * *
Hangisi kalkıp da:
- 20. yüzyıl elden gidiyor, insan hakları elden gidiyor, minicik çocuklar elden gidiyor, çağdaşlık özlemi elden gidiyor, diyor?
* * *
Umurundaydı onların kaybedilmiş yüzyıl, insan hakları, çocuk mutlulukları ve çağdaşlık...
* * *
Politikacı, insanın enayisini arayan kişidir. Şayet enayilik ortadan kalksa, politikacıya gerek mi kalırdı?
Bakalım bugünkü gazetelerin sürmanşetleri, Fenerbahçe-Sevilla futbol karşılaşmasının sonucunu; bitmeyen bir başarı açlığı ile kendi kendine övünüp durma tsunamisine uğramış Türkiye'de, genel bir şenlik yaratacak, bir galibiyet haberi olarak verebilecek mi?
Dileriz öyle olur.
Tersi olursa da, patlayıveren bir balonun küçülüveren ince, lastik, delinmiş parçası gibi görmezlikten gelme bidonunun içine fırlatılıverir.
* * *
TV ekranlarında toplu, tanklı, helikopterli, üniformalı görüntülerle; kürsü nutukçularının polemikleri ve sokaklarda yaygınlaşan itiş kakışlar süre dursun...
Bendeniz, daha martın ilk günlerinde güneşli bir havayla gerdeğe giren Boğaz'da, bir kez daha yaşamaya çalışırım gönlümün istanbul'unu.
* * *
Gümüşsuyu'na inmeye başlamadan Parkotel'in, o koskocaman beton yıkıntı kalıntısı; özetliyormuş gibi görünür gözüme, son 80 yılda daha ilkokuldan başlayan hamasetçi eğitimin, nasıl bir hasat verdiğini.
* * *
Gönlümdeki istanbul ise, o kadar ayrı bir albümün içindedir ki...
Dolmabahçe'den Beşiktaş'a, Beşiktaş'tan Ortaköy'e, Ortaköy'den de Kuruçeşme'ye doğru uzanıvermek...
Kuruçeşme rıhtımına bağlı Savarona'nın dibinde olta balıkçıları, oltalarını çırpınıp duran sürü sepet istavritle birlikte havaya doğru kaldırırken; çevrelerinde pusuya yatmış değişik renklerdeki kediler de, istavritlerden bir tanesini kapıverme umudu içindedirler.
* * *
Aa o da nesi?
Genç bir kızla bir delikanlı, sarmaş dolaş ağır ağır geldiler ve Savarona'nın dibinde dudak dudağa öpüşmeye başladılar.
Eminim ki, hemen hemen tüm Türkiye gibi, o gençler de; ne Savarona'nın ne anlama geldiğini biliyorlar, ne denize indirildikten sonra yaşadığı serüvenleri, ne de Türkiye'ye nasıl geldiğini ve Ankara-Washington-Berlin-Londra arasında nasıl bir diplomasi trafiğine neden olduğunu.
* * *
Kime nasıl anlatabilirsin ki; hâlâ daha köy bile olamamış 40 bin mezrası bulunan bir diyarda, hamasetçilik hipnozlarıyla beyinleri dondurur ve kendi gerçek tarihiyle yüz yüze gelmesini kökünden hadım edersen; 450 YTL'lik 3 aylıklarını almak için banka kapısına yığılan engellilerle yaşlılar, sıra kavgasına tutuşur ve engelliler bile birbirini bıçaklamaya başlar.
* * *
Hızla çalkantılı bir döneme doğru kayılmakta olduğunun temelinde; ilk kadın berberinin Türkiye'de kaç yılında ve nerede açılmış olduğunu, gelişmiş ülkelerdekilerle kıyaslamamak yattığına; nasıl inandırabilirsiniz ki Hazine'den geçinmeli mevki sahiplerini?
Kadını sürekli bir küfür aracı olarak kullanıp,erkek millet olmakla övünmek; kimliği üreme zembereğine göre biçimlenmiş Kozmos diyalektiğiyle çatışma anlamına gelir ki, Kozmos affetmez böyle bir yamukluğu.
* * *
Molière Kibarlık Budalası piyesini 1670 yılında yazdı.
Parisli bir zengin olan Mösyö Jurden, dört dörtlük muhteşem bir düzeyin bir temsilcisi olmaya çalışıyordu. Eskrim, müzik, dans ve felsefe dersleri alıyordu.
Yeterince gelişmiş ve yontulmuş görmediği için de; kızını, kendisiyle evlenmek isteyen genç bir Parisliye vermiyordu.
* * *
Mösyö Jurden'i kafeslemek için; uşağının taktikleriyle bir Türk sultanı, yahut şehzadesi benzeri bir kılığa giren Parisli delikanlı, dileğine kavuşuyor ve Mösyö Jurden'in kızıyla evleniyordu.
* * *
Mösye Jurden'in, Türk sultanı benzeri bir kılığa girmiş olan Parisli gençle karşılaşması; ayrıca -çok değişik bir biyografisi olan- Lully'nin müziğiyle de renklendirilmişti.
Lully, o sahne için Türk usulü tören marşı'nı beslemişti.
* * *
Aynı tarihlerde Osmanlı tahtında, sünnetsiz tahta çıkan IV. Avcı Mehmet oturuyordu.
Acaba yine aynı tarihlerde nerelerde kadın berberleri vardı ve nerelerde yoktu?
* * *
Savarona'nın dibinde dudak dudağa öpüşen gençler de, hiçbir zaman merak etmeyecekler bu tür konuları.
Oysa 2400 yıl önce yaşamış olan Sokrat, Delfi tapınağının kapısı üstünde yazan bir sözü, sık sık tekrarlar dururdu:
- Gnôthi seauton, kendi kendini tanı!
* * *
Kendi kendini hamasetçilikten ibaret bir tanımaya raptetmenin, yeterli olmadığı anlaşılıyor ama; artık çok gecikilmiş gibi...
* * *
Unutulmaz eserler vermiş olan, tiyatro yazarlarından Cahit Atay, bir mektup göndermiş bendenize.
Türkiye'de oyun yazarı olmadığını söyleyen bazı kişilere kızdığını ve onlara yanıt olarak da, şöyle bir ilan gönderdiğini yazıyor:
OYUN YAZARI CAHiT ATAY
memlekette oyun yazarı yok diyenlere karşın 3 yeni oyununu temsil edecek tiyatrolar aramaktadır.
* * *
Martın daha henüz başındayken güneşli Boğaz da çok güzeldi, gönlümdeki istanbul da...
Kutuplaşıp duranların Türkiye'si ise, bilemiyorum ne kadar güzeldi?
Maçlar da, tıpkı rulet masaları gibi; ne kadar da hızlı bir asansörle, hayatı örgüleyen gerçek olayların üstüne çıkartıyor insanı.
* * *
Önceki gece saat 21.45'te gözlerimiz TV ekranına çakıldı kaldı.
Fener-Sevilla futbol karşılaşmasında umut dağarcımız bir hayli yufkaydı.
Sevilla, istanbul'da 3-2 yenilmiş olsa da, son 2 yılın UEFA şampiyonuydu ve Avrupa'nın önde gelen en büyük takımlarındandı.
Bizim onlar-biz ayrımıyla barikatlandırdığımız yerli dünyamızda; dış dünyadakilerinkiyle kıyaslanacak düzeyde bir başarılar koleksiyonumuz yoktu.
içeride ne kadar atıp tutsak da, biliyorduk aynı gelişmişlik düzeyinde olmadığımızı ve ispanya'da Fener'e fazla bir şans tanıyamıyorduk.
* * *
Maç başlar başlamaz, daha 5. dakika geçmeden Volkan'ın yediği ilk gol...
Hay Allah, demeye kalmadan 2'nci bir gol daha...
* * *
Bendenizin gençlik yıllarında, maçları TV ekranlarından izleme olanağı da bulunmadığı için; yabancı takımlarla olan karşılaşmalar, devlet radyosundan ırkçı ve hamasetçi yorum ve değerlendirmelerle verilirdi.
Hakemlerin aleyhimizde çaldığı düdükler, hep haksızdı ve Türk düşmanlığının bir kanıtıydı.
* * *
Gazetelerde maçların henüz ilk sayfalarda manşetlere çıkarılmadığı dönemlerdi. Dış karşılaşmalardaki yenilgiler; dün yine yağmura teslim olduk benzeri, hemen hemen hep aynı başlıklarla verilirdi:
Bizi rakip takım değil, hakemler mağlup etti
Yenildik ama ezilmedik
Maçı biz oynadık, golleri onlar attı
* * *
Daha 9 dakika dolmadan Fener'in yediği 2 golle, yüzümüz ekşimişken, neyse ki Fener!den de 1 gol geldi. içimizde birkaç umut meşalesi yandı.
Ama daha ilk yarı bitmeden, Sevilla'dan 1 gol daha.
Sönmeye yüz tuttu birkaç umut meşalesi de.
* * *
Sevilla'nın 3-1'lik üstünlüğüyle artık maçın iyice sonuna yaklaşılmıştı ki; Sevilla kalesinin önünde kalecinin acemi bir kedinin fare yakalamaya çalışması gibi, topu yakalamaya çalıştığı bir sırada Fener'den, hiç beklenmedik 1 gol daha dolandı Sevilla ağlarına.
* * *
istanbul'daki maç, Sevilla'dakiyle dengelenmiş ve sıra uzatmaları oynamaya gelmişti.
Uzatmalarda da denge bozulmayınca, heyecan öylesine yükseldi ki uzay mekiğine döndü.
Artık penaltılar çekilecekti.
Ve Volkan 5 penaltıdan 3'ünü kurtardı.
Saatler 24.30'u gösteriyordu, Göztepe'de de sokaklar korna sesleriyle inlemeye başlamıştı.
* * *
Futbol maçları, geniş kitlelerde yarattığı etki ölçüsünde yansımamıştır, ne ressamların, ne müzisyenlerin, ne heykelcilerin, ne de romancıların eserlerine...
Bendenizin hatırladığı kadarıyla sadece, kendisi de gençliğinde futbol sahalarına çıkmış olan Henri de Montherland sayfalar döktürmüştü futbola ve harika anlatıyordu penaltılarda şütörle kalecinin durumlarını.
* * *
Penaltının çekileceği anda, kaleci mi daha kaygılı ve heyecanlıydı, yoksa şütör mü?
Montherland, şütörü'n çok daha kaygılı ve heyecanlı olduğunu yazıyordu.
Kalecinin, baş başa kaldığı bir şütör'den gol yemesi çok da şaşırtıcı, beklenmedik bir şey değildi.
Ama şütörün, baş başa kaldığı bir kaleciye gol atamaması?..
* * *
Sevilla'da Fenerbahçe kalecisi Volkan, penaltı çekişlerinde adeta bir mucizeyi gerçekleştirdi 3 tane penaltıyı kurtararak...
* * *
Yıllarca önce italya-ingiltere maçında da aynı durum yaşanmış, yenik durumdaki ingiltere; deplasmanda skoru dengeledikten ve uzatmalar da oynandıktan sonra, penaltı atışlarında italya'yı yere sermişti.
* * *
Uzaya gönderilen uydular sayesinde, evlerden de -bazen yüz milyonlar tarafından- izlenerek küreselleşen futbol...
Her yerel takımda rahatça oynamaya başlayan ünlü yabancı futbolcular...
Artan kazançlar sayesinde futbolcuların da milyonlarca doları bulan transfer kazançları...
21. yüzyıl çok değişik bir yüzyıl.
* * *
Türk iç siyasetindeki kutuplaşmalarla ihanet suçlamalı polemikler ve Hazine'den nereye ne kadar harcandığı şeffaflaşamayan milyarlarca dolarla; 28 yaşından küçük 40 milyon -çoğu mesleksiz- gencin çizdiği manzara; ne sıcaklıkta el sıkışıyor uzay çağı ile bilemiyorum.
Bildiğim önceki gece sokakların sabahlara kadar korna sesleriyle inlemiş olduğuydu.
* * *
Herhalde gün başlayınca, balkabağı fiyatlarındaki olağanüstü artış, unutturmaya başlayacaktı çok kişiye Fener'in zaferini.
Tangır tungur yokuş aşağı inen frensiz bir kamyonun, şatafatlı görünmek için arkasındaki üstü açık kasaya atlamış, yahut yerleşmiş olanlar; varsınlar birbiriyle sövüşe, bazen de dövüşe dursunlar.
En az 20-25 yıl boyunca ne kamyonu durdurmaya, ne arkasındakileri aklın ve şeffaflığın tutarlılığı içinde buluşturmaya olanak var.
* * *
Hızla çalkantılı bir döneme kayılmasının nedenlerinden biri de; bir türlü gelişmişliğe ulaşılamamışlığın nedenlerini, belgesel tülbentlerden süze süze aramak yerine; süper bir güç pozörlüğünün hamasetçiliğiyle, kitleleri avutmaya çalışmak ve olduğundan fazla görünme epidemisiyle, kuşakları psikopatolojik bir açmazın içine savurtmak.
* * *
Gündeme hiç gelmemiş konuları kurcalamak da; merak radarlarından yoksun bırakılmış ve beyinleri hamasi sloganlarla buzlandırılmış insancıkları yadırgatıyor.
* * *
Oysa ne kadar insan hayatı, kıyma makinelerinden çekilmişçesine ziyan olup gidiyor. Böylesi bir otofaji-kendi kendini yiyip bitirmenin gizli tümörleri ise, gündeme hiç gelmeyen konularda.
Örneğin son 80 yılda bütçe yasalarının nasıl yapıldığında ve nasıl kullanıldığında.
* * *
Şu sırada istanbul’da bir anket yapılsa ve sorulsa:
- istanbul için en önde gelen tehlike susuzluk mu, deprem mi, diye.
Alınacak yanıtlar acaba ne olurdu?
* * *
Yanıtlar ne olursa olsun; istanbul'da susuzluk da yaşanacak, er geç deprem de...
Ve o cendereleri türbanlılar da yaşayacak, türbansızlar da...
* * *
Bir kadın kuaförü dost telefon etti:
- istanbul'da ilk kadın berberi, Lenin ihtilali ile 1917'de Rusya'dan istanbul'a kaçan Beyaz Ruslardan, 2 kız kardeş tarafından Beyoğlu'nda açılmış, dedi.
* * *
Türkiye'de nerelerde kaç kadın berberi bulunduğunun ve hangi yıllarda açılmış olduğunun bir haritası çıkarılsaydı...
Ola ki türban sorununun kılcal damarlarına da, çok daha değişik bir açıdan inilmiş olurdu.
* * *
Çuval konusu da öyle...
Son 100 yılda, anasını babasını sırtında çuval taşırken görmüş çocukların sayısı kaç milyon acaba?
Türkçeye bir çuval inciri bok etmek deyimi boşuna yerleşmedi.
* * *
Bir de Osmanlıcada, sonradan görmelerle, ne oldum delisi olanlara karşı kullanılan iğneli bir deyim vardır:
- Ben onun cemazi-ül evvelini bilirim derler.
* * *
Bir zamanlar arşiv deposu olarak bodrum katları kullanılır ve resmi evrak oralarda, üstünde hangi aylara ait olduğu yazılı çuvallara konurmuş.
* * *
Arşiv deposunda el-ayak işleri gören bir çulsuz da, üstünde Arabi aylardan 5'incisinin adı olan Cemazi-ül evvel yazılı çuvaldan kendisine bir don yapmış.
Çuvalın üstündeki yazı, donun da üstünde kalmış.
* * *
Eski arşiv deposundaki çulsuz, bir gün palazlanmış ve ne oldum delisi olmuş.
Çulsuzun aşırı havalanmasına tutulanlar da, şöyle demeye başlamışlar:
- Ben onun cemazi-ül evvelini bilirim.
* * *
Köylü ağırlıklı bir mahalle topluluğu olmaktan, bir kent toplumu olmaya geçememiş bir diyarda; takke de, başörtüsü de, çuval da, orak da, birer simgesi gibidir hayatın.
Ayrıca oralarda ne kadın berberi vardır, ne lokanta.
Tepelerden verilen emirlerle de, kolay kolay değişmez bunlar.
* * *
Çuvallama deyimine gelince...
Bir işin üstesinden gelememe; işin içinden çıkamama anlamında kullanılır.
Mevsimlik gezginci köylülerin, ürünleri toplayıp çuvallamalarından sonra, el elde, baş başta kalmalarından mı kökenlenmektedir; yoksa, ayağın boş bir çuvala takılıp, yere düşülmesinden mi; bendeniz bilmiyorum.
* * *
Ya mızrak çuvala sığmaz deyimi?
Politikayı da, mızrağı çuvala sığdırma uğraşı diye tanımlayabilirsiniz.
Ama en sonunda, mızrak yine sığmaz çuvala...
Nutuklar, babalanmalar, kodum mu oturturumlar ve bir türlü gelişmişliğe terfi edemeyişle; ekmeğin artmakta olan fiyatı...
* * *
Yokuş aşağı frensiz inen bir kamyonun arkasında birbirine girenler; ne kadın berberlerinin tarihçesiyle ilgilidirler, ne sofralardaki çatal-bıçakın tarihçesiyle, ne çuval üstüne üretilmiş deyimlerle, ne de 80 yıllık bütçe yasalarının çizdiği oligarşik profille...
* * *
Enseyi karartmayın.
Bir çuval inciri bok etmeyenler de, çuvallamayanlar da, mızrağı çuvala sığdırmaya kalkmayanlar da, az değildir dünyamızda.
* * *
Örnek mi istiyorsunuz; Muhsin Ertuğrul'un, ilhan Koman'ın, Prof. Dr. Gazi Yaşargil'in, Vehbi Koç'un, Prof. Dr. Cahit Arf'ın ve dünya dillerine çevrilmiş Türk yazarlarının hayatlarına bakınız...
* * *
Fenerbahçe'nin galibiyeti ölçüsünde coşku ve şenlik yaratacak ışıklı bahçeler çıkacaktır karşımıza.
Ne var ki onlar, ancak merak radarları çalışanlara görünür.
Günler uzuyor, hava da güneşliyse... Ülke sorunları diye ortaya atılan sorunlardan hangilerinin politik bir kaşkariko, hangilerinin de zaten dil uzatılamayacak türden olduğunu bir kez daha boş yere düşünmek istemiyorsanız...
* * *
O sırada en güzel oyalanma, henüz daha hiç çizilmemiş karikatür konularıyla unutuvermek zamanı ve Hazine’den geçinmeli kesimin tatavalarını.
* * *
Güneş ne kadar muhteşem çiziyor güncel kavisini; besbelli ki dünya dönüyor, dönüyor işte...
Güneşin karikatürünü, bir insan kimliğine sokmadan yapma olanağı yoksa da...
Acaba yerelin bir özetinde, mizahi bir faktör olarak kullanamaz mıyız onu?
* * *
Güneş yuvarlağının altına yapışmış, bir çift takunya koysak; üstüne yapışmış, ortası çapraz tüfekli bir silindir şapka; sol yanına yapışmış, uçuşan bir türban; sağ yanına yapışmış, uçuşan bir bikini...
Altına da şöyle yazsak:
'Biz böyleyiz işte'
* * *
Güneşin çevresine koltuklarda oturan insanlar yapıştırsak; kimi üstte dik, kimi onun yanında azıcık eğilimli; kimi yan taraflarda ha düştü, ha düşecek; kimi de tepetaklak...
Ve bir yığın insan da bağırarak koşuyor olsa:
- O koltuklara ben de oturacağım, ben de oturacağım...
* * *
Güneşi ele geçirmek isteyenlerin, kendi aralarında dövüşüp durduğu; güneşe dokunanların da duman duman yandığı, bir karikatür de çizilebilir ve altına şöyle yazılabilir:
Nereye varmak için?
* * *
Bir tür eğlenceli bir oyalanma boyutunun sanal karikatürleri kazara somutlaşsa; genel bir gülücük mü yaratırdı, yoksa yine bazı kesimlerin kaşları çatılır mıydı?
Çatılırsa, hangi hipnozları; yahut kutsallıkla zırhlanmış hangi çıkarları iğnelendiği için çatılırdı?
Yanıtsız kalmaya mahkûm bir soru.
* * *
Siyasal partilerle, bütçeleri asla şeffaflaşmayan kuruluşların giriş kapıları üstüne yazılacak, şöyle karikatüral bir slogan; 20-30 yıllık bir fütirzimin de bayrağı olmaz mıydı:
Birbirimizi övelim, gerisine sövelim.
* * *
Geçen hafta hayattan kopup giden dostlardan ne Nedim Otyam'ın, ne Sadun Aren'in, ne Kenan Pars'ın; gençliklerinde medyada hiç rastlamadıkları bazı istatistikler uçuşup duruyor ekranlarda.
Toplumsal cinsiyetle bağlantılı gelişme açısından Türkiye, 117 ülke arasında 88'inci durumdaymış.
Ve Türkiye, Ortadoğu ülkeleri arasında kadına en fazla şiddet uygulanan ülkeymiş.
* * *
Oysa 75 yıl önce, bizler ilkokuldayken ne marşlar söylememiştik:
Türk çocukları, Türk çocukları
Gözler ileri, başlar yukarı!
Marş söyleyerek çağdaş olunamadığı, yeni yeni çıkıyor ortaya.
* * *
Yakınım gençler ve orta yaşlılar arasında sık duymaya başladığım bazı yakınmalar da yaygınlaşmakta:
- Moralim çok bozuk...
- ...
- Anti-depresan almaya başladım.
- ...
- Stres altındayım.
* * *
Onlardan da bazılarına hem zamanı, hem kendilerini unutmaları için; sevdikleri şiirleri, bir çizgi film görüntüsüne sokacak senaryo çalışmalarıyla oyalanmalarını öneriyorum ama...
Ezilip gitmiş annelerden tomurcuklanmış kuşaklar için, değişik teraslara çıkarak ufukları genişletmek kolay değil.
* * *
Nasıl ki emekli militerlerle de; 1962 Spencer Tracey ile Marline Dietrich'in başrollerini oynadığı Nuremberg Mahkemeleri filmi üstünde bir açık oturum yapmak kolay değil.
Çünkü o filmde, ABD silah fabrikatörlerinin, Hitler ile işbirliği yaptığı da çıkıyor ortaya.
Öyle bir açık oturumda, şiş de yanar kebap da...
* * *
Günler uzuyor, hava da güneşli...
Pastırmanın bir dilimi de neredeyse 1 milyon, yani 1 YTL olmuş.
Bir füze, acaba kaç dilim pastırma?
* * *
Pastırma dilemlerini sayarak alınan bir füze karikatürü de, fena olmazdı hani...
Dünkü gazetelerde yine harika manşetlerle, eğlendirici haber başlıkları vardı.
Onlara bakarken; Osmanoğulları döneminin bir türlü bitmeyen kanlı darbeleriyle, sonu gelmeyen ayaklanmalarından usanmış bilge kişilerin; afyon çubuklarını tüttürürken mırıldandıklarını hayal ettiğim mısralar geliyordu aklıma:
El için yakma başını nare (ateşe)
Yak çubuğunu sefanı are
* * *
Evrensel değişimle bütünleşememiş ve Doğa'ya ters düşmüş Şark ülkeleri için, çimdirici bir dille yapılan toplumsal analizler de vardı:
- Oralarda, denirdi; ne sınıf bilinci, ne hukuk bilinci, ne tarih bilinci vardır. Oralarda sadece talancılar, yalancılar ve dilenciler vardır.
* * *
Hemen her sabah olduğu gibi, dün de erken saatlerde gazetelere bakarken; yine önceki kuşaklardan miras kalmış çeşitli meltemler esiyordu hafızamda.
Üsküdarlı Deli Hikmet de, kim bilir neye sinirlendiği bir gün, şu mısraları yazmıştı:
Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz
* * *
Polemikler, övünmeler, suçlamalar, uyarılar, öneriler süredursun; biz yine dalgamızı geçerek bakalım manşetlere.
işte Milliyet'in dünkü manşeti:
Kaçak yapılaşmanın havadan görüntüsü
BEYOĞLU BOY ATTI!
Milliyet'in, Beyoğlu'nda 4 yıl arayla çektiği iki gökyüzü fotoğrafı, sit alanında nasıl gizli bir yapılaşma olduğunu ortaya koyuyor
* * *
Haydi gelin biraz da politik tatavalar uyduralım böyle bir rezalete:
- Hemen kara ağızlı bir abartma yapılmasın. Bu münferit bir hadise; başka ülkelerde de aynı şeyler oluyor.
- ...
- Türkiye bir dönüşüm içinde; kentleşme sürecindeki bir gelişmeyi, gizli bir yapılaşma olarak göstermeye kimsenin hakkı yoktur.
- ...
- Bir turizm patlamasının sonucunu alkışlamak gerekirken, karalamak niye?
* * *
Bu da dünkü Posta'nın manşeti:
ÇAMLAR MADENE FEDA
Türkiye'nin turistik güzellikleriyle ünlü Muğla ve Aydın'da bugüne kadar 1216 kurum ve kuruluşa maden arama izni verildi. Orta büyüklükteki bir maden ocağının açılabilmesi için 800 çam ağacının kesilmesi gerekiyor. Marmaris'in meşhur Çam Balı üretimi bitmek üzere.
* * *
Ve politik birkaç tatavayla durumu savunma:
- Bir yandan işsizlik artıyor eleştirileri yapılıyor; bir yandan da yeni işyerleri açılırken, kesilen 3-5 ağaca ağıtlar yakılıyor.
- ...
- Madenlerden çıkarılan feldispat, krom, kömür, mika, kuvarsit, mermer, alüminyum, kalker, manganez, kayrak taşı mı önemli; yoksa birkaç kovanlık bal mı? Kalkınmayı baltalamak diye buna denir işte...
- ...
- Maden ocaklarının açılması nedeniyle ormanların yok edildiği falan yok; zorunlu olarak kesilen bazı çam ağaçlarının yerine, Mehmetçik eliyle dikiyor yenilerini...
* * *
Bir haber başlığı da Sabah'tan:
'Vay hıyar vay - Zamda benzini bile solladı
Kuraklık tarım ürünü fiyatlarını artırdı. Benzin % 66 artarken salatalık ise % 80 zamlandı'
* * *
Bir tatava da buna:
- Fena mı, üreticinin cebine para girmeye başladı.
* * *
Bir de Fethiye'de Kayaköy tepelerindeki 'mübadele'ye tabi tutulmuş eski Rum evlerinin; damları, kapıları, pencereleri yok edilmiş, yüzlerce yıkıntısıyla; Dalaman Havaalanı'nın yan tepesindeki -taahhüt yerine getirilip tamamlanmadığı için- bomboş kalmış modern görünüşlü 'hayalet site'nin ve Sarıyer tepelerinde -kaçak olduğu için- beton iskeletler halinde duran umacı yitik site'nin de, fotoğrafları çekilse ve yan yana konsa...
* * *
Böylesi bir çarpık kafalar sergisinin, değişik mekânlara yansımış görüntülerine acaba nasıl bir başlık atılırdı?
Herhalde:
'Türküm, doğruyum, çalışkanım' diye değil.
'Türkün, Türkten başka dostu yok' diye de değil.
* * *
Belki şöyle bir şarkı sözü denk düşerdi:
Söyletme beni kafir derunumda neler var
* * *
Ama bu kez de Hazine'den geçinmeliler kesiminden en çok seçilmişler mi alınırdı, yoksa atanmışlar mı; bilemiyorum vallahi.
Ola ki kışla parfümlü siyaset sözcüleri şöyle bağırırdı:
- Önce vatan...
Cami parfümlü siyaset sözcüleri de şöyle:
- Önce türban...
* * *
Neyse ki, okullara giriş sınavlarında şöyle bir test sorusu yok:
- Yalancı mı olmak istiyorsunuz, talancı mı, yoksa dilenci mi?
* * *
Enseyi karartmayın.
20-25 yıl içinde aşılır bu çalkantılı dönem de...
Önceki akşam saat 19 haberleriyle yorumları noktalanıp, kim bilir kaç bininci kez pencere, boru, modern site, araba reklamları başlayacağı sırada; şöyle kanepeye azıcık uzanmaya kalkmıştım ki...
Solmaz:
- Kalk kalk deprem oluyor, dedi.
Hemen tavana baktım, lamba sallanıyordu. Televizyonun tekerlekli altlığı da kayar gibi olmuştu.
* * *
Kimsenin pek de dillendirmek istemediği halde, mutlak bir gün gerçekleşeceği bilinen istanbul depremi:
- Geliyorum, diye göz mü kırpmaya başlamıştı?
* * *
Ne asansörle, ne de 125 basamağı inerek dışarı çıkacak halimiz vardı. Sanırım şavalak bir gülücük yapışmıştı dudaklarıma:
- Merak etme bir şey olmaz, deyip duruyordum.
Bir sarsıntı daha gelirse, duvarlardaki kitaplar üstümüze doğru fırlar mıydı acaba?
Acaba dertop olup yazı masalarının altına mı girseydik?
Çaremiz yoktu, bekleyecektik.
* * *
Nihayet TV ekranlarında SON DAKiKA, FLAŞ haberleri akmaya başladı.
Çınarcık'ta 4.8’lik bir deprem olmuştu. Halk panik içinde sokağa fırlamıştı.
* * *
Bendenizin çocukluğunda da bazen deprem olurdu. Ne elektrik vardı, ne radyo.
Annem, sadece göbektekinin yandığı, havagazı lambalarının tavana asılı avizesine bakardı ve avizenin de sallandığını görünce; kısık ve korkulu bir sesle:
- Zelzele oluyor, derdi.
* * *
Bir deprem bölgesinde yaşadığımızın farkında bile değildik. Zaten neyin farkındaydık ki; ne köylü ağırlıklı bir toplum olduğumuzun, ne ulusal gelirimizin düşük mü düşük olduğunun; ne ihracatımızın, ne ithalatımızın...
* * *
Komşu ziyaretleriyle, Karaköy-Kadıköy arası vapur sohbetlerinde asla politika konuşulmazdı.
Vapurla uzun Ada yolcuklarında, erkekler birbirlerine yemek tarifleri yaparlardı.
Ve ilkokullarda ufacık çocuklara hamasi şiirler ezberletilirdi:
Süngümü demir gibi ellerimle kavradım,
Şanlara zaferlere yürüdüm adım adım.
* * *
Resmi bayramlarda caddelere kurulan zafer tâklarının üstüne gerilmiş beyaz uzun bezlerde, kırmızı majiskül harflerle yazılmış hep aynı sloganlar bulunurdu; 'Ne mutlu Türküm diyene', 'Köylü efendimizdir', 'Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için'...
* * *
1939 yılının sonuncu günlerindeki Erzincan depreminde, bendeniz ortaokulun ilk sınıfında, yani 6'ncı sınıftaydım.
O sırada çok taze bir cumhurbaşkanı olan ismet Paşa, Erzincan'a gitmiş ve posta pulları basılmıştı Erzincan depreminde ismet Paşa'yı gösteren.
Aklımda kaldığı kadarıyla 33 bin kişinin öldüğü, Richter ölçeğiyle 8'lik deprem; kendi dünyasında yaşayan istanbul'da da garip bir şaşkınlıkla karşılanmıştı.
Kimsenin pek de bir haberi yoktu, bir deprem bölgesinde yaşadığımızdan.
* * *
Bendeniz depremin ne olduğunu, 1966'da Varto'ya gittiğim zaman gördüm. 6.5'luk deprem 3 bin kişinin ölümüne, ölenlerin yarısı kadarının da yaralanmasına neden olmuştu.
Nüfusu ne kadardı ki zaten Varto'nun; 9 bin kadar ya vardı, ya yoktu.
* * *
Bahçelerde cenaze kazanları kaynıyor; üstü yorganlarla örtülmüş cenazeler, sıram sıram yıkıntıların arasına uzatılmış duruyordu. Kadınlar göğüslerine vura vura ağıtlar yakıyorlar, erkekler çömelmiş put gibi sessiz oturuyorlardı.
Efendimiz olan köylüler, perişandan da beter bir perişanlık içindeydiler.
* * *
Okullarda, şoven birer militan olarak yetiştirilmek istenmiş gençlerden; neler ve neler saklanmıştı acaba?
Gençlerin beyinlerini buzlandırmak kimlerin işine yarıyordu acaba?
Ve etkilerle tepkilerin, sürekli oluşturduğu yeni sentezlerle Doğa diyalektiğinin dışında; politik ve yapay bir statükoya sarılıp kalmak, acaba nelere mal olacaktı Türkiye'ye?
* * *
Önceki akşam 10 saniyelik bir sarsıntı, kim bilir kimlere ne kâbuslar yaşattı.
istanbul'da 850 bin sakıncalı yapı bulunduğu da biliniyordu.
En sakıncalı olanlar da, genellikle resmi yapılar, resmi hastaneler, okullar falandı.
Besbelli ki bazı inşaatçılar, aldıkları ihalelerde yapıları ucuza mal etmeye çalışmışlar ve hem kötü, hem eksik malzeme kullanmışlardı.
Doğa ise kurnazlığı da, kestirmeciliği de affetmiyor; ancak suçsuz kuşaklara ödetiyordu bedelini.
* * *
Tevfik Fikret, 1894 istanbul depremi için yazdığı şiire şöyle başlıyordu:
Zelzele
Bin üç yüz ondu...Henüz dün bu köhne izbeye sen
Misafir olmuştun
Ki hep sinirli ve hummalı hastalar gibi yer
Birden
için için ve uzun
Bir sarsıntı ile çırpındı kırdı,
yıktı... Keder
Ve korku yüzleri soldurdu; evler,
aileler
Birer döküntü; kalanlar bütün
ezik, yitik...
* * *
Kutuplaşmalar, polemikler, övünmeler, yorumlar, analizler, uyarılar...
Ne var ki, 10 saniyelik bir sarsıntı, çok daha değişik şeyler düşündürüyor insana.
Geçenlerde Fethiye'den eşiyle birlikte, birkaç geceliğine istanbul'a gelen bizim Av. Taner Aktop; hepimizin üstüne düdüklü tencere kapağı gibi vidalanmak istenen saçma sapan bir ağırlığı kahkaha kaldıraçlarıyla bir tarafa itmemizin yeni vinçlerini getirdi ve buluşur buluşmaz da hemen taze bir fıkra anlattı.
* * *
Bir okulda bir öğretmen, bir öğrenciyi ayağa kaldırıp sormuş:
- Senin adın ne?
- Me...me...meh...met Sa...sar... Sartok.
- Kekeme misin sen?
Öğrenci:
- Hayır efendim, demiş; babam kekeme olduğu için, nüfus müdürlüğüne adımı böyle yazdırmış.
* * *
Son 80 yıldaki resmi demeçler, nutuklar, siyasal açıklama ve yorumlar toplanıp; içlerinde kaç kez şu cümlelerin geçtiği hesaplansa:
Atalarımızın kanıyla sulanmış olan bu topraklar
Vatan, millet, Sakarya
Viyana kapılarına kadar at koşturmuş bir milletin çocukları olarak
Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda
Çok yararlı bir görüşme oldu
Milletimizin gücü, her sorunun üstesinden gelmeye yeterlidir
iç düşmanlar, dış düşmanlar
Şeriat tehlikesi göz ardı edilmemeli
Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir
Kimse bizi yolumuzdan döndüremez
En büyük Türkiye başka büyük yok
Demokrasi düşmanı bazı mihraklar...
* * *
Kim bilir kaç bin, hatta kaç yüz bin kez kullanılmış cümleler...
Tuhaf bir cümle kekemeliği varmış gibi geliyor bendenize de...
80 yıldan bu yana vatan, millet, Sakarya gibi bazılarının miadı dolmuş olsa da, yine hep aynı cümleler tekrarlanıp duruyor.
* * *
Belki bir gün, akla gelmedik konulara meraklı bir dost; hangi siyasal cümlenin kaç yüz bin kez kullanılmış olduğunun çıkarır dökümünü...
Akla gelmedik konular; buzlanmış beyinleri şaşırtan, eğlencesi kendi içinde saklı konulardır.
* * *
Örneğin tek parti dönemindeki kabine üyelerinin pedikürcüleriyle, çok partili dönemde kabine üyelerinin pedikürcüleri arasında bir üslup farkı var mıydı?
Hangilerinin ayak tırnaklarını kendileri, hangilerininkini eşleri, hangilerininkini çağrılı profesyonel hanımlar, yahut erkekler kesiyordu?
* * *
Bu tür akla gelmedik konular kurcalandığında, genellikle hep aynı dudak büküşüyle omuz silkmesi olur ve:
- Çok mu önemli yani, denir.
* * *
Oysa epey önemlidir; kutsallaştırılıp putlaştırılmış siyasetçilerin de, birer normal insan olduğu gerçeğini hatırlatır kitlelere...
* * *
Üst düzey 2 mevki sahibinin ayak bakımlarıyla ilgilenmiş 2 pedikürcünün bir sohbetini hayal etsek:
- Bizimkinin ayakları her zaman çok nasırlı; koşturmadığı yer kalmıyor ki nutuk atmak için...
- Canım bizimki de o kadar nutuk atıyor ama, ayakları pamuk gibi...
- Ee seninki hiç iniyor mu arabadan, uçaktan, helikopterden? Bizimki pazarcı eşeği gibi, nerede 3-5 kişi görse hemen yanlarına koşuyor.
* * *
Dünkü Milliyet'te de, hiç akla gelmedik bir tören fotoğrafı vardı.
7 metre uzunluğundaki kırmızı bir kurdelenin arkasına, ellerinde makaslarla 30 kişi birden geçmiş; kendilerine teslim edilen 3 resmi otomobilin hizmete girişini başlatıyorlardı.
* * *
Bu arada Başbakan Tayyip Bey de, biraz fazla abanmaya başladı Mehmet Akif'e. Azıcık da Tevfik Fikret'e bir göz atsa; 100 yıla yakın bir süre önceki kutuplaşmaların, kimlere nelere mal olduğunu da başlar görmeye.
* * *
Özellikle Mehmet Akif'in oğlu, çok zor bir hayat yaşadı ve 1962 yılında Beşiktaş'taki bir çöp bidonunda bulundu naşı.
Mısralarını hazır olda dinlediğimiz bir şairin oğluna, öyle bir hayat layık görülmemeliydi.
* * *
Tevfik Fikret'in Haluk'un Amentüsü şiirinden bazı beyitler:
Toprak vatanım, her çeşit insan milletim... insan
insan olur ancak bunu iz'anla, inandım.
Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan, ne melek var;
Dünya dönecek cennete insanla, inandım.
Tüm hayatta tekamül ezelidir; bu kemale
Tevrat ile, incil ile, Kuran'la inandım.
insanoğulları birbirinin kardeşi... Hülya!
Olsun, ben o hülyaya da bin canla inandım.
insan eti yenmez; bu teselliye içimden
- Bir an için ecdadımı unutmakla- inandım.
* * *
Taner’in fıkrasına bakıldığında; babalar kekeme olduğu zaman, çocuklar da kekemeleşmiş adlarla yaşıyorlar.
Binlerce kez tekrarlanıp duran cümle kekemeliği de, çağdaşlaşma kekemeliğine neden oluyor galiba.
durum onu gösteriyor.