neler yapmadık bu vatan için

entry156 galeri0
    101.
  1. insanın, şöyle biraz olsun gönlünü şenlendirmesinde en kestirme yöntemlerden biri de; "Matrak Sözler" antolojisini karıştırmak.
    işte birkaç örnek:
    "- 'Çirkinliğiliğin' 'güzelliğe' karşı tek üstünlüğü, çok daha uzun sürmesidir."
    * * *
    Bu da şoförler için şarkılar:
    "Saatte 60 km hızla giderken:
    - Oh ne keyif, ne keyif"
    * * *
    "Saatte 75 km hızla giderken:
    - Uçuyorum rüzgar gibi"
    * * *
    "Saatte 110 km hızla giderken:
    - Yıldırım oldum, yıldırım..."
    * * *
    "Saatte 130 km hızla giderken, şoförlerin şarkısı kesilir ama; şoförler için başka bir koro başlar:
    - Tanrı rahmet eylesin"
    * * *
    Para ile de binbir alaydan biri:
    "- 'Para'ya tenezzül etmeyip, tepeden bakarken de; onu asla gözden kaçırmamak gerekir"
    * * *
    Hadi bir tane de "Aşk" üstüne:
    "- Aşklar ormanlardaki mantarlara benzerler. Hangisinin iyi, hangisinin zehirli cinsten olduğu; ancak iş işten geçtikten sonra, çok geç çıkar ortaya"
    * * *
    Bir cumartesi sabahı, bir hobi olarak da oynaşılabilir "matrak sözler"le, yenilerini katabilmek için.
    Örneğin, Mithat Cemal'in ünlü mısraını ele alalım:
    Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
    * * *
    Bu mısraa göre şu sıralarda artık iyice kanla betonlaşmakta olan vatanlar; Kenya, Filistin, Lübnan, Irak, Pakistan, Afganistan...
    Hadi biz de matrak bir katkı yapmaya çalışalım:
    Eşşekler semerlidir, atlar da eğerlidir;
    insan beyni topraktan, çok daha değerlidir.
    * * *
    Ne var ki bu tür matrak katkılara, Karaköy'de noterlik falan verilmez; hatta bazan bir tokat kaldırılır havaya.
    * * *
    Köyceğiz'in yaylası sayılan, tepelerde ve çam ormanları içindeki "Ağla" köyünün ünlü lokantası "Siyah Şapkalı Kadın" da, bir bey:
    - Bizim lise, diyordu; Babıali'nin yüksekçe yerindeydi; her tuvalete gidişte aşağıdaki basının üstüne işerdik.
    * * *
    Kendisine acaba şöyle bir yanıt verilebilir miydi:
    - Aman iyi ki söylediniz, borçlu kalmak istemeyiz; lütfen açın ağzınızı da, büyüğünü yapalım içine biz de...
    * * *
    Keşke biraz daha yaygın olsa, gönlü azıcık şenlendirmenin mizahi yöntemleri.
    * * *
    2 gariban, dereden bir balık yakalamışlar.
    Biri ötekine:
    - Tavada kızartalım, demiş.
    Arkadaşı:
    - Unu, demiş; nereden bulacaksın unu?
    - Sadece yağda kızartırız...
    - Yağı nereden bulacaksın, yağı?
    - Canım zeytinyağında...
    - Zeytinyağımız da yok, nereden bulacaksın zeytinyağını?
    - O zaman ızgara yaparız..
    - Buldun da kömürü yaptın; kömür nerede kömür?
    * * *
    2 garibandan yakaladıkları balığı elinde tutan, sinirli sinirli can çekişen balığa şöyle bir baktıktan sonra, balığı yeniden fırlatıvermiş dereye.
    * * *
    Balık da bağırarak dalmış suların içine:
    - Yaşasın vatan millet, yaşasın devlet...
    * * *
    Nazım Hikmet'in özel eşyası sergileniyormuş yakında.
    Şayet Nazım'dan mısralar yazmak gereği de duyulursa; ola ki şunlar yeğlenir:
    Dışarda bir bayrak gibi dalgalanırken adı,
    O içerde ihtiyarladı.

    çetin altan
    0 ...
  2. 102.
  3. istanbul'un; Bizans dönemini, Osmanlı dönemini, tek partili cumhuriyet dönemini ve bugünkü dönemini kısaca özetlemek gerektiğinde...
    Bizans dönemi:
    1- Aşamalı bir mimarlık.
    2- Aşamalı bir mühendislik.
    3- ilk kez yazılı bir hukuk ve titiz bir yargı.
    4- Kendine özgü bir müzik.
    * * *
    Osmanlı dönemi:
    1- Kubbeli çok minareli camiler.
    2- Anıtsal Osmanlı çeşmeleri.
    3- Cumbalı kafesli, ahşap ev ve konaklar. Ve de yalılar.
    4- Divan edebiyatı; övgü ve sövgü.
    5- Yeniçeriler'in sık sık "kazan kaldırışları".
    6- Haremlik ve selamlıklar.
    * * *
    Tek partili cumhuriyet dönemi:
    1- Beyoğlu'nun simgeleşmesi, Haliç'in silikleşmesi.
    2- Tiyatro ve sinemaların ön plana çıkması.
    3- Yabancı dilde eğitim yapan yabancı liselerin prim yapmayı sürdürmesi.
    4- Azınlıklara karşı artan baskı.
    5- Mal mülk sahibi eski ailelerde mirasçılar dönemi.
    7- Resmi bayramlarda militarizmin keskinleşmesi.
    * * *
    istanbul'un bugünkü dönemini ise özetlemeye gerek yok, zaten yaşıyoruz.
    Durumunu tanımlayan kartviziti de belli; trafiği...
    * * *
    Nasreddin Hoca'ya sormuşlar:
    - Hoca, Ankara'nın gidişini nasıl görüyorsun?
    Nasreddin Hoca gülümsemiş ve ünlü bir yazarın sosyolojik bir saptamasıyla yanıt vermiş:
    - Gözleri geçmişe saplı, arka arka yürüyerek yaklaşıyor çağdaşlığa.
    * * *
    Sürekli çevre kirliliğinden, hava kirliliğinden, derelerle denizlerin kirliliğinden, hatta ses kirliliğinden dem vuruluyor.
    Neyse ki çarşı, pazar, mağaza ve eğlence lokallerini dolaşanlar kurtarıyorlar "kirlilik epidemisi"ne karşı durumu:
    - Bir temiz kazık yedim, diyerek.
    * * *
    Şehirlerarası bir otobüste kibar genç bir beyle, kucağında bebeği genç bir hanım oturuyormuş karşılıklı.
    Bir ara kibar genç bey, laf açmaya kalkmış karşısındaki hanımla:
    - Ne kadar güzel bir bebek bu böyle, demiş; üstelik de sarışınca. Siz esmer olduğunuza göre, babasına çekmiş olmalı.
    * * *
    Kadın, hafifçe omzunu silkerek:
    - Vallahi bilmiyorum, demiş; o sırada kasketini çıkarmamıştı.
    * * *
    Başkan Bush'un, israil'den sonra çevredeki Arap ülkelerinde tur atması sürüyor. Washington'la olan siyasal çiftleşmelerden, ne kimlerin gebe kaldığı belli; ne de nasıl bir şeylerin doğacağı.
    * * *
    Ama bilinen şu ki, Washington bu tür ilişkilerde; başkanlarını, çıplak başla özel bir organ gibi siyasal zifafa gönderirken, kendi kasketini hiç çıkarmıyor.
    Bakalım Arap ülkelerinden neler doğacak, nasıl doğacak?
    * * *
    Diplomatik yorumlar, analizler, öngörüler yoğunlaştıkça yoğunlaşmakta.
    Kimi:
    - Devlet, hukuktan önce gelir, diyor.
    * * *
    Kimi:
    - Hukuksuz devlete, dense dense çete denir, diyor.
    * * *
    Kimi:
    - Söz konusu vatan olunca, gerisi teferruat olur, diyor.
    * * *
    Kimi:
    - Teferruat gözardı edilince; ekonomi, eşekten düşmüş karpuza döner, diyor.
    O öyle diyor, bu böyle diyor, şu şöyle diyor.
    * * *
    Taner Aktop'un gönderdiği taptaze bir fıkra ise, profilini çiziyor tartışmalı durumun.
    Temel Reis, saatlerin geri alınacağını duymuş.
    Evdeki tüm saatleri toplayıp, hepsini de satın almış olduğu saatçi Dursun'a götürmüş:
    - Ha alasun hepsinu ceru, demiş; yukarılardan ha puyla isteniyu.
    Dursun:
    - Yo yo, demiş; sadece 1 saatun ceru alınmasu isteniyu. Sadece 1 tanesunu verepilursun ceru.
    * * *
    Hilmi Yavuz'un "üç yarım sonnet"sinden 2'ncisiyle bitirelim yazıyı:
    aynayı ve güneşi tutarak birbirine;
    gördüğüm hep bir, hep bir ve hep bir!
    uzayan bir aşk gibi yapışıyor derime...

    belki üstü tozlanmış, belki o paslı demir:
    yalnızlığı, hayatın üstündeki kir,
    diye okuyor olmak... derken...

    daima ben olurum, kaçmak gibi, çok erken!
    yılkıya terkedilmiş bir at gibi, çökerken...

    çetin altan
    0 ...
  4. 103.
  5. Her kış yolları kapanan köylerden sancısı tutmuş hamile kadınların, ya karları küreyen kepçeler içinde, ya üstü açık bir tabuta yatırılarak hastanelere götürülmeye çalışılmasına; geçen hafta bize özgü medeniyetimizin yeni bir göstergesi daha eklendi.
    Hamile bir kadın, buz tutmuş bir gölün üstünden elle itilen bir kayıkta götürülüyordu.
    * * *
    Gerçi ispanya'da bizim de katıldığımız bir "Medeniyetler ittifakı" forumu düzenlenmişti ama; "medeniyet" kavramının, somut ve ortak bir tanımlaması da pek yapılmıyordu.
    * * *
    Mustafa Nihat'ın "Osmanlıca-Türkçe Sözlük"ünü açıp baktım. Şöyle yazıyordu:
    "Şehirlilik. Hayattan tam faydalanarak iyi ve rahat yaşama"
    * * *
    "Medeniyet" sözcüğünün kökeni de, Medine kentinden geliyordu. Çöllerde yaşayan "bedeviler" ilkel ve vahşi; Medine'de yaşayanlar ise kentli ve medenidiler.
    * * *
    Bugün "kentli" kavramının evrensel karşılığı "burjuvazi"; zıttı da köylülük...
    * * *
    Birincisinin simgesi, "üretim saltanatı"na dönüşmüş bir "gelişmiş"likle; etli şaraplı, kadınlı kahkahalı sofralar.
    ikincisinin de simgesi, "yönetim saltanatı"ndan bilimsel bir arınmaya geçememiş olmakla, "gelişmekte olmak"tan bir türlü kurtulamamak ve kadınsız kahkahasız erkek erkeğe kahveleri.
    * * *
    Üretime dayalı "gelişmiş" bir burjuvaziyle, bir türlü "gelişmiş" olamayan tüketime dayalı bir burjuva taklitçiliğini; "onların kültürü", "bizim kültürümüz" diye ayrıştırmak da, sadece politik ağırlıklı bir değerlendirme.
    * * *
    Ve bu kez de, "kültür" kavramının kökenine bir bakmak gerek; Latince'den gelen Fransızca bir sözcük.
    Yetiştirmekten, üretmekten uzantılı olarak; kuşaklardan kuşaklara yansıyan birtakım geleneksel ve ortak alışkanlık reflekslerinin tümü.
    * * *
    O zaman insan merak ediyor, neden Türkçede "yağma" sözcüğünün bu kadar çok kullanıldığını ve neden "rüşvet" haberlerinden geçilemediğini.
    * * *
    16. yüzyılda Fuzuli'nin Nişancı Ali Paşa'ya yazdığı:
    - Selam verdük rüşvet değüldür deyu almadılar, şikâyetnamesinden; dünkü Milliyet'teki şu haber başlıklarına:
    "izmir'de de tapu rüşveti - Keçiören'den sonra izmir'in Menderes ilçesinde de rüşvet operasyonu başlatıldı. 23 kişi gözaltına alındı. Aralarında tapu müdürünün de bulunduğu 12 kişi tutuklandı"
    * * *
    Enseyi karartmayın.
    Bütün bu kavram kargaşası ve çapulculuk; son yüz yılı otopsi masasına yatırmayı göze alamamaktan oluyor.
    Kör bir hat'a girmiş bir trende, vagonların içinde kendini öven hamasi nutuklar ata ata vardığımız yer burası...
    * * *
    Kirli ülkeler sıralamasıyla, 1 yaşına kadar çocuk ölümleri ve mesleksizlik sıralamasında başlarda; bireylerin "yaşam kalitesi" açısından ise Finlandiya'nın 95, Yunanistan'ın 63 basamak altında olmak.
    * * *
    20. yüzyılı da ıskalamış olmanın sonucunda, çıbanlaşmaya başlayan eski sivilceler; iç dinamiklerin uygulayacağı yeni reçetelerle sağlığa kavuşur mu, kavuşamaz mı?
    Böyle bir sorunun yanıtı, 20-25 yıl daha netleşemeyecek gibi.
    * * *
    Her kış yolları kapanan köylerdeki hamile kadınların durumu, büyülteç altına alındığında; ve son 80 yılda resmi araba alımlarıyla bakımlarına kaç yüz milyar dolar harcandığıyla, 3200 belediyedeki itfaiye teşkilatına ne kadar yatırım yapıldığı kıyaslanmaya başladığında...
    Buzlanarak kutuplaşmaya başlamış genç beyinlerde de, jetonlar düşmeye başlar.
    * * *
    Böylece ispanya'daki "Medeniyetler ittifakı"nı; yıllar önce neden Doğu Roma imparatorluğu başkentinde; evrensel bir bilim ve sanat sentezine dönüştüremediğimizin sorgulanması da takıldıkça takılır kafalara.
    * * *
    Bugün yerden alıp gökte yiyen ve her kızdığını "hain" olarak ilan eden nutukçulardan kaçı, eski istanbul yazarlarından Saffet Nezihi'nin adını hatırlamakta?
    Oysa onun "Zavallı Necdet" romanı, 500 bin nüfuslu istanbul'da en çok okunan romanlardan biriydi.
    Ya Kerime Nadir'in "Hıçkırık"ı?
    Ya Suat Derviş'in "Fosforlu Cevriye"si?
    Ya Mükerrem Kamil'in "Çırpınan Sular"ı?
    * * *
    "Medeniyet" Medineli olmak, kentli olmak, burjuva olmak anlamına geliyorsa; "bedevi" olmak acaba ne anlama geliyor?
    Öncelikle kendi anadilinin "yazı" bahçelerinden habersiz olmak anlamına mı?
    * * *
    Neyse ki küreselleşme sürecinin elekleri, her türlü içi boş safsatayı eleyerek, çok değişik bir dünya yaratacaktır Uzay Çağı'nda...
    Sorun genç kuşakların fazla fire vermemesi.

    çetin altan
    0 ...
  6. 104.
  7. "Ağır ol da molla desinler" ilkesine uygun olarak gerek evde, gerek dışarıda otoriter bir ciddiyet sergileyen, yaygın bir sakallılar döneminde; adamın biri gece yatağında uyurken, bir fındık faresi geçivermiş sakalının içinden.
    * * *
    Adam birden uyanmış ve ciddiyeti middiyeti, molla görünme ağırlığını bir yana bırakarak bağırmaya başlamış:
    - Hey uyanın yahu, sıçan geçti sakalımın içinden.
    * * *
    Bakmış ki kimsenin uyandığı yok, ayağa kalkmış yataktan ve daha gür bir sesle sürdürmüş bağırmasını:
    - Uyanın yahu uyanın, sıçan geçti sakalımın içinden.
    * * *
    Ev halkı da tek tek uyanıp kalkmış yatağından, lambalar yakılmış; adam hâlâ bağırıyormuş:
    - Haberiniz var mı, sıçan geçti sakalımın içinden.
    * * *
    Derken gürültüye patırtıya, ayak seslerine komşular da uyanmış.
    Adam hâlâ bağırıp duruyormuş:
    - Sıçan geçti sakalımın içinden.
    * * *
    Gecelik entarileriyle komşu erkekler gelmiş eve ve adamı da, ortalığı da yatıştırmaya çalışmışlar:
    - Ne oldu mirim, ne var.
    Adam var gücüyle bağırıyormuş:
    - Sıçan geçti sakalımın içinden.
    * * *
    Komşu erkekler:
    - Yapma mirim, demişler; bu kadar büyütülecek, gece yarısı tüm mahalleyi ayağa kaldıracak bir olay mı bu? Kes bağırmayı, gel otur şöyle, bir kahve içelim beraber.
    * * *
    Adam:
    - Yok, demiş; bağıra çağıra sade mahalleyi değil, tüm şehri velveleye vermezsem, yol olur sonra; bütün sıçanlar sakalımın içinden geçmeye başlar.
    * * *
    Bizim resmi dairelerimiz asla kabul etmezler ne yaptıkları hataları, ne de neleri göz ardı edip, savsakladıklarını.
    * * *
    Basından yapılan uyarı, eleştiri, belgesel yayınlara karşı da, hemen dayanırlar "yalanlamaları".
    Hatta "yalanlamalar", basına karşı ağır suçlamalara dahi dönüşebilir.
    Resmi dairelerimiz, kutsal dokunulmazlıklarının bozulacağından ve eleştirilere yol açılarak, "takkenin düşeceğinden ve kellelerinin görüneceğinden" kaygılanırlar.
    * * *
    Politikacılar ise daha kıvraktırlar.
    Soğuktan su sayaçları donup hurdaya dönüşmüşse:
    - Kış koşullarının olumsuz etkileri, dünyanın her yerinde görülüyor; gereken önlemler alınmıştır, derler.
    * * *
    Zorunlu askerliğin bir ürünü olan "Mehmetçik" ise; bol keseden saçılan bir bahşiştir sanki.
    Öyle ki, üniversite rektörleri arasından:
    - 140 bin şehit daha verir, Atina'yı da alırız, diye naralananlar bile çıkar.
    * * *
    Köy çocukları ister resmi mutfaklardan zehirlenmiş olsunlar, ister eksi 20 derecede donma tehlikesine uğramış.
    Pek de umursanmaz onların başlarına gelenler.
    Gizli bir iç sömürge izlenimi uyandıran köylü ağırlıklı ülkelerde, durumu özetler halk deyimleri:
    - Vur abalıya!
    * * *
    Genç kuşaklar kendilerine bir kimlik arar, "ben de varım bu dünyada" demek isterken; bunalımdan bunalıma sürükleniyor ve öfke kutuplaşmalarına kayıyorlar.
    * * *
    Bunun bir nedeni de Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri" yanında, çıplak hayattan geçinen "meslek sahipleri"nin itibarsız görünmesi.
    * * *
    Oysa kız-erkek; yalnızlıktan, anlaşılamamış olmaktan yakınan gençler için; amatörce "sütlü tatlılar" yapma hobisi, o kadar rahatlatıcı olabilir ki...
    * * *
    Muhallebi, sütlaç, kazandibi, fırında sütlaç, sumuhallebisi, sakızlı muhallebi...
    Kendi varlıklarının kabına sığamayan enerjisini; hünerli bir başarıyla, somuta dönüşmüş görmek ve politik kutuplaşmalardan birine, "kahraman bir fedai" olmaya kalkmaktan, medet ummamak.
    * * *
    Böylesi alışkanlıklar dışı, üst düzey hobilere çengellenmek kolay değil; hatta gülünç bile görünebilir.
    Sanki bodrum katı bir salonda, "paintball" oynarken, kalp krizi geçirmek çok daha çekiciymiş gibi.
    * * *
    Daha ne değişik hobilerle de eğlenilebilir.
    Örneğin basında çıkmış haberlerle; o haberlere "resmi daireler"den gönderilmiş "yalanlamalar"dan eğlenceli bir antoloji yapmak gibi.
    Hem kendin eğlenirsin, hem de çalışmaların yayınlandıktan sonra, okuyan herkes.
    * * *
    Dünkü Taraf gazetesinin manşeti şöyleydi:
    "Dağlıca yanıtı geldi: Susun"
    * * *
    Kafamın karıncalanmasının geçmesi için, acaba mutfağa inip sucuklu yumurta mı pişirsem?
    Sonra da gider sakızlı muhallebi yeriz, üstüne bir top da kaymaklı dondurma koydurarak...

    çetin altan
    0 ...
  8. 105.
  9. Gerim gerim gerilerek, 20-25 yıl süreceği öngörülen çalkantılı bir döneme doğru kaydığımızın işaretlerini, karabasan benzeri haberler de vermekte.
    Tekrar tekrar dipten gelen "etki ve tepki" dalgalanmalarının yarattığı kutuplaşmaları bir yana bırakıp; taze bir cumartesi sabahına, demagojik gümbürtülerle "yoyo" oynayarak başlayalım.
    * * *
    Soru:
    - Türkiye'de de olumsuz etkisini hissettiren Sibirya soğuklarına karşı, milli çıkarlarımızı korumayı nasıl düşünüyorsunuz?
    * * *
    Yanıt:
    - Uluslararası meteoroloji merkezleriyle sürekli görüşüyoruz. Eğer Sibirya soğukları, sınırlarımıza belirli bir mesafede durdurulmazsa, dışa dönük operasyonlar yapmanın hakkımız olacağını söylüyor ve kırmızı çizgilerimizi belirtiyoruz. Bakın açık konuşuyorum. "Milletimizin gücü her sorunun üstesinden gelmeye yeterlidir, muhtaç olduğumuz kuvvet damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur" falan demiyoruz. Sibirya soğukları belirli bir mesafede durdurulmadığı takdirde, biz oralara gidip akaryakıt ve doğalgazla sürekli yanan meşalelerden duvarlar öreceğiz. Böylece ülkemiz de Sibirya soğuklarının olumsuz etkisinden kurtulacak ve eksi 34'ler, artı 34'lere çıkacak.
    * * *
    Soru:
    - Bodrum kıyılarında balık ölüleri yüzüyor. Balık çiftliklerinin ters konuşlandırılması sonucu ölen balıkların sayısı 500 bine çıkmış. Milli çıkarlarımız açısından nasıl bir önlem almayı düşünüyorsunuz?
    * * *
    Yanıt:
    - 500 bin ölü balığı, Londra'ya gönderiyoruz. Biliyorsunuz, Londra'da ölü bir fareyi yeniden dirilttiler. Bizim ölü balıklar da, Londra'da tekrar canlanarak geri gelecek ve Bodrum kıyıları da eski çekiciliğine kavuşacak.
    * * *
    Soru:
    - Çin'le Hindistan'dan çok ucuz arabalar geliyor. Zaten arapsaçına dönmüş olan istanbul trafiği, arapsaçını da aratacağa benziyor; böyle bir durum, milli çıkarlarımıza ne kadar uygun düşecek?
    * * *
    Yanıt:
    - Mimar Le Corbusier'nin, Paris için düşündüğü ütopik projeyi biz istanbul'da uygulayacağız. istanbul'u, 125 kilometrekarelik, 5 bin metre yüksekliğinde 3 yapının içine alacağız. Yapılardan birine, Silivri'den Haliç'e kadar olan bölüm yerleşecek; ikincisine, Galata'dan Karadeniz'e kadar olan bölüm; üçüncüsüne de tüm Anadolu yakası. Yapıların içinde 50 metrekarelik hızlı asansörler olacak. Ayrıca 3 yapı da birbirine 50'şer köprüyle bağlanacak. Havaalanları yapıların damlarına taşınacak. Sadece Adalar'da bahçeli özel evlerle eski tür yaşam kalacak. istanbul bambaşka bir görünüme bürünecek.
    * * *
    Soru:
    - Rüşvet haberleri, her gün artarak zincirleme büyüyor. Milli çıkarlarımız açısından rüşvetle mücadele nasıl olacak?
    * * *
    Yanıt:
    - Rüşvet yasal olacak ve rekabete açılacak. Hangi kamu görevlisi daha az rüşvet alıyorsa, vatandaş onu yeğleyecek. Başvuranı azalan kamu görevlisinin işine son verilecek. Öyle ki, sonunda kamu görevlileri, kendilerine başvurmaları için, vatandaşlara rüşvet vermeye başlayacaklar.
    * * *
    Soru:
    - Uzun süreceği öngörülen çalkantılı bir dönemden söz ediliyor. Milli çıkarlarımız açısından bu dönem nasıl aşılacak?
    * * *
    Yanıt:
    - Mehter Marşı'nı, "çalkala yavrum çalkala" ile değiştireceğiz; kadın-erkek herkes göbek atmaya başlayacak.
    * * *
    Soru:
    - Ölmeye ve öldürmeye odaklanmış gençlerin durumu ne olacak?
    * * *
    Cevap:
    - Dünyada, vatandaşlarının sürekli birbirini öldürdüğü ülkeleri inceliyoruz. Ölme ve öldürme özgürlüğünü rahatça kullanmak isteyen gençleri, oralara göndereceğiz. Öldüklerinde de, cenazelerini kutuplarda dondurup, yanyana heykelleştireceğiz.
    * * *
    Soru:
    - Yargıtay'da 450 bin dosya var; ister istemez zaman aşımına uğruyorlar. Milli çıkarlarımız açısından, sorun nasıl çözümlenecek?
    * * *
    Yanıt:
    - Önüne geleni yargılamasını seven vatandaşlardan, amatör yargıçları sokacağız devreye. Onlar ev konuşmalarından alışık oldukları için, çok çabuk karar verirler kimin haklı, kimin haksız olduğuna.
    * * *
    Soru:
    - Neden son yüzyılda sokak adlarıyla, Türkçe dili bu kadar çok değişti?
    * * *
    Yanıt:
    - Hiç değişmediğimizi iddia edenlerin dili tutulması için. Biz daha da genişletiyoruz değişimleri. Anadilinde okuma-yazma alışkanlığından yoksun gençlerin, yükseköğretimden daha kolay yararlanmaları için; sağır-dilsiz alfabesiyle ders verecek yüksekokullar açıyoruz. El işaretleriyle anlaşmaları çok daha kolay olacak. Zaten "nah" işareti nasıldır, "sıkı mı" işareti nasıldır, "aldın mı babayı" nasıl sorulur işaretle, biliyorlar. Gerisini de çabuk öğrenirler.
    * * *
    Soru:
    - Söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?
    * * *
    Yanıt:
    - Var. Biz bize benzeriz. Bize benzemeyeni de benzetiriz.

    cetin altan
    1 ...
  10. 106.
  11. Ciddi ve karamsar olalım mı? Şarka özgü altı yufka bir ciddiyet ve şarka özgü altı katmer katmer katranlaşmış bir karamsarlıkla soralım mı:

    - Bu vatanın durumu ne olacak?

    Oysa vatanın durumunu düşünsünler diye, kendilerini liste liste sunan, bir yığın adam seçmişiz.

    Vatanın durumunu düşünmek, onların mesleki görevi. Onlar istekli çıkmış bu işe... Üstelik bu görevden -Tanrı kabul etsin- epeyce de dünyalık alıyorlar. Ayrıca bir de bizim -bedava tarafından- vatanı sabah akşam düşünmemiz, hem işbölümüne saygısızlık olur, hem de meslek açısından avantajlı sayılmaz...

    * * *

    Nitekim para karşılığı vatanı düşünmekle görevli olanlar, Kızılay çıkarına bizim mesleğimizle ilgili konuları asla düşünmemektedirler.

    Örneğin bir milletvekili, sabah akşam bir tencere kalaycısının kalay sorununu düşünür mü? Düşünmez...

    Öyleyse bir tencere kalaycısı, neden sabah akşam vatanın ne olacağını düşünsün?

    Vatanı düşünmek milletvekilinin işi, kalay sorununu düşünmek, kalaycılarla biraz da karaborsacıların işi...

    Yok şayet kalaycı, kalaycılığı bırakıp "Vatanı düşünmek"ten para kazanmak istiyor da, onun talimini yapıyorsa, o başka... Sabah akşam siyasal bir hazırlık olarak, düşünebilir vatanın ne olacağını... Nasıl ki bir milletvekili de "Vatanı düşünmek"ten para kazanma yerine, kalaycılıktan para kazanmak istiyorsa, o da sabah akşam kalay sorununu düşünmeye başlayabilir...

    * * *

    Bizdeki düzeltilemez bozukluk, amatör olarak "Vatanın durumunu" düşünenlerin sayısının, profesyonel olarak "Vatanın durumunu" düşünmekle görevli olanların sayısından fazla olmasıdır...

    Oysa itfaiyecilikte durum aynı değildir.

    Kimse amatör olarak, yangınların nasıl söndürüleceğini, profesyonel itfaiyecilerden daha fazla düşünmez.

    Berberler için de durum aynıdır...

    Ebegümeci satıcıları için de...

    Bir tek "Vatanın durumunu" düşünme uğraşında, amatörlerin sayısı profesyonellere ağır basıyor...

    Başka hiçbir dalda, -ayakkabı tamirciliği ve ölü başında Kuran-ı Kerim okuma dahil- bedavadan, gönüllü olarak, kolları sıvayanların toplamı, profesyonellerden daha çok olamaz...

    Demek ki "Vatanın durumunu" düşünmek, parasız bile olsa, çekimli geliyor kişilere... itfaiyecilikten, Ebegümeci satıcılığından, Ayakkabı tamirciliğinden ve ölü başında Kuran-ı Kerim okumaktan daha çekici...

    Oysa ayrı bir meslektir ve iyi para getiren bir meslektir "Vatanın durumunu" düşünmek... insanların bunu bedavadan yapmaya bu kadar teşne görünmeleri, anlaşılmaz bir bulmacadır...

    * * *

    Birçok kişiye sordum:

    - Siz neden sabahtan akşama -hiçbir karşılık beklemeden- hep "Vatanın durumunu" düşünüyorsunuz, diye.

    - Çok seviyoruz da ondan, dediler...

    - Peki neden "Vatanın durumunu" düşünmek mesleğini benimsemiş olanlar, belirli bir para karşılığında yapıyorlar bunu da, bedavadan yapmıyorlar; yoksa onlar sizin kadar sevmiyorlar mı vatanı, dedim.

    - Sevmiyorlar, dediler...

    - Sevmeseler o işe girmezlerdi, dedim... Yalnız onlar geçimlerini, sevdikleri bir işten kazanıyorlar... Size ise, ola ki mesleğinizi sevmek yetmiyor. Ayrıca bir de -mahalle takımında keyfine futbol oynar gibi- açıktan "Vatanın durumunu" düşünmekten hoşlanıyorsunuz.

    - Evet ama, dediler, şey ama, dediler... Vatandaşlık dediler, sorumluluk, dediler...

    Amatörlüğün tutkusu başkadır... Profesyonelliğin de kazancı...

    Şu koşulla ki, amatörlük sevdası, yaşamını da tümden karartmamalı kişinin...

    * * *

    Gazetelerde ne güzel haberler yayınlanıyor:

    "Trenlere kedi konmasına karar verilmiş, farelerle başa çıkmaları için."

    "Ekonomik bunalım sivrisineklere yaramış. Sivrisinekle mücadele ödeneği illere zamanında yollanmadığı için, gerekli mücadeleye de geç başlanmış."

    "Soğan kaçakçılığı arttığından, soğanın fiyatı yükseliyormuş."

    "Vatanın durumunu" düşünen bir amatör, trenlerdeki fareler için yeterli önlemi nasıl alacaktı?

    Oysa "Vatanın durumunu" maaş karşılığında düşünen bir profesyonel, görevinin gereğini yerine getirerek hemen emrini veriyor:

    - Trenlere kedi koyunuz, diyor...

    Şimdi eminiz ki, sivrisinekler için de:

    - Cibinlik kullanınız ve filit sıkınız, diyecektir...

    Soğan kaçakçılığına da boş verecektir... Kişi ne kadar "Vatanın durumunu" düşünmekte profesyonel olsa da, her şeyi birden düşünemez...

    Soğan kaçakçılığını da "Vatanın durumunu" amatörce düşünenlere bırakır.

    * * *

    "Vatanın durumunu" rahmetli babam da epeyce düşünmüştür... Sonunda yorulup bana şöyle demişti:

    - Biz bu kadar düşündük, bundan sonrasını da siz düşünün...

    Aklımda kaldığı kadarıyla, "Vatanın durumunu" dedem de çok düşünmüştü. Hatta rahmetli "Fen ve Sanat Genel Müdürü" iken, geçici bir krizle masasının üstüne yığıldığında, ciciannem "Vatanın durumunu çok fazla düşündü de ondan böyle oldu" demişti...

    O tarihlerde çok yüksek mevkilerde bulunan öğrencileri "Vatanın durumunu çok fazla düşünüp erken ölmesin" diye kendisini emekliye ayırmışlar, üstelik bir de Viyana'ya göndermişlerdi...

    * * *

    O dönemlerde herkesin durmadan "Vatanın durumunu" düşünmesi özgürlüğü de pek yoktu...

    Ankara Valisi rahmetli Tandoğan, Saracoğlu'nun solculuk yapmaya kalkan bir akrabasını makamına çağırtmış:

    - Solculuk yapmak gerekiyorsa, onu da biz düşünür, biz yaparız, size ne oluyor, demişti...

    * * *

    Elbette "Vatanı düşünmeli". Ama enseyi de karartmamalı... Hatta azıcık da, pek yaygınlaşan "Battık batıyoruz" modasını, rüzgarlamak ve dağıtmak için düşünmeli...

    Tanrı korusun, batarsa neyi düşüneceğiz sonra... O kadar alıştık ki "Vatanın durumunu" düşünmeye, düşünecek bir şey kalmayınca, gerçekten kahroluruz...

    çetin altan
    0 ...
  12. 107.
  13. Eski zamanlar istanbul'unun durmuş oturmuş aileleri, çocuklarını hazineden geçinmeli bir makam sahibi olmaları için gönderirlerdi okullara. O dönemlerde hayatta en imrenilecek başarı payesi Vali olmak, Genel Müdür olmak, Müsteşar olmaktı.

    Rahmetli babam da hayatı salt o açıdan görürdü. Sürekli bürokrasi kulislerinin dedikoduları yapılırdı evde...

    Ha bir de, tek parti iktidarının saylavı olmak vardı. Şu veya bu il listesinden aday gösterilme olasılıkları üstünde de durulurdu...

    Dünyadaki bilim, sanat ve üretim topoğrafyaları, kimseyi ilgilendirmeyen uzaydaki meçhul bir galaksi anlamsızlığındaydı.

    Hayat Türkiye'den ibaretti ve orada da en büyük başarı, hazineden geçinmeli üst düzey bir makam sahibi olmaktı.

    Kimse Türkiye'den azınlıkların, hiç de hazineden geçinmeli olmadıkları halde, zaman zaman nasıl evrensel bir nitelik gösterdikleri üstünde durmazdı.

    Ve yine kimse Tanzimat Batıcılığı'nın, nasıl olup da ittihatçılar'ın iktidarıyla birlikte II. Wilhelm'in rotasında aniden Orta Asya ırkçılığına dönüverdiğini merak etmezdi..

    * * *

    Çağ dinamiklerinden kopuk, şoven bir hegemonyanın demagojik tiratlarıyla, aynı kalıplar içinde koşullanmış renksiz beyinli pozörler galerisinin ortamlarında yetiştik biz..

    Büyüklerimiz her şeyi bizden daha iyi bilirdi.

    Düşmanı denize onlar dökmüş, bizi onlar kurtarmıştı.

    Ebedi Şef'e saygı, Milli Şef'e bağlılık... Milli Şef'e saygı, Ebedi Şef'e bağlılık... Ebedi Şef'in izinde, Milli Şef'in emrinde.. Milli Şef'in emrinde, Ebedi Şef'in izinde...

    Kimsenin ne makro ekonomiden çaktığı vardı, ne de adam başına düşen ulusal gelir ortalamasından...

    Gerçi ismet Paşa ile CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal'ın Parti'yi daha gençleştirip, daha çağdaşlaştırma eğiliminde oldukları söyleniyordu ama...

    Bir de Peker'ciler vardı. inkılapları tehlikeye düşürmemek gerekçesiyle beylik klişeleri savunan.

    * * *

    CHP'nin iktidardan yeni düştüğü yıllardı. Parti'nin resmi organı Ulus'ta küçük fıkralar yazmaya başlamıştım.

    Bir gün ismet Paşa, Nihat Erim'le beni evinde başbaşa bir akşam yemeğine davet etmişti.

    Protokol biçimlenmelerinden yoksun olduğum için, ne söyleyeceğimi, nasıl konuşacağımı kestirememenin tedirginliği içindeydim.

    Paşa yemek masasının başına oturdu. Sağ yanına beni, sol yanına da Nihat Erim'i oturttu.

    Ve eliyle de rakı koydu bardağıma...

    * * *

    Cahit Sıtkı'yla nerdeyse on yıl boyunca hemen her akşam Şükran Lokantası'nda başbaşa içtiğim rakıların özgürlüğüyle, ismet Paşa'nın masasındaki rakının "efendi gibi olma" zorlanması belki de hayatımın en sağlıklı pusulasını oluşturdu...

    Kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden salt kalem gücüyle yaşama özerkliğinin çekimi biraz daha perdahlandı gözümde.

    Ve ismet Paşa'ya ilkesiz bir parti opürtünizmiyle ilgili bir meyhane fıkrası anlattım.

    Paşa duyar gibi yaptı, duymaz gibi yaptı, beni de bozum etmedi.

    * * *

    O tür yakınlaşmalar sonucunda bir gün de Paşa'ya, ilk Cumhurbaşkanı olduğu dönemde Başbakanı Dr. Refik Saydam'ın vermiş olduğu bir demeçten söz etmiştim. Dr. Saydam Türkiye'de "Her işin A'dan Z'ye bozuk" olduğunu söylemişti. Peki, ondan sonra neden köklü bir düzeltmeye gidilememişti?

    Paşa:

    - Vaktimiz olmadı, demişti. Biz iktidara geldiğimizde 2. Dünya Savaşı çıktı. Savaş bittikten az sonra da biz iktidardan düştük.

    * * *

    Bana sorarsanız Türkler'in en belirgin özelliği mesleksiz oluşları. insanlığın evrensel boyutlu birikimleriyle de hiçbir hümanist sentezde buluşma özlemi taşımıyorlar. O yüzden de siyasal bir "otofaji"ye güngünden daha çok sürükleniyorlar...

    Arz yuvarlağı gitgide, hızlanan denge değişimleriyle giriyor 21. Yüzyıla.

    Dış dinamikler denklemi Türkiye'den de çok daha değişik yeni bir Türkiye'nin çıkmasına neden olabilir.

    Dileğimiz geçen yüzyıllarda olduğu gibi, anlamsız koşullanmalar sonucu, yine gereksiz bedellerin ödenmemesi...

    çetin altan
    0 ...
  14. 108.
  15. 109.
  16. 110.
  17. 111.
  18. Makine Kimya Endüstrisinin Kırıkkale'deki çeşitli bombalarla patlayıcılar üreten Mühimatsan fabrikası, nasıl çıktığı henüz kestirilemeyen bir yangın sonucu kenti, mantar biçimi alabildiğine yükselen kara bir dumanla, vaktiyle Hiroşima'da çekilmiş filmlere döndürdü.

    Aynı fabrika yıllar önce de yine bir felaket kasırgası estirmiş, bir yığın itfaiyecinin ölmesine neden olmuştu.

    Gazetelerden öğrendiğimize göre o zamandan bu yana 11 yıl geçmiş...

    Ve bu kez fabrika yerle bir oldu.

    Fabrikanın 200 metre kadar ötesindeki bir yer altı deposunda, savaş uçaklarının kullandığı ölümcül gücü çok yüksek bomba stokları varmış...

    Neyse ki yangın oraya da uzanıp bahtsız Kırıkkale'yi bir Kobalt artığına çevirmedi.

    Bu konularla kimler ilgiliyse, o ilgililer elbet Kırkkale fabrikalarıyla depolarının kent için ne kadar sakıncalı olduğunu bilmiyor değiller.

    Hele 1986 felaketinde Ezrail'in Kırıkkale göklerinde acımasızca oynadığı ölüm dansından sonra..

    * * *

    Peki öyleyse neden önlem alınmadı?

    Kim alacaktı ki önlemi?

    Bu tür önlemler, ortak yapılmış bilimsel planlar, özel ayrılmış fonlar ve yönetim kadroları değişse de, uygulamaların sürmesini sağlayacak bir kurumsallaşma ister..

    Bizde eski Padişah iradeleri gibi kişisel iradeler vardır ama, kendini yenilme dinamiğini yine kendi içinde taşıyan bir kurumsallaşma, yani bireylerden soyutlanmış canlı bir organizma yaratma geleneği yoktur.

    Örneğin bir bakanlıktan Bakan ayrıldı mı, işler hemen lagarlaşır. Tıpkı bir karakoldan komser ayrılınca, ipe un serilmeye başlanması gibi..

    * * *

    Kırıkkale fabrikalarını, kenti tehdit etmeyecek daha güvenceli bir ortama taşıma inisyativini kim gösterecekti?

    Bir kez bunun için gerekli fon bir türlü ayrılmamıştı herhalde. Ayrılmış olsa bile, sıkışık bir anda başka bir iş için kullanılmıştı belki de...

    Kaldı ki o fabrikalarda kentte oturan binlerce kişi çalışıyordu. Fabrikalar konusunda herhangi bir mekan değişikliği, onların da tepkisini sertleştirebilirdi.

    * * *

    Türkler'in tipik özelliklerinden biri de "önlem alma" bilincinden yoksunluktur. Yabancıların "önlem alma" konusundaki titizliği, anlamsız bir gayretkeşlik gibi görünür bize... Uçaklar inip kalkarken kemer bağlamaktan, sigaraları söndürmeye kadar...

    Bizim ortak yaşam stilimiz, "Bir şey olmaz abi" umursamazlığıdır.

    Belki eski göçerlik döneminden, belki teknoloji dışı kalmışlıktan, belki "insan değerinin" bulunmayışından ötürü...

    Yazıyla, çiziyle, uyarıyla değişecek bir betonlaşma değildir bu...

    * * *

    Ya içişleri Bakanlığı ile Genelkurmay arasındaki gizli istihbarat düellosuna ne demeli?

    Hükümetteki siyasetçiler, Genelkurmay'daki birimlerde darbe niyeti olup olmadığını izlemek istiyormuş.

    Genelkurmay, en sakıncalı düşman olarak içerdeki "irtica" hareketlerini görüyor ve bunu da MGK'da dile getiriyorsa, buna karşılık hükümetteki siyasetçiler de Genelkurmay'da darbe eğilimlerinin bulunup bulunmadığından kuşku duyuyorsa; böyle bir Şark demokrasisinde "biz de hukuk devletiyiz" diye tuttursak ne yazar, tutturmasak ne yazar?

    Yine de siz enseyi karartmayın. insanlık kötüye gitmez. Türkiye de gitmez.

    çetin altan
    0 ...
  19. 112.
  20. Bizim Tahir Özyurtseven'le -amma da uzun bir soyad- eşi Ayça, buzlanmış beyin duvarlarının dışında, insana zamanı unutturan azalmış dostlardandırlar.
    * * *
    Dağlarına taşlarına "önce meslek" yerine, "önce vatan" diye yazılmış; rahmetli babamın Edirne'de "Umuru Hukukiye Müdürü" iken, Cumhuriyet'in 10'uncu yıldönümüne silindir şapkayla katıldığı ve evde yer sofrasında yemek yediğimiz bir ülkede ne kadar dedikodu yapılabildi ki?
    * * *
    Tahir'le de Ayça'yla da, 1971'de istanbul Sıkıyönetim Komutanı olan Faik Türün Paşa'yı hiç konuşmadık.
    Sadece dünkü Hürriyet'in manşeti, bir dedikodu esintisi olarak dolaşır gibi oldu öğleden sonraki sohbet sırasında.
    * * *
    Hürriyet'in dünkü manşeti, "dedikodular" Himalaya'sının doruğuna tuhaf bir özgürlük bayrağı dikiyor gibiydi:
    "Generalin gurur istifası - Eşinden ayrılabilmek için görevinden istifa eden Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı 'bu üniformayı tertemiz giydim, tertemiz bırakmak durumundayım' demişti"
    * * *
    Diyarbakır Bölge Komutanı Jandarma Generali, neden acaba istifa ettiği generalliğinden?
    Atlas Okyanusu'ndan, Büyük Okyanus'a kadar rahatça kulaçlayabileceğiniz bir dedikodu okyanusu.
    * * *
    Hilmi Yavuz, sade şiiriyle değil, "varlığıyla" da; bir türlü "gelişmiş" olamayan ülkelere sığamayacak bir dost.
    * * *
    Hilmi'yle, Edmond Rostand'nın, Sabri Esat sayesinde olağanüstü bir tutarlılıkta Türkçeye çevrilmiş olan Cyrano de Bergerac'dan son bir bölümü seslendirmek:
    Sararmadan solmadan,
    Kanlı dudaklarında nükte eksik olmadan.
    Bir yiğit kılıcıyla çimenlere serilmek,
    Demiştik ama...
    * * *
    Bizde de düello geleneği olsaydı, "silahlı kuvvetlerimizi yıpratma" gibi bir suçlamaya hedef de olmadan; acaba Faik Türün Paşa, davet edilebilir miydi düelloya Belgrad Ormanları'nda?
    * * *
    Cyrano'nun son bölümündeki tiradı, Hilmi Yavuz'la paylaşmak bir öğleden sonra:
    Bir yiğit kılıcıyla, kanlı dudaklarında
    Nükte eksik olmadan çimenlere serilmek,
    Demiştik ama,
    Yiğit yerine uşak, kılıç yerine odun,
    Çok iyi oldu böyle,
    Her fırsatta kaçırdım, hatta ölümü bile...
    * * *
    Hilmi Yavuz'la, iki bacanak olan Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya'dan da söz açtık.
    Gazi'nin ölümünde Orhan Seyfi bir ağıt yazmıştı:
    Gidiyor on yedi milyon kişi takmış peşine...
    Aynı günlerde Yusuf Ziya da, ismet Paşa'ya bir övgü yazmıştı:
    Bir dağ başısın ak saçın altında bulutlar,
    Çizmenle çizilmiştir aşılmaz bu hudutlar.
    * * *
    Dedikodular, söylentiler, fısıltı gazetesi ve Türkiye...
    1960 askeri darbesinden sonra kurulan koalisyon hükümetinde, ismet Paşa Başbakan olmuştu, Hıfzı Oğuz Bekata da içişleri Bakanı.
    Hıfzı Oğuz, Sağlık Bakanı Yusuf Azizoğlu'yla anlaşmazlığa düşmüştü.
    Ve Savunma Bakanlığı'na da vekalet eden Hıfzı Oğuz, bendenize Yusuf Azizoğlu'nun MiT dosyasından son bir raporu göstermişti.
    Rapor şöyle başlıyordu:
    "Asıl işi eşkıyalık, bugünkü işi Sağlık Bakanlığı..."
    * * *
    Başbakan Yardımcısı Samet Ağaoğlu da, tek parti döneminde, Sıtkı Yırcalı'nın Fransız Komünist Partisi'nin gizli üyesi olduğunun rapor edilmiş olduğunu açıklamıştı.
    * * *
    1953 yılında Paris'te, NATO'nun ilk Başkomutanı Norshtad'dan öğrendiğim bir "doğru"yu haberleştirmiştim. Kore'ye gönderdiğimiz 4.500 kişilik birlik standarttı. Ölenler oldukça, yerleri tamamlanacaktı.
    * * *
    Türk Askeri Ceza Yasası'nın 171'inci maddesine göre suçlanmış ve Ankara Askeri Ceza Mahkemesi'ne verilmiştim. 25 yaşını doldurduğum bir yıldı ve ellerim arkamdan ilk kez kelepçelenmişti.
    * * *
    Sıtkı Yırcalı, Meclis kürsüsünden Kore'ye gönderilmiş birliğin standart olduğunu açıkladı ve bendenizin askeri mahkemedeki davam düştü.
    * * *
    Bu kadar dedikodu oyalanması yeter.
    Ayça ile de Tahir ile de, Hilmi Yavuz ile de nasıl zamanı unuttuk bir öğleden sonrası?.. Hele bir de soprano Müjgan katılmışsa sohbete.
    * * *
    Bendenizin en büyük ödülü, kâğıtlara akıp gitmiş bir hayattan kimseyi utandırmış olmadan silinip gitmektir...
    * * *
    Varsın büyüklerimiz, "önce vatan" yerine, "önce yazıya layık olmak" diyenlere kıza dursunlar...

    çetin altan

    (bkz: yazar olmak isteyenlere tavsiyeler)
    0 ...
  21. 113.
  22. Dudaklarımızın her gün şaşkınlıktan uçuklayacağı bir ülke mi olmalıydı Türkiye?
    * * *
    Dünkü Milliyet'te Erdal Kılınç'ın haberi manşete çekilmişti:
    "Ümraniye operasyonu devam ediyor - Ergenekon'da 35 gözaltı"
    * * *
    Toygun Atilla'nın haberi de, Hürriyet'te manşetteydi:
    "Hedefteki isimler - istanbul polisi, Şafak Operasyonu ile Orhan Pamuk'tan DTP'li Ahmet Türk'e kadar pek çok isme suikast hazırlığında olduğu belirtilen 'Ergenekon' örgütlenmesini çökertti"
    * * *
    Elbette uçuklar insanın dudakları; bu kadar "öldürme" üstüne kurgulanmış gizli örgütlerin bulunduğu bir ülkede, yaşamak kolay mı?
    * * *
    Neden kaynayıp durur ki buralarda bu cadı kazanları?
    Çünkü efendim biz; istanbul'u, istanbul'dan kimlerin gelip geçmiş ve neler yazmış olduğunu pek merak etmedik.
    Merak etmediğimiz için de, merak edilmedik ve yakınıp durduk kendimizi dünyaya yeterince tanıtamadığımızdan.
    * * *
    Hiç değilse istanbul'da doğmuş ve Paris'te giyotinin altına yatarak idam edilmiş olan şair André Chenier'yi merak etseydik.
    * * *
    André Chenier, idam edilirken bile hapishanesinin duvarlarına mısralarını yazmayı sürdürmüş bir şairdi. Şimdi duvarlarda yarım kalmış mısraları turistlere gösteriliyor.
    * * *
    1762 yılında istanbul'da Galata'da doğmuş olan ve içinden kara lavların fışkırdığı o volkanik şairden, S. Ayoba'nın çevirisiyle 3-5 mısra:
    Hapisteki genç kadın
    Başak gelişir, oraklar biçmeye kıyamaz;
    Üzüm, içer fecrin nimetlerini bütün yaz,
    Ezileceğini hiç düşünmeden.
    Ben de o kadar gencim, bende de var o füsun,
    Zaman ne kadar kötü, tatsız olursa olsun,
    Ölmek istemiyorum erkenden.
    * * *
    istanbul doğumlu şair, giyotinin üstüne çıktığında, yüzükoyun bir kızağın üstüne yatırılmadan önce, işaret parmağını şakağının üstüne koyarak şöyle demişti:
    - Her şeye rağmen, burada bir şey vardı.
    * * *
    istanbul doğumlu şairin, henüz 32 yaşındayken, ensesinin üstüne düşerek kafasını koparan giyotin.
    Fransız fizikçisi Joseph Ignace Guillotin, idam cezalarının cellat baltasıyla değil, bir makine aracılığıyla ve mahkûma acı çektirmeden gerçekleştirilmesini istemişti.
    Ve yüksekçe bir yerden, ensenin üstüne inen kavisli keskin bir bıçak tasarlamıştı.
    Fransa Kralı 16. Louis ise, kavis biçimindeki bir bıçağın, mahkûmun kafasını rahat kesemeyeceğini öngörmüş ve bıçağın 45 derecelik bir açıyla "oblik" olarak enseye inmesini çizimlemiş ve gerçekleştirmişti.
    * * *
    Sonra ne oldu?
    Fizikçi Guillotin de, Fransa Kralı 16. Louis de giyotinle idam edildiler.
    * * *
    Dünkü Radikal'in manşeti de şöyleydi:
    "Darbe ortamı yaratmaya çalışan 'ulusalcılar' gözaltında - Darbecilere operasyon"
    * * *
    Bir yerlerde nasırlaşmış bir yamukluk var gibi.
    O nedenle de, dudak uçuklatacak şok haberler furyası sürüp gidiyor.
    istanbul'dan kimlerin gelip geçtiğini ve neler yazmış olduklarını keşke biraz merak etmiş olsaydık.
    * * *
    Ne yapalım ki biz, anadilimizin "yazı" bahçelerinden bile o kadar habersiziz ki; vazgeçtik Yunancaya çevrilmiş 30'a yakın yazarımızı bilmeyi, Nobel Edebiyat ödülü almış bir yazarımızı bile dışlamayı, bir "vatanseverlik" sayıyoruz.
    * * *
    "Mevki sahibi" olma hırsıyla kaynatılan kazanlarda; "kalem sahibi" olmaya çalışmışlar, neden bu kadar haşlandı ki?
    * * *
    istanbul'a sahip olmak, istanbul'a layık olmayı da keşke içerebilseydi.

    çetin altan
    0 ...
  23. 114.
  24. Uyumak, karın doyurmak, cinsellik libidosu üstüne kurgulanmış bir iNSAN yapısı.
    Ve sonunda da silinip gitmek.
    * * *
    ister denize karşı teraslı bir villada, yahut 5 yıldızlı bir otelde, yahut önünde silahlı askerlerin nöbet tuttuğu bir sarayda uyumak; ister döküntü bir gecekonduda, yahut bir çadır köşesinde, yahut sokakta kuytuca bir kıyıda uyumak.
    iNSAN fizyolojisinin, değiştirilemez, engellenemez bir zorunluğu uyumak.
    * * *
    Karın doyurmak da öyle, cinsellik de...
    * * *
    1933 yılında Edirne'de, istiklal ilkmektebi'nin 1'inci sınıfında; Hikmet Hocanım'ın gayretiyle okul bahçesinde çift sıra halinde:
    Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,
    On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.
    Marşını talim ederken; -kendim de dahil- hiç aklıma gelmiyordu, kimlerin nerelerde yatıp nasıl uyuyacağı.
    Nerelerde karnımı nasıl doyuracağım da...
    * * *
    Sonradan öğrendim ki, "yoksulluktan söz etmek" Türkiye'de suç sayılmakta. itibarlı yaşamanın en kestirme formülü de "mevki sahibi" olmak.
    Orhan Veli, "Ahmetler" adlı şiirinde şöyle yazıyordu:
    Kimimiz Ahmet Bey
    Kimimiz Ahmet Efendi;
    Ya Ahmet Ağayla Ahmet Beyefendi?
    * * *
    Geçmişimiz çok şanlı, geleceğimiz de çok parlak ama; 28 yaşından küçük 40 milyona yakın genç, nasıl bir yaşam düzeyinden geçerek tamamlayacaklar ömür serüvenlerini?
    * * *
    Geleceğin raylarını doğru dürüst döşeyemediğin zaman; "gelecek" durduğu yerde durmuyor ki, tozu dumanı havaya savura savura hışımla geliyor üzerine.
    * * *
    Bir eczane sahibi, vitrinine; başta doğum kontrol hapı, "hamile kalmayı önleyen" çeşitli tıbbi önlemlerin listesini asmış.
    Ancak eczaneye giren müşteriler, içeride koşuşturup duran bir yığın yaramaz küçük çocukla karşılaşınca iyice afallıyorlarmış.
    * * *
    Bazen müşteriler, eczanenin sahibine soruyorlarmış:
    - Bütün bu çocuklar sizin mi?
    - Evet...
    - Pek iyi bir gösteri değil, vitrindeki reklamlarınız açısından. Sizin için pek bir işe yaramamış galiba önlem almak?
    * * *
    Eczacı:
    - Yok, tam tersine; diyormuş. Hamileliği önlemek için gerekli önlemleri almazsanız, durumun nasıl olacağını gösteriyor bizim dükkândaki yaramazlar.
    * * *
    "Milli çıkarlarımız"a göre hareket ettiklerini söyleyen, Hazine'den geçinmeli "mevki sahibi" büyüklerimiz; onca nutuk, bahadırlık, darbe ve idam sehpalarına karşın; yoksul bir kaderle doğan bebeklerin çoğalıp gitmesine bir çare bulamadılar.
    * * *
    Manzara-i umumiye, "ne yapılmalıydı ki, durum böyle olmamalıydı" sorusuna, her gün biraz daha yeni harç taşıyor.
    * * *
    Orhan Pamuk'a suikast düzenlemeye kadar varan, çeşitli planların gizli çeteleşmeleri...
    Acaba henüz daha yakalanmayan başka çeteler de var mı, bilemeyiz ki?
    * * *
    Bitip tükenmeyen bir "yazar" düşmanlığı; pek de uğurlu gelmiş görünmüyor 21. yüzyıldaki pozisyonumuza.
    * * *
    60 yıl önce Namdar Rahmi şöyle yazıyordu:
    Sende cevher var imiş, bunu âlem ne bilsin;
    Süslü bir dairede müdür bile değilsin.
    * * *
    Ah keşke buralarda da; "önemliler" değersiz, "değerliler" önemsiz olmasaydı.
    * * *
    Prof. Dr. Yaşar Gazigil, nihayet Türkiye'de de doğru dürüst bir hastane kurabilme özlemini gerçekleştirecek bir ortam bulmuş; ABD'den geri dönüyormuş.
    * * *
    Ne diyelim, bu kadarına da şükür...

    çetin altan
    0 ...
  25. 115.
  26. Saçma sapanlığın da, kendine göre bir mizahı, bir esprisi var.
    Örneğin iletişimin, bugünkü kadar çabuklaşmadığı ve en hızlı haberleşmenin "yıldırım telgraf çekmek" olduğu dönemlerde; adamın biri, postaneye giderek telgraf memuruna çekmek istediği telgrafı uzatmış.
    Kâğıtta şöyle yazıyormuş:
    - Guk! Guk! Guk! Guk! Guk! Guk!
    * * *
    Telgraf memuru, kâğıttaki kelimeleri saydıktan sonra, karşısındaki adama:
    - Aynı fiyata, demiş; bir kelime daha ekleyebilirsiniz telgrafınıza.
    Adam, alnını hafifçe kaşıyarak:
    - Bilmem ki, demiş; ne eklesem?
    - Neden bir "Guk!" daha eklemiyorsunuz?
    Adam:
    - Yo hayır, demiş; o zaman ciddiyeti kaçar telgrafın.
    * * *
    Türkiye sanki, bilim-kurgu filmlerindeki bir eski zaman yaratığı gibi çıkıyor denizlerden su yüzüne.
    * * *
    Bir tarafta gizli çeteler, gerçekleştirilecek suikast listeleri, bir hükümet darbesine ortam hazırlama çalışmaları...
    * * *
    Bir tarafta, öldükten sonra cennetmekân olmaya layık bir yaşamı; tüm toplumda sağken zorunlu kılmak için, bombalarla ortalığa dehşet saçma hazırlıkları...
    * * *
    Kim ne olmak, kim nereye varmak istiyor da; birbirinden değişik kuytularda ifritleşmeye, yahut zebanileşmeye kalkıyor, anlamak kolay değil.
    * * *
    Gerçi yıllar önce de, kasabalardaki erkek erkeğe kahvelerinde şöyle laflar çalınırdı kulağıma:
    - Sallandır 2 kişiyi, bak her şey nasıl düzelir.
    - Her şeyden önce ahlakı düzeltmek gerek.
    * * *
    4 yaşındayken evin tahta sofalarında, kalınca bir sopadan bir at koştururdum. Atımın başında kınnaptan dizginleri de vardı.
    Sopadan atımı gerçek bir atmış gibi, o kadar çok benimsemiştim ki; üstünde koşturup dururken her şeyi unuturdum.
    * * *
    Ve bir gün...
    Ve bir gün evin alaturka helasının kuburu tıkanmıştı.
    Annem de kuburu açmak için önce şöyle bir uğraşmış; sonra da benim sopadan atımı kaptığı gibi, dikine dikine vurarak açıp temizlemişti kuburu.
    * * *
    Canım atımın, bir kubur sopasına dönüşmesiyle bozuluveren tüm büyüsü.
    * * *
    Biz acaba vaktiyle nasıl bir yerde yaşadığımızın pek farkında değildik de; şimdi mi gerçek yüzü daha keskinliğine ortaya çıkıyordu -fotoğrafları yasaklanmış- eski zehirli bataklıkların?
    * * *
    ilkokul çocuklarına söyletilen şarkılar:
    Sen ne güzel bulursun gezsen Anadolu'yu;
    Dertlerden kurtulursun gezsen Anadolu'yu.
    O şarkılar doğru muydu, yoksa bir propaganda mıydı?
    * * *
    Tarihi kahramanlık romanları yazan Abdullah Ziya Kozanoğlu, aynı zamanda bir inşaat müteahhidiydi. Bayrampaşa'daki Sağmalcılar Cezaevi'ni de o yapıyordu.
    Bazen birlikte giderdik inşaatı görmeye.
    Abdullah Ziya:
    - idam yerini, gözlerden gizledim, derdi.
    * * *
    O tarihlerde hiç aklıma gelmezdi, Sağmalcılar Cezaevi'nden bendenizin de bir mahkum olarak geçeceğim.
    * * *
    Siyasal çatışmalarda pençe pençeye gelme ne zaman mayna olur bilinir mi ki?
    Oysa ocak ayı Kanlıca'sı da, o kadar sakin, yumuşak ve şiirsel ki...
    * * *
    insanın aklı, başı kıçını tutmayan saçmasapan fıkralara takılıyor yine.
    Adamın biri bir "Cafe"ye girmiş ve garsona:
    - Bir kahve istiyorum ama kremasız olsun, demiş.
    Garson:
    - Çok afedersiniz, demiş; krema kalmamış, acaba kahveniz sütsüz olsa olmaz mı?
    * * *
    Saçma sapanlığın da mizahi bir tarafı yok değil.
    Enseyi karartmayın.
    Politikada hiçbir şey, ne sanıldığı kadar iyi, ne de sanıldığı kadar kötü olurmuş.

    çetin altan
    0 ...
  27. 116.
  28. Televizyonların "haber saatleri"ndeki doludizgin görüntü akışlarını; eğlenceli olarak değerlendirmelerden biri de, ekranların sesini iyice kısmak.
    Gerek yerel, gerek küresel "başrol kahramanları"; Şarlo'nun, sessiz sinema dönemlerinde çevirmiş olduğu filmlere benziyorlar.
    * * *
    Yana doğru açılan eller, öne doğru uzanan parmaklar, ileri doğru kalkan kollar...
    * * *
    Çocuklar için kutular içinde satılan oyuncaklar vardır. Kutuların birinden kapıları, pencereleri, iç bölmeleriyle önce kurulacak bir evin parçacıkları çıkar.
    Öteki kutudan da, evin içine yerleştirilecek eşya; minik koltuklar, masalar, karyolalar, mutfak avadanlığı...
    * * *
    Siyasetçiler; önce bir ev kurup, sonra da içini yerleştirmeye olanak sağlayan oyuncaklarla oynamaya dalmış çocuklara benziyorlar biraz da.
    Sadece oyuncakları; çeşit çeşit ülkeler, bazılarınınki de dünya boyutunda.
    * * *
    Aynı oyuncaklarla oynamak ve onları kendilerine göre yerleştirmek isteyen başka çocuklar da var.
    Ne çare ki ülke boyutundaki oyuncak 1 tane.
    Hadi söve saya, tekme tokat bir kavga.
    * * *
    Gelelim siyasetçilerin çok büyük boyutlu oyuncakları içinde yaşayan milyonlarla milyarlara...
    * * *
    Bilim adamlarının oyuncakları bambaşka.
    Bir de bakıyorsunuz uydular gitmiş uzaya ve izlenir olmuş evlerden "yer"yüzünde olup bitenler.
    * * *
    Sanatçıların oyuncakları ise, DOĞA ve iNSAN arasındaki görünmez tülbentlerden süzülüyor.
    Şairler, üreme tılsımının saklı olduğunu "aşkı" ve engellenmiş aşkların acılarını yazıyorlar; yoksulluğu yazıyorlar, kimsesizliği yazıyorlar, ölümü yazıyorlar.
    * * *
    Müzisyenler, unutulmaz seslere dönüştürüyor iNSAN'a ait hem acılı, hem "zamanı unutma" özlemlerine uzanan titreşimleri.
    * * *
    Ressamlarla heykelcilerin de oyuncakları; siyasetçi oyuncaklarının çok dışında.
    * * *
    Eski bir efsane vardır.
    20 yaşında tahta çıkmış bir şah, ülkesindeki bilge kişileri toplayarak:
    - Gidin, demiş; bana dünya tarihini yazın. Ülkemi iyi yönetmek için öğrenmek istiyorum dünya tarihini.
    Bilge kişiler:
    - Emredersiniz şahım, demişler ve çekilip gitmişler.
    * * *
    Aradan geçmiş 30 yıl. Şah gelmiş 50 yaşına.
    Bilge kişiler, 10 deve yükü kitapla kapısına dayanmışlar sarayın.
    * * *
    Şah, 10 deve yükü kitabı görünce:
    - Bunların tümünü okumaya benim artık vaktim yok, demiş; gidin biraz daha özetleyerek gelin şu dünya tarihini.
    Bilge kişiler:
    - Emredersiniz, diyerek geri dönmüşler.
    * * *
    Aradan geçmiş 10 yıl, şah gelmiş 60 yaşına.
    Bilge kişiler bu kez, 2 deve yüklü kitapla dönmüşler geri.
    * * *
    Şah:
    - Bu kadar kitabı okumaya da vaktim kalmadı, demiş. Gidin biraz daha kısaltın şu dünya tarihini.
    Bilge kişiler geri dönmüşler yine.
    * * *
    Şah, artık ölüm yatağındayken, bir eşeğin üstünde bir kocaman kitapla dönmüş saraya bilgilerden biri ve şah yarım açık gözlerle koskocaman kitabı görünce:
    - Bunu da okumaya vakit kalmadı, demiş; hiç değilse ağızdan özetle bana şu dünya tarihini.
    * * *
    Bilge, şahın kulağına eğilmiş ve özetlemiş dünya tarihini:
    - Doğdular, acı çektiler ve öldüler.
    * * *
    Birkaç tane de kıvrak söz:
    Yolsuzlukla yozlaşmanın en beteri; yasaları çiğnemeye değil, onları bizzat yapmaya kalkmaktır.
    * * *
    Siyasetçilere karşı yapılan övgüler, repoya yatırılan paraya benzer; faiziyle geri dönmesi için.
    * * *
    iki tane de bizim Av. Taner Aktop'un derlediklerinden:
    Yeniçeriler niçin kazan kaldırmışlar?
    O tarihlerde halter olmadığı için.
    * * *
    Duvardaki barometrenin düşmesi neyi gösterir?
    Çivisinin iyi çakılmadığını.
    * * *
    Ahmet Cemal'den bir şiirle bitirelim yazıyı:
    Uyarı
    Bir kadeh daha varma üzerime, ne olur!
    Duvarlarım dolu dizgine yıkıldı yıkılacak.
    Ben, uzatmalı yalnızlıkların gece bekçisiyim.

    çetin altan
    2 ...
  29. 117.
  30. Kaygıyla istanbul'da da beklenen kar, nihayet dün sabah erken saatlerde beyazlatıverdi damları.
    Bendenizin tüm ömrü her yıl, "Dün yine kara teslim olduk", "Dün yine yağmura teslim olduk" başlıklı haberlerle akıp gitti.
    Bir yandan da hamasi övünmelerle, hızla kalkınmakta olduğumuzun politik nutuklar şelalesi; monoton şarıltısını hiç kesmeden tüketip gidiyordu yılları.
    * * *
    Bir yer gelir Kozmos'un, yahut Doğa'nın "etki ve tepki diyalektiği" dışında; kendine özgü bir "statüko"yu zırhlandırmaya kalkmanın da miadı doluverir.
    * * *
    "Sürekli bir değişimin" tohumlarını ekme bahçıvanlığını yüklenmiş beyinsel öncülere, kapılar kapandığında; yumuşak bir kayış içinde çağdaş bir sentez yaratacak olan "değişimler"; kutuplaşmalar ve acılı çalkantılarla gerçekleşir.
    * * *
    25-30 yıl sonraki Türkiye'yi şimdiden yaşamak istediğimde; Teşvikiye'de ünlü bir pasajdaki dost kafeteryalardan birine giriveriyoruz.
    Yan masalarda şen şakrak konuşan bakımlı genç kızlara takılıyor bazen gözlerim.
    * * *
    O masalarda yazılı olmayan bambaşka bir anayasanın köpüklenmiş tadı yaşanıyor sanki.
    Suikast listeleri düzenleyen ve ortalığı kan gölüne çevirmeyi planlayan yasadışı resmi çetelerin umacılığı görünmüyor oralarda.
    Kışın ve karın olumsuz etkisiyle 2 bin köy yolunun kapandığı da; Kütahya'daki tren kazasında ölen çocuğunun tabutu başında, ağlayan anne de; Diyarbakır'da kaçak evlerin yıkımı sırasında çıkan çatışmalarda, patlayan silahlar da...
    * * *
    Yan masalarda şen şakrak konuşan bakımlı genç kızlara gözlerim takıldığında; neler geçmiyor ki aklımdan...
    Önce neden kadınların buralarda, "analı avratlı" küfürlere sürekli malzeme olduğu ve "erkek millet olmak"la övünüldüğü...
    * * *
    Sonra 1000 yılın da gerisine doğru gidiyor kafamdaki sorgular; acaba o dönemlerde Müslüman erkek çocukları, kimler tarafından nasıl sünnet ediliyordu; hiçbir hata, hiçbir sakatlanma olmuyor muydu?
    O tür sakatlanmalar, "kadın libidosu"na karşı ortak bir ürkeklik tümörü yaratmıyor muydu?
    * * *
    "Kadın"ı sürekli "saçı uzun aklı kısa" diye, "eksik etek" diye aşağılamak; "odalıklar", "cariyeler", "kumalar" diye sınıflandırmak ve "erkek olmak"la övünüp durmakta, bir anomali yok muydu?
    * * *
    Kendi sünnetimi hatırlıyordum; önüne gelen takılıyordu bana:
    - Şöyle kesecekler, böyle kesecekler... Dibinden kesecekler, kökünden kesecekler...
    Kimi de:
    - Artık şimdi erkek olacaksın, diyordu.
    * * *
    Sırtımdaki sünnet entarisiyle donsuz olarak bir sandalyeye oturtulduğumu ve ellerimin çaprazlamasına arkadan, ayaklarımın da bileklerinden ve arkadan tutulduğunu hatırlıyorum.
    Sünnetçi de bir leğenle karşıma çömelmişti.
    * * *
    1000 yılı da aşkın bir süreden beri milyarlarca erkek çocuğunun geçtiği böylesi bir operasyondan uzantılı olarak; değişik ve garip ruhsal bir mengene tefrikası, yok muydu acaba erkek kuşaklarının yan bilinçaltında?
    Yoksa erkek olmakla bu kadar övünmek ve kadını da sürekli bir küfür malzemesi yapmak neyin nesiydi?
    * * *
    Ya kadın nüfusun adeta yok sayıldığı bir toplumda, şiirlerden dumanlanan "yalnızlık" ve "kadın özlemi" mısraları?
    Yıllardır ki bir kılıcım kapalı kında,
    Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi.
    Mustaribim, bu duvarın dış tarafında
    Şefkatine inandığım biri var gibi.
    * * *
    Sanırım ki bir şeylerin; örneğin tabu ve dogmatik ezberle dondurulmuş oligarşik bir yapının da miadı dolmakta.
    "Onlar-biz" ayrımı aşılıncaya dek; 28 yaşın altındaki 40 milyon gencin, kutuplaşmalarla gerginleşmiş çalkantılı bir dönemden geçmesi de olası...
    * * *
    Teşvikiye'deki kafeteryalarda, 25-30 yıl sonraki değişik bir Türkiye'yi şimdiden yaşamaya özenmenin de bir bedeli var.
    insanın beyni karıncalanıyor.

    çetin altan
    0 ...
  31. 118.
  32. Başı türbanlı genç kızlara da, yükseköğrenimden yararlanabilme hakkının tanınması için, Anayasa'da yapılmak istenen değişiklik tartışmalarıyla; "laik, anti-laik" çatışmalarının bir türlü sonu gelmeyen ve geleceğe de benzemeyen curcunasını izlerken; ciciannemin yine o mahut sözünü hatırladım:
    - Aman ne haliniz varsa görün.
    * * *
    "Kışla" parfümlü siyasetle, "cami" parfümlü siyaset kutuplaşmalarının; en sonunda "uzay çağı" tarafından bir bardak sıcak çayda eriyen bir çift şekere dönüştürülmesi, 40 milyonu bulan 28 yaş gençlerine epey pahalıya mal olacağa benzer.
    * * *
    "Laiklik", "hukuk", "devlet", "millet", "topluluk", "toplum", "burjuvazi" gibi kavramların; teknolojide ve üretim biçimlerinde hangi değişiklikler sonucu, süzgeçlene süzgeçlene kristalleştiğinin farkında bile olunmadan:
    - Emrederim burada da olur; emir demiri keser.
    Diye düşünüldüğünde, öyle çalkantılar yaşanmaya başlar ki; ne uyarı para eder, ne öneri, ne yazı, ne çizi, ne açık oturum tartışmaları.
    * * *
    Dünkü Radikal gazetesi, ilk sayfasını tümden kaplayan renkli bir "korku figürü" ile çıkmıştı. Koskocaman manşeti de şöyleydi:
    "Korku cumhuriyeti
    Kimi kara çarşaf gelecek diye, kimi gerdanı görünecek diye korkuyor"
    * * *
    Dünkü Hürriyet'in ise manşeti şöyleydi:
    "Kara kış esir aldı
    Kar, Türkiye'nin üstüne kâbus gibi çöktü. Şehirlerarası birçok yol ve binlerce köy yolu ulaşıma kapandı. iki kişi çığ altında kaldı, bir kişi donarak öldü. Onlarca kişi donma tehlikesi geçirdi."
    * * *
    Vazgeçtik televizyonu, henüz radyonun dahi yaygınlaşmamış olduğu dönemlerde; istanbul gazeteleri, "Kel Aliço'nun güreşleri" türünden yıllar boyunca sürüp giden pehlivan tefrikaları yayımlardı.
    Bir türlü sonuç alınamayan işler için:
    - Pehlivan tefrikasına döndü, demek; bir deyim olmuştu.
    * * *
    Pehlivan tefrikasına dönen hukuk ve Anayasa tartışmaları; 1941-42 yıllarındaki ortaokul öğrenciliğimi hatırlattı.
    * * *
    Yurtbilgisi dersine, iyi bir ticaret avukatı olan Faik Şevket Rumelili gelirdi.
    Faik Şevket'in aksanı da tam Rumeliliydi.
    Kürsünün yanına çağırıp, sözlü sınavdan geçirdiği öğrencilere genellikle şu soruyu sorardı:
    - Kanunin anasi kimdır, babasi kimdır?
    * * *
    iyi bir not alabilmek için, verilecek yanıtın şöyle olması gerekiyordu:
    - Kanunun anası ihtiyaç, babası Büyük Millet Meclisi'dir.
    * * *
    Aradan geçen 65 yıl sonra, yurtbilgisi hocamız Faik Şevket'i hatırlamamın nedeni; yasaları doğuran "ihtiyaç"ların, neden hiçbir zaman ekonomik kökenlerine inilmediği düşüncesiydi.
    * * *
    Anayasa tartışmalarında; kırsal kesimden kentlere göç eden, kızları kapalı ailelerden söz ediliyordu.
    Başı türbanlı kızlara da, yükseköğrenim hakkını tanımak bir "ihtiyaç"tı.
    * * *
    Ancak kırsal kesimdeki ailelerin, neden kentlere göç etme gereksinmesini duyduğu hiç kurcalanmıyordu.
    Kaldı ki son 80 yılda, Hazine'den geçinmeli oligarşik yapının, kendi egemenlik saltanatı için kaç yüz milyar dolar harcamış olduğu ile, aynı sürede kırsal kesime ne kadar yatırım yapılmış olduğu da hiçbir zaman karşılaştırılıp, şeffaflaştırılmamıştı.
    * * *
    Bir de 16 bini bulduğu söylenen faili meçhul cinayetler vardı...
    * * *
    Ağırlıklı güncel tartışma konusuna gelince; üniversiteye girecek türbanlı kızın, türbanını çenesinin altından nasıl bağlaması gerektiği idi.
    TV ekranlarında, manken kız başları üstünde eşarplarla örnekler gösteriliyordu.
    * * *
    Dünkü Milliyet'te de Gülçin Üstün'ün haberi şu çarpıcı başlıkla verilmişti:
    "Ray denetim cihazı Hazine'ye takılmış
    Hazine'nin ray kontrollerini son teknolojiye göre yapan makine alımı için gereken krediye 8 aydır onay vermediği belirlendi."
    Bu nedenle de trenler devriliyor, insanlar ölüyordu.
    * * *
    Halk dilinde bir bulmaca vardır; "Çınçınlı hamam kubbesi tamam, bir gelin aldım babası imam" bilim bakalım nedir bu?
    * * *
    Yanıtı üstünde 2 yuvarlak küçük madeni kampanası bulunan bir eski zaman saati...
    * * *
    Saatin zilini de kurar ve özel zil ibresini, çalmasını istediğin saatin üstüne getirirsen; o saat geldiğinde, saatin küçük kampanaları arasında minik bir tokmak, hareketlenerek her 2 kampanaya birden vurmaya ve çalmaya başlıyor.
    * * *
    Saatin çıngırak sesi, kubbesi akustikli bir hamama benzetilmiş; saatin kendisi bir geline; genellikle sabah namazına kalkmaya kurulduğu için de, babası imama...
    * * *
    Ah keşke, çok değişik dünyaları olan yoksul yığınların dertlerinden söz açmak, suç sayılmasaydı ve onların mutlu yaşam umudu, ölümden sonraya bırakılmasaydı.

    çetin altan
    0 ...
  33. 119.
  34. (bkz: neler yaptık)?

    sorusunun cevabıdır sanırım.

    bence; '' ebesini s.ktik lan daha ne yapacağız?''
    1 ...
  35. 120.
  36. Sadece kaptanların bakımlı olduğunu iddia ettiği gıcırtılı bir gemide, -pusulanın da bozuk olduğu anlaşılınca- yolcular arasında da bir kutuplaşma başladığında...
    * * *
    Son çare olarak tüm yolcuları namaz kılmaya davet eden 3'üncü mevki yolcularıyla; bir an önce kapağı, ufukta görünen bir transatlantiğe atmak için, elden gelenin yapılmasını isteyen 1'inci mevki yolcuları arasında, mürettebat da 2'ye bölündüğünde...
    * * *
    Su tesisatçısı, usta teknisyen Faruk:
    - Durum kaygı verici, diyordu.
    * * *
    Değerli bankacılardan Aysun da aynı şeyi söylüyordu:
    - Durum kaygı verici.
    * * *
    Lokantalardaki dost garsonlar da bendenize soruyorlardı:
    - Durumu nasıl görüyorsunuz?
    Bendeniz de, onlara soruyordum:
    - Sen nasıl görüyorsun?
    Yanıt hep aynıydı:
    - Kaygı verici.
    * * *
    Pusulası da bozuk olan gemi, acaba ne zamandan beri gıcırdıyordu da; kaptanlar, -yolcuları kaygılandırmamak için- durumu açıklamaya ve uyarılarda bulunmaya kalkanları cezalandırdıklarından, farkına varılamıyordu?
    Son 80 yılın başbakanlarına teker teker sormak gerek.
    * * *
    "Onlar-biz" ayrımıyla kapatılmış bir parantez içinde; yıllık bütçelerin, bakanlıklar arasında nasıl pay edildiği dahi hiç gündeme getirilmeden; sürekli hamasi nutuklarla eritildi zaman:
    - Bu gemi gücünü tarihten alan bir gemidir. Bu geminin tüm yolcuları birer kahramandır. Bu gemi her gün daha hızlanarak gitmektedir nurlu ufuklara...
    * * *
    - Yahu bu gemi gıcırdıyor; 3'üncü mevki yolcuları feci durumda, ne suları kalmış, ne yiyecekleri...
    Diyenlere, hep aynı yanıt veriliyordu:
    - Yoksa sen, bu geminin düşmanı mısın?
    * * *
    Önemli olan yolcular değildi, önemli olan kaptan köşkünü kimseye kaptırmamaktı.
    Ama gitgide, kaptan köşküne tırmanmaya kalkanlar da artıyordu. En rahat, en avantajlı yerdi orası.
    * * *
    Artık kaygılanmanın bir yararı yok; besbelli ki 20-25 yıl boyunca çalkantılı bir dönemden geçilecek.
    * * *
    Şimdilerde kendilerine, buğulanmış gözlük camlarını silmeye benzer, kolay ve eğlenceli bir uğraş bulmak isteyenler; bir "Tatavaloji Sözlüğü" yapmaya kalkabilirler.
    * * *
    ister "seçilmiş", ister "atanmış" olsunlar; Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin nutuklarından, demeçlerinden, açıklamalarından; hiçbir zaman tersi söylenemeyecek cümleleri cımbızlamak...
    Tıpkı:
    - Samimiyetimizden kuşkulanmaya kimsenin hakkı yoktur; cümlesi gibi.
    * * *
    Hangi "mevki sahibi" kalkar da:
    - Samimiyetimizden kuşkulanmaya herkesin hakkı vardır, der?
    * * *
    Tersi söylenemeyecek cümlelerden birkaç tane daha:
    - Vatana, millete hizmet etmek için, biz bu yola baş koyduk.
    * * *
    - Hem keseyi doldurmak, hem de itibarlı yaşamak için çıktık ortaya, denebilir mi?
    * * *
    - Demiryollarının bakımsızlığı üstünde önemle duruyoruz.
    Kim mikrofonun başına geçer de:
    - Demiryollarının bakımsızlığı umurumuzun tekiydi, diyebilir?
    * * *
    - TSK bir suç örgütü değildir.
    Elbet de değildir.
    * * *
    Dünkü Milliyet de manşetten, "Türkiye'nin tek gündeme kilitlendiğini" ilan ediyordu.
    O tek gündem de, "Türban düğümü" idi.
    * * *
    Bu arada 10 bine yakın köyün yolu da ulaşıma kapanmıştı.
    * * *
    Adamın biri, uğraşa savaşa bir pireyi eğitmiş.
    Ne zaman pireye:
    - Zıpla, dese; pire hemen zıplıyormuş.
    * * *
    Bir gün pirenin bir ayağını koparmış ve yine:
    - Zıpla, demiş.
    Pire, bu kez ufak bir aksamayla zıplamış.
    * * *
    Derken ikinci ayağını da koparıp:
    - Zıpla, demiş.
    Pire, zıplar gibi yapmış sadece.
    * * *
    Pirenin üçüncü ayağı da kopunca:
    - Zıpla, emrine karşı hareketsiz kalmış.
    * * *
    Adam:
    - Anlaşıldı, demiş; pirenin üç ayağı koptuğunda kulağa sağır oluyor, söyleneni duymuyor.
    * * *
    Türkiye'de de 10 bin köyün yolu kapandığında; ülke tek gündeme, "türban düğümüne" kilitleniyor.
    * * *
    Enseyi karartmayın. Geminin eski gıcırtıları, yeni yeni duyuluyor.
    Ufuktaki transatlantik ise AB'dir.

    çetin altan
    0 ...
  37. 121.
  38. Davutpaşa'da, çeşitli atölyelerin bulunduğu 5 katlı bir binada, bir de maytap ve havai fişek üretimi yapan ruhsatsız bir yer varmış. Daha önce de aynı türden üretim yapan başka işletmelerde görüldüğü gibi; 5 katlı binanın havai fişek üretimi yapan dairesindeki patlayıcı malzeme, gümleyivermiş.
    Sonuç 23 ölü, 117 yaralı, çöken bina ve sokakla çevredeki yapıların, sanki "bombardımana uğramış" görüntüleri.
    * * *
    Bir önlem alınamaz mıydı? Alınamazdı ve alınamayacaktır da...
    * * *
    Medyadan öğrendiğimize göre, Türkiye genelinde pıtırak gibi genişleyen ve kontrol edilemeyen binlerce "kayıt dışı" işyerinde, -Sabah'ın deyimiyle- sadaka parasına çalışan 10.5 milyon işçi varmış.
    Bunların 1.1 milyonu da istanbul'daymış.
    * * *
    Demek ki 80 yıldan bu yana, dağa taşa "Önce vatan" yazıp, altına da özenli bir Türk bayrağı çizimlemenin pek bir yararı dokunmamış; azmanlaşmış trafik kazaları, yoğunlaşan doğalgaz yangınları ve ruhsatsız havai fişek üretimi yapılan yerlerdeki ölümcül patlamalarla, "belaların yaygınlaşmasını" engellemeye.
    Öyleyse amacı neydi ki, dağa taşa "Önce vatan" yazmanın?
    * * *
    Gitgide hızlanan bir "iç göç" ve yağmalanan ormanlarla, vadileri - yamaçları kaplayan kaçak ve çarpık bir yapılanma...
    Üstelik bir deprem bölgesinde yaşamakta olduğumuz da, artık sık sık hatırlatılırken...
    * * *
    işte kutsallaştırılmış hamasi sloganlarla; Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"ne, "itaatkâr vatandaşlar" yetiştirme "çağdaşlığı"nın sonuçları.
    * * *
    itaatkâr olması istenen vatandaşların da; çolukları çocuklarıyla başlarını sokacak bir yerlere ihtiyaçları yok muydu; karınları acıkmıyor muydu, biraz daha doğru dürüst yaşamak istemiyorlar mıydı?
    * * *
    Göçlere gerek bırakmayacak, dengesi düzgün, kaliteli bir yaşam ortamını gerçekleştirmek için de; şeffaf yatırımlara, yani efendim "para"ya ihtiyaç vardı.
    * * *
    O "para" acaba neden bulunamıyor, bulunanlar da acaba nerelere harcanıyordu?
    * * *
    Başta kuşak kuşak, "padişah efendilerimiz" olmak üzere; egemenlik saltanatına taht kurmuş, politik ve bürokratik kadroların, -kurumsallaşmışlık mirasıyla- özdeşleştiği sorunlar mıydı bunlar?
    * * *
    Aileler içinde, bu tür konular konuşuluyor, bu tür sorgulamalar mı yapılıyordu?
    * * *
    Bir de Türkiye'de şimdiye dek yasaklanmış kitapların, tiyatro piyeslerinin, filmlerin bir dökümü yapılsa...
    O zaman her kış binlerce köyün neden yollarının kapandığının da; Davutpaşa'daki gizli atölye patlamasının da, sıklaşan mahalle çatışmalarının da, yeri göğü ayağa kaldıran türban tartışmalarının da; ne tür bir "yönetim anlayışı"ndan uzantılı olduğu çıkar ortaya.
    * * *
    Ne ilkokullarda öğrencilere ezberletilen:
    Süngümü demir gibi ellerimle kavradım,
    Şanlara zaferlere yürüdüm adım adım
    manzumeleri, ne "şanlı atalarımız" nutukları bir reçete olabildi "gelişmiş"lik payesine erişmeye. Ve usul usul hem kırsal, hem mahalle kesiminin "Cami" parfümlü siyaseti; ürkütmeye başladı başta istanbul, kentlerin "Tanzimat birikimine" sahip kesimini.
    * * *
    28 yaşından küçük 40 milyon gencin, yaratabileceği ters fırtınalar da; birkaç avuç gerçek eğitimcinin dışında, hiç hesaba katılmıyor.
    * * *
    Ha kaçak bir atölyeden sağlanacak kazanç hırsı; ha ağız dalaşlarıyla bir "mevki sahibi" olma, yahut olunmuşsa, onu kaybetmeme hırsı...
    * * *
    Kurnazlıklar, kestirmeden köşeyi dönme tepinmeleri, önüne geleni linç etme tehditleri, çeşitli alanlarda yiğitlik gösterileri...
    * * *
    Beyaz bir kâğıdın üstüne özgürce koyabilirsiniz bir "nokta"yı; 2'nci "nokta"yı da koyabilirsiniz özgürce. Her 2 "nokta"yı düz bir çizgiyle birleştirip de, o çizgiyi düz olarak uzatmaya kalkarsanız; 3'üncü "nokta"yı o çizgi kendi koyar.
    * * *
    Çaresiz geçileceğe benzer, çalkantılı bir dönemden... Daha önce konulmuş noktaları birleştiren düz çizginin uzantısı, artık kişi iradesini aşan böyle bir noktadan geçileceğini göstermede...
    * * *
    Bugünün 20 yaş çocukları, 60'ına vardıklarında, kimbilir neler neler anlatacaklar?
    Acaba şu yazıyı da o yaşlarında kazara okusalar; bendenizi takoz kafalı bulurlar mıydı, bulmazlar mıydı?
    * * *
    Bulmalarını isterim, öngörülerim doğru çıkmasın isterim. Her ne kadar "sınıfı sınıfa düşman etmekle" çok suçlanmışsak da...

    çetin altan
    0 ...
  39. 122.
  40. Cuma akşamı saat 17'yi geçe, Kızkulesi'ne de yakın olan Boğaz köprüsünün tam ortasındayken, Süleymaniye yönünün uzaklarında güneş batıyordu.
    Tanrısal bir ihtişamla, kızılımsılığını daha da keskinleştirip, yuvarlak çemberini daha da büyüterek, gerçek kimliğini ima ede ede batan bir güneş...
    * * *
    Boğaz köprüsünün tam ortasından, istanbul ufuklarında batan güneşe ve bir de Boğaz'ın gölgelenmiş sularına bakmak...
    Üsküdar'ın arkasındaki tepeleri kaplayan yapıların, daha da yükseklerde bulunanlarından birkaçının camlarında; güneşin son ışıkları göz kamaştırıcı bir yansıma ile veda öpücükleri gönderiyor gibiydi.
    * * *
    Güneş milyarlarca yıl önce de böyle batıyordu, milyarlarca yıl sonra da böyle batacak...
    Ve grup vakti Boğaz köprüsünün tam ortasında, bir arabanın içinden tüm anlamını yitirmiş bir gülücük bıraktım, milyarlarca yıllık bir geçmişle, milyarlarca yıllık bir geleceğe.
    Sunabileceğim başka bir armağan yoktu elimde.
    * * *
    Uzunca bir süre önce Köyceğiz Gölü'nün arıtma tesislerini kurmak için, ailesiyle birlikte gelip Köyceğiz'e yerleşmiş olan Alman mühendis Hartmut Beck dostumuzun, birlikte çalıştığı Alsace'dan gelme bir meslektaşı daha vardı.
    * * *
    Bir gün hep birlikte ahbaplık ederken Alsace'lı mühendis, istanbul'a ilk geldiğinde karısına yazdığı mektubu anlatıyordu:
    - istanbul'a adımı mı atar atmaz, hiç beklemediğim bir şey oldu; her taraftan havai fişekleri patlamaya başladı. Gelişimi nasıl haber aldılar da, kutlamaya başladılar, diye düşünür gibi oldum adeta... Ama ertesi akşam da havai işekleri gösterisi sürdü gitti, daha ertesi akşam da, daha ertesi akşam da... Anladım ki havai fişek gösterisi, geldiğim için değilmiş.
    * * *
    Hangi kentte her akşam havai fişek gösterileri olur ki?
    Ama istanbul'da olur, özellikle yaz gecelerinde. Toplamı milyonları aşan YTL, renk renk savrulur havalarda.
    * * *
    Mehmet Barlas, havalar ısınıp günler uzarken kendisinin de, Boğaz'ın her 2 yakasında birden başlayan havai fişek gösterilerini her akşam izlediğini söylerken, kibar bir fiskeleme de yapıyordu:
    - Biraz da sonradan zengin olmanın, bize özgü garip bir savurganlığı. O nedenle istanbul'da havai fişek üretiminin yaygın bir piyasası var. Bu işletmeler, denetlenemeyen sakıncalı işletmeler.
    * * *
    Emre Kongar, daha keskin bir özetleme yaparak:
    - Görgüsüzlük, diyordu; daha çok düğünlerde oluyor o gösteriler. Yüz binlerce YTL'yi havaya savuracaklarına, keşke yeni evlenenlere verseler, çok daha yararlı olur.
    * * *
    istanbul'un binlerce yıldan bu yana yaşadıkları ve yaşayacakları...
    Saltanat cinayetleri, siyasal idamlar, depremler, yangınlar ve en sonunda yine manşetlerde dalgalanan "Davutpaşa katliamı"...
    Gerçi şimdi, gitgide alevlenen bir de türban tartışmaları var ama, bendenize o tartışmalardan gına geldi.
    * * *
    Bektaşi babası ile incili Çavuş konuşuyorlarmış.
    Baba erenler:
    - Ne demiryolu kazalarının, ne faili meçhul cinayetlerin, ne patlamaların çatlamaların, ne resmi kartvizitli yasadışı suç örgütlerinin gerçek sorumluları ortaya çıkıyor; her "mevki sahibi" topu ya taça gönderiyor, ya:
    "- Kimin ayağına düşerse düşsün, gibilerden hemen havalandırıyor, diyormuş.
    * * *
    incili Çavuş da:
    - Moda olan bir deyimle "konjonktür" sık değiştiğinden; her bela, sahaya yeni çıkmış bir "mevki sahibi"ne rastlıyor, diyormuş. O nedenle de:
    "- Ayağı bir kez sürçen atın başı kesilmez, ilkesi ağır basıyor olmalı...
    * * *
    Bektaşi babası:
    - Evet ama, demiş; ya ahırın ayağı hep sürçüyorsa?
    * * *
    Av. Taner Aktop'un, gerçek hayattan da kahkahalı belgelerin bulunduğu fıkra dağarcığından, mahkeme tutanaklarıyla ilgili birkaç örnek...
    Soru:
    - Doğum tarihiniz nedir?
    Yanıt:
    - 15 Temmuz.
    - Hangi yıl?
    Yanıt:
    - Her yıl.
    * * *
    Soru:
    - Korna çaldınız mı?
    Yanıt:
    - Kazadan sonra mı?
    Soru:
    - Kazadan önce.
    Yanıt:
    - Tabii, 10 yıl boyunca.
    * * *
    Soru:
    - ilk evliliğiniz nasıl sona erdi?
    Yanıt:
    - Ölümle.
    Soru:
    - Ölen kimdi?
    * * *
    Hilmi Yavuz'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:
    Kayboluş
    ve
    özlem
    bir insana bırakılmış olan keder
    ve kelimelerin kalbi...

    insan, kendini özler mi?

    özler! bizler ilinekleriyiz,
    bizler,
    yol sefilleriyiz...
    uzakta, kendimin hayali,
    bölük pörçük ve paramparça;
    bir daha görse miydim?
    kendine akıyor denizler...

    insan kendini özler mi?

    özler! nerdesin ben?
    bulsam da bir mühür gibi
    hayatımın eski defterinin
    soluk, lekeli, özürlü,
    çizgili ve saman
    kâğıdına geçirsem...

    'benim sanki ben şimdi ne değilsem...'

    çetin altan
    0 ...
  41. 123.
  42. 2000-2008, 50-60 yıllık bir uzaklıktaydı. Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal vardı.
    "41 buçuk", "Dolmuş", "Tef" dergilerinde ve Vatan gazetesinde ilhan Selçuk.
    "Hayat" ve "Life" dergileriyle Galatasaray'daki stüdyosunda Ara Güler.
    ***
    Ankara'da "Kürdün Meyhanesi", "Şükran Lokantası", "Karpiç" vardı.
    "Kürdün Meyhanesi ve Şükran Lokantası"nda Orhan Veli vardı, Cahit Sıtkı vardı, Ahmet Muhip vardı, Melih Cevdet vardı, Şahap Sıtkı vardı, Suphi Taşhan vardı.
    ***
    Sonradan bacağından asılan Mussolini'nin 1930'da italyan Ceza Yasası'na oturttuğu balyozlu maddeler, yalan yanlış bir çeviriyle Türk Ceza Yasası'na hemen kopya edilmişti.
    ***
    Şairleri, yazı adamlarını, ressamları, müzisyenleri, sahne sanatçılarını; tepesine bağdaş kurmuş oldukları ülkeleri dünyaya karşı dikenleri zehirli tellerle kapatmış olan siyasetçiler; içeride sürdürdükleri fanfinfon politikalarının propaganda aracı olarak görmek isterlerdi.
    ***
    Cezaevlerinde Ruhi Su'lar, Nuri iyem'ler, Hasan izzet'ler, Ulvi Uraz'lar, Selçuk Uraz'lar vardı.
    ***
    Gönülleriyle beyinlerinin geniş teraslarından, çağdaş dünyaya bakan ve mutluluğu kalemlerinin, "yazı" lezzetiyle buluşmasında tadan yazarlar vardı.
    Ezen ve sömüren egemen sınıflara karşı ezilen ve sömürülen sınıfların çıkamayan seslerini, orkestralaştıran sanatçılar vardı.
    ***
    Maçka'da Sabahattin Eyüboğlu vardı.
    Yeşiltulumba'da Orhan Kemal vardı.
    Beyoğlu'nda Nuhun Gemisi vardı.
    Nuhun Gemisi'nde Turhan Selçuk vardı, Ferruh Doğan vardı, Eflatun Nuri vardı.
    ***
    Küçük Sahne'nin altındaki "Kulis"te Yaşar Kemal vardı, Şakir Eczacıbaşı vardı, Sadri Alışık vardı, Benli Belkıs vardı, barmen Hakkı vardı.
    Moda'da ilhan Selçuk vardı.
    ***
    Bizlerin arasında, buzlanmış beyinleri çok aşan ortak bir dil vardı.
    ***
    Fındıklı'nın üstünde CHP milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu'nun evinde Cemil Sait Barlas'la oturuyorduk. Cemil Sait, 16 yaşındaki oğlu Mehmet Barlas'ı da getirmişti.
    ***
    Ara Güler'in fotoğraflarıyla, istanbul'u bambaşka bir objektiften gösteren "Al işte istanbul" çalışmaları vardı.
    ***
    Yeni açılmış Divan Oteli'nin amerikanbarında her akşam Doğan Nadi vardı, Yaşar Kemal vardı, bendeniz vardım.
    ***
    Basınköy'de Yaşar Kemal vardı, Orhan Kemal vardı, M. Uykusuz vardı, Yalçın Çetin vardı.
    Her sabah ilhan Selçuk'la en az 1 saat süren telefon konuşmaları vardı.
    Kitaplarımız vardı, tiyatro oyunlarımız vardı, gözaltılarımız ve cezaevlerimiz vardı.
    Tilda vardı, Handan vardı, Kerime'cik vardı.
    ***
    1 ay sonra evliliklerinin 40'ıncı yılını kutlayacak olan Canan Barlas ile Mehmet Barlas'ın nikâh törenleri vardı.
    Nikâh töreninde Canan Barlas ile Mehmet Barlas'ın birer de şahidi vardı; ilhan Selçuk ve bendeniz...
    ***
    Bizlerle sıkı sıkıya dostluk eden ünlü siyasetçiler, militerler, hatta cumhurbaşkanları da vardı.
    Ama kelepçeler, gardiyanlar, Kemikkıran Arif'ler, Hamido'lar da vardı.
    ***
    Pazar akşamı Canan Barlas'la Mehmet Barlas'ın evinde bizler için 50-60 yıllık bir geçmişe doğru akan bir anılar ırmağı vardı.
    Birbiriyle buluşmanın sürprizli sofrasında Yaşar Kemal vardı, Ara Güler vardı, ilhan Selçuk vardı. Bizden sonraki kuşaktan, yine demirparmaklıklar imbiğinden geçmiş Ali Sirmen vardı.
    O ırmağın içinden geçerek, şimdi artık 55'ine basmış olan Mehmet Altan vardı.
    ***
    Türkiye'nin iç çalkantılarını çok aşan bir küreselleşmenin motorları hızla çalışıyordu.
    Modern teknolojinin yarattığı yeni üretim füzelenmeleriyle, işçi sınıfının bedensel enerjisini sömürme dönemleri hızla aşılıyor ve sürekli yenilenip artarak yaygınlaşan üretimin, pazarlarını genişletmek gerekiyordu.
    ***
    Yeryüzünde 4 milyar yoksul insan yaşıyordu. Onların yoksulluğunun baş nedeni, tepelerindeki "yönetim saltanatı" düşkünleriyle kavgacılarının, saçma sapan savurganlıklarıyla silah alımlarına ödedikleri yüz milyarlarca dolardı.
    ***
    Bireyi ezen oligarşik devlet silindirlerine karşı, "insan hakları"nın evrensel kriterleri çıkıyordu ön plana ve "burjuva enternasyonalizmi"; "uzay çağı" ile önü açılan modern teknolojinin sınır tanımaz gücü sayesinde "yer" küresi üstündeki köylülüğü dönüştürme seferberliğine girişiyordu.
    ***
    Canan Barlas'la Mehmet Barlas'ın evindeki Pazar gecesinde bu tür konulara hiç girmedik...
    Bu tür konuların dahi çok üstündeydi bizlerin, ömür takvimlerimizin boy aynalarında, birbirine karışarak yansımış olan hayatlarımız.
    ***
    Bir gün olsun birbirimizi kırmamıştık. Birlikte, gece yarıları kahkahalarla gülerek daha uzağa işeme yarışları da yapmıştık; cezaevleri ranzalarında birlikte uyumuştuk da...
    Paris'te de uzun süre birlikte bulunduğumuz olmuştu, isveç'te de...
    ***
    Pazar gecesi de, azalan takvim yapraklarına hiç aldırmadan; konuştuk, dalga geçtik, birbirimizin albümlerini döktük masaya...
    Sonra da birbirimizle yine sarmaş dolaş olarak ayrıldık ve silinip gittik gece istanbul'unun uzayan yollarında...

    çetin altan
    2 ...
  43. 124.
  44. bu vatan için en çok yaptığımız şey; yapılanları unutmak oldu.
    1 ...
  45. 125.
  46. Arkadan bakıldığından ortası hayli açılmış olan saçlarımı, arada sırada -15 dakikalık bir süre içinde- bir berber koltuğundan geçirmek gerekiyor.
    ***
    Birkaç gün önce Caddebostan'daki, babaları da dostum olan, son moda deyimle "erkek kuaförü" genç kuşak arkadaşlara uğradım.
    ***
    Yanımdaki koltukta genç bir mühendis oturuyor ve bir berberin bir ömür boyu kaç başı tıraş ettiğinin hesaplarını yapmaya çalışıyordu.
    Yaptığı hesaplara göre bir berberin bir ömür boyu tıraş ettiği başlar, orta boy bir ilçe nüfusunu buluyordu.
    ***
    Genç mühendisin yaptığı hesapta unuttuğu faktör, Türkiye'de kaç yüz bin berberin hangi yörelere nasıl dağılmış olduğuyla, bölgelere göre berber başına kaç müşterinin düşebileceği varsayımıydı.
    ***
    Genç mühendisle ayaküstü de süren sohbete, "bilgi toplumu" etiketine zıt düşmeyecek fıkırtılı bir tazelik eklemeye çalıştım:
    - Bak, dedim; fotoğraf makinesi 1840'lı yıllarda icat edildi. Dünyada fotoğrafı çekilmiş ilk berberin resmini bul ve çoğalt. Her röprodüksiyonu 5 YTL'den tüm kuaförlere satma olanağı çıkabilir karşına. ihya olur gidersin, hem de taş atıp kolun yorulmadan.
    ***
    Berberler tarihi üstüne çalışma yapmış kimse var mıdır, bilmiyorum. Oysa berberler tarihi, siyasal egemenliklerle toplumsal düzeylerin de, gerçek boyutlarını yansıtır.
    ***
    Örneğin Osmanoğulları döneminde kadın berberi var mıydı?
    Türkiye'de kadın berberleri ne zaman çıktı ortaya?
    ***
    Türkiye'de berberler tarihini; Avusturya-Macaristan imparatorluğu'nun siyasal egemenleri Habsburg'lar dönemindeki berberler tarihiyle de, Fransa imparatorluğu'nun siyasal egemenleri Burbon'lar dönemindeki berberler tarihiyle de karşılaştırmak gerekir.
    ***
    O zaman bakın nasıl ayna gibi ortaya çıkar, Türkiye'nin bugünkü durumuyla, siyasal kutuplaşmalarının nedenleri...
    ***
    Arkadan bakılınca ortası açılmış saçları, bir kez daha berber koltuğundan geçirmekle iş bitmiyordu.
    Levent'te, hukukun ve yargının her dalında kadınlı-erkekli uzmanlarla örgütlenmiş bir "hukuk bürosu" bulunan, şair ve avukat dostum Uğur Koçlu'ya giderek, bir vekaletname vermem gerekiyordu.
    ***
    Yarın sabah saat 10'da, Kadıköy 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde hazır bulunmam gerek.
    Çıkacağım merdivenler de büyüyor gözümde; mübaşirin adımı bağırma olasılığı da, şimdiden eski anıların görünmez kubbesinde tuhaf bir yankılanmayla; elimi, dolan alt gözkapaklarıma götürmeme neden oluyor.
    ***
    7.5 yıl önce Sabah gazetesinde yazdığım mizahi bir yazıda adı geçtiği için; o zamanki bakanlardan biri alınmış ve telefonla savcıyı uyararak, hem benim hakkımda, hem de Sabah'ın o dönemdeki sorumlu yazı işleri müdürü hakkında bir ceza davası açılmasına neden olmuştu.
    ***
    Açılan kamu davasında tazminata mahkûm olmuştuk ve dava "temyiz" edilmişti.
    Yargıtay oybirliğiyle mahkûmiyet kararını, "usule aykırı açıldığı" gerekçesiyle bozmuş.
    Şimdi dava yeniden başlamakta.
    ***
    Uğur Koçlu'nun Levent'teki hukuk bürosuna gideceğiz ama, nasıl gideceğiz?
    istanbul'u sisler basmış, vapur seferleri durdurulduğu için de, trafik kilitlenmiş.
    ***
    Randevu saatinde büroda olabilecek miyiz, olamayacak mıyız?
    Tevfik Fikret'in 100 yıl önce yazdığı ünlü "Sis" şiiri dolaşıyor gibi, Boğaz'la istanbul'un üstünde.
    ***
    Fikret'in dili, ağdalı mı ağdalıdır. Vezni, kafiyeyi bir yana bırakıp, sadeleştirmeye çalışalım:
    Sarmış yine ufuklarını bir inatçı duman,
    Bir beyaz karanlıktır gitgide yoğunlaşan.
    Bu yoğunluk altında ezilip, silinmiş gitmiş her varlık,
    Tozlu bir yoğunluktan ibaret tüm ortalık.
    ***
    Tevfik Fikret'in hayatı ve şiirleriyle, "toplumsal belalar" arasında ters bir orantı var gibidir.
    Tevfik Fikret uzaklara itildikçe, "toplumsal belalar" daha hızlı yaklaşır sanki...
    ***
    Fikret'in şiirleriyle, şiirlerinin sadeleştirilmiş metinleri de bulunan; "Fecr-i Ati" şairine ait kitaplardan birini, dikkatle karıştırırsanız hemen anlarsınız bunu.
    ***
    Uğur dostumla zamanında buluştuk, kadınlı-erkekli genç uzmanlarla da tanıştık ve bendenize ait bir monologla; epey takılıp, şakalaştık kendileriyle.
    ***
    Saç tıraşım da, yargıya olan saygıma uygun bir özendeydi.
    ***
    Türkiye'nin içine kaydığı çalkantılar; "yazı" adamlarına karşı duyulan diş gıcırdatmalarıyla başlıyordu ama, kimse farkında değildi bunun.
    Belki sadece bizim pancar motoru farkındaydı.

    çetin altan
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük