Dün akşam Bosna-Hersek'le oynanan milli maç, bakalım bugünkü gazete manşetlerinde "gizli plan" polemikleriyle, su baskınlarını ne ölçüde unutturacak bir üslupla çarpıyor göze?
* * *
Coşku açlığı, zafer açlığı, başarı açlığı, üstün olma açlığı; hayatın kılcal damarlarında da, atar damarlarında da, şah damarlarında da bitip tükenmeyen bir açlık.
"Yan bilinçler"de gizli duran "bir gün silinip kaybolunacağı" tümörünün, en keskin avuntusuyla tesellisi öyle bir açlığı doyurmaya çalışmak.
"Adam yerine konma" özlemleri de öyle.
* * *
Vaktiyle istanbul Valisi Niyazi Akı'ya, şaka yollu sormuştum:
- Bizi kim idare ediyor, diye...
Önce duymazlıktan gelmişti.
Ben soruda, üst üste ısrar edince de; "sanki bilmiyor musun" der gibilerden şu yanıtı vermişti:
- Kime sövemiyorsan, o idare ediyor.
* * *
Maşallah politikacılar, iyi sövüyorlar birbirlerine. Karşılıklı salvolar gümbürdeyip gidiyor:
- Zafiyet, delalet ve ihanet içinde olanlar...
- Devlet adamlığına yakışmayan bir seviyesizliğin çürük yumurtaları...
* * *
Şu geliyor akla hemen:
- Sövüşme şampiyonluğunda rekorlar kırıp duranlar, acaba kimlere sövemiyorlar?
* * *
Gerçi sövmeye, hakarete, aşağılamaya karşı Ceza Hukuku'nun ramparlarıyla; kişi ve kurumların haysiyet ve şerefleri, güvence altına alınmıştır ama...
* * *
Hazine'den geçinmeli bir "mevki sahibi"ne sıradan bir vatandaş sövdüğü zaman; savcılar kamu davası açarlar.
"Mevki sahibi" biri, sıradan bir vatandaşa sövdüğü zaman ise; sıradan vatandaşın suçu kanıtlayacak 2 tanık ile -doğal olarak bir de avukat bularak- davayı kendi açması gerekir.
* * *
Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin, kendilerini "devlet" saydıkları; "mutlakiyet" dönemlerinden uzantılı "oligarşik" bir yönetim yapılanmasında da; oligarşik yapının kendini savunma çarlistonları, "devlet"in kendini savunma hakkıymış gibi görünür ve sap saman birbirine karışır.
* * *
Ne Edirne'de evleriyle tarlalarını suların bastığı vatandaşların, ne de manav dostlarımızdan irfan'la, şoför dostlarımızdan Orhan'ın bu tür zamazingolu hukuk kumaşlarıyla ilgisi vardır.
* * *
Hasan Cemal, Milliyet'teki dünkü yazısına şöyle başlıyordu:
"Malatya katliamının arka planı nedir sorusunun peşinden gidilmiyor. Bunun yerine, nedense mağdurların arka planı didikleniyor"
Sık sık döndürülen bir plağa göre:
- Biz bir hukuk devletiyiz.
Ama...
* * *
Ama'sı var işte...
Bütün yoksulluk, işsizlik, perişanlık olayları da o "ama"nın içinde; son 80 yıl süresince "mevki sahipleri"nin iç ve dış gezileri için kaç yüz milyar dolar harcanmış olduğu ile, aynı süre içinde ambulans alımlarına ne harcanmış olduğu sorusu da?
* * *
Üstelik bu tür soruları ne duyacak, ne yanıtlayacak, ne benimseyecek resmi bir kurumuyla, siyasal bir partisi var Türkiye'nin.
Doğru mu, yanlış mı?
* * *
Şayet Türkiye'de de, "yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçilebilseydi ve dağa taşa yazılan "önce vatan" sloganının yerini, kamu bilincine işlenecek "önce meslek" ilkesi alabilseydi...
Ne Edirne yine sular altında kalır, ne de Kuzey Irak konusunda "gizli plan" tartışmaları ayyuka çıkardı.
* * *
Enseyi karartmayın.
Nihayet ispanya'dan saatte 220 km yapacak hızlı tren de geldi.
1947'de de, Ankara'dan kara tren yerine ilk moto-trenin kalkışı çok şenlikli olmuştu.
* * *
Demiryolları'nın tarihçesine bakıldığında; 19. yüzyılda Amerika'daki maden ocaklarının, taşımacılıkta nasıl bir devrimi başlattığına kadar da gidilebilir.
* * *
Bizde buharlı trenin devreye girmesi ise, Almanya'nın "ağabey devlet" olarak benimsendiği dönemlere, 19. yüzyılın ikinci yarısına rastlar.
* * *
Atasözlerimiz ne diyor:
"Geç olsun da, güç olmasın"
"Komşu da pişer, bize de düşer"
Ama 50 yıl sonra düşer, ama 100 yıl sonra düşer...
* * *
Bugünkü gazeteler, manşetleri coşkulu atmışlarsa epey bir zaman övünür, avunur, oyalanırız...
Dünyaya gelmek:
- Ben de yaşıyorum işte, diyebilmek içindir; ama şöyle, ama böyle...
Gündeme bağdaş kurmuş, yahut hiçbir zaman gündeme gelme olanağı bulamamış sorunları didikleyip durmanın; ayıklaya ayıklaya kabak çekirdeği yemekten bir farkı var mı?
* * *
Şu sırada bendenizin sorunu, ikide birde buğulanan gözlük camlarıyla, sık sık sol kolumun üstüne düşen pantolon atkısı.
Elbet de bunların çözümünü, Hazine'den geçinmeli "mevki sahibi" büyüklerimizden bekleyecek değilim.
* * *
Onun için de, yumuşacık özel bez sileceğiyle gözlük camlarını ovalayıp duruyor; sonra da pantolon atkısını yeniden omzumun üstüne oturtup, ayarını da biraz daha sıkılaştırıyorum.
* * *
Biraz sonra gözlük camları yine buğulanıyor, atkı yine düşüyor sol kolumun üstüne.
Tıpkı dünkü Milliyet'te Can Dündar'ın yazısını bitirirken çın çın çınlattığı gibi:
"Döne dolaşa geldiğimiz yer, 1924'teki noktadır".
* * *
Bir de bizim dairenin sorunları var; radyatörlerde hava biriktiğinden bir türlü yeterince ısınmıyor.
Bir usta gelmişti; radyatörlerin havasını otomatik olarak boşaltacak musluklar almaya gitti, bulamadan döndü.
Geçtiğimiz salı öğleden sonra gelip, sorunu çözeceğini söyledi.
Ve bir daha uğramadı.
* * *
Mahallenin de herhalde bir yığın sorunu var.
Ya peki istanbul'un sorunları?
* * *
1948 yılında Hürriyet gazetesi yayın hayatına başladığı günlerde, gazetenin sahibi Sedat Simavi ile Ankara Palas'ta karşılaşmıştık. Yine kendisinin sahibi bulunduğu "Yedigün" dergisiyle de, ta lise yıllarından beri ilişkili olduğum için tanışıyorduk.
* * *
Sedat Simavi, mütevazı bir tiraja razı olduğunu söylüyor ve:
- Son Posta'nın peşine takılsak yeter, diyordu.
Son Posta'nın tirajı ise 20-25 bin arasındaydı.
* * *
Nasıl olduysa oldu, beklenmedik bir tiraj patlaması yarattı Hürriyet.
Babıali basınında ilk kez, 1'inci sayfadan güreşçilerimizin fotoğrafları yayımlanıyordu.
Gazetenin yazar kadrosu ise "âl-ül âlâ" idi.
Refik Halit de yazıyordu, Sait Faik de, ibrahim Alaaddin de, Ebululâ Mardin de, Samih Tiryakioğlu da...
Yayın hayatına yeni başlamış olan Hürriyet'in, üstünde yoğunlaştığı konuların başında Kıbrıs sorunuyla, "demokraside atılması gereken adımlar" sorunu geliyordu.
* * *
Sedat Simavi'nin yazdığı başyazılarından biri ise; Falih Rıfkı'yı hem afallatmış, hem de biraz germişti.
Çünkü başyazının başlığı, "Düdüklü tencere" idi.
* * *
O tarihlerde de, bir yandan demokrasiye övgüler düzenlenir; bir yandan da, "Vatan, millet, Sakarya" nutukları atılırdı.
O tarihlerde de, siyasal polemiklerde en büyük suçlama "hilafetçilik" ve "bölücülük" üstüneydi.
Yığınların yoksulluğundan söz etmek ise, "komünistlik" idi.
* * *
Öyle ki en sonunda Orhan Veli, "Ciğercinin kedisinden sokak kedisine" diye "Cevap" başlıklı bir şiir yazmıştı:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
istanbul'dakileri yakan sen,
Ankara'dakileri yakan sen...
Sen ne domuzsun, sen!
* * *
Bütçeden, hangi bakanlıkların ne kadar pay aldığından, -tıpkı bugünkü gibi- kimsenin haberi yoktu.
Demokrasiden sapılmayacaktı, ama Savunma bütçesine de dil uzatılmayacaktı.
* * *
Gözlük camları yine buğulandı, pantolon atkısı da işte yine düştü sol kolumun üstüne.
Bu, bendenizin sorunu; Hazine'den geçinmeli "mevki sahibi" büyüklerimizin sorunu değil.
* * *
Bir istanbul depreminin yaratacağı belalar da; arada sırada oturmaya başladı gündeme.
Öyle bir deprem felaketi de, elbet bir sorun.
Ancak kimin sorunu, kime ait bir sorun; pek belli değil.
Benzetmek gibi olmasın ama, istanbul'un trafik sorunu gibi.
* * *
Bazı politikacılar için:
- En büyük çözüm, kulak ardı edip görmezlikten gelmektir.
Bazı bürokratlar da, şu inançtadırlar:
- Benden atlasın da, nerede patlarsa patlasın.
* * *
Ateş üstünde unutulmuş düdüklü tencereden tıngırtılı seslerle buharlar tütmeye başlamasına akıllar takılmasın.
Önemli olan büyüklerimizi kızdıracak konulara dil uzatmamak.
* * *
Ama demokratik özgürlüklerimizi kullanarak, sessizce dil çıkarabiliriz.
Yetmez mi?
* * *
Üstelik Milli Takımımız da, Avrupa Şampiyonası'na katılma hakkını kazandı.
* * *
Hay Allah, yine şu gözlük camlarıyla, şu atkı...
Bağdat Caddesi, yeni bir yılı daha karşılamaya hazırlanmanın süslü ışıklarıyla donanmış durumda.
Bitlis'in "Yelipis" köyünde durum nasıl bilmiyorum.
* * *
Bu konuda boş atıp dolu tutma hünerbazlığının, alkışları yükseltecek bir cümlesini de kurabiliriz:
- Önemli olan şenlikli caddeler değil, yeter ki vatandaşların gönülleri şen olsun!
Bu kadarı yeter de artar bile Yelipis köyündeki vatandaşlara.
* * *
Önceki gün öğleden sonra, üstlendiği bir dava için 2 günlüğüne istanbul'a gelmiş olan avukat dostum Taner Aktop'la eğlenceli saatler geçirdik.
Ne Annapolis'de 40'a yakın devlet borazancısının toplandığı Ortadoğu Konferansı'ndan söz açtık; ne o sırada gerek Filistin'de, gerek Irak'ta birbirini öldürüp duran Araplardan.
* * *
Herhalde Araplar, başlarındaki borazancıların "yönetim saltanatı"na çimento olabilmek için, seviyorlardı birbirlerini öldürmeyi.
* * *
Şeyda Canepa'nın Dubai'den verdiği bir habere göre, Arap dünyasının toplam nüfusu 350 milyonmuş.
Bir yılda Arapçaya çevrilen toplam yabancı kitap sayısı da 400'müş.
Herhangi bir Avrupa ülkesinde ise bir yılda, 150-200 bin arasında yabancı kitap çevriliyormuş konuşulan dile; örneğin ingilizceye, Fransızcaya...
* * *
Şeyda Canepa'nın haberine göre, 1 yılda ispanyolcaya çevrilen yabancı kitap sayısına; 350 milyonluk Arap dünyasının, yılda Arapçaya çevrilen kitap sayısıyla varılabilmesi için, tam 1000 yıla gerek varmış.
Zavallı Arapçıklar, borazancıbaşılarının saltanat kavgaları uğruna birbirlerini öldürmesinler de, ne yapsınlar?
* * *
Taner yine fıkralar anlatıyordu.
Bir fabrikada sabahtan akşama patronun denetiminde çalışan 3 işçi, patronun öğleden sonra erken çıkışından yararlanarak, tüymüşler işyerinden.
Bir tanesi kahveye gitmiş, öteki amcasının yanına, üçüncüsü de eve.
Ama eve giden, bir de bakmış ki fabrikanın patronu kendi evinde karısıyla...
* * *
Ertesi gün işyerinde buluşan 3 kafadar, bir gün önce erken tüydüklerinde ne yaptıklarını anlatırlarken, 3'üncüsü:
- Hiç sormayın, demiş; az daha ben yakalanıyordum patrona...
* * *
Taner'le bazen, boş atıp dolu tutma hünerbazlığının taktiklerinden de konuşuruz.
Şark'taki taktiklerin en geçerlisi, "bölgeler arasındaki ekonomik dengesizlikler" benzeri, toplumsal hastalıklardan söz etmeyi yasaklamaktır. Hastalığa parmak basmaya kalkanlar, "hain" sayılırlar ve idam dahi edilebilirler.
* * *
Hastalıktan söz etmek yasaklanınca, hastalık yokmuş gibi görünür.
Sonra da yığınların yiğitliğini öven içi boş tatavalarla, koltuklara kurulur sürdürsün saltanatlı yaşamını.
Yani efendim boş atıp, dolu tutarak.
Varsın o sırada hastalıklar yaygınlaşıp derinleşedursun.
* * *
Taner'den akşamüstü ayrıldıktan sonra, zamanı unutarak geçmiş saatlerin tadıyla ajans haberlerini izlerken...
Birbirlerini öldürmeye çalışan gencecik insanların görüntüleri; sonra da Annapolis'de toplanmış borazancıbaşıların görüntüleri ve ayrıca "kahve dövücülerinin hık deyicileri", yüzümü buruşturdu.
Bütün bunlar nereye varmak içindi?
* * *
Saat 21'de kız kardeşim Dr. Gülderen Alpagut geldi; hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Eşi Dr. Ercan Alpagut, evde ayağı koltuğun kıyısına takılınca, yere kolunun üstüne düşmüş ve kırmıştı kolunu, başı da bir hayli zedelenmişti.
O saatte evde çaresiz kalmıştı Gülderen.
* * *
Evde geceleri bazen çaresiz kalan yaşlı insanlar...
Neyse ki kızım Zeynep Bakan, torunum Tuğçe ile imdada yetişti ve enişteyi; vaktiyle iç hastalıkları kliniğinin şefliğini yaptığı Göztepe SSK Hastanesi'ne götürdüler.
Röntgenler çekildi ve gece yarısına dek verilen bir uğraşla kol ve göğüs alçı içine alındı.
* * *
Bireysel yaşamcıklar kimleri ilgilendirir ki...
Olsa olsa onların dünyalarına, yazı adamları yönlendirirler "insan varlığını" aydınlatan projektörlerini.
* * *
Dünkü Radikal'in manşeti ise, boş atıp dolu tutma hünerbazlarının; onca hamaset, nutuk, babalanmayla yarata yarata yaratabildiği toplumsal bir tabloyu vitrine çıkarıyordu:
"Türkiye, BM'nin insani Geliştirme Raporu'nda 84. sırada"ydı.
* * *
Dünkü Milliyet de, iç sayfalarında istanbul trafiği ile ilgili bir haberi büyütmüştü:
"Trafik 45 dakika durunca 2 milyar dolar uçuyor"du.
* * *
Yine de enseyi karartmayalım.
Yakın zamanlara dek, toplumsal hastalıklardan söz etmek "ihanet" sayılıyor ve kalemlerle ağızlar mühürlenince de, hastalık yokmuş gibi görünüyordu.
* * *
Lodos, poyraza döndükten sonra; hastalıklardan da söz etme özgürleşmeye başladı.
Yetmez mi?
Şu ağız dalaşları, tatavalar, ille de başa geçme kavgaları bitmez mi?
* * *
Biter biter, hele geçsin bir 25 yıl daha...
Ülkeler arası her futbol karşılaşmasında galibiyet kazandığımız zaman olduğu gibi; Karakartallar'ın, Marsilya'yı yenmiş olması da, dünkü gazetelerin sürmanşetlerinde bayraklaştı.
* * *
Her ne kadar kendi konservemiz içinde, -özellikle de kaba kuvvetimizle- bol bol övünüp durma tiryakiliğine tutulmuş olsak da; yan bilincimizde yüz yıllardır süre gelen bir "beceriksizlik kördüğümü"yle, "evrensel bir başarı" açlığı var.
Hiç değilse maç galibiyetleri; böylesi bir açlıkla tatminsizliği, azıcık emziriyor.
* * *
Karakartallar, şimdi Porto ile karşılaşacak.
Porto deyince tüm dünyanın aklına Porto şarabı gelir. Portekiz'in kendine özgü ünlü şarabına "Porto" damgasının vurulmuş olmasının nedeni de; kürekli-yelkenli tekneler döneminden bu yana, şarabın Porto limanından ihraç edilmesi, özellikle de ingiltere'ye.
* * *
Porto'daki 7 bin litrelik dev fıçıların da bulunduğu kavlardan bazılarında; Porto şarabının kısacık tarihsel bir belgeselini de izleyebilirsiniz, masalardan birinin üstündeki bir TV ekranında.
* * *
içinde tonlarca şarabın bulunduğu o dev fıçılara bakarken; aklıma bir insanın bir ömürlük çişiyle öyle bir fıçıyı doldurup dolduramayacağı gelmişti.
Ve böyle bir soruyu yanımdaki dostlarla da paylaşmıştım.
Kimse hiç düşünmemişti böyle bir konuyu.
* * *
1755'de 9 şiddetindeki Lizbon depremi, kenti pesperişan edince; Kilise, Tanrı'nın günahkârları cezalandırdığını iddia ederek, önüne geleni suçlamaya başlamıştı.
Vatikan'ın yaygınlaşan suçlamalarına karşı, Voltaire de karşı çıkarak:
- Tanrı'yı da, insan yaratmıştır, demişti.
18. yüzyıldaki "Aydınlanma Çağı"na, bir bakıma katkısı olmuştu Lizbon depreminin de...
* * *
"Halkın hassasiyeti" diye de adlandırılan, her çağdaki değişik koşullanmalara bir tutam "kuşku" tohumu serpmek, hiç de kolay olmuyor.
Neden kolay olmuyor?
Sorun da burada.
* * *
2470 yıl önce yaşamış olan Sokrates'in, bir çeşit halk mahkemesi tarafından neden ölüme mahkûm edildiği incelendiğinde...
Sokrates, düşüncelerini yazıya dahi dökmemişti. Sadece çevresine toplanan gençler ve tanıdıklarıyla konuşur; o dönemde mevcut "inançların", bir "bilgi ve gerçek" sanılmasındaki tutarsızlıklarla dalga geçerdi.
Kendisinin:
- Tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir.
Demesi de, kendisini de sarmalamış olması gereken "halkın hassasiyeti"ni; "tek doğru bilgi" olarak değerlendirmekteki sakatlığı göstermek içindi.
* * *
Karakartallar'ın Porto ile yapacağı maçın çağrışımıyla, önce Porto şarabına uzanma; Porto şarabından da Lizbon depremine ve Voltaire'e, oradan da Sokrates'e doğru kayma...
* * *
"Laf lafı açar" derler, konular da konuları açıyor.
Acaba belirli ezberleri tekrarlayıp duran buzlanmış beyinlerin "doğru" diye inandıklarına karşı çıkmış, "non-konformist" beyin ve kalemlerden; acaba daha kimler yok edildi, bazen ortak bir galeyan, bazen mahkeme kararlarıyla?
* * *
Başka bir sorun da "hukuk"un böyle bir cezalandırmaya ne ölçüde olanak sağladığı, yahut sağlamadığı.
* * *
Ne var ki "hukuk"un önce bir tanımlamasını yapmak gerekiyor.
Nedir hukuk?
Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Yargıtay Başkanıyken; lütfedip bir sohbet için bendenizi Yargıtay'da bir konuşma yapmaya davet etmişti. Bendeniz de orada, "hukuk"un tanımlamasını şöyle yapmaya çalışmıştım:
- Hukuk, iNSANLIĞIN ortak huzurunu güvence altına almaya dönük, evrensel ilkeler matematiğidir.
* * *
Hukukun evrensel kuralları gerek insan Hakları Bildirgesi'nde, gerek Birleşmiş Milletler'de, gerek Avrupa Konseyi insan Hakları Mahkemesi'nde yeni yeni kristalize olmakta.
Yerel yasalar ve uygulamalar bunlara ters düştüğünde; sorunlar o merkezlere taşınmakta.
Hukuk fakülteleri de, geniş bir yelpaze içinde hukukun evrensel kurallarıyla ilkelerini inceleyip değerlendirmekte.
* * *
"Adalet"e gelince...
"Adalet"in de simgesi bir terazi; kefelerinden birine, mevcut yasalara göre ağırlık konan bir terazi.
* * *
Mevcut yasalar da, parlamentolarda yapıldığına göre; işin içine yine politika girmekte.
* * *
O zaman Sokrates'e benzer, çoğunluğun koşullanmalarına ters düşmüş "non-konformist" bir düşünce, yahut yazı adamını suçlamak; yargının terazisinde yerini bulsa bile, "hukuk"un evrensel kural ve ilkeleriyle ne kadar bağdaşmakta?
* * *
Çünkü "iNSANLIĞIN ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük" olmak; aynı zamanda insanlığı çelişkilerden çelişkilere düşürerek çalkantılar ve sürekli huzursuzluklar yaratan, "bol bol böbürlenmeler" benzeri koşullanmalardan da kurtaracak "değişimler"i de, güvence altında tutmak demek...
* * *
Sokrates'in, gençleri yozlaştırdığı iddiasıyla, ölümüne karar verilmesi, sonra da dostlarıyla görüşmesine karışılmayarak onların yanında bir odada baldıran zehri içip ölmesi...
* * *
Dileyelim de, Karakartallar yine bir galibiyet kazansınlar Porto önünde ve yer gök inlesin Türkiye'de...
"Ucube" de denilebilecek türden acayip koskocaman bir yapı.
Yapının yarısını çok aşan bir bölümü, "enkaz" sayılabilecek türde iyice dökülüyor ve kırık dökük pencerelerinden güneşsiz kapkara bir gök görünüyor.
* * *
Bir bölümü; çatlak duvarları, rizesinden çıkmış kapılarıyla, iyi kötü biraz daha oturulabilecek durumda.
Onun da çatlak pencerelerinden sadece bulutlu bir gök ve arada sırada açarmış gibi olan bir güneş görünüyor.
* * *
Küçük bir bölümü ise; iyice düzgün, bakımlı, dayalı döşeli ve onun da balkonlarından sadece masmavi bir gökyüzü ile parlak mı parlak bir güneş görünüyor.
* * *
O "ucube" yapının içinde oturanların tümü, yapının sahipliğinde ortak.
Ortak ama, dayalı döşeli bölümde oturan yönetici, hiç iplemiyor o ortaklığı.
Ve kazara birileri; pencerelerinden sadece kapkara bir gök görünen enkaz içinde oturanlardan söz etmeye kalkarlarsa, dünyayı dar ediyor onlara...
* * *
O "ucube" yapının toplam durumuyla, içinde çekilenleri atlatmaya çalışmak mı; yoksa sadece küçük bir bölümünün balkonlarından görünen masmavi gökyüzüyle, parlak güneşten söz etmekle yetinmek mi?
* * *
Kendi uğraş alanına layık olabilme kaygısı; "durup dururken başını belaya sokmamak" ve hatta "aferin" almak sigortasıyla çatışınca...
* * *
"Çok ileri gitti salaklığına doymasın" saptamaları ve umursamazlığı da bunlara eklenince...
* * *
ister istemez Tevfik Fikret'in mısraları dökülmeye başlar ağzından:
Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa;
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa
Sönmez ebedi; her gecenin gündüzü vardır.
* * *
Yazarlar Sendikası Başkanı şair Enver Ercan'ın yüreği, haset kıskaçlarının arasına sıkışmayacak bir iNSAN yüreği...
Bizim ömür takviminin yaprakları, 81'inci yaşın koşusunu da hızla bitirmeye doğru azalırken...
istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan'ın da el vermesiyle bir dost toplantısı düzenlenmiş.
* * *
Adalet Ağaoğlu, Nedret Güvenç, Ali Poyrazoğlu, Ahmet Ümit, Coşkun Aral, Nebil Özgentürk ve sanatsal titreşimlerin dostlarıyla buluşuvermek...
* * *
Adalet'in tatlı anlatımlarıyla, yarım yüz yılı aşkın bir zamanın yeniden içinde uçmak; "Çemberler" piyesinin sahnelendiği yıllar...
* * *
Nedret'in esprili bir dantel örer gibi, "Mor Defter"in rol dağıtımındaki kulis dedikodularını şenlendirmesi...
* * *
Ali Poyrazoğlu'nun, "tiyatro değerlendirmesi"ndeki sağlam baskülü ve "Islıkçı"ya doğru açılan pergeli...
* * *
"Telefon Kimin için Çalıyor" da girince anlatımlara...
Ahmet Ümit de, "Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri"ne kadar ışıklarını uzatınca ve içinde müstehcenlikten toplatılmışının da bulunduğu romanlara kadar sevecen bir kucaklama çıkınca ortaya...
* * *
Gözlerimin önüne 15 kişiyle kaldırdığımız Naci Sadullah'ın cenazesi geldi; son günleri Düşkünler Yurdu'nda eriyip gitmiş olan Sadi Tek; sessiz sedasız hayattan kopuveren Neriman Hikmet, Suat Derviş...
* * *
Gökdelenler ile gecekondular, davul zurna ile senfoni orkestraları, sık sık yolları kapanan köyler ile tatil kentleri ve başörtüsü ile bikini arasında; bir kalemle bir kâğıda layık olabilme tutkusunun, -karizman yeterli olmasa bile- özeninin yetmesi çabaları...
* * *
80'in de aşıldığı bir "son fasıl" da, dostlardan gelen bir zarafet ve gönül öpücüğü...
Gencecik yaşlarda bileklerimize vurulmuş kelepçelerin, bir ödüle dönüşmesi ve bir bataklıkta "yazı" emekçiliği balesine atılan dostluk karanfilleri.
* * *
Mardin ve Aydın kentleri benzeri, topraklarında binlerce yıllık bir geçmişi saklayan birikimlere omuz silkerek; kaleme kâğıda, kamera vizörüne, ramp ışıklarına burun kıvırmak ve ziyan zebil etmek topsuz tüfeksiz oyuncaklarına bir ömrü armağan etmiş olanları...
* * *
Neden?
"Ucube" bir yapının tümüne dikkati çekmek ve yaşanan çağın yaratıcı zemberekleriyle de buluşmak istedikler için...
* * *
"Ucube" yapının garip yöneticileri sadece kendilerine görünen masmavi bir gökle, parıltılı bir güneşten söz edilmesini isterlerdi.
"Varlıklı" olmasalar da, "var olma"yı yeğlemişleri, öfkeyle ezip yok etmeye çalışırlardı.
Ola ki onların da yerleri, küçük kara taşlar üstüne adlarının beyaz harflerle yazıldığı bir "Lanetliler Bahçesi"dir.
* * *
Bir de kocaman bir pasta vardı, üstünde bol bol mumun yandığı...
Bir nefeste değilse de, dostların da yardımıyla birkaç nefeste söndürdük mumları.
* * *
Sanıyorum şimdiye dek yaratılmaya çalışılmış aydınlıklar, yetiyordu bizlere ve onları tümden söndürmeye de kimsenin nefesi pek yetmiyordu.
Nişantaşı kafeteryalarında, kapıdan giren alışık müşterilerden bazı genç hanımlarla genç beyler; değişik bir fanus içinde, "dünyada benden başka kimse yok" görüntüleri yayan özel bir portre çiziyorlar.
* * *
Saçlardan, bazen sakallardan, bakışlara ve adım atışlarla oturuşlara kadar sinmiş; bir "kişilik" iddiasının, canlı kartvizitleri gibiler...
* * *
Vaktiyle Vâlâ Nurettin bayılırdı o tiplere.
O dönemlerin Beyoğlu'nda, "bob-stil"lik modası vardı.
Hafif kambur yürüyüş, aşık kemiklerini gösteren dar paçalı pantolon, 3 düğmeli ceket ve küçük düğümlü bir kravat...
"Dünyada benden başka kimse yok" diyen takım.
* * *
Aradan geçen 60'ı aşkın yıl içinde, "artık çok şey değişti çok" saptamalarıyla iddialarının arkasında; "nelerin hiç değişmemiş olduğu" da, göz kırpar durur meraklılarına.
* * *
1- TBMM'deki bütçe tartışmaları sırasında çıkan çatışmalarda, "bütçe yasa tasarısına hiç değinilmemesi" geleneği, 1908'den bu yana bir türlü değişmedi.
* * *
2- Gerek siyasal cinayet, gerek vurgun, gerek yolsuzluk konularındaki "Hazine'den geçinmeliler"le de örgülenmiş gizli çeteleşmeler, yine bir türlü değişmedi.
* * *
Acaba TBMM'deki bütçe tartışmaları sırasında; bütçenin bakanlıklar arasında nasıl bölüşüldüğüyle, nerelere nasıl harcanacağının hiç kurcalanmaması ve çok daha sağlıklı bir bütçenin nasıl yapılması gerektiğine dair hiçbir örnek verilmemesi; gizli çetelerin sürüp gitmesine de vantilatörlük mü ediyor?
* * *
Şimdi gelelim 1652 yılında Osmanlı döneminin ilk bütçesini yapan Sadrazam Torhoncu Ahmet Paşa'ya...
Osmanlı tahtında, o tarihte 10 yaşında olan IV. Mehmet, yani Avcı Mehmet oturuyordu.
60 yaşındaki Torhoncu Ahmet Paşa, sadrazamlığa atanınca; baş uğraşı, devletin gelirleriyle giderlerini düzenleyen ilk bütçeyi yapmak oldu.
* * *
Böyle bir bütçe düzenlemesi, 10 yaşındaki padişahın annesi Turhan Sultan'ı küplere bindirdi.
9 aylık Sadrazam Torhoncu Ahmet Paşa saraya davet edilip elinden sadaret mührü alındı ve cellatlara teslim edilerek boğdurtuldu.
* * *
Dünkü gazetelerde de sürü sepet "resmi çete" haberleri manşetlerdeydi.
Milliyet'in manşeti:
"Malatya davasında soru işaretleri artıyor
Katliamda 'derin' iz"
* * *
Star'ın manşeti:
"Soru hattı fişlemesi
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını inşa eden şirketler hattın geçtiği bölgede yaşayanları fişlemiş"
* * *
Radikal'in manşeti:
"Sivil havacılık kimlere emanet
Sivil Havacılık Müdürü, düşen uçağın sahibi World Focus'un otel parasını vermesini normal buldu. Çok şirketin toplantısına katıldım"
* * *
Taraf'ta bütçe tartışmalarıyla ilgili bir haber başlığı:
"Beş trilyonluk arsa kavgası"
* * *
Vaktiyle Vâlâ Nurettin'in bir başka saptaması da, dış politikada bir değişiklik olup olmadığının, yine Beyoğlu'ndan anlaşıldığıydı.
Fransa'nın etkisi artmışsa, Fransızca konuşanlar çoğalırdı; Almanya'nın etkisi artmışsa, Almanca konuşanlar; ABD'nin etkisi artmışsa ingilizce konuşanlar...
* * *
Nişantaşı kafeteryalarının özel tipleri; ne rakamları süzgeçten geçirilmeyen ve değişik modellerde sunulmayan bütçe tartışmalarıyla ilgilidirler; ne de resmi profilleri belirginleşen çetelerle.
Sadece bazılarının yüksek sesle ingilizce konuştuğu da duyulur.
* * *
Çok şey değişse de, Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin "devlet" sayıldığı oligarşik bir yapılanmanın iskeletinde; hiç değişmeyen bir şeyler varmış gibi hep...
Gerçi zaman zaman "takke düştü kel göründü" gibi oluyorsa da...
Ve insan, "böyle başa böyle tıraş" diye düşünüyorsa da...
* * *
Biz, -vaz geçtik çağları değiştirmeyi-, yaşadığımız çağlarla özdeş olamamışsak bile, yine de enseyi karartmayalım.
"Uzay çağı", küreselleşmeyi hızlandırarak tüm eski yapılanmaları değiştirirken, ıskalamayacaktır Küçük Asya'yı da...
* * *
Tüm sorun "statüko"ya demir atmışların, kıpırdamamakta inatlaşması.
"Uzay çağı" meltemleri, değişmemekte inatlaşanları da savurtmak için, kasırgalaşabilir çünkü...
Güncel olayların haberlerini sürekli izleyip durmak, bazen insanın boynunda kementleşiyor; ölmeler öldürmeler, tabutlar cenazeler, soygunlar cinayetler, kazalar felaketler...
* * *
Boğazı sıkmaya başlayan haberler ilmiğini, şöyle başparmakla genişletmeye çalışmak gibi bir rahatlama aranmanın ise yöntemleri çeşitli.
* * *
Çeşitli yöntemler içinde çoğu da eğlenceli.
Bu lider şunu söylemiş, şu başkan bunu söylemiş vs...
En az 180 tanesinin başkentini, kendilerinden başka kimsenin bilmediği 200 devlet var dünyada.
Buralarda yaşayan insanların toplamı da 6.5 milyar.
* * *
6.5 milyar insana, kapalı zarf usulüyle tek bir anket sorusu yöneltilseydi "hangi ülkede doğmayı yeğlerdiniz" diye; acaba nasıl sonuçlar çıkardı?
Ve eğlenceli bir soru:
Dünya nüfusunun yüzde kaçı, Türkiye'de doğmayı yeğlerdi?
* * *
Bizim Solmaz Kâmuran, amatör bir botanik tutkunu.
Göztepe'deki evin balkonlarıyla, oturma mekanları da; Köyceğiz'deki 60 metrekarelik bahçenin kıyıları da, terası da; küçüklü büyüklü saksılarla dolu; bahçede toprağa dikilmiş küçümen ağaçlar da cabası.
* * *
Önceki gece saat 22 sularında Solmaz:
- Gel gel bak, dedi.
* * *
Merdiven boşluğunun bir kıyısında yan yana 3 saksı vardı. En baştaki, Meksika çiçeklerinden ve "krassula" familyasından, yaygın yeşil yapraklı değişik bir bitkiydi. Henüz çiçek açtığını da görmemiştik.
* * *
Ama kendisine çeşitli ülkelerde verilen adları biliyorduk.
Ukraynalılar ona, "Para çiçeği" diyorlardı. O çiçeğin bulunduğu evlere para akacağına inanıyorlardı; ingilizler ise "Dostluk çiçeği"...
* * *
"Dostluk çiçeği"nin bol yeşil yapraklarından birinin üstünde, minicik değişik yeşil bir yaprak daha vardı ve dikeyine minicik bir filiz çıkarmıştı.
* * *
Solmaz, "Dostluk çiçeği"ni, içeri getirmeden önce balkonda, yine "krassula" familyasından, bol yapraklı "Hayalet çiçeği"nin yanında bırakmıştı ve "Hayalet çiçeği"nin bir yaprağı kopup, "Dostluk çiçeği"nin üstüne düşmüştü.
* * *
Ve içeride merdiven boşluğunun kıyısına gelince de, o minik kopuk yaprak; tanrısal ve mucizevi bir yaşam direnciyle, minicik bir filiz çıkarmıştı.
* * *
Geçtiğimiz salı günkü Sabah gazetesinde ise Ersan Atar'ın haberi şöyle manşetleştirilmişti:
"Hastaneler ağır hasta
Sayıştay, Türkiye'deki 138 hastanenin temizliğini araştırdı: Sonuç korkunç, hastaneler mikrop yuvası"
* * *
Kopuk minicik bir yaprağın, bir başka yaprak üstünde çıkardığı minicik hayat filizi ve hastalananların sağlıklarına kavuşmak için koştukları hastanelerimizdeki ölümcül durum...
* * *
"Devlet" kutsal ve içinde yaşayanlar, "önemsizler" kategorisinden olunca...
"Hangi ülkede doğmayı yeğlerdiniz" sorusuna da, verilecek yanıtları tahmin etmek, bilemiyorum ne kadar zor?
* * *
1861'de Sultan Abdülaziz'in hekimbaşısı, Rum kökenli ve asıl adı Marko Apostolidis olan Marko Paşa idi.
Fiyakalı bir görüntü gerisindeki çapaçullukla yetersizlikleri bildiği için, oturduğu koltuğun arkasına şu levhayı yazıp asmıştı:
"Ne ararsan bulunur, derde devadan gayrı".
* * *
Buna karşın kendisine her başvuranı, -sorunu çözmek için elinden bir şey gelmese de- sabırla dinlerdi.
O nedenle de, başı sıkıntıda olanlara:
- Git derdini Marko Paşa'ya anlat, demek; bir deyim olmuştu.
* * *
Matbaanın ve demiryollarının 300 yıllık bir gecikmeyle geldiği ülkelere, cep telefonu şıpın işi geliverdi.
Acaba nasıl oldu böylesi bir evrenselleşme?
* * *
Şakir Eczacıbaşı ile bazen, kahkahalı bir sohbeti sürdürdüğümüz sıralarda; matbaanın ve gazetenin 300-400 yıl sonra gelebildiği veya hâlâ gelemediği ülkelerdeki, "yönetim saltanatı"nın da; bir gün "üretim saltanatı"na dönüşeceğinden dem vururuz.
ikimiz de biliriz ki, "değişim ve doğanın diyalektiği", sürdürür gider "statüko"ları değiştirmesini.
* * *
Bir yanda güncel haberlerin insanın boğazını sıkan kemendi; bir yanda yüz yıllık bir geçmişle, yüz yıllık bir gelecek arasında eğlenceli bir kaydırak oynamak...
* * *
Sonra da saat 22'de, kopuk minicik bir yaprağın, başka bir yaprak üstünde minicik bir filiz çıkardığını görmek...
* * *
Ah keşke boşu boşuna ziyan olup giden insancıklar da, bu kadar yoğun olmasaydı ve her yağmurla karda, kimseciklerin de yolları kapanmasaydı.
Yağmurların bir türlü dinmediği Köyceğiz'de, 16 yaşlarında 2 liseli kız öğrenciyle, onlara adresi bulmakta yardımcı olmuş emekli bir öğretmen misafirlerim oldular.
* * *
Liseli kız öğrenciler, mağaza vitrinlerinde ve sokak reklamlarında Türkçenin kaybolmaya ve yerini ingilizcenin almaya başladığından yakınıyorlardı; bir de yabancıların, mal mülk edinmeyi hızlandırmasından.
* * *
Mütevazı giyimli emekli öğretmen ise, matematik, fizik, kimya derslerinden hepsine girmiş olduğunu söylüyor ve o da; öğrencilerin bir türlü bu dersleri sevememiş olmasından yakınıyordu.
* * *
Emekli öğretmen de, kız öğrenciler de buram buram "vatan sevgisi" kokuyorlardı ama; sevdikleri vatanın yetiştirdiği evrensel değerlerden de pek haberli değildiler.
Ne matematikçi Cahit Arf'ın adını duymuşlardı, ne Prof. Dr. Hulusi Behçet'in; ne de 30'a yakın Türk yazarının, başta Yunanca, çeşitli dünya dillerine çevrilmiş olduğunun farkındaydılar.
* * *
Emekli öğretmen, fen derslerinde neden öğrencilerin merakının öncelikle Arşimed'in, Talez'in, Paskal'ın biyografileri üstüne çekilmemiş olduğunu hiç düşünmemişti.
Liseli kız öğrenciler ise, "meslek sahibi" olmakla, "mevki sahibi olmak" arasındaki farkı hiç düşünmemişlerdi.
* * *
Dünyayı yaşadıkları yerlerden ibaret sanma ve hamasi bir ezberin içinde dolanıp kalma tutsaklığına uğramış çok genç ve orta yaşlı misafirlerimle bir hayli konuştuk.
Sanırım epey bir şaşkınlığa uğramış olarak ayrıldılar bendenizden.
* * *
Beşiktaş'ın, Porto'da oynadığı maçı izlerken; Karakartallar'ın zar zor yakaladıkları fırsatları da kaçırdıklarını gördükçe, maçın sonucunu tahmin somutlaşıyordu.
* * *
AB'nin geçici başkanlığını da şu sıralarda yüklenmiş olan Portekiz, 10 milyon nüfuslu ama çok boyutlu bir ülkeydi.
Başkent Lizbon ziyaretçilerini, şu çarpıcı uyarıyla karşılıyordu:
"Dünyanın yarısını keşfetmiş olan bir ülkeye geldiniz"
* * *
1755 depreminden sonra Lizbon'un yapılanmasında, Paris çok etkin olmuştu.
Ancak bir de kendi özellikleri vardı Lizbon'un; barok üsluptaki kiliseleri, renkli fayanslarla süslü evleri ve "fado"ların söylendiği özel gece lokantaları...
* * *
Sahnesiz, ramp ışıksız, mikrofonsuz bir lokanta köşesi ve gelip o köşeye oturan 3 gitarist ile ayakta gözleriyle masaları tarayan genç bir "fado" şantözü...
* * *
Derken ortaçağ uzantılı acılarla da örgülenmiş, kendi doğallığı içindeki mikrofonsuz bir uzun şarkı...
* * *
En hoşuma giden, emekli bir evkaf memuru kılığındaki, orta yaşlı bir "fado" şantörü olmuştu.
Gözlüklü, kravatlı, yelekli ve ceketinin ilk 2 düğmesi ilikliydi. Şarkısını söylerken de, sağ eliyle ceketinin ucunu tutuyordu.
Ne kadar doğal, ne kadar kendisi gibi ve gösterişsizdi.
Gitarlar ise özel gitarlardı ve değişik ritimlerde eşlik ediyorlardı şarkıcılara...
* * *
Genç sayılmayacak bir yaştaki şişmanca ünlü "fado" şantözü ise, en son çıkıyordu.
* * *
Ortadaki masalardan birinde 10-12 kişilik bir Japon grubu vardı; mimiksiz bakışlarla izliyorlardı "fado" şarkıcılarını ve parçalar bittiğinde de, salondaki alkışlara katılmıyorlardı.
* * *
2'nci seansın sonunda program bitmiş gibi oldu ve Japon grup; alkışsız, gülücüksüz, titreşimsiz, hep birlikte ayağa kalkıp ayrıldı lokantadan.
* * *
Japon grup gittikten sonra tekrar geldi müzisyenler; artık sadece müziklerini sevenler kalmıştı lokantada...
Onlar da içlerinden yükselip taşan özel şarkılarını dağıttılar tüm masalara; bazen bir yana, bazen öteki yana dönerek...
* * *
O gece "fado" dinlemeye gitmeden önce de; Solmaz Kâmuran'ın Portekizceye de çevrilmiş olan "Kiraze" romanını yayınlamış olan kitabevine uğramıştık...
Ne kadar sıcak bir ilgiyle karşılanmıştı Solmaz... Arkasından da kitabevinin hemen yanındaki bir kafeteryaya oturmuştuk...
Derken mağaza tezgahtarlarından, balık satıcılarından, garsonlara kadar bir yığın okuyucu, "Kiraze"yi imzalatmaya geldi Solmaz'a...
* * *
Maçlarda yenme-yenilme, o kadar da önemli değil; önemli olan "mevki sahipleri"nin buzlu camlarla çerçevelediği, oligarşik bir düzen tutsaklığından; kendi sanat ve bilim dallarında iNSANLIĞIN ortak bahçelerine uzanmak ve oralara kadar uzanmışların tadını kendi vatanının yüreğinde de duymak...
* * *
Köyceğiz'de çalıştığım odanın hemen yanında dama doğru tırmanmış olan açık eflatunla pembe karışımı begonviller; hafif hafif sallanıyor, sanki bendenize:
- Haklısın, diyorlardı.
Fener'in, CSKA Moskova'ya karşı Saracoğlu Stadı'nda kazandığı "tarihsel" zaferin Türkiye'de yarattığı coşku; 1815'de ingiliz Generali Wellington'un, Waterloo'da Napolyon ordularını yenerek kazandığı zafer sonucunun -o tarihlerde televizyon olmadığı için- ingiltere'de yarattığı coşkuyu fersah fersah geçmiş durumda.
Tüm ülkede aşıp taşan coşkumuza, bendeniz de sıcak bakıyorum.
* * *
Maç heyecanının ülkemizi kapladığı sıralarda, özellikle islam ülkelerinde birbirlerini öldürüp duranlarla, ölüp ölüp gidenler sürekli artıyordu.
Cezayir'de 30 ölü.
Irak'taki patlamalarda 40 ölü.
Lübnan'da Genelkurmay Başkanı olması beklenen Hıristiyan generalin bomba yüklü araç saldırısıyla öldürülmesi.
Afganistan'da 2 günde öldürülen 50 Taliban yanlısı.
Pakistan'daki çatışmalarda 21 ölü.
* * *
Türkiye'de ise Adıyaman'da sadece 51 öğrenci yemekten zehirlenmişti.
Ankara'da da bir kazadan sonra gelip yaralıyı alan ambulansın kapısı açılmış ve sadece sedye üzerindeki yaralı yola savrulmuştu.
Bunlardan başka kısa bir süre önce de, Isparta'daki uçak kazasında 57 kişi ölmüş ve Seferihisar'dan bir motorla yola çıkan kaçak mültecilerden 49 kişi, motor denizde batınca boğulmuştu.
* * *
Bendeniz ise bütün bu ölmeler öldürmelerle, ufunetli bir çapaçulluk sonucu sürekli hayatını kaybetme olaylarına soğuk bakıyorum.
* * *
Bu arada Kuzey Kutbu'ndaki buzulların erimesi de hızlanmış; 4 yıl sonunda tüm buzullar erimiş olacak ve "yer" küresindeki kara parçalarını, okyanuslar kaplamaya başlayacakmış.
* * *
Dünyadaki tüm politikacılar hep birlikte buzulların erimesini kınar ve hızlanan erimeye karşı sert çıkarlarsa; ola ki buzullar da, orduların harekete geçmesinden korkarak yavaşlatırlar erimelerini.
* * *
Olamaz mı yani, politikacıların gücü insanları darma duman etmeye yettiğine göre; yetmez mi buzulların erimesini de yavaşlatmaya?
* * *
Şayet yetmezse, bizim "devlet"in kara sevdalılarından, birkaç hukukçuyu da ekleriz yanlarına...
* * *
Can Dündar, dünkü yazısında onlardan söz açmıştı ve şöyle bitiriyordu yazısını:
"'Ben rejimin savcısıyım', 'Ben devlet hukukçusuyum', 'Devlet olmazsa hukuk olmaz' diyenler var.
Yargıç ve savcıların 'devlet çıkarı' için hukuktan vazgeçebileceklerini görmek üzücü...
Çünkü çağın eğilimi tam ters yönde:
'Devletler üstü hukuk' gelişiyor.
'Hukuksuz devlet' tarihe karışıyor."
* * *
"Devlet"i hukuktan daha çok seven hukukçular; makamlarını da güvenceye almak için, denizlerin kara parçalarını kaplamasını elbet istemeyeceklerinden; politikacılarla birlikte "sert çıkabilirler" buzulların hızlı erimesine...
* * *
Ne yazık ki bu tür konuları, Köyceğiz'deki evi doldurmaya başlayan kızlı-erkekli lise öğrencileriyle enine boyuna konuşma olanağım yok.
Hepsi de zaten, okullarda merak etmedikleri konuları ezberlemekten usanmış durumdalar.
* * *
Kendilerine ne olmak istediklerini sorduğumda; işte aldığım yanıtlardan birkaçı:
Bir erkek öğrenci:
- Ben de babam ve dedem gibi emniyet amiri olmak istiyorum.
* * *
Onun yanındaki:
- Ben subay olmak istiyorum.
* * *
Bir başka erkek öğrenci:
- Ben Türkçe öğretmeni olmak istiyorum.
* * *
Kız öğrencilerin de yanıtları şöyle:
- Ben gazeteci olmak istiyorum.
- ...
- Ben psikolog olmak istiyorum.
- ...
- Ben avukat olmak istiyorum.
* * *
Aralarında ne peyzaj mimarı olmak isteyen vardı, ne açık deniz kaptanı, ne diş doktoru, ne bilgisayar mühendisi.
Hemen hemen hiçbiri, henüz istanbul'u da görmemişti.
* * *
Gençler için bir meslek kataloğu yapılsa ve orada hangi mesleklerin "en az ve en çok" kaç para kazandırdığı açıklansa...
Sanırım çok yararlı olur lise çocuklarına.
* * *
Miniskül bir kara pantere "puma"ya benzeyen radyom bakışlı simsiyah Otello, kucağıma çıkmak istiyor ve kendisine yeşil ışık yakıyorum.
Oh hele şükür bugün cumartesi; geçinmek için her sabah erkenden evden çıkıp, akşamları da geç saatlerde eve dönme derdi yok.
Ama asıl şaşılacak şey, bir yığın insanın geçinmek için; neredeyse bir ömür boyu böylesi bir çileyi çekmek zorunda kalması.
* * *
Her gün "sabah git-akşam dön" sıkıntısına uğramadan, hayatını kazanabilmenin yolları ve yöntemleri gösterilmiyor mu okullarda?
Gösterildiğini hiç sanmıyorum.
* * *
Köyceğiz'de bir hafta boyunca gece gündüz yağan yağmurlar nihayet durdu ve masmavi bir gökyüzüyle, özlemeye başladığım güneş; süpürüp götürdü kasvetli bir ağırlığı.
* * *
Türkiye'nin sorunlarını unutmak ve unutmamak...
Unutmak istediğinizde, şöyle çıkıverin Köyceğiz'in çarşısına.
Saçakları sokağa doğru naylondan, -bir çeşit branda benzeri- tentelerle uzatılmış irili ufaklı dükkânlar, lokantalar, marketçikler, lokaller...
* * *
Sadece güveçte kuru fasulye ile pilav ve çeşit çeşit pizzamsı pide servisleri yapan bir lokantada; 2 kişilik bir yemek 4 YTL.
Bizim Köfteci Mehmet'le eşinin, mis gibi dumanlarını yaydığı küçümen, "cızbız köfte-piyaz" lokantası da aynı çarşının başında; haftada 2, yahut 3 kez de sarmısaklı-yoğurtlu mantı servisi var orada.
* * *
Türkiye'nin sorunlarını unutmamaya gelince...
Sabahları saat daha 7 olmadan, zaten her biri TV ekranlarından uzatmaya başlıyor tırnaklarını.
Ancak o sorunların nedenleri, en az 100 yıllık bir geçmişin içinde ve kimse de o nedenleri eşelemeyi pek yeğlemiyor.
Yeğlense, geçinmek için "sabah git-akşam dön" çilesinin, gizli zembereği de çıkardı ortaya.
* * *
1- Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"; "kamu görevlileri" değil de, "devlet"in kendisi sayıldığında...
* * *
2- Hamasi edebiyatın, ilk kez hangi dönemde ve hangi etkilerin altında başladığı; öğrencilerin belleğine yerleştirilmediğinde ve ağzı emzikli üniforma giydirilmiş küçücük bir çocuğun bir eline bir balon, öteki eline bir Türk bayrağı verildiğinde...
Ve kendisine:
- Hangisini en çok seviyorsun, diye sorulduğunda...
Çocuk da, bayrağını kaldırdığında...
TV ekranlarına yansıtılan böyle bir gösteri de, "Türke Türk propagandası yapmak"ta kullanıldığında...
* * *
3- Son 100 yılda, "siyasal suçlarla, suçlamalara neden olan gerekçeler"in grafiği de ortaya çıkarılmadığında...
* * *
Avrupa Birliği üyesi oluncaya dek, çalkantıları artacak bir dönem sürer gider; milyonlarca çocuğun ziyan zebil olması da, milyonlarca insanın kahır çekmesi de...
* * *
"Ölmenin öldürmenin" ağır bastığı ülkelere şöyle bir baktığımızda; "yönetim saltanatının doruğu"nu ele geçirme kavgalarında, genç cesetlerin merdiven yapıldığını görüyoruz.
Oysa 21. yüzyıl; yerel "yönetim saltanatı"nın yerini, evrensel "üretim saltanatı"na bırakmasının hızlanacağı bir yüzyıl...
* * *
Böylesi bir değişimi de, en iyi algılayıp değerlendiren sivil toplum örgütü, TÜSiAD...
TÜSiAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, politik dırdırları çok aşan bir rotayla gösteriyor hedefi:
- Kızsak da caymayız AB üyeliğinden.
TÜSiAD Yüksek istişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç da, evrensel ufukları gösteren bir terastan bakıyor ekonomik fokurtulara...
* * *
"Uzay çağı", gövdesel enerjiye dayalı "işçi sınıfı"nın, "bürokratik lagarlıkla monotonluğu"nun ve -Can Dündar'ın deyimiyle- "hukuksuz devlet"in, tarihe gömüleceği ve onların yerlerini "bilgi toplumu" ile "burjuva enternasyonalizmi"nin alacağı bir çağ...
* * *
"Değişim"i anlamak, yahut anlamamak...
Bu arada şayet Türkiye'nin sorunlarını unutmak istiyorsanız...
Yanıtları sürprizli bulmacalar yaratmakla uğraşın.
Örneğin:
- Çölde kalmış bir keçi ne yapar, gibi...
Kimi yanıt:
- Meler, olacaktır.
Kimi yanıt da:
- Kaçmaya çalışır.
* * *
Oysa gerçek yanıt şudur:
- Gölge yapar.
* * *
Buzlanmış beyinler korosunun dışına çıkanlar hiç karartmasınlar enseyi; "gelişmiş"lik de o koronun dışında, "çağdaşlık" da...
* * *
Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri" ise, o koronun içinde, assolist olma cabası peşinde...
Buralardan yetişmiş evrensel değerlerin bile farkında değiller mübarekler.
* * *
"Yaşasın! Kim yaşasın? Ömrü olan, şak şak şak!
içerdeki siyasal kutuplaşmalarda taraflar kendi propagandalarına yeni davullar ekleyerek gümbürdetedursun; Dalaman - Muğla arasındaki otoyolun üstünde bahçelerden derlenerek, basamaklı portatif sehpaların üstünde sıram sıram sergilenen portakalların, mandalinaların, limonların görüntüleri o kadar da gözalıcı ki...
* * *
Uzaklara doğru dağılıp gitmiş iki katlı bakımlı evler, apartmanlar, villalar ve yanyana dizilmiş kibrit kutularına benzeyen garip siteler...
Kimbilir kimler oturuyor oralarda ve kimbilir ne tür işlerle uğraşıyorlar?
* * *
Yaprakları dökülmüş dimdik kavak ağaçlarına, çam ormanlarına, narenciye bahçelerine bakarken ve sarının her türlü tonundan köklerinin çevresine yaprak halılar döşenmiş çınarlara doğru gönlümün kolları uzanırken; akla gelmedik konularla da misket oynayarak, binbir değişik "yazı"nın valsi içinde dönüyorum.
* * *
Neden bu yörelerdeki lokantalarda omlet servisi yaygın değil; oysa peynirlisi de, mantarlısı da, sosis dilimlisi de ne kadar lezzetli olur.
Omlet yaygın değil, piyano da yaygın değil.
Otomobil, motosiklet, traktör, ufarak otel ve tenis kortları epey yaygın. Bir de yeni yapılmış camiler yaygın.
* * *
II. Mahmut döneminde de az yenilik yapılmamıştı; Yeniçeri ocağı, "Vak'a-i Hayriye - Hayırlı Vak'a" damgalamasıyla kaldırılmış, yerine Almanya'nın ünlü komutanı Molteke'nin de denetiminde, "Asakir-i Mansure-i Muhammediye" kurulmuştu. Resmi bürolara ilk kez II. Mahmut'un resimleri asılmaya; Morning Herald adlı ingiliz gazetesinin istanbul'daki muhabiri William Churchill, Türkçe ilk gazete olan "Ceride-i Havadis"i çıkarmaya başlamıştı.
* * *
Cumhuriyetçiler'in tek parti döneminde de bir yığın yenilik yapıldı.
Neden acaba Sandras dağları eteklerindeki irili ufaklı yerleşim merkezlerinde sosisli omletle piyano yaygınlaşmadı?
Bir de kırk yılda bir yetişen evrensel kalitedeki bilimcilerle, yazı ve sanat yıldızları benimsenmedi, onlarla özdeş bir doku örülemedi; tam tersine birçoğunun iflahı kesildi.
* * *
Yoksa ilkel ve kapalı devre bir tarım üretiminden, teknolojiye dayalı bir endüstri üretimine geçilmeden; ters bir rayın üstünde mi çağdaşlaşma çabalarına girişilmişti?
Belki o nedenle de Hazine'den geçinmeli "yönetim saltanatı" da, önüne gelenin gözünü kamaştırmayı sürdürüp gitmişti.
* * *
Ne var ki, bu tür konuları enine boyuna kurcalamak da "cızz" sayılmış ve buzlandırılmış beyinlerle "slogancılık" almış yürümüştü.
* * *
Slogancılığın da matrak tarafları yok değildi.
Uydurmadan yapılmış tahta bir tribünün üstüne, kırmızı harflerle ince beyaz bir banda "Durmayalım düşeriz" diye yazılıp, gergince ve dikine konulması gibi.
* * *
Türkiye'deki çağdaşlaşma çabalarının yanlış bir ray üstüne oturtulup oturtulmamış olduğu sorusu; bazı bilimcilerin de aklına takılmakta.
Neşe Düzel, pazartesi günkü Taraf gazetesinde, Maltepe Üniversitesi öğretim üyesi Cemil Oktay'la, bu tür konularda yaptığı bir röportajı yayımlandı.
* * *
Neşe'nin sorduğu soruların özeti şöyleydi:
- Türkiye'nin görünürde "türban", "Kürt sorunu" gibi dertleri var. Neden Türkiye bu sorunlarını çözemiyor? Toplumun yapısındaki bir özellikten mi kaynaklanıyor bu sorunlar? Yoksa Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet sürecinde modernleşme çabaları yaşayan bu toplum bir değişim sancısı mı yaşıyor? Bir modern - muhafazakâr çatışmasının sonucunda mı bu ülkede sorunlar çözülmeden sürüyor?
* * *
Röportajın metni, sayfayı kaplayan şu başlıkla verilmişti:
"Kemalizm 'sünnet kültürü'dür".
* * *
Cemil Oktay'ın yanıtlarını özetleyen alt başlıkların bir bölümü de şöyleydi:
- Peygamber'in sözlerine, yaşamına islam'da nasıl bakılıyorsa; biz de modernleşme kahramanlarının sözlerine, sünnet muamelesi yapıyoruz. Türkiye laikleşmedi, dünyevileşmedi... Her tepeye bayrak dikmekle; işyerine, eve hoparlör takıp millete ezan dinletmek aynı kalıp. Biz mahalle baskısından değil, sığlıktan, avami değerlere inmekten endişelenmeliyiz.
* * *
Cemil Oktay'ın yanıtları, gerçekten alışılmış ezberlerin dışındaydı.
Ve özetleri şöyle devam ediyordu:
- Türkiye Türklerin değildir. Hazine'nindir. Tapusuz, devlete muhtaç insanlarla demokrasi olmaz.
* * *
- Cumhuriyet, ilk 20 yıl Türkiye'nin yüzde 20'sini yönetti. Ülkenin yüzde 80'ine değerleriyle giremedi.
* * *
- iki burjuvazimiz var. Boğaz ve türban burjuvazisi. ikisi, ciddi bir paylaşım savaşındalar.
* * *
- AKP bazen ilerici. Bazen ise muhafazakâr bile değil. Gayriciddi, cılk bir tavır içinde.
* * *
Özeleştiriye hiç yanaşmayan ve "son 80 yılda resmi araba alımlarıyla bakımlarına kaç yüz milyar dolar harcandığı ile, aynı süre içinde itfaiye teşkilatına ne harcandığı" türü soruları duymazlıktan gelen ve yığınların acısını dillendiren kalemleri de suçlayıp kahretmeye kalkan ortaçağ uzantısı oligarşik bir yapıyla; 21. yüzyılın el sıkışması, çalkantılı bir dönemden geçmeye mahkum gibi...
* * *
2008 yılı aralık ayının son haftasında, flaş haberlerle manşetlerin nasıl olacağını kim öngörebilir ki?
* **
Bizim Köyceğiz'deki küçük bahçede bir tane de portakal ağacı var ve dalları ilk kez tam 66 portakalla donanmış durumda...
O kadar da güzel görünüyorlar ki...
Bundan çeyrek yüzyıl önce, iç ve dış basında gong vuran bir haber dolaşmıştı; bazı zengin Amerikalılar, 100 yıl sonra uyanmak üzere kendilerini dondurtup uyutturuyorlardı.
* * *
Bu haber ne ölçüde ağızdaki bir sakızın balonu gibi, bir üfürük "asparagas"ı; ne ölçüde gerçekti, peşine pek düşülmedi.
* * *
insanoğlu, kendisiyle dikişlenmiş olan sorunların dışındaki en gümbürtülü olayları dahi, en geç 23 gün içinde pörsütüp atıverir unutkanlık çöplüğüne.
Ve insanoğlunun bu özelliği, politikacıların her türlü demagojik akrobasiyi kolayca yapabilmesi için bir tramplendir.
O nedenle de Adnan Menderes, sık sık:
- Hafıza-i beşer, nisyan ile malüldür, derdi.
Demirel ise:
- Dün dündür, bugün bugün...
* * *
Bir de, değil 23 günde; yüzlerce, hatta binlerce yıl unutulamayan deha füzelenmeleri vardır; tıpkı Diojen'in gündüzleri elinde fenerle dolaşarak, gerçek bir "insan" araması gibi...
* * *
işte yine bir bayram günü.
Şimdiye dek yaşadığımız bayramlardan kaçını hatırlıyoruz ki; 3'ünü, bilemediniz 5'ini.
* * *
Vaktiyle yaşlı gazete yazarları dinsel bayramlarda, eski bayramları lâtilokumlaştırırlar ve tatlı tatlı dolaştırırlardı satırlarının içinde.
Bendenizin ise öyle ballandıracağım eski bir bayram albümüm pek yok.
Özellikle de bahçelerde, arsa kıyılarında koyunların boğazlandığı kurban bayramları, bana hiç sevimli gelmez.
Tavuk kesilirken dahi bakamayışımdan herhalde.
* * *
"Bayram" sözcüğünün bende yarattığı çağrışımlar; çocukken Göztepe'deki köşkün ön bahçesinde kesilen kurbanların, kurban kesen komşu köşklere dağıtılması bahçıvanla...
Edirne'de de annemle babam, bayram ziyaretlerine çıkarlar ve gitmeyi hedefledikleri tanıdıkları için de, fısıltılı bir temennide bulunurlardı:
- inşallah evde yokturlar da, bir kart bırakır geçeriz.
* * *
Unutamadığım bir iki "Bayram"dan biri, 1960'lı yıllarda Milliyet'teki, çay-kahve servisi de yapan özel odacımız Bayram...
Sanırım Hasan Pulur'la, Sami Kohen de hatırlarlar onu.
Bir başkası da, Köyceğiz'deki güleç yüzlü teknisyen dostum Bayram.
* * *
Ha evet bir de, dinsel bayram günlerinde tatile giren gazetelerin yerine çıkan Bayram gazetesi vardı.
Ben o Bayram gazetesine de yazı yazmaktan hoşlanırdım.
* * *
Lise yıllarında ise, bayram tatillerinde de gece yatısı okulunda kaldığımdan; ya uzun yürüyüşlere çıkar, ya peşpeşe sinemalara giderdim.
Ve hayalimdeki sevgiliye şiirler yazardım:
Tebrik
Herkes mesut, herkes şen,
Sevinip koşan, gülen...
Anladım bayram gelmiş.
Kimsesizlere meğer.
Bu neşe dolu günler
Bin azaba bedelmiş.
Bari bir kart göndersem,
Dedim, bir dosta da ben.
Çok tereddüt etmeden
ismini yazdı kalem.
Ve şöyle daldım bir an,
Ne geçti ki aklımdan
Buğulandı gözlerim.
Neyse uzadı laflar;
Bayramını kutlar,
Saadetler dilerim.
* * *
Kurban bayramları özünde, çok pahalı olduğu için et yiyemeyen yoksullara, et dağıtma bayramı; yani efendim gerçekte "yoksullar bayramı"...
* * *
Derinliğine incelenmesi gereken sorun ise; 1500 yıldan bu yana, neden islam aleminde "yoksulluk" çilesinin bir türlü azalmadığı ve sürekli kahır cendereleri içinde yaşandığı.
Öldükten sonra cennetmekân olmaya özen gösterildiği kadar; yaşarken de, neden "yoksulluk" bataklığından bir türlü çıkılamadığının bilimsel incelemelerini yapmak gerekmez mi?
Cami vaazlarında, bu tür konulara hiç dokunuluyor mu, bilmiyorum.
Şeffaf ve "kaliteli bir yaşam", "özgür ve eşit doğan" her insanın hakkıdır.
* * *
Şayet 100 yıl sonra uyanmak için, gerçekten kendilerini dondurtup uyutmuş olan kimseler varsa; 2 binli yılların sonuna doğru uyandıklarında, acaba nasıl bir dünya ile karşılaşacaklar?
Ancak bayramdan bayrama bedava et yiyebilmeyi bekleyen yoksullara, yine bugünkü kadar sık rastlanacak mı?
* * *
Bendeniz iyimserimdir, hiç sanmıyorum; yılda silah alımlarına giden 1 trilyon 400 milyar dolar, insanlığın "yoksulluk" belasından kurtulmasına doğru kanalize edildikçe; anlamsız çatışmalar da sona erecektir, "bir lokma - bir hirka" ile yetinmeye çalışmak da...
* * *
Geleneği bozmayalım, bayramınız kutlu olsun.
Bir zamanlar Ankara'da Karpiç lokantasının amerikanbarını hiçbir akşam öksüz bırakmayan yazar - çizer grubunda Akagündüz'le, 60'ına merdiven dayamış olan Nurettin Artam da vardı.
Nurettin Artam'ın, hemen her akşam genellikle 2'yle 3'üncü kadeh arasında, bulunduğu olgunluk basamağını özetleyen bir sözü çarpardı kulaklara:
- Beni artık hiçbir şey şaşırtmıyor ve şaşırtamaz da bu dünyada.
* * *
Köyceğiz'de, ağacının yüksekçe dallarındaki sapsarı vaşington portakallarına bir delik açarak, içini bir güzel bitirip bomboş bırakan hangi yaratıkdı acaba?
* * *
Biz önce kuşlardan şüphelenmiştik.
içi boşaldıktan sonra yere de düşmüş sapsarı yuvarlak portakalları gören Feriştah; çevreyle ilgili yoğun birikimini dillendirerek:
- Bunu, dedi; geceleri ağaçlara tırmanan fareler yapar.
* * *
Farelerin, geceleri ağaçlardaki tatlı vaşington portakallarının içini kemirip yediklerini ne duymuş, ne işitmiştik.
Doğrusu çok şaşırdık.
Şayet Nurettin Artam da sağ ve yanımızda olsaydı; dünyada hiçbir şeyin kendisini şaşırtamayacağı iddiasına rağmen, eminim ki şaşırırdı.
* * *
ilerlemiş yaşlarda dahi "şaşırıp kalma", yakasını bırakmıyor insanın. Tabii 3-5 beylik ezber plağının diskoteği üstüne, beyninin kepenklerini kapatmadıysa...
* * *
"Vurdumduymazlık" ayrı şey; "görüp yaşadıklarından bıkkınlık" ayrı şey; "alışkanlıklarının dışındaki dünyayı algılayamamak" ayrı şey...
* * *
Ve bir de 4'üncü kategori var; demagojilerle pekiştirilen koşullanmaların, hipnozların, megalomanyak övünmemelerin, yosunlaşmış nasırlı çerçevesinden ötelere bakabilenler...
* * *
Fareler, geceleri vaşington portakallarının içini kemirip bitirmeyi sürdüredursun; övünmeyi sevenler de, övünmelerini.
Nasıl olsa genel bir çoğunluk, farelerin böyle bir marifeti de olduğunu fark etmeyecek ve kimse de "yerden alıp gökte yiyenler"e, eski bir Osmanlı mısraını hatırlatmayacak:
Bizim şeyhin kerameti olur menkul kendinden.
"Bizim şeyhin doğa üstü güçlere sahip olduğu iddiası, yine bizim şeyhin kendi iddiası" anlamına...
* * *
Bizim, yine vaktiyle "atasözü" gibi, sık sık tekrarlanan başka bir Osmanlı beyti de; tam takvimin bugünkü -yani 21 Aralık- gecesiyle dudak dudağa gelmekte.
Çünkü bu gece, yılın en uzun gecesi ve gündüz de, en kısa gündüzü.
Osmanlı beyti ise şöyle:
Şeb-i yeldayı müneccim (gökbilimci) ile muvakkıt (takvim düzenleyici) ne bilir
Müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat
* * *
Köyceğiz'de sabahları ancak saat 7'yi geçe yavaşça ağarmaya başlıyor gök, Sandıras dağlarının arkasından.
Güneş ise çok daha nazlı arz-ı endam ediyor ve ancak saat 9'a doğru saltanatının ihtişamı içine alıyor ortalığı.
* * *
Akşam ise, önce saat 15.30'da hissedilmeye başlayan bir serinlikle duyurmaya koyuluyor gelmekte olduğunu.
Saat 16.30'da ise, güneş sadece yamaçlarda ışıklı adacıklar çiziyor ve gölgeler de uzadıkça uzuyor.
* * *
23 Aralık'tan sonra yine uzamaya başlayacak günler. Gecelerin uzunluğuyla yarışa yarışa, 21 Mart'ta egale edecek gecelerin uzunluğunu ve geceler kısalarak gerilerde kalacak.
* * *
Hazır yeni bir Anayasa çalışması var; en uzun günün yaşanacağı 21 Haziran'dan sonra, günlerin kısalmasını engelleyecek temel bir madde konamaz mı Anayasa'nın başına?
Şöyle ki:
"Günlerin kısalması; devletin de, cumhuriyetin de, demokrasinin de, toplumun da, gereksinme duyduğu aydınlığa ters düştüğünden durdurulmuş ve yasaklanmıştır"
* * *
Doğanın yasaları, insanların yaptığı yasaları iplemez görünse de; büyüklerimizin sözlerine inanmak gerekir:
"Milletimizin gücü, her zorluğun üstesinden gelmeye yeterlidir".
Var mı daha ötesi?
* * *
Şaka bir yana...
Doğanın yasaları ve insanların yaptığı yasalar...
Uçakların uçması da; cep telefonlarıyla çekilen fotoğrafların, bir anda en uzak yerlere gönderilmesi de; binlerce kilometre uzaklarda olup bitenlerin TV ekranlarından izlenebilmesi de; doğa yasalarının fizik bilimcileri tarafından saptanıp, insanlığın hizmetine sunulması sayesinde...
* * *
Teknoloji geliştikçe; doğa yasalarıyla iNSAN hayatı da bir saç örgüsüne dönüşmekte.
Örneğin Köyceğiz'in yakın tarihine bir bakın.
Daha 40 yıl önce motorlu taşıtların giremedikleri bataklıklarda bugün oturmakta olanlar arasında; sabah Londra'ya gidip, akşama dönenler var.
* * *
Alt tarafı insanoğlu da, doğanın bir parçası. Resmi söylemler ve sloganlarla ne kadar hipnotize edilirse edilsin; "yönetim saltanatı", doğa yasalarıyla çok daha hızlı buluşan "üretim saltanatı"na gereken bir vitesle dönüşmedikçe; toplumsal çalkantılar, toplumsal çalkantıları tetikler gider.
* * *
Nurettin Artam, sağ olsaydı da, siyasal çatışmalara şaşmasaydı bile; farelerin vaşington portakallarının içini kemirip boşaltma tutkusuna muhakkak ki şaşardı.
* * *
Şaşmak, şaşmamak...
Evrensel değerlerimizi, kıra döke hurdahaş etmeye kendimiz şaşmayınca; dünya da bize şaşmaz mı?
Havanda su dövmeyi aşırı uzatınca, sular da havandan taşmaz mı?
Bendeniz ispanya'daki boğa güreşlerini izlemeye hiç gitmedim; ancak söylenen o ki, izlemeye giden turistler "matador"u değil, "boğa"yı tutarlarmış.
Bir boğa güreşi düşünün ki, arenaya salıverilen boğayı; önce ellerindeki kırmızı özel örtülerle, bir uçtan bir uca koştura koştura "toreodor"lar iyice yoruyor.
* * *
Arkasından ellerinde özel mızraklarla, atlar üstünde "pikador"lar çıkıyor arenaya; bir boynuz darbesine uğramaması için de, atların ayak ve göğüsleri samanlarla zırhlanmış durumda.
Ve "pikador"lar, usta manevralarla azgın boğaya yaklaşıp yaklaşıp, ense köküne mıhlıyorlar mızraklarını.
* * *
En sonunda da elinde kılıcı ve kırmızı örtüsüyle, "matador" çıkıyor arenaya ve boğanın alnına kılıcını saplamak için, çeşitli kıvraklıklar ve hamleler gösteriyor.
* * *
Genellikle de güreşin sonunda, tek başına olan boğacık, sırtına saplanmış mızraklar ve alnına girip çıkan kılıçla yere yıkılıp ölüyor.
Kırk yılda bir de, bir boynuz darbesiyle, havalandırıyor "matador"u.
* * *
Hiç de eşit koşullarda olmayan bir "boğa güreşi"nde, turistlerin "boğa"yı tutmaları çok da anlamsız değil.
* * *
Köyceğiz'de de, Kurban Bayramı'nın ilk gününden sergilenen görüntüleri TV ekranlarında izlerken; amatör kasaplığa soyunmuş vatandaşların elinden kaçıveren bazı kurbanlık boğaların da; önüne geleni çifteleye boynuzlaya, ortalığı nasıl yoğurtsuz bir cacığa çevirdiğini gülerek gördüm.
Hele istanbul'da Topkapı'da E-5'e giren bir boğa, trafiği de allakbullak etmişti.
* * *
Öteki dünyada, "kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat köprüsünü" de geçerek, cennetmekân olmayı hak etme çabasındaki amatör kasaplar ise, bayramın ilk gününde epey fire vermişlerdi.
1852'si, kurban keseceğim derken, kendisini kesip yaralamış ve aralarından bazıları da hastanelik olmuştu; 1 tanesi de kalp krizi geçirip ölmüştü.
* * *
Kurban Bayramı'yla ortaya çıkan -azıcık ilkel, azıcık vahşi- görüntülerden anlaşılmasa bile; ülkemiz, parlak bir geleceğe adaydı.
Her ne kadar bu kışın yağan karlarında da, 1000 köyün yolu yine kapanmış olsa...
Emekli bir büyükelçinin deyimiyle, halkımız zaten alışıktı eziyet çekerek yaşamaya.
* * *
O kadar önemi yoktu, her kış birçok köy yolunun kapanmasıyla; 8.5 milyon engelli vatandaşın bulunmasının ve trafik kazalarında, günde ortalama 12 kişinin ölmesinin.
Nasıl olsa "bir Türk cihana bedeldi".
* * *
Bayramın göze çarpan özelliklerinden biri de; siyasal parti liderlerinin, siyasete atılmadan önce cılızca olan cüzdanlarını, nutuk söyleye söyleye epey semirtmiş olmalarına karşın; tümden imana gelmeleri ve hepsinin de, camilere giderek bayram namazı kılmayı ıskalamamış olmalarıydı.
* * *
Sayıları gün günden artan ve aileleriyle birlikte 10 milyonluk bir kesimi oluşturan siyasetçilerimiz; bir fırsatını bulsalardı da, Portekiz'in kuzeyinde Lima ırmağı üstündeki "Ponte de Lima" köyüne bir uğrasalardı.
Opera binası, tiyatro binası ve eski yüzyıllardan kalma kitaplığıyla, çok değişik bir köy görmüş olurlardı.
* * *
Ayrıca 1600 yıl önce yapılmış upuzun bir Roma köprüsünün, günümüzün trafiğine göre nasıl değerlendirilmiş olduğunu da görür ve mühendis Eiffel'in, yine upuzun demir köprüsüne bir:
- Merhaba, derlerdi.
Yahut:
- Ne olmuş yani, biz de Viyana kapılarına kadar gitmedik mi, derlerdi.
* * *
"Onlar - biz" ayrımıyla, "Biz bize benzeriz" saptamasının kalın çerçevesi hiç mi aşılamadı, hiç mi aşılamıyor?
Pek öyle değil galiba.
* * *
Sevgili Şafak Barış, Portekiz'de sık rastlanan bir kapı tokmağı hediye etti bize.
Demirden bir el, demirden küçük bir top tutuyor ve o demir elin tuttuğu topla birkaç kez vurularak çalınıyor kapılar.
Şafak'ın Portekiz markalı hediyesi, şimdi Köyceğiz'deki evin kapısında.
* * *
Ama bendenizi asıl şaşırtan, demir bir top tutan zarif elli kapı tokmağının; 1932-33 yıllarında oturduğumuz Edirne'de, Vilayet Konağı karşısındaki evin beyaz kapısının üstünde de bulunmasıydı.
* * *
iberik yarımadasındaki evlerde yaygın olan kapı tokmakları, nasıl olmuştu da Edirne'deki kapıların üstüne kadar gelmişti?
Sanırım 1492 yılında ispanya Kralı Ferdinand ile eşi Kraliçe Katolik izabel, Yahudileri ispanya dışına sürünce; Padişah II. Beyazıt döneminde, Yahudilerle birlikte gelmişti Edirne'ye.
* * *
Osmanoğulları'nın, değişik inançlardaki azınlıklara, büyük bir hoşgörü gösterdiklerine örnek olarak; sürekli II. Beyazıt'ın, ispanya'dan kovulan Yahudileri, "Memalik-i Osmani"ye kabulü gösterilir.
* * *
II. Wilhelm döneminde, Orta Asya'ya açılmak isteyen Almanya'nın; ittihatçılar aracılığıyla, pompalayıp durduğu keskin bir ırkçılık sonucu, eski Osmanlı azınlıklarının başlarına neler geldiğinden pek söz edilmez.
* * *
"Tabular, dogmalar, resmi tarihler, sansürler"le, daha okuldayken beyinleri dondurulmuş kuşakların; gele gele nereye gelebildikleri de, yaşadığımız bayram günlerinde yansıyıp durmakta TV ekranlarına.
* * *
Mithat Cemal'in, vaktiyle okullarda da ezberletilen bir manzumesinin son mısraları, adeta ulu demokrasimizin bir kartviziti gibi:
Sen istersen asrını hiç anlamamış de;
Ben böyleyim işte!
* * *
Enseyi karartmayın.
Nasıl olsa bugünkü depremli görüntüler, bir istanbul depremi de yaşandıktan sonra; "onlar geçmişte kaldı" olacak...
Fena mı?
* * *
Hadi bir de bir kafiye oturtalım bu küçücük soruya:
istatistikleri asla yapılamayan riyakârlıkların baş marifeti de, "zina" mı?
2 haftalık Köyceğiz günleri yine gerilerde kaldı. Gerilerde kaldı, gerilerde kaldı da; "gerilerde kaldı", nerede kaldı demek?
Sanırım, NASA'nın şubat ayında Mars gezegenine çarpacağını tahmin ettiği "meteor-göktaşı"nın geçtiği boşlukta kaldı demek.
* * *
Dalaman Havalimanı'nın kontrol kapılarından geçerken; kamu görevlilerini titizlikten, aşırı bir gayretkeşliğe doğru zorlamamak için; paltoyu, ceketi, kasketi çıkarıp, bir tomar gazeteyi de koltuğumuzun altına alarak, elimizden düşürmeden zaptetmeye çalışıyor; öteki elimizde tuttuğumuz bilgisayar da, röntgen ışınlarıyla denetim yapan kapalı mekanizmanın yürüyen bandı üstüne koyma sırasını bekliyoruz.
* * *
O sırada kimsenin, ne Kâbe'de toplanmış 4 milyon Müslüman'ın toplam kaç yüz bin dolar harcamış olduğuyla ilgilendiği var, ne de istanbul Şehir Tiyatroları'nın oyuncu alma ihalesiyle.
* * *
Uçak pistte hızlanmaya başlıyor, hızlanıyor, hızlanıyor ve birden göklere doğru dikiliveriyor.
Nedense aklıma 1271 yılında daha 16 yaşındayken, tüm Asya'yı geçerek Uzakdoğu'ya giden Venedikli gezgin ve maceracı Marco Polo geliyor; sonra da henüz daha matbaa icat edilmeden yazmış olduğu, "Dünya'nın Muhteşem Güzellikleri" kitabı.
* * *
Marco Polo'nun 800 yıl önce yazdığı kitap, 1985'te Türkçe'ye de "Marco Polo'nun Geziler Kitabı" adıyla çevrildi.
1000 tane satmış mıdır, bilmiyorum.
- Keşke, diyorum; Marco Polo da şu sırada yanımızda olsaydı.
* * *
Uçakta gazeteleri okumaya yumulunca da, Doğan Hızlan'ın yüreğine doğru uzanmış zehirli makas dikiliyor karşıma.
Doğduğu günün yıldönümünde, aynı gün ömür takviminin son yaprağı da koptuğu için yitiverdiği anneciği...
* * *
O zehirli makasa karşı ne söylenebilir ki?
Alfred de Vigny de, yazdığı "Chatterton" piyesiyle Paris'in alkıştan yıkıldığı bir dönemde; hem annesini kaybetmiş, hem de çılgıncasına aşık olduğu ünlü sahne sanatçısı Marie Dorval'ı, başka bir erkeğin kollarına bırakmak durumunda kalmıştı.
* * *
O acılarla yazdığı "Kurdun Ölümü" şiirinde şöyle diyordu:
"Sessizliktedir tek yücelik, gerisi tüm cılızlık"
Acıları sessizce gömmek yüreğine; o zehirli makasa karşı.
* * *
Hayatın akışı içinde o zehirli makasla acıları ve siyasetçi görüntüleri.
Bir yanda, salt "itaatkâr bir militan" yetiştirmeye göre düzenlenmiş bir eğitim düzeni; bir yanda 1933-34'lerin Akşam gazetesinde tefrika da edilmiş olan, Esat Mahmut Karakurt'un romanı "Dağları Bekleyen Kız".
* * *
Esat Mahmut'un kitabındaki kız, neyi bekliyordu ki dağlarda?
Ve sözde bir diploma almış gençler, nasıl sağlayacaklardı geçimlerini hayatlarında?
* * *
Göztepe'ye geldiğimizde, çatının altındaki odanın tavanında beyaz sıvaların bir bölümü, yağmurlarla rutubetlenmiş ve hem kitapların, hem masanın, hem parkenin üstüne dökülmüştü.
Alt kattaki servis tuvaletinin de, lambası sağlam olduğu halde yanmıyordu; elektrik tellerinde bir sakatlık olmuştu.
* * *
Kızım Zeynep Bakan ise, onca uğraşı arasında; pilavla kuzu tandır ve çorba pişirerek, enfes bir yassıkadayıfı ile birlikte bırakmıştı mutfağa...
* * *
Hayatını kazanma konusunda, mesleki hiçbir pencere açmayan eğitim düzeni çemberinde; "kimya dersleri" de vardı.
Ve kimya derslerinde damıtılmış suyun tanımı, "renksiz, tatsız, kokusuz" olarak yapılıyordu.
Ne var ki böyle bir tanımlamayı ezberlemenin, hiçbir yararı dokunmuyordu lağım sularının karıştığı, içme sularını arıtmaya.
* * *
Sağken gerçekleştirilemese de; öldükten sonra -ilk otomobili üretip piyasaya süren Henry Ford düzeyinde- yaşama umudu vardı.
Ancak o umut da; bazı yatırımlarla daha çok sigortalanıyordu; Hacca gitmek gibi...
* * *
Bayram tatilinde 6 bin kişi de, her tarafın karlarla örtülmüş olduğu Prag'a gitmişti. Daha kimbilir kimler de, kimbilir nerelere gitmişti?
* * *
Derya Sazak ise dünkü yazısının sonunda, Avrupa insan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye'yi mahkûm ettiği yüz milyonlarca liralık tazminatı, kimleri ödediğini soruyordu.
* * *
Köyceğiz'de de kimsecikler böyle bir sorunun yanıtını bilmiyordu; tıpkı 4 bin savcı ve yargıç eksiğimizin bulunduğunu da bilmedikleri gibi.
* * *
Vaktiyle ters bir rayda gidilmekte olduğunu söylemeye kalkanların iflahı kesilmiş olsa da; kör bir hatta gidildiği ortaya çıktığında, yön değiştirme olanağı ne kadar vardır acaba?
* * *
Bendeniz de bu sorunun yanıtını bilmiyorum.
Bildiğim, Marco Polo'nun hayatını gerçekten merak edenlerin; hiçbir zaman ensesinin kararmayacağı...
Henüz belli olmuyor ama, günler 35 saniye uzadı. Gitgide daha da hızlı uzamaya başlayacak.
Siyasal analizlerin kapsamadığı konulardandır günlerin uzaması da, kısalması da.
Tıpkı Hazine'den geçinmeli kesimin, "milli çıkarlar" gerekçesiyle -silah alımları örneği- yaptığı harcamaların; toplam volüm olarak kaç milyar dolar tuttuğunun pas geçilmesi gibi...
* * *
Hangi girişimlerin, "astarının yüzünden pahalıya mal olduğu"nu, şimdiye dek kimsecikler öğrenemedi.
Tek öğrenebildiği şey, elektrikle doğal gaza yapılacak zam.
* * *
1 yıl içinde yine kimbilir kaç milyon insan toprak oldu, kimbilir kaç milyon bebek doğdu ve kimbilir kaç milyon insan çektiği kahırların çilelerine dolandı?
* * *
Siyasal analizlerin kapsamadığı, "sokaktaki vatandaş"lara ait albümlerdir onlar.
Yani efendim eski deyimle "teb'a'nın, kul yığınları'nın, itaatkâr olması gereken kitlelerin"...
* * *
Yılların son günlerinde bir gevşeklik kaplar özellikle bürokratik hayatı.
Hali vakti yerinde olan hanımlar ise, "yılbaşı" gecesinde yapacakları kutlamanın zevkli telaşıyla, alışveriş peşindedirler.
* * *
Her ne kadar "biz ve onlar" ayrımının dışına çıkılamadıysa da; Noel'in sembolü olan süslü püslü ışıklı çam ağaçları, büyük kentlerin mağazalarında yaygınlaşmada.
Kahvelerin "Cafe", bakkal dükkânlarının "market" olması gibi.
* * *
Avrupa'nın en büyük 10-15 metrelik Noel çamı ise, Porto'da, belediye binasının önüne dikildi.
Dikilecek ağacın çalışmaları 3 ay öncesinden, birbirine geçmeli, binbir demirden boruyla kurulup, örümcek ağı gibi yükseltilen iskelelerle başlamıştı.
* * *
Köylü ağırlıklı toplumlarda burjuvalaşma süreçleri, dış esintilerin tohumlarıyla tomurcuklanır.
Bunun en belirgin göstergesi de; sıklaşan çiçekçi dükkânlarıyla, mağazalarda satılmaya başlayan çeşitli kedi-köpek mamalarıdır...
* * *
Bendenizin çocukluğunda, ne çiçekçi dükkânı vardı Göztepe'de, ne de kedi-köpek mamasının satıldığı.
* * *
Genellikle dini bayramların arifesinde, bendenize de, yeni giysilerle ayakkabılar alınırdı.
Ama her zaman yeni alınan ceketlerin koları, ellerimi kapatacak kadar uzun olurdu.
Annem:
- Nasıl olsa büyüyecek, diye; 1-2 boy büyük alırdı giysilerimi.
* * *
Havalimanları büyüklüğünde; alt katları da, üst katları da sıra sıra çeşitli mağazalarla, kafeteryalarla dolu süpermarketlere; yeni yürümeye başlamış bebekleriyle gelen anneler de var.
* * *
Oradan oraya koşmaya çalışan bebekler, minicik parmaklarıyla hoşlandıkları şeyleri gösteriyorlar; çoğu oyuncak.
Bir tanesi de, oyuncak bir çocuk otomobiline doğru gitmeye çalışıyor:
- Ih, ıh, ıh diyerek...
* * *
Geçen hafta Dalaman'da, uçağa binilecek körüğün içinde yürürken; annesinin kucağında, yüzü arkaya dönük, henüz 1 dişi çıkmış bir bebek, gözlerini kırpmadan bize bakıyordu.
Solmaz, başını sağa sola eğerek kendisine "cöö" yaptıkça, gülücükler de yapıyordu.
* * *
Bebeklerin siyasal analizlerden; nutukçu övünmeleriyle, ağız dalaşlarından ve "ölmelerden, öldürmelerden" habersiz olan o bakışları...
* * *
Acaba Milano'da doğsalar kaderleri ne olurdu, Iğdır'ın bir köyünde doğsalar ne olurdu, Tanzanya'da doğsalar ne olurdu?
* * *
"Yer" küresinin şurasında, yahut burasında doğmak, neden bu kadar fark yaratıyor ki insan yaşamlarında?
"Yönetim saltanatı"na düşkün siyasetçilerin, hiç mi rolü yok bunda?
* * *
30 yıl kadar önce bizim "Islıkçı" piyesinde başrolü oynayan Savaş Dinçel, eve telefon etmiş:
- Nasılsın ağabey, ne yapıyorsun, diye sormuştu.
Ben de:
- Deniz dibi itfaiyeciliği yapıyorum, demiştim.
* * *
Kalamış'ın serinleşerek üşütmeye başlayan akşamlarında sokaklarda piyango bileti satma çabasındaki, Kars'tan göç etmiş bir orta yaş adamı:
- Amca sen de alsana bir tane, diyordu.
* * *
Kendisiyle ayak üstü ahbaplığı uzattım. Vaktiyle Kars'ta hayvancılıkla geçinmeye çalışıyormuş, yürümemiş.
Bir arkadaşıyla Kürtçe konuştuğu için de kendisine kızanlar oluyormuş.
Kars'ta tiyatro olup olmadığını sorduğumda; "tiyatro"nun ne demek olduğunu pek bilmediğini, hiç gitmemiş olduğunu söyledi.
* * *
Hoş, Köyceğiz'deki birçok dost da; Köyceğiz Gölü'nün öteki yakasından görünen "Ölemez Dağı"nda; 2300 yıl öncesinin 5 bin kişilik bir "tiyatro anfisi" kalıntıları bulunduğunu bilmiyordu.
* * *
Savaş Dinçel'in vaktiyle yaptığı, "denizaltı itfaiyecisi" karikatürü ise; bitmiş yılları da, bitmekte olan yılı da, bitecek olan yılları da "bilim, sanat ve yazı adamları" açısından, büyük oranda özetliyor gibiydi.
* * *
Kalkınmasına kalkınıyorduk ama, bilmiyorum ne kadar gelişiyorduk?
Cihangir'deki bir kış gecesinde sokaktan bir ses yükseldi: - Bozaaa...
* * *
Henüz "yılbaşılar"ını, kent meydanlarında kutlamanın da başlamamış olduğu yıllarda; kış gecelerinin sokaklardan yükselen geleneksel bir sesi gibiydi:
- Bozaaa...
* * *
Cihangir'deki kış gecesinde sesini duyduğum bozacı, kimbilir nereliydi?
Kimbilir nasıl bir yaşam serüveninden geçerek gelmişti istanbul'a ve geceleri de sokaklarda boza satıcısı olmuştu?
Ve kimbilir ayda kaç parayla geçinmeye çalışıyordu?
* * *
Bir de Köyceğiz'in, sıcak yaz günlerinde "yayla"sı olarak değerlendirilen; 1.300 m yüksekliğinde, kayaların arasından şakır şakır suların aktığı, çam ormanları içinde bir "Ağla" köyü vardı.
* * *
"Ağla" köyünde de, Mathias adlı bir Alman öğretmenin; "Siyah Şapkalı Kadın" adıyla ünlü eşi Kıymet hanımla birlikte işlettiği, turistlerin de uğrağı olan lüks bir lokantası vardı.
* * *
Cihangir gecelerindeki bozacı ve Alman öğretmen Mathias; gelip geçen aynı "yılbaşılar"ın çocuklarıydı.
* * *
Birincisi, birbirine yan gözle bakan aynalar gibi; "dinsellik, cinsellik, sefilsel'lik, bilimsellik" depremlerinin ırgaladığı öfkeli bir istanbul'da; 2008 yılbaşını, kent meydanlarında kutlamanın sakıncalı görüldüğü bir dönemi yaşıyor ve 1 yıl sonra dahi ne durumda olacağını bilemiyordu.
* * *
ikincisi ise, 2 Dünya savaşında en büyük yenilgilere uğramış, başkenti Berlin bile, örülen duvarlarla bir süre 2'ye ayrılmış bir ülkenin çocuğuydu.
* * *
Ama Mathias'ın ne geleceğinden kaygısı vardı; ne de ülkesinde, ateş topuna dönmüş öfke kutuplaşmaları yüzünden kent meydanlarında yılbaşı şenliklerinin sakıncalı görüleceğinden.
* * *
Sadece bendenizin ömrü içinde 3 kez bayrağı değişmişti Almanya'nın.
Almanya'yı, geçtiği bütün akıl almaz belalara rağmen Almanya yapan gizli zemberek neydi?
1901'den bu yana çeşitli dallarda aldığı Nobel ödüllerinin 49'u bulmuş olması mıydı?
* * *
Sanatın ve bilimin doruklarındaki evrensel değerler; yerel siyasetçilerin, topuzu kaçan kantarlarına bambaşka bir ağırlık koyuyor ve çağlara öncülük yapan projektörlerini sönükleştirmiyorlardı.
* * *
Dünkü Vatan gazetesinin majiskül harfli manşeti şöyleydi:
"YARGITAY iSYANDA
Sanıkları kurtaran 'zaman aşımı' kararına eski daire başkanı Güngör'den tepki: 5 yıl önce Yargıtay'a yılda 100 bin dava dosyası gelirdi, şimdi 400 bini buldu"
* * *
Siyasal analizlerde üstünde durulması bile, Adalet Bakanlığı'nın bütçeden aldığı pay, daha yeni yüzde 1'e çıkarılmıştı ve 4000 savcıyla yargıç eksiği vardı.
* * *
Dünkü Radikal gazetesinin 1'inci sayfasında da, zebani tırnaklı bir başka haber başlığı şöyleydi:
"13 milyon yoksul var
539 bin kişi aç,
13 milyon kişi yoksul,
ücretliler fakirleşiyor..."
* * *
Yılın bitimine 4 gün kala, saçma sapan koşullanmalar ve öfke kutuplaşmalarıyla enseyi karartmak istemeyenler; biraz eğlenmek için Yunanistan'daki 2700 yıl önce yapılmış olan Delfi Tapınağı'nın, tarihsel grafiğine şöyle bir göz atsınlar.
* * *
Çok tanrılı dönemlerde gökler tanrısı Zeus'un oğlu olan ve hem çobanların, hem de güzelliklerle sanatçıların tanrısı sayılan Apollon'un, tapınağı olarak yapılmıştı Delfi Tapınağı.
* * *
Delfi Tapınağı'nın içinde bir de ortası delik bir "göbek taşı" vardı.
"Göbek taşı"nın ortasındaki delik, Dünya'nın merkezi sayılıyordu.
* * *
O tapınak, binbir saldırıyla, kimlerin egemenliği altına girmedi ki?..
Sonunda da eski ihtişamını yitirip, sönükleşti külüştürleşti.
* * *
140 yıl önce arkeologlar, Delfi Tapınağı'nın kalıntılarını gün yüzüne çıkarmaya başladıklarında; bir de neyi saptadılar biliyor musunuz?
Tapınağın külliyesi içinde muhteşem bir tiyatro bulunduğunu.
* * *
369 gün sonra 2009 yılının nasıl kutlanacağı dahi öngörülemezken; "onlar - biz" ayrımının ne zaman aşılacağı, ne zamana kadar da aşılamayacağı elbet kestirilemez.
Ne var ki Delfi Tapınağı'nın tarihsel grafiğine bir göz atıldığında, Washington'daki Beyaz Saray'ın da, 2700 yıl sonraki durumu gülümseyerek geçirilebilir hayallerden.
* * *
Yunus Emre ne demiş:
O da yalan bu da yalan
Var biraz da sen oyalan
Değer mi enseyi karartmaya?
* * *
Keşke Cihangir'deki sokak bozacısının büyükannesiyle büyükbabası da; Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri" kadar "adam yerine" konabilseler ve kolkola gidebilmiş olsalardı bir tiyatroya...
O zaman ne torunları sokak bozacısı bir göçmen olurdu, ne de Taksim Meydanı'nda yeni yılı kutlamak sakıncalı...
Meteoroloji uzmanlarının her gün "hava durumu"yla ilgili açıklamaları; TV ekranlarına, her kentte ve yörede havanın nasıl olacağını gösteren listelerle yansıdığında...
Ve istanbul'un da yanına termometreden koparılmış "3" sayısıyla, "kar ve buzlanma beklendiği" notu eklendiğinde...
Bendenizin içini sanal bir üşüme kaplıyor sanki.
***
insanın kendi iç benliğinde, sanal bir sıcaklığın formülünü bulması da kolay değil.
En uzunu bile 32 gün kadar olan insan ömrünün, görünmeyen çemberini aşarak; salt "meraka özgü" bir kanatlanmayla, yüzlerce yıllık bir geçmişe doğru uçmak, sonra da gelecekteki yüzlerce yıla doğru şöyle azıcık bakınmak...
***
Varsın Türkiye'nin meteorolojik haritasında "3" sayısı, yapışık dursun istanbul'un üstünde ve pencerelerden bir kar yağışı, -kapkaççılığa özenmişçesine-, bir görünüp bir kaybolsun.
***
Her ne kadar Descartes:
- Düşünüyorum, demek ki varım; demişse de...
Bizdeki bir halk deyimi, burnunu fiskeler Descartes'ın:
- Düşün düşün, boktur işin...
***
"Düşünmek" de, neyi düşünmek?
Çoluk çocuğun nafakasını mı, kireçleri dökülen tavanı mı, sigara yasağıyla ilgili yasa tasarısını mı; yoksa repertuvarlar dışı bir bahçeyi, ismail Habip'in kitaplarını mı?
***
Sanal bir ısınma için galiba en iyisi sonuncusu.
150 yıl kadar önce Ziya Paşa, siyasal iktidarın çöreklendiği "Babıâli" için şöyle yazıyordu:
Bulundum ben dahi darüşşifay-i Babıâlide
Felatunu beğenmez anda çok divaneler gördüm.
***
Bu beyit bugün de tazeliğini korumuyor mu?
Hadi biraz kolunu paçasını kıvırtarak, bir kez daha tekrarlayalım aynı beyti:
Bulunanlar bilirler her derde deva Meclis'te;
Platon'a falan boş veren ne divaneler vardır orda.
***
Bir başka beyit:
Hüner iş bilmemek, humk-u (ahmaklıkla) cehalet kârdanlıktır;
Dirayet, âciz aldatmak; zarafettir yalan şimdi!
***
işte yine bugün de tekrarlanıp duran o ünlü beyit:
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm;
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm
***
Değişen dönemlerin, değişmeyen sözleriyle şöyle azıcık zıpzıp oynamaya kalkınca, eğlenceli bir ısınma olmuyor mu insanda?
***
"Tek değişmeyen şey, değişimdir" saptaması bilimsel olduğuna göre...
Böylesi sürekli bir değişim ırmağı içinde, "değişmiyormuş" gibi görünen ne?
***
istanbul, soğukların koynuna giredursun; biz de sanal bir sıcaklığın havuzuna atalım kulaçlarımızı.
Yüzlerce yıl içinde, kedi kuşakları da, fare kuşakları da değişip gitti; ama "kedi-fare" oyunu değişmedi.
***
Kadın kuşakları değişti, erkek kuşakları değişti; ama "aşk ilişkileri ve kahırları" değişmedi.
***
insan kuşakları değişip durmasına karşın; siyasal söylem ve eleştiriler, nerelerde ne kadar değişti, nerelerde ne kadar değişmedi?
Merak edenler; köylü ağırlıklı feodal ve oligarşik bir siyasal yapının aşılmış olduğu yerlerle, aşılamamış olduğu yerleri karşılaştırabilirler.
***
Hadi birkaç mısra da Şinasi'den:
Bizim şeyhin keramatı olur menkûl kendinden
***
Milletim nev'i beşerdir (tüm insanlık); vatanım ruy-i zemin (yer küresi)
***
Ayağında donu yok, fesleğen ister başına
***
ismail Habip'in kitaplarını karıştırarak, geçmişe doğru kanatlanmanın paylaşılmayan gülücükleri içinden; bir de 500 yıl sonrasına doğru kanat çırpsak...
Gövdesel bir yaşamın genişlemeyen sınırlarını, "merak" piyanosunun tuşlarına basarak aşmak, dışarıdaki soğuğa bile bir mangal olmaya başlar.
***
Ya, Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'ndeki sergide bıçaklanan "nü" tabloları?..
Eziklik kompleksinin cerahatli yaraları, "megalomanlık" körüğüyle kabuklandırılmak istendiğinde; kişilik aranışlarına, mesleki somut başarılar yerine, "vandalizm" ayna olmaya kalkar.
***
Fazıl Ahmet de, istanbul'u birden bastıran soğuğa karşı şöyle yazmıştı:
Görür görmez Kalamış
Bu vakitsiz soğuğu;
Sandığından çıkarmış,
Eski kalın gocuğu.
Bellerinde bir kemer,
Başlarında bir külah;
Minareler ah eder,
Bakıp bize her sabah.
***
Buralardan da değerli insanlar geçti ama, önemli sayılmadılar.
sivasta sanatçıları yaktık, maraşta alevileri katlettik, 12 eylülde onlarca genci astık, terörizmle mücadele adı altında binlerce faili meçhule imza attık, gaffar okan gibi değerlerimizi katlettik , uğur mumcu gibi aydınlarımızı öldürdük.
daha ne yapalım ??
Hiç değilse geç kalkılmış bir cumartesi sabahı, demli bir çay içerken azıcık gülümseyebilmek, bir gazete yazısına gözler takılınca...
Nerdee?
* * *
Bayram ziyaretlerinde ikram edilen bir badem şekeri benzeri; küçük bir gülücük ikram etme özenin bile, kelepçeleniveriyor bizim pancar motorunun başına geçtiğinde.
* * *
Mutlaka bir "belanın ve acının" silindiri; hayatı zaten "hayhuy" içinde geçmekte olan insancıklara, bir cumartesi sabahı gülücüğünü dahi çok görüp, manşetlere oturuyor.
* * *
Ne yapalım, biz yine rotamızdan şaşmayalım ve akıl satma işportacılığına abanarak:
- 1908'den bu yana, cezalandırılmış "siyasal suçlar"ın dökümünü de; şöyle bir şeffaflaştırmayı bir deneseniz...
Falan demeden, sürdürelim kendi ağız mızıkamızı çalmayı.
H H H
Çalışma odasının penceresinden dışarıya baktığımda, damların üstü bembeyaz, park etmiş arabaların üstü de öyle. Bacalardan yer yer beyaz dumanlar savruluyor.
Ne Adalar'ın göründüğü var, ne Marmara'nın.
* * *
Kar yağışlarının, cilveli bir flörtle başladığı perşembe günü, öğleden sonra; Fenerbahçe Parkı'na gittik Solmaz'la.
Ortalıkta kimsecikler yok gibiydi. Yüzlerce yıllık sakız ağaçları, soyunmuş anıtsal dallarının karmaşık danslarını fotoğraflaştırmışlardı ve post-modern heykellere benziyorlardı.
* * *
Solmaz, çamların incecik yeşil dalları üstünde, aynı incelikle uzayıp gitmiş beyaz karların şiirselliğine vurgun; çocukluğundaki kış bahçelerinde, çam dallarında biriken ince yatay karların, zaman zaman pat pat diye nasıl yere düştüğünü anlatıyordu.
* * *
Kapalı bir gökyüzü ve arada sırada uzaklara doğru hücuma geçen martı ve karabatak sürüleri...
Hele o karabatakların, bir uçurtma kuyruğu gibi havada çizdikleri muhteşem koreografi.
* * *
Akşama doğru eve geldiğimizde Diyarbakır'da patlayan bombanın alevleri kaplamıştı ekranları...
Yıllarca önce bir kıraathanedeki 2 emeklinin diyaloğu canlanıyordu kulaklarımda.
* * *
Emeklilerden biri, karıştırdığı gazetelerdeki havadis başlıklarını okuyor; öteki de, laf olsun diye sürekli soruyordu:
- Başka ne var?
* * *
Tıpkı şöyle:
- Diyarbakır'da bombalı tuzak...
- Başka ne var?
- Bala'da 958 ev ağır hasarlı...
- Başka ne var?
- Petrolün varili 100 dolara çıkmış...
- Başka ne var?
- Avusturya'da Türk başkonsolosluğuna saldırı...
- Başka ne var?
- 20 milyon kişide hipertansiyon...
- Başka ne var?
* * *
Gazeteleri karıştıran emekli, sonunda başını arkadaşına doğru kaldırmış:
- Bak, demişti; köyünden kasaba pazarına gelen bir çiftçi, öğle üstü kasabanın lokantasına gitmiş ve garsona sormuş:
"- Ne vaa?
Garson:
"- Keşkeş yağlı güzel çorba vaa, demiş.
"- Başka ne vaa?
"- Keşkeş yağlı güzel patlıcan kebap vaa..
"- Başka ne vaa?
"- Keşkeş yağlı güzel pilav vaa...
"- Başka ne vaa?
"- Keşkeş yağlı güzel bamya vaa...
"- Başka ne vaa?
Sonunda garson kızmış:
"- Ananın, demiş; şalgamlı şalvarı vaa...
* * *
Bu arada, ana ve avrat üstüne süngüleşen küfürlerle, yalnızlık türküleri de; mesleksiz yığınların hazin bir profili.
* * *
Kadınların, sürekli bir sövgü salçası olduğu köylü ağırlıklı bir toplumda; bitip tükenmeyen hamasi övünmelerle içine girilen bir çalkantı dönemi...
* * *
Acaba "pusu" yerine, bir düello geleneği olsaydı bizde de; ola ki ne kadınlar salça olurdu küfürlere, ne de küfürler cinayetlere.
* * *
Bir cumartesi yazısında işte yine "acı"nın, "tatlı"ya omuz atması...
* * *
Fenerbahçe Parkı'nın, karlara tutsak düşmüş ıssızlığında bir delikanlı, banktaki sevgilisine arkadan sarılmış, öpüşüyorlardı.
Hiç üşümüyorlardı, ne güzel.
Alışverişin hızlandığı yılbaşı arifesinde, Kartal'daki Koçtaş'ın kapılarından birinin önünde genç bir anne; yanında oraya buraya koşuşturmaya çalışan 3 yaşlarındaki kadar kızını kolundan çekerek, yüzüne öyle bir tokat patlattı ki...
Küçükken annemin yüzümde patlayan ve bazen burnumu da kanatan tokatları geldi aklıma.
* * *
Henüz daha okul öncesi yaşlarda, annelerle babaların dövüp durduğu küçücük çocuklar...
ilkokula başlar başlamaz, kalabalık sınıflarda özellikle bayan öğretmenlerin dövüp kulağını çektiği çocuklar...
* * *
1933-34 yıllarında "Göztepe 5'inci ilkokulu"nda bir Barika Hocanım vardı; okul bahçesinde yaramazlık yaptığını gördüğü küçük öğrencilerden birinin hemen yanına seyirtir, sağlı sollu tokatlar patlatmaya başlardı.
Çocuk geri geri yürümeye çalıştıkça, tokatları patlata patlata üstüne doğru giderdi.
* * *
Oğlan çocukları askere gittiğinde, birçoğunu onbaşılar döver; kız çocukları da evlendiğinde, birçoğunu kocaları...
* * *
Sopa yiye yiye yetişenler de, kendilerine "model olarak" sopa atmayı alırlar.
"Osmanlı tokadının ağırlığı"yla övünme de hâlâ yaygındır bizde; halk dilinde:
- Sen seni bil sen seni, sen seni bilmez isen patlatırlar enseni, deyimi de.
* * *
Ziya Paşa bile şöyle dememiş mi:
Nush (öğüt) ile yola gelmeyeni etmeli tekdir
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir
* * *
Dünkü Milliyet'in son sayfasında "Tembellik müzesi açıldı!" diye bir haber vardı.
Kolombiya'da açılan müze, insanlara çalışma ile tembellik arasındaki ayrımı düşündürmeyi amaçlıyormuş.
* * *
Gerçekten de pek düşünülmemiş kavramlardır bunlar; tıpkı "kurnazlık" nedir, "zekâ" nedir, "akıl" nedir gibi.
* * *
"Çalışmak" nedir?
Öncelikle enerji harcamaktır, yani beslenmeyle de ilgilidir ve 2'ye ayrılır.
1- Gövdesel çalışma.
2- Beyinsel çalışma.
* * *
Eski kadırgalarda forsalar kürek çekerlerdi; enerjisi bitip yorulanlar da kırbaçlanırdı.
Bugün koskocaman şilepler, mazot enerjisi ve 7 kişilik bir personelle aşıyor okyanusları.
Kürek ve yelkenle giden tekneler döneminden; önce kömür, sonra da akaryakıtla ve hatta nükleer enerjiyle giden teknelere "gövdesel çalışmalar" sonucu mu gelindi?
* * *
"Beyinsel çalışmalar" ise, netleşmemiş çapaklı bir kavram.
Hayatında hiçbir şey yazmamış olan Sokrates ile Diojen; tahtanın neden yüzdüğünü, taşın neden battığını merak eden Arşimed; iç açıları aynı olan "büyük" ve "küçük" üçgenler arasındaki benzerliğin tılsımına aklını taktırmış olan Tales, çalışkan mıydılar?
* * *
Bürokratik bir alanda çalışmak da, beyinsel bir çalışma sayılabilir; orkestra şefi olmak da, satranç oynamak da.
Ne var ki "yaptığın işten aldığın zevk", ondan kazandığın parayı harcarken alacağın zevkten büyükse; "sabah git, akşam gel" çarmıhlarına gerilmeden yaşarsın.
* * *
- Çalışın, çalışın...
Diye bir klişe benimsenmiş, tekrarlanıp duruyor.
Vaktiyle bir Fransız mizahçısı da, dalga geçmişti bu klişeyle:
- Çalışanlar değil, çalıştıranlar kazanır, diye.
* * *
Kolombiya'nın başkenti Bogota'da, Marcela Arrieta'nın öncülüğüyle açılmış olan "Tembellik Müzesi" hoş bir müze olmalı.
Bol bol sopa yedikten sonra, Hazine'den geçinmeli bir "mevki sahibi" olup, kendilerini "devlet" kavramıyla özdeşleştirerek, tüm dünyaya sopa atma nutukları çekenler de, ne kadar tüyleri diken diken ediciyse.
* * *
"Tembellik Müzesi"nin açılışının; Bill Gates'in, "eski tür çalışma dönemlerinin bitimini" açıklamasıyla üst üste düşmesi, bir rastlantı mı acaba?
* * *
insanlar dünyaya çalışmak, yahut savaşlarda ölmek için mi geliyorlar?
Bir yamukluk yok mu böyle bir koşullanmada?
* * *
Bu yamukluk da, 21. yüzyılın sonuna doğru epey düzelmiş olacak.
Bu arada Amsterdam'daki "işkence Müzesi"ne de şöyle bir bakmak gerek; neler çekmiş insanlar.
* * *
Keşke istanbul'da da bir "Cellatlar Müzesi" yapılabilse ve her cellatın adı altına, kimleri idam ettiğinin bir listesi konsa.
Tabii en başta, sonradan sadrazam da olan Boynu Eğri Mehmet Çavuş'un, Topkapı Sarayı odunluğunda urganla boğarak idam ettiği Nef'i ışıklandırılarak.
* * *
Öyle bir müzeyi gezen çocuklar da, hiç çalışmadan öğrenirlerdi nasıl bir tarihin içinden geldiklerini.
Fena mı olurdu?
Belki de bol bol sopa yiyip, sopa atma özlemleri dönemi; daha kolay aşılmış olurdu.
Kim bilir, belki de öyle bir müze, bir gün açılır buralarda da...
Bugün Mehmet Altan'ın doğum yıldönümü. Kendisi 1953'ün 10 Ocak'ında dünyaya gelmişti. Bendeniz o tarihte 26 yaşındaydım ve Ulus gazetesine günlük küçük fıkralar yazıyor, dünya edebiyatından öyküler çeviriyor ve ANKA Ajansı'nda da muhabirlik yapıyordum; 1 yıllık da Ankara Barosu'na kayıtlı platonik bir avukattım.
* * *
1953 yılı, bugün dahi tekrar tekrar incelenmesi gereken bir yıldı. Çünkü:
1- Türkiye de NATO'ya girmiş ve Türk ordusunun yüzde 95'i, NATO Başkomutanlığı'na bağlanmıştı.
* * *
2- Kore'ye, -aralarında bir tek kişinin bile ingilizce bilmediği geçen yıl ortaya çıkan- 4500 kişilik askeri bir birlik gönderilmişti.
Kore'ye asker gönderme kararı, TBMM'den geçirilmeden alındığı için; 1950 seçimlerinde çok ağır bir yenilgiye uğramış ve Meclis'e 40 milletvekili bile gönderememiş olan ismet Paşa'nın CHP'si, şahlanmıştı.
* * *
3- Tek parti döneminde CHP'nin sürekli övgüsünü yapan istanbul basını; 1945'te çok partili döneme geçilmesiyle birlikte asitli bir muhalefete başlamış ve DP iktidara geldikten sonra da, yeni iktidarın en gümbürtülü destekçisi olmuştu.
* * *
4- "Milletin malını millete iade ediyoruz" gerekçesiyle, Menderes iktidarı Ulus gazetesiyle tesislerine el koymuştu.
* * *
5- Atatürk'ün, adı "Etnografya Müzesi"ne çevrilmiş olan Ankara Halkevi'ndeki naşı, büyük bir törenle Anıtkabir'e taşınmıştı.
* * *
O yıllarda da kimsenin, TCK'daki faşist italyan ceza yasasından kopya edilmiş maddelerini gündeme getirdiği yoktu.
Başta şairlerle yazarlar olmak üzere, sanatçılarla bilimciler; ne zaman Türkiye'deki yoksul yığınlardan söz etseler, "Komünistlikle ve sınıfı sıfına düşman etmek"le suçlanıyor; ağır ceza mahkemelerinde ya tutuklanıyor, ya mahkûm ediliyorlardı.
* * *
Ve o yıllarda da kimsenin; ne Adalet Bakanlığı'na bütçeden ayrılan payın yüzde kaç olduğuyla ilgilendiği vardı, ne de Sağlık Bakanlığı'na ayrılan payın yüzde kaç olduğuyla.
* * *
Köylü ağırlıklı bir toplumda yoksul yığınların; öldükten sonra "cennetmekân" olmayı hak etme çabalarını ve sağlıklarında refah içinde ömür süren zengin burjuva yaşamlarının üstüne çıkacaklarına olan inançlarını; "sınıfsal ve ekonomik bir gözlükle analiz etmek" de yine kimsenin aklına gelmiyordu.
* * *
Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin, kendilerini "devlet" kavramıyla özdeşleştirmeleri ve yoksul yığınları da; kendileri gibi "laik ve burjuvalaşmış bir görüntü" içine sokma baskısı yapmaları; yoksul yığınlarda gizli bir muhalefeti yoğunlaştırıyordu.
* * *
O nedenle de, siyasal partilerin kurulmasına yeşil ışık yakıldığında ve seçimlere gidildiğinde; şaşırtıcı oy patlamaları oluyordu.
* * *
1953 yılına yeniden şöyle bir bakılsa; acaba nelerin gerçekleşeceği hiç akla gelmiyordu?
Örneğin:
1- Fransız Frangı ile Doyçe Mark'ın "Euro"da bütünleşeceği.
* * *
2- Türkiye'de 60 milyona çıkan cep telefonlarıyla, hem dünyanın her yeriyle konuşulabileceği, hem mesajlar, hem de hemen çekilen fotoğraflar gönderilebileceği.
* * *
3- Evdeki renkli televizyonlarda dünyanın her yerinin izlenebileceği.
* * *
4- Her kış binlerce köy yolunun kapanmakta olduğunun ortaya çıkacağı.
* * *
5- Kuzey Irak'ta bir Kürt devletinin pekişmeye başlayacağı.
* * *
6- Kendilerini "devlet" kavramıyla özdeşleştiren "mevki sahipleri" arasından, garip mi garip birtakım "çeteler"le ilişki kurmuş olanların manşetlerde arz-ı endam edeceği.
* * *
2008'in 8 Ocak'ın da; Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün, ABD Başkanı Bush ile Beyaz Saray'da buluşup görüşmesi, bin bir değişik yorum ve öngörüye neden olmakta.
* * *
Acaba 55 yıl sonra da, bugün gerçekleşebileceği kimsenin aklına gelmeyen değişikliklerle yeniliklerin bir dökümü yapılırsa; günümüz yorumcularının öngörüleri ne kadar ciddiyetini koruyacak, ne kadar karikatürleşecek?
* * *
Ah ah 1953 yılı...
Ankara'ya yığılan yabancı gazeteciler...
NATO üsleri yanında, ABD'nin kurduğu özel askeri üslerin de bulunduğunun, saklanıp gizlenmesi...
Ve:
- Odunu aday göstersem mebus seçilir nutukları...
...
- Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz, nutukları...
* * *
Washington'dan askeri yardımlar dışında, 300 milyon dolar isteyip alamamak...
Usulca dış politikada Sovyetler'e yaklaşma şantajına kaymak...
* * *
Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri", Türkiye'de ne tür çarkların döndürülmüş olduğunun şeffaflaşmasını gerçekten benimseyebilseler; mesleksiz ve beyinleri buzlanmış olarak yetiştirilen genç kuşakların da, vermek zorunda kalacakları fireleri azaltmış olurlardı.
Ne yapmalı ki henüz, bol bol şehit vermiş olmakla övünme dönemi bile aşılamadı.
* * *
21. yüzyılla ilgili özel bir muska genç dostlara:
Kim ki, 1204'te Konstantinopol'u fetheden ve Latin egemenliğini kuran 4. Haçlı Seferleri'nin Komutanı Mareşal Villehardouin'in, "istanbul'un Fethi" adlı kitabını merak eder; enseyi karartmadan yaşamının da tılsımını çakar.
Çakar ki, merak ettiğin kadar, merak edilirsin dünyada.
* * *
Mehmet'ime yaş günü kutlu olsun.
Buz gibi soğuk bir kış günü istanbul'unda; Nişantaşı'ndaki geçen yüz yıldan kalma, masalarında hoş hanımların da içkiler içtiği, durmuş oturmuş sıcacık bir lokale girivermek...
Ve bir süre kendini AB vatandaşı gibi hissetmek.
* * *
Yakın bir masada konuşmayı seven neşeli bir hanımın, dostlarıyla ortak tanıdıklarından bazı erkekleri nasıl değerlendirdiği duyulur:
- Bırak o keltoş hımhım cüceyi, kimi görse hemen asılmaya kalkar sersem.
* * *
Sanki dışarıda ne trafik belası var, ne gazetelerde papaz cinayetleriyle, yeni tehditleri; ne de Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün omzuna, Başkan Bush'un 2 kez dokunmuş olmasının yorumları.
* * *
Şen şakrak hanımın sesi, değişik erkekler üstünde çeşitlemeler yapmada:
- O gerçekten çok yakışıklı, tehlikeli olacak ölçüde yakışıklı.
* * *
Sınır ötesi nokta operasyonları da çok uzaklarda silinip gitmiş, acıklı cenaze törenleri de; eksi 20 derecede, kaldıkları kız yurdundan yaya 1 saatlik bir yürüyüşü gerektiren okullarına gidebilmek için, servis arabası isteyen kız öğrencilere:
- Okumak zorunda değilsiniz, evlenin; önerileri de...
* * *
Nişantaşı'ndaki lokalde, dost garsonların da estirdiği hava öyle ki; tüm müşteriler en az 4 kuşaktır istanbul doğumlu. Ne oturdukları sokakların adları değiştirilmiş, ne oturdukları semtlerin mimarisi.
* * *
Yahya Kemal'in "Bir hayale dalınır zevk alınır" demesi gibi; bir an duvarlarda, tiyatro piyeslerinin eski afişlerinden çarpıcı bir dekor görüyormuş gibi oluyorsunuz:
"Bir Kavuk Devrildi"
"Paydos"
"Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım"
"Çatıdaki Çatlak"
"Aptal Kız"
* * *
AB vatandaşı olmanın tadı başka.
Üniversitelerde en az Nobel ödüllü 20 bilim adamı.
Yargıda tam bir bütünlük ve yargıç başına düşen dava sayısı en çok ayda 50 tane.
Adam başına ulusal gelir birimi, 20 bin euro.
Her türlü dil rahatça konuşulmada.
* * *
Medya haberleri ise tatlı hayalleri bozuveriyor.
"Genç asistan, trafik kazası kurbanı oldu"
"Ankara'da kanlı çatışma: 1 polis şehit"
"Hastanelerde doktor sayısı çok yetersiz"
"Geciken tutuklama kararı 'derin devlet' çetesinin üç adamına yaradı"
* * *
Nişantaşı'ndaki durmuş oturmuş lokallerdeki sohbetler, çok dışında bu tür konuların.
- Şekerim bizimkinin bir huyu var, her akşam o gün ne harcandığını hesaplamadan yatmaz.
- Bizimkinin huyunu ise hiç sorma; her dakika gözüne ne çarpık görünüyorsa, hemen başlar onları düzeltmeye; duvardaki tablo, masadaki fotoğraf, sehpadaki saksı, büfedeki çay takımı...
* * *
- Özden 3'üncü kocasından da ayrılıyormuş, haberin var mı?
- Benim duyduğuma göre adam ayrılıyormuş, bıkmış Özden'in dırdırından.
* * *
Erkekler ise genellikle iş konuşmalarında.
- Herif önce alıcı gibi göründü, sıra kapora vermeye gelince de hiç yanaşmadı.
* * *
- Sen verdin mi avukata vekâletnameyi; o davadan bir şey çıkmaz, hiç merak etme.
- Öyle diyorsun ama, bizim Yuhoğlu büyük bir tazminata mahkûm oldu.
- Bence temyiz, bozar o kararı.
* * *
Buz gibi soğuk bir kış günü istanbul'unda; Nişantaşı'ndaki durmuş oturmuş sıcacık bir lokale girivermenin gerçekleri de başka, hayalleri de...
* * *
Bazen de istanbul nüfusunun 600 bin kadar olduğu dönemlerdeki bir lise öğrencisi, gelip oturuyormuş gibi oluyor yanımıza.
Bir soru kıpırdıyor içimde:
- Ben, sen miydim?
Yanıtı da, yine bir soru olarak duyar gibi oluyorum:
- Sen mi oldum, ben şimdi?