neler yapmadık bu vatan için

entry156 galeri0
    51.
  1. Son 80 yıldaki "siyasetçi yalanları" üstüne bir inceleme yapılsa ve buna aynı süre içindeki "Hazine'den geçinmeli atanmış makam sahiplerinin de yalanları" eklenip yayımlansa...
    Kim bilir nasıl bir tiraj patlaması olurdu.
    * * *
    100 yıllık gazete koleksiyonlarını tarayarak, böyle bir zahmete kimsenin gireceğini pek sanmıyorum.
    Bir yandan "resmi tatavalar" zinciri sürüp gitme zorlanmasına uğrarken; bir yandan da "sosyo-ekonomik" ve "psiko-sosyolojik" kitle depremlerinin sarsıntılarıyla kutuplaşmaları, sertleşecek ve belki de vahşileşecek.
    * * *
    Beyinsel bir libidonun şehveti, "sosyo-ekonomik" bir şeffaflığa ve çıplaklığa mıknatıslıdır.
    Örneğin, son 80 yılın bütçelerinde bakanlıklara ayrılmış paylar arasındaki dengesizliğin; yönetilen yığınların hayatına nasıl yansıdığının ve ne tür rüşvetlerle yolsuzluklara neden olduğunun berraklaştırılması gibi...
    * * *
    "Psiko-sosyolojik" bir şeffaflıkla çıplaklığa gelince...
    "Yönetim saltanatının çemberi içindeki Hazine'den geçinmeli itibar sahipleri"ne karşı; yönetilen ve "adam yerine konmayan" mesleksiz yığınların tepkilerinin, nerelere doğru kanalize olmaya ve "biz de varız" demeye başladığının tarihsel bilançosunu, su yüzüne çıkarma çabalarına duyulan beyinsel şehvet gibi...
    * * *
    "Beylik tatava" giysileri soyundukça, ortaya çıkacak çıplaklık; Birleşmiş Milletler insani Kalkınma Endeksi'ne göre neden Türkiye'nin 96'ncı basamağa düştüğüne de tramplenlik edecektir; 1 ton buğday üretmek için 1000 ton su harcamanın yarattığı sakıncalara da...
    * * *
    Salı günkü Zaman gazetesinde manşetimsi sayılacak bir haber başlığı:
    "istanbul'da 22 milyon kişi kayıp"
    Ayşegül Aybar ile isa Yazar'ın haberi şöyle başlıyordu:
    "'Taşı toprağı altın' mantığıyla sürekli göç alan istanbul'un nüfusu yine kafaları karıştırdı. istatistik Kurumu'nun açıkladığı resmi rakama göre şehirde 11 milyon 300 bin kişi yaşıyor. Ancak valiliğin muhtarlardan topladığı bilgiler bunun üç katını işaret ediyor. 'Bizim mahallede ikamet ediyor' diye kayıtlara geçirilen kişiler toplandığında ortaya 33 milyonluk bir şehir çıkıyor. Aradaki 22 milyonluk farkın, muhtarlıklardaki mükerrer kayıtlardan kaynaklandığı tahmin ediliyor"
    * * *
    Bir başka haber de, yeni kullanıma giren dev "Airbus 308" yolcu uçaklarının, inip kalkabileceği bir havaalanımızla pistlerimizin olup olmadığıyla ilgiliydi.
    Neyse ki, istanbul Atatürk Havalimanı'nın pistleri o dev uçakların inip kalkmasına göre yeniden düzenlenmiş.
    * * *
    işte yine gündeme hiç gelmeyecek konulardan biri:
    - Biz kendimizle, tarihimizle, kahramanlıklarımızla, liderlerimizle o kadar övünüp durduğumuz halde; neden o son model uçaklarla, müthiş albenili transatlantiklerden yapamıyoruz ki?
    * * *
    "Resmi tatavalar" formatına uygun bir yanıt vermek isterseniz, şöyle de diyebilirsiniz:
    - Hızla kalkınıyoruz, yakında biz de yapacağız.
    * * *
    Beyinsel libidonun şehvetlendiği ve yanıtı "tatava" olarak dahi verilemeyecek bir başka soru:
    - itibarlı makam sahipleri, şayet Hazine'den geçinmeli olmasalardı; çıplak hayatta ne iş yaparak ve kaç para kazanarak sağlayabilirlerdi geçimlerini?
    * * *
    Türkiye'de 3200 belediye var. Acaba kaç tanesinde kaç tiyatro ve sinema var?
    * * *
    3200 belediye başkanından kaç tanesi TV ekranlarında görünebildi ve kaç tanesinin eşiyle; gerek yöresel, gerek ulusal, gerek evrensel ve küresel konularda bir söyleşi yapıldı?
    * * *
    istanbul'un dışındaki illerimizde kaç gazete çıkıyor ve tirajları ne kadar?
    * * *
    En güzel sorular; yanıt yerine susmaya, sağa sola ve sonra da tavana bakmaya neden olan sorular...
    * * *
    Ah keşke bir de, hiçbir zaman Türkiye'de yanıt bulamayan soruların bir listesi yapılsa...
    Ve dağa taşa kazınmış "Önce vatan" yazısının yanına, "Önce şu sorulara yanıt" diye de yazılabilse...
    * * *
    Ne yapmalı ki büyüklerimiz, beyinsel bir libidonun şehvetini daha okullardayken hadım etmeye öylesine özen göstermişler ki; siyasal mitinglerde ortalığı dolduran çoluk çocuğa, sadece bağırmak kalmış:
    - Kurtar bizi baba!

    çetin altan
    0 ...
  2. 52.
  3. Vaktiyle evdeki duvar kâğıtlarının değiştirilmesinden, kitap raflarının artırılıp sağlamlaştırılmasına ve su damlatıp duran mutfak musluğu contasının tazelenmesine kadar, her işimize koşan bir Necdet Usta vardı.
    * * *
    Necdet Usta, her gittiği evde kendisine öğle yemeği için, ayaküstü hemen yumurta kırılmasından da usanmıştı, makarna haşlanmasından da.
    O nedenle de kendisine:
    - Karnın acıktı mı Necdet Usta, diye sorulduğunda:
    - Aman, derdi; sakın yumurta kırmaya, yahut makarna haşlamaya kalkmayın, her ikisinden de gına geldi; ne olsa yerim ben.
    * * *
    Bendenizin çocukluğunda da, evde 3 lira aylıkla boğaz tokluğuna hizmetçi olarak çalıştırılan kimsesiz kenar mahalle kadınlarının, bardak çanak kırmasına sinirlenen annem:
    - Gına geldi, derdi; sakarlığından şu kadının, evde kırılmadık bir şey kalmadı.
    * * *
    Enver Paşa dönemlerinden bu yana, sürekli hamasetçilik davulu çalan ve ekonomik bir şeffaflıkla, yüzlerce yıldan bu yana süregelen bir yoksulluğun temellerine inmeyi de yasaklayan politikalardan; kimlere gına geldiğini kestiremesem de, yeni "uzay çağı"nın eski bayat ezberlerden hiç hoşlanmadığını sezinliyor gibiyim.
    Öyle ki, reklamlarda bile:
    - Tek değişmeyen şey değişimdir, saptaması şıngırdayıp durmakta.
    * * *
    Mehmet Akif'in ünlü bir dörtlüğü var:

    Geçmişten adam hisse alırmış, ne masal şey;
    Kaç yüz senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
    Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
    Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
    * * *
    "Tarih", sadece politik planda "yönetenlerin" üstüne odaklandığında, tekrar edip duruyormuş gibi görünür.
    Ama "fizik tarihi", "tıp tarihi", "sanat tarihi" ele alındığında; bambaşka değişimlerin parabolleri çıkar ortaya.
    * * *
    Bilgi Üniversitesi'nin kurucularından Oğuz Erözen'in, Silahtarağa'da gerçekleştirmeye başladığı -muhteşem mi muhteşem- "Santral istanbul Projesi"nin, hızlı bir tempoyla nasıl somutlaştığını izlediğinizde; "politika tarihi" dışında, ne fizik, ne de sanat dehalarının "tekrara" düştüğünü görüyorsunuz.
    * * *
    Oğuz, neredeyse 20. yüzyılın başından 25 yıl öncesine kadar istanbul'un elektriğini sağlayan "Silahtarağa Elektrik Santralı"nı; dev dinamoları, kontrol salonları ve tüm ayrıntılarıyla kendi özel mekânında, bir müzeye çevirmiş.
    Gidip afal afal bakıyorsunuz eski tramvayları yürüten, evlerle sokakları aydınlatan, asansörleri, buzdolaplarını çalıştıran enerjinin nerelerden kaynaklandığına.
    * * *
    istanbul'un elektriğini sağlayan mahut dev santralın hemen kıyısında, bir de "Enerji Müzesi" var.
    Gerek "mıknatıslanma"larda, gerek "optik"te, gerek "akıma kapılmakta" enerji yasalarının nasıl çalıştığını gösteren, teknik oyuncaklarla donatılmış bir "Enerji Müzesi"...
    * * *
    Şöyle bir uğrayıp, oyna oyna dur o oyuncaklarla ve oynarken öğren, öğrenirken oyna...
    Okullarda anlamadan ders ezberlemenin çok ötesinde, eğlenceli bir öğreti müzesi...
    * * *
    Elektrik enerjisiyle fizik yasalarının canlandırılmış olduğu dünyanın yanında; bir de yepyeni bir resim ve heykel anlayışının füzelendiği sanat salonları var.
    * * *
    Eğer basmakalıbı aşan bir zekâ taşmasıyla, görünmeyen bir çift ikiz ayna ortasına oturtulmuş 2 karışlık bir çim alanı, -sağına soluna baktıkça- sonsuzlaştırabiliyor ve üstüne de "parsellenmiş bir arazi" yazıyorsanız; siz de katılabilirsiniz yeni tür bir sanat yaratıcılığının müminleri arasına...
    * * *
    Oralarda dolaşırken bendenizin de aklına, mütevazı bir gösteri konusu geldi.
    Kolla çevrilen eski bir kıyma makinesi ve makinenin ağzından ince uzun şeritler halinde kıyılarak çıkmış şair, ressam, müzisyen, heykelci resimleri...
    * * *
    Bilgi Üniversitesi'nin Fen ve Edebiyat bölümleri de, Silahtarağa'daki kampüse taşınmış.
    ilhan Koman'ın hangi açıdan baksan değişik görünen, "tekne" şahyapıtının da, öyle bir kampüs bahçesine konmuş olması; eski ve yeni "yaratıcılar dünyası"nın en görkemli madalyası...
    * * *
    Sevgili Oğuz Erözen'i kutlamak yetmez; kendisine keşke armağan olarak politikadaki tarihsel büyüklerimizin ilk kullandıkları cüzdanlarla, son kullandıkları cüzdanları gönderebilseydik.
    Eminim ki çok tadına varırdı.
    * * *
    içinde yaşadığımız günlerin nelere gebe olduğu, bir yıl sonra yine bugünlerde çıkmaya başlar ortaya...
    * * *
    Ne tür bir tahrikle, ne menem tuzakların içine çekilmek istendiğimizi açıklayan yazı dostlarına hak vermemek mümkün değilse de:
    Varak-ı mihr-i vefayı kim okur kim dinler

    çetin altan
    0 ...
  4. 53.
  5. Geçmiş bayramlara da, gelecek bayramlara da; daha ilkokullardayken takılmak istenen "at gözlükleri" yerine, "evrensel gözlüklerle" bakıldığında; nerelerde "havanda su dövüldüğü" de anlaşılır, nerelerde -uzay çağı ile küçümenleşen dünyada- taptaze adımların nasıl atıldığı da...
    * * *
    istanbul'da bayramı, değişik bir şekerleme gibi tatlandırmak isteyince; hava sümbülî olsa bile, gidip Çubuklu'da "Hidivin korusunda" anıtsal ağaçlarla, bakımlı bahçeler ortamında demli bir çay içmek ve o canım Boğaz'a tepelerden bakmak, yeter de artar bile...
    * * *
    Mısır'ın son Hidiv'i Abbas Hilmi Paşa'nın, Kanlıca ile Beykoz arasında Boğaz tepelerini kaplayan koruların doruğundaki kâşenesi...
    * * *
    isterseniz çay içerken, II. Mahmut dönemindeki buruk şeker bayramlarına kadar da uzanabilir ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın, 30'uncu Osmanlı padişahına nasıl baş kaldırıp, kendisini Nizip'te nasıl yendiğini de düşünebilirsiniz.
    isterseniz dünkü Milliyet'in manşetini de bir kez daha hatırlayabilirsiniz:
    "Gabar şehidi Mehmet ve ailesi için 'yoksul' kelimesi yetersiz kalır
    Bir tek canı vardı, onu verdi
    işte Mehmet Coşkun'un hayatı: 9 yaşında oto tamircisi, 10'unda ayakkabı boyacısı, 11'inde simitçi, 13'ünde yetim, 14'ünde hamal, 20'sinde şehit... Açlık, yoksulluk... "
    * * *
    Şimdi dostlar ola ki soracaklardır:
    - Bayramın tadı böyle mi çıkar?
    Havanda nasıl su dövüldüğünü irdelemek, tadını kaçırmaz bayramların. Tadı kaçmaya başlayan bayramların "tadını", kaçtığı yerde bulmaya başlar.
    * * *
    Enseyi karartmayın; Genel Cerrahi Uzmanı Başhekim Op. Dr. Kemal Memişoğlu'ndan bir fıkra işte...
    Hoş, Kemal Memişoğlu'yla tanışmamız da ayrı bir fıkra ya...
    * * *
    Evrensel değerlerimizden Gazi Yaşargil, meslektaşı ve dostu Uğur Türe ile bendenize lütfedip, sanatsal düzeyde birkaç eser göndermiş, Türe de bana telefonla, nasıl buluşabileceğimizi sormuştu.
    Her sabah beyin ameliyatlarına giren Uğur Türe'yi, zora sokmak istemediğim için:
    - Ben gelir sizi bulurum, demiştim.
    * * *
    Ne çare ki, Uğur Türe'yi kendi hastanesinde bulmak yerine, yanlışlıkla hemen yakınındaki başka bir hastanede bulmaya gitmiştim.
    Ve garip bir rastlantı, orada da Op. Dr. bir Uğur Bey vardı.
    * * *
    Böyle bir adres sakarlığı sonucu, genç mi genç Başhekim Kemal Memişoğlu ile tanışmıştık.
    Memişoğlu, her zaman rastlanmayan türden, tıp dünyasıyla da şakalaşmasını bilen esprili bir hekimdi.
    * * *
    Ben, bir cerrah ile bir pataloğun matrak bir diyaloğu ile başlayan "Mor Defter" oyunundan söz açmıştım.
    Patalog, en sağlam teşhisi kendisinin koyduğunu söylüyor; cerrah, bir ölüye konan teşhisin hiçbir işe yaramayacağında ısrar edince de:
    - Senin, diyordu; teşhisi yanlış koyup, adamı öldürmen ne işe yarıyor sanki?
    * * *
    Kemal Memişoğlu da şen şakrak, başka bir cerrah fıkrası anlatmıştı:
    Bir dahiliyeci, bir cerrah, bir patalog ava çıkmışlardı.
    Dahiliyeci bir kuşun havalandığını gördüğünde, tüfeğiyle nişan almak yerine karar vermeye çalışıyordu:
    - Acaba avlanacak türden bir kuş mu, eti yenecek cinsten mi; keklik de olabilir, karga da; kesinlikle serçe değil ama, bıldırcın olduğunu da sanmıyorum; belki de sığırtmaç...
    * * *
    Cerrah ise kuşu görür görmez ateş ediyor ve şöyle diyordu:
    - Ne vurduğumu gidip patalog saptasın.
    * * *
    Memişoğlu'nun fıkrasında cerrah, politikacıya; patalog da, tarihçiye benziyordu.
    * * *
    Şimdiye kadar yaşadığımız Şeker Bayramları...
    Türkiye'den de, dünyadan da habersiz yaşadıklarımız; uydular döneminden sonra TV ekranlarından gördüklerimizle yaşadıklarımız...
    Buruk olanı, buruk olmayana...
    * * *
    Evrensel bir gözlükle bakıldığında ise; o kadar değişik görünüyor ki her şey...
    insan, hem son Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın hayatını da düşünüyor, hem Gabar şehidi Mehmet Coşkun'un da hayatını...
    O zaman da daha iyi görüyor, "burukluk"ların nerelerden tohumlandığını.
    * * *
    Beyinlerin buzlanmışlığı yeterince çözülebilse; bayramların tadı sık sık kaçmaz, kaçan tatlar da geri dönerdi.
    * * *
    "Yönetim saltanatı" didişmelerinden, "üretim saltanatı" bütünleşmelerine doğru, nice nice bayramlara...

    cetin altan
    2 ...
  6. 54.
  7. Önce rötuşlu bir Temel Reis fıkrası... Temel Reis, eski kağnıları, eşek arabalarını, öküzlerin çektiği saman arabalarını toparlayıp tümünü, elden düşme bir otomobille değiştirmiş. Böylece kağnılar da, eşek ve saman arabaları da, düvenler de; elden düşme bir otomobile dönüşmüş olmuş.
    * * *
    Temel övünüp duruyormuş, orası burası tıngırdayan ve bazen gaz pedalı basmayan, bazen de frenleri tutmayan otomobiliyle:
    - Ha pu penum arslanumtur, arslanum; pen pununla tozunu havaya savurturum tünyanın anlatin mu daa, diyormuş.
    * * *
    Otomobilinin eleştirilmesine asla izin vermeyen Temel Reis, her zaman yan yollardan gitmeyi yeğlerken; çeşitli değişimler ve yol çalışmaları sonucu kendisini birden bir otobanda buluvermiş.
    * * *
    Ne var ki Temel'in otomobili, otobanın "gidiş yönü"ne tersten çıkmış.
    Ve Temel Reis basmış gaza; bir yandan da, karşıdan gelen arabalara bakıyor:
    - Uy anaa, diyormuş; hepsü peyinsüztur punların; nasıl da, yanluş yönde gitiyorlar daa...
    * * *
    Bazı şahin geçinen politikacılarla, onlarla yarış ediyor gibi görünen bazı emekli militerler, bakın neleri bilmiyorlarmış:
    - ABD'nin, Lozan antlaşmasını imzalamamış olduğunu ve Lozan antlaşmasını imzalamamış bir devlete; NATO üsleri dışında, özel askeri üsler verildiği ile bu üsleri eleştirenlerin "milli çıkarlara aykırı hareketten" mahkemelere verildiğini.
    Kibarca ne diyelim:
    - Hayret doğrusu!
    * * *
    Eğlenceli fıkraları derleyip toplama şampiyonu, Av. Taner Aktop'tan taze bir fıkra:
    Sünnetçinin biri, sünnet ettiği küçük oğlan çocuklarından kestiği ufarak et parçalarını, tarihsel bir belge olarak biriktiriyor ve bir gün hepsini birden değerlendirmek istiyormuş.
    * * *
    Yıllar geçmiş, sünnetçi emekliye ayrılıp yaşlanmış ve kestikçe biriktirdiği ufarak çük parçalarını, artık değerlendirmenin zamanı geldiğine karar vererek bir dericilik ustasına gitmiş;
    - Bunlar, demiş; tarihsel belge niteliğinde çok değerli bir hazine. Onun için, gelecek kuşakların da unutamayacağı bir eser yarat bunlardan.
    * * *
    Usta derici:
    - Hay hay, demiş; sen hiç merak etme, bir hafta sonra gel al şaheseri.
    * * *
    Bir hafta sonra emektar sünnetçi gitmiş dericiye:
    - Benim kestiğim çük uçlarından yapacağını söylediğin şaheser hazır mı, demiş.
    Derici:
    - Elbette hazır, demiş; ve küçücük deri bir cüzdanı çıkarıp uzatmış emektar sünnetçiye.
    * * *
    Yaşlı sünnetçi kızıp bağırmaya başlamış dericiye:
    - Yapa yapa ulan, bunu mu yaptın şaheser, diye; bu küçücük cüzdanı mı?
    * * *
    Derici:
    - Görünüşe aldanma, demiş; o küçücük deri cüzdanı, şöyle biraz okşamaya başla da gör bakalım nasıl büyüyüp kocaman bir valiz oluyor...
    * * *
    Galiba iç ve dış siyasal hayatta da böyle bu. Kim kimi okşamaya kalkarsa, hemen büyüyüp dikilmeye başlıyor.
    Bu arada Türkiye mi ABD'yi fazla okşadı, yoksa ABD mi Türkiye'yi; kararı uzmanlar versin.
    * * *
    Bayramlarda, cins-i latfle de azıcık şakalaşmamak; erkeklere özgü angutluklarda inatlaşmak olur.
    1829'da yazarın biri, kadıların hayatını 3 döneme ayırmış:
    1- ilk dönemde aşkı hayal etmek.
    2- ikinci dönemde hayalleri gerçekleştirmeye çalışmak ve yaşamak aşkı.
    3- Son dönemde ise pişman olmak hepsinden.
    * * *
    Şimdi sormak gerekiyor:
    - Acaba bugün de öyle mi?
    * * *
    Hadi bir takılma daha:
    Marie Dubas'nın 1939'daki ünlü şarkısı:
    Erkeklerle hayat
    Berbat mı berbat!
    Ama erkeksiz hayat,
    Daha da beter.
    * * *
    Tıpkı:
    Seninle de, sensiz de yaşanmıyor
    Der gibi...
    * * *
    Bayram tatili de, hafta sonu tatiliyle örtüştü.
    Sevip özümsemedikleri bir alanda çalışmak zorunda kalmışlar için, ne acı. Bayram tatili dahi kalleşliğe düştü.
    Keşke tatillerde de, çalışmayı özleyecekleri bir işe sahip olsalardı; nutuk söyleyerek geçinmeyi sevenler gibi...

    çetin altan
    1 ...
  8. 55.
  9. Bakalım bu sabahki gazeteler, 2008 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Türk-Yunan milli futbol takımlarının maç sonucunu, sürmanşetten iri puntolarla mı verecek, yoksa küçük sönük puntolarla mı?
    * * *
    Kendi uğraş ve meslek alanında "süper bir kalite" yaratma tutkusu yerine; tüm dünyayı susta durduracak "süper bir güç" olma özen ve açlığı, futbol maçlarındaki dış karşılaşmalarda da kendini gösteriyor ve "galibiyet"; Mars gezegenine gönderdiği astronot ile bayrağını Mars'a ilk diken bir ülke olma coşkusuyla kutlanıyor.
    * * *
    Kazara bir "mağlubiyet" ise; haberin silikleştirilmesi ve neredeyse görmezlikten gelinmesiyle geçiştiriliyor.
    * * *
    "Kodum mu oturturum" türü, hamasetçi politikalar; kitleleri, duygusal bir coşku içinde "bilimsel bir şeffaflık"tan uzaklaştıran ve "talancılığı" kamufle ederek, bireylerin "yaşam kalitesi"ni asla gündeme getirmeyen kolaycı politikalardır.
    * * *
    Bu tür kolaycı politikaların bedelleri ise, tutamaksız genç kuşakların üstüne çığ gibi büyüyerek gelir.
    * * *
    Şimdi dünkü Milliyet'le, Cumhuriyet'in verdiği 2 ayrı habere de, şöyle bir göz atalım:
    1- Dünkü Milliyet'in ilk sayfadan anons ettiği haberin başlığı:
    "En pahalı 10 evden ikisinin sahibi Türk"
    Forbes dergisinin yayımladığı "Dünyanın en pahalı evleri" listesinin baştaki ilk 10'u içinde, 2 de Türk evi varmış.
    * * *
    2- Dünkü Cumhuriyet'in sürmanşetten yayımladığı haberin ilk başlığı da şöyleydi:
    "Türkiye, yolsuzluk, zimmet, rüşvet gibi nedenlerle uğradığı mali kayıp açısından 3. sıraya yükseldi"
    Uluslararası denetim ve danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers'in yaptığı araştırmaya göre Türkiye; yolsuzluk, zimmete geçirme, rüşvet, suiistimal gibi nedenlerle uğradığı mali kayıp açısından Rusya ve Brezilya'dan sonra 3. sırada yer alıyormuş.
    * * *
    Şimdi hemen bir kehanette bulunalım:
    Hiçbir siyasal parti lideri ve Hazine'den geçinmeli makam sahibi, yukarıdaki 2 haberin üstünde durmayacak...
    * * *
    "Milli çıkarlar" üstüne, gümbür gümbür kükreme yarışlarına giren siyasetçilerin; asla ağızlarına almayacakları, edebiyatımızdaki mısralardan da birkaç şenlikli örnek...
    Yunus Emre'den:
    O da yalan bu da yalan
    Var biraz da sen oyalan
    * * *
    Nef'i'den:
    Türke hak çeşme-i irfanı haram etmiştir
    * * *
    Ziya Paşa'dan:
    Diyar-ı küfrü gezdim saraylar kaşaneler gördüm
    Dolaştım mülk-ü islamı bütün viraneler gördüm
    * * *
    Tevfik Fikret'ten:
    Toprak vatanım, nev-i beşer milletim... insan,
    insan olur ancak bunu iz'anla inandım
    * * *
    Rıza Tevfik'ten:
    Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz;
    Hayat budur benim için, hatta senin için de.
    * * *
    Bir de, hem içeriğinin ne olup olmadığı, hem de pazar günü gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin henüz belli olmadığı bir referandumumuz var.
    Referandum için öngörülen harcama 103 trilyon YTL.
    Şimdiye dek de 40-45 trilyon YTL harcanmış.
    * * *
    Bu arada, sınır ötesi operasyon kararını da alkışlayalım arkadaşlar...
    Napolyon'un:
    - Savaş nedir?
    Sorusuna verdiği:
    - Para, para, para...
    Yanıtını da hiç düşünmeyelim.
    * * *
    Havalimanları büyüklüğünde, içinde bin bir çeşit lüks mağazanın bulunduğu bir mega süper markette; dost bir "kafes kuşları ve akvaryum balıkları satıcısı" var...
    * * *
    Orada, Güney Amerika'dan gelme, gagası uzun mu uzun, renkli tukan kuşunu gördüm.
    Neredeyse iki karışlık vücudu kadar olan gagasının uzunluğu, inanılası gibi değildi. Fotoğraflarınınkinden çok ötede, tuhaf mı tuhaf bir şaşkınlık yaratıyordu insanda.
    * * *
    Oldukça küçük sayılacak bir kuşun, o kadar uzun mu uzun bir gagası olduğunu görünce, insanın:
    - Gözlerime inanamıyorum vallahi, diyesi geliyordu.
    * * *
    Gerçi Türkiye'deki kükreme yarışlarında, duyduğumuz sorumsuz şapşallıklar için:
    - Kulaklarıma inanamıyorum vallahi, demekten çoktan vazgeçmiştik.
    Ama tukan kuşunun gagasını görünce, anladık ki:
    - Gözlerime inanamıyorum, demekten henüz vazgeçmemişiz.

    çetin altan
    0 ...
  10. 56.
  11. Uzun yıllardan bu yana ilk kez bizim pancar motorundan 1 hafta uzakta kalmak; bir çay tiryakisinin 1 hafta boyunca sabahları içi boş bir fincanla çevresine bakınıp durmasındaki garip ve görünmez bir özlemi yarattı bendenizde.
    * * *
    Ve nihayet Göztepe... Göztepe'deki küçük çalışma odası, tahta masa, gazeteler ve yanındaki bir tutam beyaz kâğıtla bizim pancar motoru.
    * * *
    Ah keşke itibarlı bir mevki sahibi olmanın hırsı; kendi varlığını, kendi uğraş ve meslek alanlarında somut bir ürüne dönüştürmekte duyup tadanları, bu kadar gölgelemesiydi.
    * * *
    Yüz yıllardan bu yana mevki sahiplerinin egemenlik şifresiyle platformuna ve onların övgüsüne kilitlenmiş olan kahramanlık coşkuları; aynı enerjiyi muhteşem köprülere, yollara, müzelere, kitaplıklara, gemilere, heykellere, fabrikalara, mimarlık şahyapıtlarına ve kendine özgü bir estetiği ayakta tutan semtlere yansıtabilseydi.
    * * *
    Hayat salt bir kahramanlıktan mı ibarettir ve çıplak bir kahramanlık sayesinde mi dünyada kalmayı sürdürmektedir, ölüp gitmiş Pavarotti'nin sesi?
    Bendeniz babaannemin babaannesine:
    - insanlar ölüp gömüldükten sonra da, sesleri dünyada kalacak ve onları hep duyacağız diyebilseydim; acaba "saçmalamanın, aklını kaçırmışlık doruğunda amuda kalkmışlığı" diye bakmaz mıydı yüzüme?
    * * *
    Olaylara her türlü koşullanmadan arınmış olarak tepelerden bakmak...
    Mevki sahipleri, hoşlanmazlar böyle bir objektiviteden ve koşullanmalara "kuşku" düşmesin isterler.
    Oysa mevki sahibi olmanın itibarı, meslek sahibi olmanın değerine bin basan bölgelerde; sap saman sade birbirine karışmaz, belalar kazanında da felaketler kaynatır.
    * * *
    Siyasetin her gün doğurduğu, tazeliği artık iyice bitmiş gündemlere; acaba kaç yıl önce, hangi zinaların neden olduğunu da merak edenler var mı?
    * * *
    Yarım yüz yıl öncesinin mevki sahipleri, neden tutuldu bazı kalemleri kırma kudurganlığına?
    O günkü zinalardan ilerde, hangi ucube piçlerin dünyaya geleceklerini haber verdikleri için mi?
    * * *
    Bir uçağın kokpitinden; vazgeçtik siyasetçi nutuklarıyla gönülsel ve gövdesel öfke tayfunlarını; bazen kentler, ovalar, ormanlar, dağlar bile görünmüyor.
    Sadece beyaz bulutlar ve bulutların üstünde bir uçak ve uçağın kokpiti.
    * * *
    Kaptan pilot Zeki Gürbüz ile yardımcı pilot Hüseyin Dinç'in nazik davetleri sonucu; 15-20 dakikalığına bir kokpit ziyaretiyle yarenliği...
    Yerden 10 bin metre yükseklikte, önü tüm genişliğiyle kavisli bir camın, yan pencerelerle de öpüştüğü 2 koltuklu bir mekân...
    Pilotların önündeki irili ufaklı düzinelerle kadran, tavanlara doğru da uzanmakta.
    * * *
    Pilotların yaşadıklarını yaşamadan, ne kadar anlaşılabilir ki takvimlerin nanik yaptığı yer yaşamları?
    Onlardaki o soğukkanlılık...
    Ellerinin lövyelere gidişi... Önlerindeki yarım daire direksiyon...
    Şöyle pistten hızlanarak giderken birden havalanıverme...
    Kürsülerde nutuk, meydanlarda slogan atarak havalanmaya benzemeyen somut bir havalanma...
    * * *
    Birkaç roman dışında ne şiir, ne resim, ne müzik özdeşleşti pilot yaşamlarıyla; bir sinema hariç...
    Çünkü pilotlukla sinemanın doğum tarihleri, neredeyse aynı.
    * * *
    O nedenle de kokpit, bambaşka bir yaşam serüveninin kuluçkalığı... Mevki sahibi olarak değil, pilot olarak yükselmenin lezzetini 2 dost pilotla paylaşma, bendenize büsbütün özelletti benim mütevazı pancar motorunu...
    * * *
    Öl öldür, vur kır, yak, kopar kellesini... Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakma cezbeleri ötesinde; ne kadar isterdim koşullanmalar dışı ortak bir dilin de, beyaz bulutlar üstünde bir uçak kanadının ihtişamıyla genişlemesini.
    * * *
    Beyaz bulutların üstünde bir kokpitte 2 dost pilotla, 2 tane de sigaracık içivermek...
    * * *
    Neyse yine kavuştuk bizim pancar motoruna...
    "Gözüne göz, dişine diş" mezbahalarıyla, binbir çürütmeciliğin göbek attığı bir beceriksizlik bataklığında; mevki sahibi olma ve sahip olduğu mevkii yitirmeme dalaşlarının acıklı manzaraları. Ve o canım insan enerjilerini, kanlı bir cenazeye çevirerek, üstüne işeyen Azrail.
    * * *
    Kimbilir 27 Ekim 2008'de neler konuşulacak?
    Ya 27 Ekim 2018'de?
    Ya 27 Ekim 2058'de?
    * * *
    "Uzay çağı"nda, ille de yerin dibine geçme telaşı; ister istemez şu soruyu sorduruyor insana beyaz kâğıt üstünde:
    - Nereye varmak ve kimlerin saltanatına gübre olmak için?
    * * *
    Yerde otomobil gibi giden, denizde tekne gibi yüzen ve havada da uçak gibi uçan bir araç yapmayı gerçekleştirmek, daha yararlı değil mi?
    Öyle bir araca sahip olunduğunda, ne kentlerin trafik sorunu kalır, ne de -zaten bireyler için çok da uzun olmayan- zamanı boşuna yitirme sorunu.
    * * *
    itaati, objektif akla yeğleyen mevki sahipleri, kalemleri de kırma vandalizmine düştüklerinde; daralan ufuklar, çalkantılara doğru itiyor toplumları, ne yapacaksınız?

    çetin altan
    0 ...
  12. 57.
  13. Parası ceplerden çıkmayan diplomatik gezilerin, toplantıların, yemeklerin sonunda yapılan açıklamalarla; "gözü kara"lık yarışlarında şampiyonluğa soyunma gösterilerini izlerken; bendenizin de aklına nedense, az çok bilinen bir fıkra geliyor.
    * * *
    Bir akıl hastanesinde delinin biri, bir diş fırçasına ip bağlamış:
    - Gel Fifi, güzel Fifi, diye dolaştırıyormuş.
    Bunu gören bir hastabakıcı, delinin keyfini kaçırmamak için eğilip diş fırçasını okşamış:
    - Bu ne cici köpek böyle, demiş.
    * * *
    Deli:
    - Haydi oradan budala, demiş; o köpek değil, diş fırçası.
    Hastabakıcı içinden:
    - Sandığım kadar da deli değilmiş bu, diyerek uzaklaşmış oradan.
    * * *
    Hastabakıcı gider gitmez deli, diş fırçasına doğru eğilmiş:
    - Aslan Fifi, demiş; bu enayiyi de atlattık.
    * * *
    Parası cepten çıkmayan diplomatik geziler, yemeklerle; "akıl sahibi" olmanın yerine oturup kurulmuş "cesaret sahipliği"nin kükremelerini izlerken; bilmiyorum neden hep hatırlayıveriyorum bu fıkrayı?..
    * * *
    Konya'da, Karaali ilköğretim Okulu'nda kanalizasyon bulunmadığı için kızlı-erkekli ufacık çocuklar, tuvaletleri kullanamıyor, kakalarıyla çişleri geldiğinde bazen ayakta, bazen çömelerek duvar diplerine sığınıyorlarmış.
    Yaygınlaşan pislik nedeniyle de, 6 çocuk sarılık olup hastanelere kaldırılmış.
    * * *
    AB üyesi ülkelerde de kanalizasyonu bulunmayan ilköğretim okullarıyla bir kardeşlik ve dayanışma örgülenmesine gidilse...
    Ve okulların kapılarına, "örgütümüzün gücü her türlü bokluğun üstesinden gelmeye kadirdir" diye yazılsa...
    Küçücük yaşta hayatını yitirenler de olursa, ailelerine Şair Eşref'in şu dizeleri gönderilse:
    Yavrun ölmüş eseflenme, seviver annesini;
    Gebe kalsın doğursun yeni bir tanesini.
    * * *
    Tuvaletleri kullanılamayan okullar sorununa bulduğumuz çözümleri gören dünya, bize hayran olmaz mı?
    Üstelik ilkokuldayken ezberlediğimiz şiirlerin, tarihsel bir gerçeği nasıl damgalamış olduğu da kanıtlanmış olur:
    Türkün güneşleriyle dünya ufku ağardı
    Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?
    * * *
    Av. Taner Aktop'tan da bir fıkra:
    Adamın biri, kulak-burun-boğaz uzmanı bir doktora gitmiş:
    - Doktor bey, demiş; galiba bizim hanımda bir işitme zorluğu başladı, acaba ne yapsak?
    Doktor:
    - Eve gidince, demiş; belirli bir mesafeden bir soru sorun karınıza. Şayet duymazsa, biraz daha yaklaşarak sorun aynı soruyu. Yine duymazsa, daha da yaklaşarak sorun. Önce bir saptayalım hangi mesafeden duymaya başladığını. Ona göre gerekli tedaviyi yaparız.
    * * *
    Adam eve dönmüş. Karısı mutfakta yemekle uğraşıyormuş. Hemen mutfağın kapısına giderek sormuş karısına:
    - Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?
    Karısı hiçbir cevap vermemiş.
    * * *
    Adam mutfağa girip birkaç adım daha atmış ve yine sormuş:
    - Hayatım, ne yiyoruz bu akşam.
    Kadından yine hiçbir cevap yok.
    * * *
    Adam, ensesinin dibine gelmiş kadının:
    - Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?
    * * *
    Kadın öfkeyle geri dönmüş:
    - Demincekten beri bağırıp duruyorum sana köfte diye, demiş; aa yetti artık be!
    * * *
    Kimlerin kimleri sağır sandığı, gerçekte ise kimlerin sağır olduğu anlaşılamadı gitti şu dünyada vesselam.
    * * *
    Attilâ ilhan'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:

    An Gelir

    an gelir
    paldır küldür yıkılır bulutlar
    gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
    o eski heyecan ölür
    an gelir biter muhabbet
    çalgılar susar heves kalmaz
    şataraban ölür

    an gelir
    ömrün hırsızıdır
    her ölen pişman ölür
    hep yanlış anlaşılmıştır
    hayalleri yasaklanmış
    an gelir şimşek yalar
    masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
    direkler çatırdar yalnızlıktan
    sehpada pir sultan ölür

    görünmez bir mezarlıktır zaman
    şairler dolaşır saf saf
    tenhalarında şiirler söyleyerek
    kim duysa korkudan ölür
    -tahrip gücü yüksek-
    saatli bir bombadır patlar
    an gelir
    attilâ ilhan ölür

    çetin altan
    0 ...
  14. 58.
  15. vatan için
    neler yaptık şu vatan için!
    kimimiz öldük;
    kimimiz nutuk söyledik

    orhan veli kanık 1.8.1946
    0 ...
  16. 59.
  17. Aşkın, yaşlılığın ve savaşın ne olduğu; sadece onu yaşarken anlaşılır

    "işin iç yüzü", "işin içinde meğer ne işler varmış", "görüntüye aldanma" gibi deyimler; hem bin bir çeşit dedikoduyla, yorumların sofralarında göbeklenir; hem de belgesel çalışmalarla, yığınlara ne tür yutturmacalar tezgâhlanmış olduğu kanıtlandığında borazanlaşır.
    * * *
    Âşık bir kızın dalıp dalıp gitmesi, sık sık cep telefonuyla balkona çıkıp konuşması; yandaki komşuların dikkatini çekse de, özdeş olabilirler mi o kızın çektikleriyle?
    Kimi:
    - Bizim Muhadder Hanım'ın oğluyla çıkıyormuş, der.
    Kimi:
    - Annesi de galiba göz yumuyor yaptıklarına, der.
    Kimi de:
    - Sözde kaç yıldır fakülteye gidiyor, bir türlü bitiremedi gitti, der.
    * * *
    Kızın ise erkek arkadaşı tarafından yeterince aranmamış olmak, gururuna dokunuyor ve kendisi, yeni bir ilişkiyle bir yandan öç almak, bir yandan da "moralini düzeltmek" istiyordur.
    Cep telefonuyla balkona çıktığında da, kendinde gözü olduğunu sezinlediği bir sınıf arkadaşıyla konuşuyordur.
    * * *
    Orta boylu, gözlüklü ve bir hayli de şişmanca olan ciciannem, evin merdivenlerini inip çıkarken boyuna yakınırdı bacaklarından ve yüzü koyun mindere yatıp, sırtını da bana çiğnetirdi.
    * * *
    Ben ise 6 yaşında, hoşlanırdım ciciannemin sırtını çiğnemekten ve bazen de hafifçe tepinirdim.
    Kadıncağız bağırarak, hemen indirirdi beni sırtından.
    Şimdi çok daha iyi anlıyorum ciciannemin merdivenleri inip çıkarken bacaklarından neden yakındığını ve neden sırtını çiğnetmek istediğini.
    * * *
    Savaşlar da acaba salt bir coşku işi mi?
    Porto'da 'Douro Irmağı' üstünde demir bir köprü var; uzunluğu 353 metre, yüksekliği 60 metre, kemerlerinin açıklığı 160 metre.
    Köprüyü 1877 yılında, sonradan Paris'te adını taşıyacak kulenin mühendisliğini de yapmış olan Gustave Eiffel yapmış.
    * * *
    Kitlelerde zaman zaman alevlenen savaş coşkusuyla, Eiffel'in kendi mesleğinde duyduğu coşku karşılaştırılsa; "var olma ve gururlanma" özlemlerinin tatminleri arasındaki farklar da ortaya çıkardı.
    * * *
    Eiffel'in, "Douro Irmağı" üstünde "Ponte Maria Pia" köprüsünü yaptığı 1877 yılında II. Abdülhamit henüz padişah olmuştu ve Ruslarla son Osmanlı savaşı patlamıştı.
    O yılın istanbul gazetelerinde nelerin yazılmış olduğu, nedense kamuoyuna hiç yansıtılmadı.
    Ve Rus orduları 10 ayda Yeşilköy'e indiler. ingiliz donanması da Marmara'ya girdi.
    II. Abdülhamit Romonof Rusya'sıyla, "Ayastafanos-Yeşilköy" barış antlaşmasını imzaladı.
    * * *
    Sonra bakın neler oldu:
    1- Avrupa'daki "düvel-i muazzama" büyük devletler, Yeşilköy Antlaşması'na karşı çıktılar ve "Berlin Kongresi" toplandı.
    * * *
    2- ingiltere, Kıbrıs'ın -sözde geçici olarak- kendilerine verilmesi koşuluyla Osmanoğulları'nın ülkesine arka çıkacaklarını bildirdi.
    * * *
    3- ingiltere'nin önerisi kabul edildi ve Kıbrıs verildi.
    * * *
    1887-89 arasında Gustave Eiffel, adını taşıyacak ve dünyayı şaşırtarak, kendisine de "demir sihirbazı" adını taktıracak kuleyi somutlaştırıyordu.
    * * *
    Aynı tarihlerde ise ittihat ve Terakki Fırkası kuruluyor ve II. Abdülhamit'i devirme hırsları kabarıyordu.
    * * *
    Geçen yıl ABD'de yapılan bir belgesel film, 2001 yılında Pentagon'a terörist bir uçağın çarpmış olamayacağını da kanıtladı; New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelerinin terörist uçaklar tarafından yıkılmadığını da.
    * * *
    Gustave Eiffel'in iktidarı ele geçirmek gibi bir derdi var mıydı, yok muydu; orasını burasını yerle bir ettikten sonra, suçlu uydurma konusunda çeşitli numaralar çeviriyor muydu, çevirmiyor muydu; bilmiyorum.
    * * *
    Sanıyorum ki, "demir sihirbazı" mühendis Eiffel, "var olma ve gururlanma" özlemini kendi mesleksel başarılarıyla tatmin ediyordu.
    * * *
    Bazı yörelerde ise mesleksiz insanlar, aynı tür özlemlerini bir "mevki sahibi" olmakla tatmine yöneliyorlar.
    Oralarda "yönetim saltanatı", "somut bir üretim saltanatı"na ağır basıyor ve kitleleri de olmadık serüvenlere sürüklüyor.
    * * *
    Bu tür "psikososyolojik" bir yapı da, yaşadığı çağla bütünleşemediğinde; -değişen parametrelerin de etkisiyle- farkına bile varmadan, birtakım çalkantılara sürükleniyor ve bir düğümü, modası geçmiş yöntemlerle çözmeye çalışırken, başka düğümlerle karşılaşıyor.
    * * *
    Tüm medyada yankılandığı gibi, dünkü Milliyet'te de şöyle bir başlık vardı:
    "Devlet protokolünde bir Hollywood starı"
    Kim bilir kimlerin göğsü kabarmıştır iftiharla.
    * * *
    Herhalde Kevin Costner'in de kabarmıştır; Cumhuriyet'in 84. yılı bayramının, ABD'deki 4 Temmuz Bağımsızlık bayramlarına hiç benzemediğini görünce...

    çetin altan
    1 ...
  18. 60.
  19. Mideniz ağrımıyorsa, midenizi unutursunuz; böbrekleriniz ağrımıyorsa, böbreklerinizi de...
    Ayaklarınız, bacaklarınız, apandisitiniz, dişleriniz, kollarınız, omuzlarınız ağrıya acıya, size kendilerini hatırlatmıyorlarsa; sağlıklısınız demektir.
    * * *
    Geçip giden ve ömrünüzü azaltan zamanı unuttuğunuz ölçüde de, "mutlu"sunuz demektir. Hele o süreci, sevdiğiniz biriyle "ortak bir unutkanlık" içinde yaşıyorsanız.
    Saatlerin nasıl geçtiğini bir türlü fark edemezsiniz.
    Cezaevlerinde ise zaman hiç geçmez; asıl ceza da budur.
    * * *
    "Devlet"in kendini sürekli hatırlattığı yörelerle; sokaklarında, caddelerinde üniformalı polislerin dahi pek görünmediği yörelerden söz açarak, "kamu hukuku doktrinleri"ne bodoslamadan dalmayalım.
    * * *
    Dinmeyen bir baş ağrısı gibi, "devlet"in kendini hatırlatmadığı bir bardak su dahi bulunmadığında; yasaması, yürütmesi, yargısıyla organlarda ya kronik bir bronşit vardır, ya öksürüklü bir tüberküloz
    * * *
    21. yüzyıl, zamanı unutma yöntemlerinin iyice çeşitlendiği bir döneme doğru koşuyor dört nala...
    Bunlardan biri de, o sırada tüm dünyada nelerin kimsenin aklına gelmediği...
    * * *
    Örneğin "sıfır"ın alt yazısız bir karikatürü yapılabilir mi, yapılamaz mı?
    "Güneş"in karikatürü, kendisine bir insan kimliği verilerek çok yapıldı.
    Ama tıpkı, karikatürü yapılabilmiş ilk Cumhurbaşkanımız ismet Paşa'nın karikatürü gibi; görünüşündeki kimliği değiştirilmeden, "güneş"in de alt yazısız karikatürü bir "portre karikatür" olarak hiç yapılmadı.
    * * *
    Şimdi "sıfır"ın, alt yazısız bir "portre karikatürü"nü yapma yarışması açılsa...
    Acaba böyle bir yarışmaya nerelerden kimler katılır ve neler gönderirdi?
    * * *
    Sonra da gönderilmiş karikatürlerden bir sergi açılsa ve kapısına da şöyle yazılsaydı:
    "Lütfen bu sergi size, siyasal hayatımızı hatırlatmasın; TCK 301'inci madde ile suçlanabilirsiniz sonra!"
    * * *
    Sergiye "kışla" parfümlü nutukçular da koşardı, "cami" parfümlü nutukçular da; ellerinde kalmışları satmak için, balonlu balonsuz bayrakçılar da...
    * * *
    Elbette son orta boy Denizli depreminde, geceyi 7 derece soğukta dışarıda geçirenlerin aklına, Fransız ihtilali'ni tetikleyen nedenler hiç gelmemiştir.
    * * *
    Oysa öyle de eğlenceli yönleri vardır ki o ihtilalin; "mevki sahipleri"nin, birtakım kanlı dolaplar çevireyim derken, kendilerinin de o dolaplar içinde nasıl kaldıklarına sade şaşmaz, kahkahalarla da gülersiniz.
    * * *
    Fransız ihtilali'nin matrakoljik yönünü anlamak için, önce Korsika adasının tarihine bir göz atmak gerekir. Şöyle ki:
    1- 15'inci yüzyılın ortalarında Korsika'nın yönetimini, Cenova ele geçirdi. Tıpkı 1204'te Bizans'ı ele geçiren 4. Haçlı seferi sırasında, Ceneviz'in bizim Haliç'teki Galata yakasını da egemenliğine katması ve oraya o koca kuleyi dikmesi gibi...
    * * *
    2- 1729-69 arasında Korsika'da ayaklanmalar başladı ve ada, kısa bir süre için özerkliğini ilan etti, sonra da 1769'da Fransa krallığına bağlandı.
    * * *
    3- Ne var ki ingiltere, Korsika adasındaki siyasal hercümerden yararlanarak, adada bir krallık kurdu ve kendisine bağladı.
    * * *
    4- Fransa krallığı, içine sindiremedi ingiltere'nin domuzluğunu. O da ingiltere'nin egemenliği altındaki Kuzey Amerika'da, bağımsızlık hareketini desteklemek için, "âsiler"in başına ünlü generali Marki de La Fayette'i gönderdi.
    * * *
    5- ingiltere de, Fransa'nın hınzırlığını içine sindiremedi ve 24 yaşında Londra'da başbakan olan William Pitt, Fransız ihtilalcilerine para yağdırmaya başladı. Yaptığı hesaba göre, 16. Louis devrilecek ve yerine ingiltere'nin dostu olan kardeşi geçecekti.
    * * *
    6- Sonuç pek kötü ve -karikatüral bir açıdan- pek kahkahalı oldu. William Pitt'in hesapları doğru çıkmadı ve Fransa'da "cumhuriyet" ilan edildi. Sonra da siyaset dünyasında aristokratların yerini, demagoglar almaya başladı.
    * * *
    "Sıfır"ın, alt yazısız "portre karikatürü" yapılabilir mi, yapılamaz mı?
    Yapılamazsa, zamanı unutmak ve kendini kanıtlamak için "yönetim saltanatı"na göz dikenler de; burjuva enternasyonalizminin "üretim saltanatı"na karşı 100 yıl daha dayanamazlar.
    * * *
    Çünkü "üretim saltanatı", fizikteki yeni buluşlar sayesinde "insanların hayatını kolaylaştırma"ya dönüktür; tıpkı cep telefonları, video-kameralar, internet, görkemli yolcu uçakları gibi...
    "Yönetim saltanatı" ise sadece, "mevki sahipleri"nin mevkilerini korumasına dönüktür.
    * * *
    "Sıfır" deforme edilemiyor, Kozmos'un insan toplumlarını sarmalayan "veriler"i de öyle.
    Siyasal nutuklarla depremler engellenemiyor; nasıl ki şimdilerde adına "konjonktür" denilen "değişimler" de...
    * * *
    "Zaman" gövdesel eğlencelerle unutulduğu gibi, görüyorsunuz ki beyinsel eğlencelerle de unutuluyor...
    Üstelik çok da zor değil, insanın kendisine bu tür -kimsenin aklına gelmeyen- eğlenceler bulması...

    çetin altan
    0 ...
  20. 61.
  21. tülay Eriş hanım, küçük bir gülücükle bendenize: - Seslerin resmi yapılabilir mi, diye sordu.
    Ben de tam sanat dalları arasındaki ayrımların nedenlerini; bir sanat dalının anlatımda yetersiz kaldığı bir alanı, başka bir sanat dalının tamamladığını anlatmaya kalkma ukalalığına "alabanda iskele" yapacaktım ki...
    Tülay hanım:
    - Benim, 5.5 yaşındaki oğlum seslerin resmini yapıyor dedi ve yaptığı çarpıcı renkli harika çizimleri gösterdi.
    * * *
    Henüz daha iç içe çember çember çevre koşullanmalarıyla demir bir zırh içine sokulamamış çocukların, o doğal yaratıcıklarındaki güzellikler...
    Sonra da hepsini bilinen kalıpları tekrarlamaya; ya rap rap yürümeye, ya kutsal duaları ezberlemeye yönlendirmek.
    Ve farkına varmadan, küçücük yaşlarda iğdiş etmek onların doğal içtenliğiyle yaratıcılığını.
    * * *
    Eski bir deyim vardır:
    - Çocuktan al haberi, derler.
    Çünkü büyükler, "her sakala göre değişik taraklar vururlar".
    * * *
    Bir gün Köyceğiz'de eve, 5-6 tane ilkokul 5'inci sınıf çocuğu gelmişti. Yan yana uslu uslu oturmuşlardı.
    - Ee ne yapıyorsunuz bakalım, diye açmıştım lafı.
    Hemen geçerli ezberlerini tekrarlamaya başlamışlardı:
    - Derslerimize çalışıyoruz, büyüklerimizin sözlerini dinliyoruz vs...
    * * *
    Ben de:
    - Büyükler yalan söyleyip dururlar, demiştim.
    Böyle bir saptama çok hoşlarına gitmiş ve içlerinden biri:
    - Benim annem de yalan söylüyor, demişti. Bir de örnek vermişti:
    - Telefon çaldığında "şimdi çıkmak üzereydik" diyor; sonra da, "neyse atlattık" deyip, hiçbir yere gitmiyor.
    * * *
    Çocukları belirli kalıpların zırhları içine sokunca, kolaylaşır onları yönetmek de; tıpkı kalabalıklar gibi...
    Ve böylece belirli klişeleri tekrarlayıp durmanın, beyinsel bir buzlanmasına uğrar kuşaklar.
    * * *
    Dünkü Hürriyet'te Arzu Çelik'in izmir'den verdiği, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'la ilgili bir haber vardı. Başlığa Unakıtan'ın şu sözleri çıkarılmıştı:
    "Kişi başına gelir 15 bin dolar olsun bakın kimse dağa çıkar mı?"
    * * *
    Cumhuriyetçiler'in tek parti döneminde en keskin yasak, ülkedeki "yoksulluklar" üstüneydi.
    1925'teki Şeyh Sait ve 1930'lardaki Dersim olayları; salt bir asayiş ve politik bir itaatsizlik sorunu olarak görülmüş; o bölgelerdeki ekonomik durumun analizlerine asla izin verilmemişti.
    * * *
    Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, önceki gün izmir Ekonomi Üniversitesi'nde söylediği sözleri, şayet o tarihlerde söylemiş olsaydı; kimbilir başına neler gelirdi?
    * * *
    Belirli ezberlerin dışına çıkma yasağı; eski sivilcileri gitgide çıbanlaştırdı.
    Kendi özgür doğallıklarıyla, "kral çıplak" diyen çocukları tokatlayıp susturmanın bedelleri pek acılı ve gözyaşılı oluyor.
    * * *
    Hazine'den geçinmeli "yönetim saltanatı"nın kadroları; belirli bir ezber dışını "yasaklama" kolaycılığıyla; sık sık ortaya dökülen beceriksizliklerin günahını; ya rakiplerinin, ya dışarıdaki mihrakların üstüne yıkma kolaycılığına kaçtıkça; çalkantılar da depremleşmeye başlıyor.
    * * *
    "Mevki sahipleri" ise, hep aynı anlayışı miras bırakıyorlar haleflerine:
    - Benden atlasın da, nerede patlarsa patlasın!
    * * *
    Geçen yıl ABD'de çevrilmiş olan, Robin Williams'ın başrolünü oynadığı "Yılın Başkanı" adlı filmi, keşke bütün siyasetçilerimizle, siyasete eğilim duyanlarımız izleyebilseydi...
    * * *
    TV'lerdeki programlarında ABD'nin siyasetçilerini alaya alıp durmakla ünlü bir "şovmen" rolündeki Robin Williams'a; izleyicilerinden genç bir kız gülerek:
    - Siz, diyor; kendiniz koysanıza adaylığınızı seçimlerde Başkanlığa.
    * * *
    Başkanlığa adaylığını koyan komik şovmen de, Başkanlığı kazanıyor.
    Daha doğrusu, seçimlerde oy verme işlemleriyle sonuçlarını bildirme sorumluluğunu yüklenmiş büyük bir bilgisayar şirketinin yaptığı bir hata sonucu, kazanmış görünüyor.
    * * *
    O filmde Robin Williams'ın komik bir şovmenlikten, ABD Başkanlığına çıkmasıyla gazetecilerin kendisine sormaya başladığı sorulara verdiği yanıtlar, boşalan bir kahkaha zembereği.
    * * *
    Bir gazetecinin, geçmişteki cinsel ilişkilerini kurcalamasına da şu yanıtı veriyor:
    - Geneleve ilk gittiğimde, o kadar başarısız oldum ki, paramı iade ettiler.
    * * *
    Daha ilkokullardayken çocukları, belirli kalıpların dar zırhları içinde koşullandırmaya kalkmak...
    * * *
    Tabular ve dogmalarla yığınları; "suya sabuna dokunma", "etliye sütlüye karışma", "hem nalına, hem mıhına", "ne şiş yansın, ne kebap" çıkmazlarına süpürmek...
    * * *
    Sonra da, değişen çağların rüzgarları önünde, apışıp kalmak ve öyle görünmemeye çalışmak...
    * * *
    Tülay hanımın 5.5 yaşındaki oğlu, seslerin resimlerini yapıyor; yaptığı resimler de, o kadar hiç görülmemiş güneşlerin doğması gibi ki...
    * * *
    Acaba tüm evrensel politika tarihinin de; savaşları, cellatları, nutuklarıyla bir resmi yapılsa, ne çıkardı ortaya; dipsiz bir kile ile boş bir ambar mı?

    çetin altan
    1 ...
  22. 62.
  23. Son günlerde medyada gitgide sıklaşan başlıklar şöyle: "Gözler Ankara'ya kilitlendi"
    "Gözler istanbul'a kilitlendi"
    "Gözler Washington'a kilitlendi"
    * * *
    Nasreddin Hoca'ya sormuşlar:
    - Hoca, sen ne diyorsun gitgide yoğunlaşan bu başlıklara?
    Hoca gülümsemiş:
    - Bana, demiş; vaktiyle miniklerin pek sevdiği bir tekerlemeyi hatırlatıyor:
    Açıl kilit açıl!
    Açılmaz.
    Anahtarı nerde?
    Suya düştü.
    Su nerde?
    inek içti.
    inek nerde?
    Dağa kaçtı.
    Dağ nerde?
    Yandı bitti kül oldu.
    Vay benim köse sakalım...
    * * *
    Bir akıl hastanesinde delinin biri, bir çile yün almış. Önce eline sarıp bir yün yumağına dönüştürmek için, çilenin ucunu aramaya başlamış.
    Durumu uzaktan izleyen başka bir deli, bağırmış kendisine:
    - Boşuna ucunu hiç arama o yün çilesinin. Sen gelmeden ucunu kestim onun ben.
    * * *
    Hemen söyleyelim ki bu fıkra, Başbakan Tayyip Bey'in ne iç, ne de dış politikasını ima ediyor. Militerlerimizden politik konuşmalar yapmasını sevenler için de öyle.
    * * *
    "Kırmızı Şapkalı Kız" öyküsünün, değişik bir anlatımı:
    Yeşil Şapkalı Kız, ormanın ta ucunda oturan büyükannesine bir çömlek tereyağı ile bir somun ekmek götürürken, ormanda gezinip duran hain kurtla karşılaşır.
    Hain kurdu korkutmak için de, hemen bir ağacın arkasına saklanır.
    Kurt, yanından geçerken ağacın arkasından çıkıp bağırmaya başlar:
    - Cööö cö cö...
    Kurt korkudan bayılıverir orada.
    * * *
    Yeşil Şapkalı Kız, çok da iyi yürekli olduğu için, kurdu oralarda baygın bırakmak istemez ve kendisini ayılttıktan sonra da özür dileyerek:
    - Hemen gitmeliyim ben, der; büyükanneme yağla ekmek götürüyorum.
    * * *
    Kurt sorar:
    - Büyükannen nerede oturuyor?
    - Şu uzaktaki kurumuş meşenin arkasında.
    - Ya demek orada oturuyor, çok güzel.
    * * *
    Yeşil Şapkalı Kız, büyükannesinin kulübesine geldiğinde, kapıyı çalınca içeriden bir ses duyulur:
    - Kapıyı azıcık kaldırıver de it, açılır.
    * * *
    Ve Yeşil Şapkalı Kız, kulübeye girince garip bir şeyler olduğunu sezinler:
    - Ay büyükanne, der; neden senin kulakların bu kadar büyük?
    Büyükanne:
    - Seni daha iyi duyabilmek için yavrum, der.
    * * *
    Bu yanıt bir şeyler anımsatmıştır Yeşil Şapkalı Kız'a, ama sürdürür sorularını:
    - Ay büyükanne, neden senin kolların bu kadar kocaman?
    - Sana daha iyi sarılmak için yavrum.
    - Ay büyükanne, burnun neden büyük bu kadar?
    - Seni daha iyi koklayabilmek için yavrum.
    * * *
    Aslında Yeşil Şapkalı Kız, biliyordur o eski "Kırmızı Şapkalı Kız" öyküsünü, ancak sonunu unutmuştur. Yine de sürdürmeye çalışır sorularını:
    - Ay büyükanne neden gözlerin o kadar büyük?
    - Seni daha iyi görmek için yavrum.
    * * *
    Sonuncu soru bir türlü aklına gelmiyordur Yeşil Şapkalı Kız'ın. Yeniden başlar sorulara:
    - Ay büyükanne, neden senin kulakların bu kadar büyük?
    - Söyledim ya, seni daha iyi duymak için.
    - Ay büyükanne, neden kolların bu kadar kocaman?
    - Sağır mısın sersem, sana daha iyi sarılabilmek için dedik ya...
    * * *
    Büyükanne kılığına girmiş olan kurt, sabırsızlanmaya başlamıştır:
    - Buraya bak, der; sonuncu soruya da gelecek misin, gelmeyecek misin?
    * * *
    Yeşil Şapkalı Kız ise, bir kez daha yeniden başlamıştır sorulara:
    - Ay büyükanne, neden gözlerin bu kadar büyük?
    * * *
    Kurt, birden yorganın üstüne çıkarak ağzını açar ve dişlerini gösterir:
    - Yetti artık be, der; dişleri soracaksın dişleri, neden dişlerin bu kadar büyük, diye...
    * * *
    Birleşmiş Milletler'deki diplomatlardan bazılarına, Ankara-Washington ilişkileri sorulduğunda; "Kırmızı Şapkalı Kız" öyküsünün, "Yeşil Şapkalı Kız" olarak değiştirilmiş versiyonunu anlatıyorlarmış.
    Doğru mu, yanlış mı, bilmiyoruz.
    * * *
    Celal Sılay'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:

    Gitti
    işitmek istediğini bir sağırın
    Sezdi havamızdan geçen bir şarkı
    Duyuramadı sesini bu sağıra
    Eridi, gitti!
    Yürümek hasretini bir kötürümün
    Hissetti koltuk değnekleri;
    Kaldıramadı yatağından hastasını
    Çürüdü, gitti!
    Körün görmek arzusunu duydu
    Bahçenin kenarında bir çiçek;
    Gösteremedi yapraklarının rengini,
    Dağıldı, gitti!
    Ve duydu bir açın yemek ihtiyacını
    Buğday tarlasındaki başak;
    Utandı büyümesindeki şehvetten,
    Kurudu, gitti!

    çetin altan
    1 ...
  24. 63.
  25. Hava hem yağmurlu, hem de buz gibi; kış ha geldi, ha geliyor. Evde de kaloriferler henüz yanmadı. Yaz sıcaklarında "serin hava"ya ayarladığımız klimaları, yeniden "sıcak hava"ya yönlendiriyoruz.
    Bizim yazı odasında da klima olmadığı için, elektrik sobası yetişiyor imdada.
    * * *
    Bizler üşümüşüz, üşümemişiz; Bolu Dağı'nda görüş mesafesi 5 metreye inmiş, inmemiş; trafik kazaları artmış, artmamış...
    Hiç önemli değil bunlar.
    * * *
    Önemli olan Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin durumuyla, neler söyledikleri.
    Çünkü ortaçağ uzantılı "oligarşik" yapılanmalarda, "mevki sahipleri" "devlet"i temsil ediyor.
    Sıradan vatandaşlar ise, her ne kadar "vatandaş" da sayılsalar; kul yığınları.
    * * *
    Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra pıtıraklaşan yorumlar arasında, yeni bir dönemin başladığını söyleyenler de var.
    "Kışla" parfümlü politikalarla, "cami" parfümlü politikalar arasındaki kutuplaşmalar sürecinde; "laiklik" tekeli, artık hamasetçi coşkuların üstüne çıkarılacak gibi...
    Bunun için de 1 yıllık bir sürede, bazı hayal kırıklıklarının yaşanması yeterli.
    * * *
    Hayal kırıklıkları şöyle yaşanacak, böyle yaşanacak; ama herhalde bir şeyler yaşanacak.
    Tıpkı, "yaşam kalitesi" açısından, gitgide Finlandiya'nın 97 basamak altına düşmek gibi.
    Tıpkı, Güneydoğu sınırlarının, sorumsuzca çizilmiş olduğunu nihayet itiraf etmeye başlamak gibi.
    * * *
    Geçtiğimiz pazar günü öğleden sonra TÜYAP'ta, bir süre dostlarla haşır neşir olduktan sonra, kendimi bir hayli yorgun hissettim ve Arman dostumuz, Solmaz Kâmuran'la birlikte bizi bir dinlenme salonuna götürdü.
    Bir masanın başında yaşlı bir bey oturuyordu.
    Kendisine şöyle bir selam verdim, o da şöyle bir baktı yüzüme...
    * * *
    Ve derken...
    Masanın başındaki yaşlı bey ayağa fırladı:
    - Beni tanıdın mı, dedi.
    Tanıyamamıştım.
    - Ben, dedi; Kemal Bekir Özmanav...
    * * *
    Ankara Devlet Tiyatroları sanatçılarından Kemal Bekir...
    Menderes iktidara gelir gelmez bir "komünist tevkifatı" başlatılmış ve Kemal Bekir de; Ulvi Uraz, Aclan Sayılgan, Ruhi Su, Arif Damar'a kadar uzanan "sakıncalılar" arasında, komünistlik suçlamasıyla 1952'de tutuklanmıştı.
    "Soğuk Savaş" döneminde sanat ve yazı adamlarının başlarına gelenlerden bölümler taşıyan "Hücre 1952" kitabı da hâlâ TÜYAP standlarındaydı.
    * * *
    Dinlenme salonuna bastonuna dayanarak yürüyen yaşlı bir bey daha girdi.
    Aaa o da ne?
    O yaşlı bey de Arif Damar'dı.
    Damıtılmış bir şair olan Arif Damar da, neler ve neler çekmemişti ki...
    * * *
    1921'de Moskova'da imzalanan "Sovyetler'le dostluk antlaşması"...
    1945'te, ismet Paşa'nın direktifiyle, Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper'in; Stanlin'le Molotof'a "1921 Moskova dostluk anlaşmasını" uzatma önerisi...
    Stalin'le Molotof'un öneriyi reddetmesi ve ismet Paşa'nın, dış politikada Washington'a yaklaşma çabaları...
    * * *
    Bu çabalar sonucu, Washington'un ileri sürdüğü 2 koşul:
    1- Çok partili döneme geçiniz ama, partilerin dış politikaları Sovyetler'e karşı olsun.
    2- Karayolları seferberliğini başlatınız.
    * * *
    Menderes de iktidara gelince, Sovyetler'e karşı olduğunu kanıtlamak için, hemen bir tevkifat başlatmış ve gencecik sanatçıları, şairleri, müzisyenleri tıpkı "yoksulluktan söz etmeyi" yasaklamış olan Cumhuriyetçiler gibi, içeri tıkmaya sıvanmıştı.
    * * *
    Toplumun okuldan geçme süresi ortalama "4 yıl"ken ve 20 kişiye 1 gazete, 6 kişiye bir kitap düşerken...
    Yazarlardan, şairlerden, müzisyenlerden, bilimcilerden bu kadar kaygılanmak; acaba biraz da angutolojik bir kompleks sonucu muydu?
    * * *
    Washington zirvesi üstüne yorumlar yorumları doğura dursun.
    Türkiye yeni bir döneme girsin, yahut girmesin.
    * * *
    Yarım yüz yılı aşkın bir süreden beri karşılaşmadığımız 2 eski dostla karşılaşmanın mucizesi bambaşkaydı.
    Kimler ve kimler nasıl ziyan olup gitmiş, kimler ve kimler nasıl kaybolup gitmişti...
    "Mevki sahibi" büyüklerimiz de, birbirleriyle az toslaşıp, az dalaşmamıştı.
    * * *
    "Yönetim saltanatı"nın yerini; gerek teknolojik, gerek ekonomik, gerek sanatsal bir "üretim saltanatı" almadıkça ve küreselleşme sürecinde "burjuva enternasyonalizmi"yle bütünleşip, "gelişmiş"lik payesine erişmedikçe; birtakım çalkantılar sürüp gideceğe benzer.
    * * *
    Şimdi 20 yaşlarında olan kalem emekçileri; 60 yıl sonra bir kitap fuarının dinlenme salonunda eski dostlarıyla karşılaşıverme mucizesini yaşadıklarında, kim bilir neler ve neler konuşacaklar...
    * * *
    Neler ve neler konuşacağınızı şimdiden merak etmeye başlamışsanız, enseyi karartmayın.
    Çünkü bayrak satışlarının artması; bazen yetmiyor 1 yıl, 10 yıl, 50 yıl sonrasını merak etmeye ve enseyi karartmaktan kurtulmaya...

    çetin altan
    0 ...
  26. 64.
  27. - Güneş doğudan doğar.

    - Yok canım, her zaman zannetmem. Babama bir arkadaşı söylemiş, gözleriyle görmüş bir gün batıdan doğduğunu. Bizim Hayrullah bey de inanmıyor güneşin doğudan doğduğuna. Daha birçok insan var böyle. Onun için fazla israr etmeyin. Ayrıca herkes fikrinde hürdür. Kimi batıdan doğduğuna inanır güneşin, kimi doğudan doğduğuna. Kanaatlere saygı göstermek gerek...

    - Asansörle çıkmak merdivenle çıkmaktan daha kolaydır.

    - Rica ederim ama, siz onu affetmişsiniz. Merdivenle çıkmak asansörle çıkmaktan bin defa daha kolaydır. Ben her zaman merdivenle çıkarım. Atalarımızdan ne gördüysek öyle. Kapı kapalı kalsa da içeri pencereden girmek gerekse, pencerenin önüne asansör kurabilir misin? ister istemez bir merdiven getirip dayarsınız. Bu kafayı değiştirin de söylenene inanın. Merdiven asansörden daha iyidir.

    - Yağlıboya leke yapar.

    - Yapmaz. Böyle tehlikeli fikirlerden vazgeçin. insanları endişeye sevketmek doğru değildir. Hem biraz da boya piyasasını düşünün kuzum. Yağlıboya leke yapar diye herkes korkar da boyacılar iflâs ederse, memleket ne duruma düşer. Makul olun birader, makul olun.

    - Su susuzluğu giderir.

    - ilk defa duyuyorum bunu da. Ne münasebet yahu, ne münasebet. Susuzluk suyu giderir.

    - Telefon konuşmak içindir.

    - Katiyen değildir, hatâ ediyorsunuz. Telefon hamamda yıkanmak içindir.

    - Eşek hoşaftan ne anlar?

    - Siz herhalde pek fazla eşek tanımıyorsunuz. Ben sabahtan akşama eşeklerle düşer kalkarım. Bütün eşekler hoşaftan anlar.

    - Sermayenin birikmediği yerlerde gerçek demokrasiyi kolay kuramazsınız.

    - Kurarsınız. Önce demokrasi olur, sonra da kendiliğinden birikir sermaye.

    - Hukuk devleti olmak için...

    - Bu devlet hukuk devletidir, demek kâfidir.

    - Siz hiç hürriyetin ne olduğunu düşündünüz mü?

    - Sözünüzü size aynen iade ederim. Onu siz düşünürsünüz.

    - Bakın, bu duvar beyaz.

    - Dikkat edin siyahtır o duvar.

    - Ateş yakar.

    - Yakmaz.

    - Sıcak ısıtır.

    - Isıtmaz.

    - Soğuk üşütür.

    - Üşütmez.

    - Siz hep böyle mi düşünürsünüz?

    - Evet.

    - Kaç kişisiniz siz?

    - Otuz milyondan birkaç yüz kişi eksik.

    - Epey de çokmuşsunuz. Allah selâmet versin.

    çetin altan
    0 ...
  28. 65.
  29. Dünkü Posta gazetesinin sürmanşetinde Candaş Tolga Işık'ın özel bir haberi vardı:
    "Saklanan şehitler
    1914'te Sarıkamış'ta donarak şehit olan 90 bin askere kışlık giysi, erzak ve mühimmat götürmek için istanbul'dan Trabzon'a doğru yola çıkan, içinde 3 bin de asker bulunan 3 gemiyi Ruslar 7 Kasım'da Karadeniz'de batırır. Enver Paşa'nın emriyle kayıtlara geçirilmeyen bu faciayı Prof. Dr. Bingür Sönmez ortaya çıkardı. 'Sarıkamış'ın Deniz Şehitleri' 93 yıl sonra dün ilk kez törenle anıldı"
    * * *
    Vaktiyle Yahya Kemal:
    - Siyasette gerçekler daima geç söylenir, demişti.
    Ressam ibrahim Çallı da şöyle demişti:
    - Şu bizim Yahya Kemal de doğrusu pek saf. Siyasette gerçekler geç değil, hiç söylenmez.
    * * *
    Hamasi bir övünme üstüne kurgulanmış "resmi tarih"imizin miadı artık dolmakta galiba.
    Fikret Bila'nın yazı dizisinde emekli militerlerimiz bile, ufaktan ufaktan özeleştirilere başladılar.
    * * *
    Bugün itiraf edilmeye başlanan askeri hataları, vaktiyle bir yazı adamı söylese; sade ağzına biber sürülmez, hayatına da kezzap dökülürdü.
    * * *
    Beşiktaş, istanbul'da 2-1 yendiği Liverpool'a deplasmanda 8-0 yenildi.
    "Türk'e Türk propagandası yapma"da ustalaşmış profesyonellerin gözlüğüyle böyle bir yenilgi, acaba -resmi tarihimizdekiler gibi- nasıl bir zafere çevrilebilirdi?
    * * *
    Eğlenceli birkaç deneme yapmaya çalışalım.
    Önce Namık Kemal'in ünlü mısraını büyütelim:
    Galip sayılır bu yolda mağlup
    Altına da şöyle bir yorum oturtalım:
    Beşiktaş'ı Liverpool değil, Türk düşmanı olan satılmış hakemler yendi.
    * * *
    Hümanist bir değerlendirme de yapılabilir.
    Biz kendi ülkemizde yendiğimiz yabancı takımları, kendi ülkelerinde küçük düşürmek istemeyecek kadar gönlü büyük insanlarız.
    ingiliz seyircisinin mutluluğu, bizim zaferimizdir.
    Dileriz ingilizler de bir gün öğrenir, insanları kendi ülkelerinde mutlu etmenin ne büyük bir zafer olduğunu.
    * * *
    Psiko-sosyolojik bir öngörü de benimsenebilir.
    Karakartallar, sade stadyumu değil, Londra'yı da kurtardı.
    Şayet Beşiktaş, yenilgiyi göze alma kahramanlığını göstermeseydi; holiganlar hem ortalığı kasıp kavuracak, hem de Beşiktaş'a saldırarak diplomatik bir kriz yaratacaklardı.
    ingiliz Dışişleri görevlileri, Beşiktaş'a teşekkürlerini sundular.
    * * *
    Hamasi bir paralellik de kurulabilir:
    Futboldaki topun yuvarlaklığı, Çanakkale'de patlattığımız toplarla kıyaslanabilir mi?
    Liverpool yerine karşımıza ingiliz donanması çıksaydı da, görseydiniz o zaman top atışlarını.
    Kartallar yüksekten uçar, kargaların zaferi sahada kalır.
    * * *
    Bir de bir manzume yazılabilirdi.
    Üzülme ağlarına toplar takıldı diye;
    Bir de düşün ağlara takılan balıkları.
    Ağlarda kalan toplar bırak olsun hediye,
    Dön gel bassın göğsüne seni gazi diyarı.
    * * *
    Enver Paşa'nın hayatı üstüne belgesel bir film yapılabilse; hamaset üstüne koşullanmaların sakıncaları da, çok net çıkardı ortaya.
    O zaman da üniversite rektörlüğüne kadar yükselmiş bir hekim, uluorta:
    - 140 bin şehit daha verir, Atina'yı da alırız, diyemezdi.
    Diyemezdi, çünkü "yönetim saltanatı" uğruna, insan kurban edip durmanın nelere mal olduğu kamu vicdanına çivilenmiş olurdu.
    * * *
    1962 yılında Milliyet'teki odamda otururken, kapı vurulmuş oksijene saçlı irice, havalı bir hanım girmişti içeri:
    - Ben Enver Paşa'nın kız kardeşiyim, demişti.
    Kulaklarıma inanamamış, hemen ayağa fırlamıştım:
    - Buyurun oturun hanımefendi, demiştim.
    O:
    - Rahatsız etmeyeyim, bir 50 kâğıdınız var mı, demişti.
    * * *
    Ne yapacağımı şaşırmış, cüzdanımı olduğu gibi kendisine uzatmıştım.
    Cüzdanı almış, içindeki tek 50'liği çekip çıkardıktan sonra:
    - Teşekkür ederim, diye çıkıp gitmişti.
    * * *
    Gerçi nutukçularımız da, yorumcularımız da bol ama; bilmiyorum Enver Paşa'nın kız kardeşinin nerede yattığını bir bilen var mı?
    * * *
    Yağmura, kara, sel baskınlarına, kuraklığa "teslim olmak"; nasıl şanımıza, şerefimize, onurumuza, gururumuza dokunmuyorsa; objektif bir şeffaflık da bizi korkutmamalı.
    * * *
    Bayraklar sade gövdesel cesaretle değil, "medeni cesaret"le de dalgalanabilir gelecek kuşakların hayat bahçelerinde.

    çetin altan
    0 ...
  30. 66.
  31. kalkin ey ehl-i vatan dediler kalktik
    herkes oturdu biz ayakta kaldik

    dizeleriyle ifade edilebilen tumce.
    0 ...
  32. 67.
  33. Güncel bir misafirlik, yahut gönülsel bir yakınlık ısısının gösterisi olarak sunulan bir buket çiçek...
    Acaba öyle bir sunu tutkunu olanların babalarında da, büyükbabalarında da aynı tutku var mıydı?
    * * *
    Bendeniz ne dedem Hasan Paşa'nın, ne üst düzey bir bürokrat olan babamın eve bir buket çiçekle geldiğini hiç hatırlamıyorum.
    Üstelik bir tanesinin Almancasıyla, ötekinin Fransızcası da mükemmeldi.
    Yani efendime söyleyeyim, iyi öğrenimlerden geçmişlerdi.
    * * *
    Karagöz'le Hacivat'ın gölge gösterilerinde, elinde bir buket çiçekle ortaya çıkan Tarçın Bey; çıtkırıldım, cılız bir "alafrangalık" özentisiydi.
    Heybeliada'da eşekle tura çıkıldığında, eşeği koşturmak isteyince "ha babam, ha babam" demek yerine; çıtkırıldımlığından ötürü "ha pederim, ha pederim" diyecek diye, alaya alınan tiplerdendi.
    * * *
    Halk edebiyatı, Tanzimat'la geliştirilmek istenen yapıştırma "alafrangalık"ı ti'ye alıp durmuştu.
    * * *
    Tarıma dayalı feodal bir yapılanmadan, endüstriye dayalı bir burjuvalaşmaya geçilmedikçe; "alafrangalık" özeni, bir burjuva taklitçiliği olarak kalıyordu.
    Ve kadınlar; sözlüyken de, nişanlıyken de, evliyken de, -vazgeçtik etli şaraplı lokantaları- bir buket çiçekten bile yoksun kalıyorlardı.
    * * *
    Türkiye nüfusunun yarısı, hatta yarısından biraz daha fazlası kadın...
    Doğum yıldönümlerinde, evlilik yıldönümlerinde, eşleriyle tanıştıkları günün yıldönümlerinde; varlıkları, bir buket çiçekle bile değerlendirilmemiş olan kadınların sayısı acaba kaç milyon?
    * * *
    Tamam, "biz erkek milletiz" anladık da...
    Ancak böylesi bir tanımlama, "biz kadınsız bir milletiz" anlamına da gelebilir ki; gerek seksolojik açıdan, gerek sosyolojik açıdan çok garip düğümler çıkarabilir ortaya...
    "Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü" ilkesi de; yeterince bir filit olmaz, genç kuşakları da içine çeken böylesi ruhsal bir bataklığa.
    * * *
    iskenderiye kentiyle, sonradan yakılan iskenderiye kitaplığını da kurmuş olan Aristo'nun öğrencisi Makedonya Kralı Büyük iskender, 2300 yıl önce ordusuna:
    - Yabancılarla evleniniz, emrini vermişti.
    Neden vermişti ki böyle bir emri?
    Geleneksel kısır bir çember içinde kokuşup kalınmaması için mi?
    * * *
    Yıllar önce:
    - Bir gün bizim köylerde de tenis oynanacak, diye yazmıştım.
    Böyle bir öngörü hem çok yankılanmış, hem de bir hayli yadırganmıştı.
    * * *
    Tatil yörelerine dönüşen eski köylerde, çoktan yaygınlaştı tenis kortları.
    Ama henüz ömürleri boyunca bir buket çiçek bile almamış olan kadıncıkların, elbet bir fotoğrafları bile yok tenis raketleriyle.
    Ama onların kız torunları, yahut torunlarının kız çocukları...
    Tenis raketli fotoğraflar, çoğalacak onların arasında da...
    * * *
    Güneydoğu sınırlarımızın garipliği ve dandikliği nihayet geldi işte gündeme...
    Bir süre sonra "istiklal Mahkemeleri"yle ilgili karar ve belgeler de gelir gündeme; Prens Sabahattin'in "adem-i merkeziyetçi" görüşleri de; "Celalî baş kaldırıları"nın dökümleriyle nedenleri de...
    * * *
    Bu arada, özellikle kent ve kentleşmeye başlayan eski köylerde çiçekçi dükkânlarıyla, kaldırım çiçekçileri de arttıkça artmakta...
    * * *
    Acaba ilk çiçekçi dükkânı ne zaman açılmıştı istanbul'da?
    Çiçekçi dükkânlarının tarihi üstüne yapılacak bir belgesel, çok pencereler açacaktır "çağdaşlaşma çabaları"nın, "suyuna tirit"likten ne kadar kurtulup, kurtulmadığına...
    * * *
    Ve kadınların, "kadınlar olmasaydı öksüz kalırdı şiirlerim" diyen şairin mısralarından sıyrılarak; toplumun çağdaşlık bayrağında, hödüklüğü eriten bir maya olmaya ne kadar başladığına...
    * * *
    Ah keşke yaşayan bütün kadınlara birer buket çiçek gönderebilseydim; kendim de dahil, erkeklerin bir türlü onlara layık bir düzeye gelemediğini belirten bir kart da iliştirerek...
    * * *
    Enseyi karartmayın.
    Yarım yüz yıl geçmeden, aldıkları bir buket çiçeği vazolarına yerleştiren kadınların da, tenis oynamaya başlamışların da sayısı o kadar artacak ki...
    Şayet bizim kuşağın babaanneleri onları görebilse, kesinlikle bir kez daha yutarlardı küçük dillerini...

    çetin altan
    0 ...
  34. 68.
  35. ismet Paşa'nın "Milli Şef" olarak manşetleştiği yıllarda, Ulus gazetesi yazarlarından Nurettin Artam'ın, Karpiç lokantasındaki özel amerikan-barda yakın dostlarına anlatmaktan hoşlandığı bir fıkra vardı.
    * * *
    Eski zaman paşalarından birinin konağına yeni bir aşçı çırağı gelmiş.
    Çırak, mutfağın penceresinden kümesin tellerle ayrılmış özel alanında dolaşan değişik türdeki tavuklara bakarken, tepeli tavukları merak etmiş ve aşçıbaşıya sormuş:
    - Bunlar nedir usta, diye.
    Aşçıbaşı:
    - Bunlar onlardır, demiş.
    - Ya tepelerindeki nedir öyle?
    Aşçıbaşı:
    - Onlar, demiş; bunsuz olamazlar.
    * * *
    Çırak, tepeli tavukların cinsini de merak etmiş:
    - Usta, cinsi ne bu tepeli tavukların?
    Aşçıbaşı:
    - Onu Paşa'ya sormak gerek, demiş.
    - Paşa bilir mi peki?
    - O da bilmez ama, dediği dediktir.
    * * *
    Sanatsal gücüne güvenen Avustralyalı bir film yönetmeni var, Baz Luhrmann.
    Shakespeare'in "Romeo ve Jülyet"ini, diyaloglarını hiç değiştirmeden, günümüzün motosikletli, otomobilli, kafeteryalı ortamında canlandıran bir film yaptı.
    Filmi seyrettiğimde, Luhrmann'ın sanatsal cesaretine birkaç "bravvo" çıktı ağzımdan.
    * * *
    Keşke bir başka filmde de, bundan 23 yüzyıl önce yaşamış olan Epir Kralı Pirüs'ün siyasal hayatı, günümüz ortamına uygulansa...
    Kral Pirüs, o zamanki savaşlarda tanklar yerine kullanılan filleri sayesinde, Romalılara karşı 2 zafer kazanmış; ama bu zaferler kendisine o kadar pahalıya mal olmuştu ki, sonunda iflasa neden olan başarılara "Pirüs zaferi" denmesi, bir "deyim" halini almıştı.
    * * *
    Kral Pirüs'ün çevirip durduğu siyasal dolaplarla, binbir ayak oyununu günümüzün ortamında bir kez daha izleyebilsek.
    Ve bir kez daha izleyebilsek kazandığı zaferler nedeniyle, nasıl perişanlığa düştüğünü.
    * * *
    Politika tarihinin boş gaz tenekelerinden ibaret çöplüğünü biraz daha tıngırdatalım mı?
    Örneğin, "tarihte en uzun isimli politikacı kim" diye bir araştırma yapsak.
    Acaba karşımıza 1821'de Avusturya'nın Başbakanı olan Prens Meternih mi çıkar?
    Almanca tam adı şöyle:
    Klemens Wenzel Nepomuk Lethar Fürst Von Metternich - Winneburg - Beilstein.
    * * *
    Coşkulu bir film yönetmeni, eğlenceli bir hale getirebilir tarihteki siyasal liderlerin, ne tür bir cambazlık yapayım derken, kaç milyon insanın ölümüne neden olduğunu.
    * * *
    Bakın işte Pakistan da fokur fokur kaynamaya başladı.
    Dünkü Milliyet'te Tuğba Tekerk'in bir haberi vardı. Dünya Ekonomik Forumu, "Küresel Cinsiyet Uçurumu 2007" raporunu açıklamıştı.
    O raporda "Kadın-erkek eşitliğinde durum"u gösteren bir de liste bulunuyordu.
    128 ülke arasında Pakistan 126'ncı sıradaydı.
    * * *
    21. yüzyıl ve küreselleşme süreci, "köylü-kentli" zıtlaşmasını iyice ön plana çıkarmaya başladı.
    Sözü edilen listede, Türkiye de 121'inci sırada.
    * * *
    "Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçememiş; hem köylü ağırlıklı, hem de kendi uğraş ve meslek alanında evrensel kalitedeki kadroların cılız olduğu ülkelerde, çalkantılar artıyor.
    Ve birtakım tabularla dogmaların, hamasi kükremelerin arkasına sığınmış nutukçular; kendi aralarında belalı didişmelere doğru yoğunlaşıyor.
    * * *
    Hadi yine şakacıktan tıngırtılı bir soru soralım:
    Acaba petrol fiyatlarının artmasına, bizdeki bayrak satışlarının yaygınlaşması da neden oldu mu?
    * * *
    Enseyi karartmayın.
    Politik dırdır salatasından usanınca, en iyi avuntu; "bal tutan parmağını yalar" atasözüne belgesel bir film senaryosu düşünmek.
    Öyle bir filmin kaç saat, kaç gün, kaç hafta, kaç ay süreceğine ise artık siz karar verin.
    * * *
    Önüne gelenin, "vatana, millete hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşması" boşuna mı?
    Ah keşke nutuklarla demeçlerde çok yanıp tutuşmasalar da; ateşler de düştükleri yerleri bu kadar çok yakmasa...
    Üstelik 3200 belediyemizdeki itfaiyeci örgütlenmesinin durumuyla da, kimse ilgili değilken...

    çetin altan
    0 ...
  36. 69.
  37. Güncel politikaya fazla yumulmanın en büyük sakıncası, kişinin bakış açılarını daraltması ve onu insanlığın evrensel sentezlerinin dışına düşürerek tüm dünyayı "yerel"den ibaretmiş gibi sanmanın tutsağı yapmasıdır.

    Osmanlı imparatorluğunun yönetim mekanizmasındaki ağırlık merkezleri, genellikle sonradan din değiştirmiş Hıristiyanlardan oluştuğu için, imparatorluk yan bir refleksle, Hıristiyan tebaaya gösterdiği hoşgörünün yüzde birini Anadolu insanına göstermemiş ve onu evrenselliğin potası içine bir türlü almamıştır.

    ithalatçılar bu nedenle "kozmopolit"liğe karşı çıkan ve "yerel"e sımsıkı yapışmak isteyen bir tepkinin öncüsü olmuşlardır.

    Bir türlü onarılamayan sakatlık da bundan sonra büsbütün katmerlenmiştir.

    * * *

    Sorun Anadolu insanını evrensel sentezlerden soyutlayarak, iyice izole etmeyi benimsemek değil, onu da evrensel sentezlerin içine çekmeyi amaç edinmek olmalıydı.

    Yüzyıllar boyu ezilmiş bir kitleyi "yerelcilik" edebiyatını pompalayarak coşturmak, daha kolayına gelmiştir ittihatçıların. Böylece körler aleminde şaşı olmanın avantajını yakalamak istemişlerdir kendilerince.

    imparatorluğun son birikiminde, evrensel boyutlara ulaşmış her kurum "yerel"cilik cezbesiyle depreme uğratılmış, yabancı dil öğrenimi kösteklenmiş, çağdaş yaşama dönüklük "züppelik" suçlanmasıyla budanmıştır.

    Yüzyıllar boyu ezilmiş bir toplumu, evrenselliğin eşiğinden öteye atlatmak yerine, onu "yerel"liğin coşkulu edebiyatıyla insanlık sentezinden koparmaya kalktığınız zaman, elli yıla varmadan o toplumu dünyadan elenmiş, pusulasız kara bir kalabalık durumuna sokabilirsiniz... Ve sonra da kurtuluşu, "evrenselliği" yakalamak yerine, "yerel"i yüceltmekle arayarak boşuna zaman kaybedersiniz.

    ittihatçıların düştüğü, biraz da itildiği tuzağın, bir nedeni de tarih bilgisinden yoksun oluşlarıydı.

    Örneğin Büyük iskender'i incelemiş olsalar, belki de böyle bir "yerel"cilik tutkusuna o kadar kapılmazlardı.

    * * *

    Büyük iskender, bundan tam iki bin üç yüz yıl önce yaşadı. En büyük başarısı uygarlık tarihinin en aşılmaz metropolü olan iskenderiye kentini kurmasıydı.

    Ve bu kentin özelliği de yerel değil, evrensel oluşuydu. O kentte önce Makedonyalı, sonra Romalı askerler; Mısır rahipleri, Yunan zenginleri, Fenika denizcileri, Musevi tacirler, Hindistan ve Kuzey Afrika'dan gelme gezgincilerle sarmaş dolaş bir arada yaşarlardı.

    Büyük iskender'le generalleri tarafından geliştirilen kentin en büyük niteliği, insan bilgisine verdiği önemdi. iskender, çok geniş bir anlayışla, insan bilgisinin kanatlanması için yerli yabancı her türlü insanlık kültürene kollarını açmıştı. Askerlerini Hintli ve iranlı kadınlarla evlenmeye teşvik ederdi. iskenderiye'de bir sentez oluşturmaya başlayan toplumların değişik tanrılarına saygı gösterir, az rastlanır türdeki canlı ve bitkilerden koleksiyonlar yapardı.

    Kurduğu kentin dünyanın ticaret, bilim ve kültür merkezi olmasını istiyordu, bunun için de hiç bir fedakarlıktan kaçınmıyordu. Kentin caddeleri otuz metre genişliğinde, anıtlarla donanmış, mermer caddelerdi. Gerek kendi anıt kabri, gerek yeryüzünün yedi harikasından biri sayılan iskenderiye Feneri'yle iskenderiye, kent mimarlığının da bir şaheseriydi.

    * * *

    Kent kitaplığı ise, bir daha insanlığın yerine koyamayacağı bir değerdeydi. Bu kitaplıkta o çağın en büyük fizikçileri, edebiyatçıları, matematikçileri, felsefecileri ve doktorları çalışırdı. ilk kez insanlık, dünyayı sistemli olarak derinliğine o kitaplıkta incelemeye başlamıştı.

    Herophile, aklın merkezinin kalpte değil, beyinde olduğunu orada kanıtlamıştı. iskenderiyeli Heron da, çarklarla işleyen bir trenle, buharla çalışan bir motorun şemalarını orada çizmiş ve "otomatlar" adıyla robotlarla ilgili ilk kitabını orada yazmıştı.

    iskender'in dahi, bir çan içinde Kızıldeniz'in dibine indiği söylenir. Doğrudur, yanlıştır, inmiş de olabilir pekala...

    * * *

    iskenderiye uygarlığının mucizesi, Aristo'nun ünlü öğrencisi Büyük iskender'in, yerel ve evrenselden, dinamik bir sentez çıkarmayı başarmış olmasıdır. Günümüzün süperlerinden, Avrupa'sına; Kuzey ülkelerinden, Japonya'sına kadar her büyüklük, evrensel bir sentezin sonucudur. Osmanlılarda dahi kendine özgü böyle bir sentez vardır.

    ittihatçılar öncelikle bu sentezi reddederek, geçit vermez bir çoraklığın politikasına saplanıp kalmışlardır. Yerellik, evrensel sentezlerden ürkenlerin sığındığı bir oyun alanıdır. Büyük iskender gibiler ise, iskenderiye gibi bir uygarlığın ancak evrensel sentezlerden çıkabileceğini görmüş kişilerdir. Yereli evrensellikle bir potada kaynatma ortamları oluşmadıkça, çağdaşlığa varma olanağı yok gibidir

    çetin altan
    0 ...
  38. 70.
  39. Sabahın erken saatlerinde ufuklar sisli puslu, hava da bulutluysa; maviliğini yitirmiş gökyüzü, bendenize artık iyice ihtiyarlamış gibi görünür.
    Gerçekte gökyüzü mü ihtiyarlamıştır, yoksa bendenize mi öyle görünmektedir?
    * * *
    Ya gökyüzünün mavi olduğunu hiç bilmeyenler de varsa ve onlara gökyüzünün gerçekte mavi olduğunu anlatmaya kalkanları; "milli çıkarlara aykırı olduğu" gerekçesiyle suçlamaya da başlıyorsam...
    * * *
    Kapalı gökyüzüne bakarken, bazen aklımdan böyle "simgesel" mizahi film senaryoları akıp geçiyor.
    Kimilerine göre de, böyle "zırva" şeyler düşünmek, akıl kârı bir iş mi?
    * * *
    Nelerin "zırva", nelerin "zırva olmadığı"nı birbirinden ayırmak o kadar kolay mı acaba?
    Örneğin, 1948'de Pertev Naili Boratav'ların, Niyazi Berkes'lerin, Behice Boran'ların, Muzaffer Şerif'lerin; Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden, "solculuk" suçlamasıyla uzaklaştırılmaları "zırva" mıydı, değil miydi?
    * * *
    Sabahın erken saatlerinde ufuklar sisli puslu, hava da bulutluysa; maviliğini yitirmiş gökyüzü, bendenize artık iyice ihtiyarlamış gibi görünür.
    Gerçekte gökyüzü mü ihtiyarlamıştır, yoksa bendenize mi öyle görünmektedir?
    * * *
    Ya gökyüzünün mavi olduğunu hiç bilmeyenler de varsa ve onlara gökyüzünün gerçekte mavi olduğunu anlatmaya kalkanları; "milli çıkarlara aykırı olduğu" gerekçesiyle suçlamaya da başlıyorsam...
    * * *
    Kapalı gökyüzüne bakarken, bazen aklımdan böyle "simgesel" mizahi film senaryoları akıp geçiyor.
    Kimilerine göre de, böyle "zırva" şeyler düşünmek, akıl kârı bir iş mi?
    * * *
    Nelerin "zırva", nelerin "zırva olmadığı"nı birbirinden ayırmak o kadar kolay mı acaba?
    Örneğin, 1948'de Pertev Naili Boratav'ların, Niyazi Berkes'lerin, Behice Boran'ların, Muzaffer Şerif'lerin; Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden, "solculuk" suçlamasıyla uzaklaştırılmaları "zırva" mıydı, değil miydi?
    * * *
    O tarihlerde böyle bir sorunun üstünde kimse yeterince yoğunlaşmamıştı.
    Şayet yoğunlaşabilseydi, bugünü politik "manzara-i umumi" ola ki çok daha değişik olurdu.
    Çünkü zırvalıklar, zırvalıklardan gebe kaldıkça; sade bol bol zırvalık doğurmazlar, onların belalılarını da doğurmaya başlarlar.
    * * *
    Porto'daki meydanlardan birinin ortadaki havuzu kıyısında, koltuğunun altında gazeteleriyle bir gazete satıcısının heykeli var.
    Yerde bir gazete satıcısının, gerçekçi boyda sade bir heykeli.
    Öyle bir heykelin yanında, geçen hafta yitirdiğimiz Mübeccel Kıray'la, "zırvalıklar" üstüne yapılacak bir "hoşbeş"; kim bilir ne simgesel mizahi film senaryolarının da tomurcuklanmasına neden olurdu.
    * * *
    ABD Başkanlığı gibi en üst mevkilerde tezgâhlanan ve yığınların kaderleri üstüne bir şahmerdan gibi inen "zırvalıklar" konusunda, yönetmen Michael Moore'un, 1995'te yaptığı "Kanada Salamı" diye bir film var.
    * * *
    Mutlaka birkaç kez izlenmesi gereken bir film.
    "Soğuk Savaş"ı sürdürmekten kendi politik çıkarları için yarar uman bir Başkan; Sovyetler dağıldıktan sonra da, Moskova'daki yöneticileri Washington'a davet edip, onlarla eski oyunu yalancıktan sürdürme önerisinde bulunuyor.
    * * *
    Önerisi reddedilince de, ABD'nin en büyük düşmanı olarak, artık "Kanada"yı ön plana çıkaracak birtakım "kurgular" planlanıyor.
    O planlardan biri de; CIA ajanlarının, Kanadalı teröristler kılığına girerek, ABD'de herkesin dudağını uçuklatacak eylemler yapmaya kalkmaları.
    * * *
    Michael Moore'un filmi peşinden hemen, Dylan Avery'nin "11 Eylül Büyük Şüphe" belgeseli de izlenirse...
    Ve New York'taki Dünya Ticaret Merkezi olan ikiz kulelerin, kasıtlı uçak çarpmalarıyla öyle göründüğü gibi yıkılmayacağının nasıl kanıtlandığı açık seçik görülürse...
    * * *
    Kimlerin hangi zırvalarla, yığınları nasıl parmaklarında oynatmaya çalıştıkları da, çengelleşmeye başlar beyinlerde...
    * * *
    Bendenizin çocukluğunda da, boynundan geçirdiği çapraz bir kayışla sol yanına oturttuğu kalın kartondan bir gazete matrisi içindeki gazeteleri, bağıra çağıra satan gazeteciler vardı.
    Öncelikle ünlü gazetelerin adları çınlardı dudaklarında.
    * * *
    Kesinlikle eminim ki, o gazete satıcılarından hiçbirinin aklına Porto'da bir heykellerinin dikileceği gelmemişti.
    * * *
    Gazeteler...
    O gazetelerin de eski koleksiyonlarına şöyle ufaktan ufaktan bir bakılsa...
    Bir bakılsa, 1948'de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, -hemen Batı üniversitelerince kapışılan- bilim adamlarına karşı yapılmış zırvalıkların nasıl yansıtıldığına...
    * * *
    Marketlere, hatta süper marketlere dönüşmüş eski bakkalların, kapıları önündeki özel madeni sehpalarda kademelendirdikleri gazetelerle; bağıra çağıra sokaklarda gazete satan eski gazete satıcıları kaybolup gitti.
    * * *
    Dünkü Hürriyet'te Kalite Derneği (Kalder) ile ilgili şöyle bir haber vardı:
    "Kalder öncülüğünde Türkiye'nin önde gelen 35 kuruluşu Küresel ilkeler Sözleşmesi'ni imzaladı. imza töreni sonrası bir konuşma yapan Başkan Çetin Nuhoğlu:
    - Kalder olarak 'Dünya Vatandaşlığı' ile bu anlayışı tanımlıyoruz. Sürdürülebilir yaşam için dünyadaki sorunların çözümüne katkıda bulunmanın birinci adımı kendimizi değiştirmektir, dedi."
    * * *
    Bir de zırvalama pahasına da olsa, asla değişmek istemeyenler var.
    O nedenle de kutuplaşmalar, çatışmalar, çalkantılar vs...
    * * *
    Bulutlarla kaplandığı için maviliğini yitiren gökyüzü, bendenize ihtiyarlamış gibi görünüyor.
    Yoksa ihtiyarlayan gökyüzü değil de, "zırvalar dönemi" mi?
    O tarihlerde böyle bir sorunun üstünde kimse yeterince yoğunlaşmamıştı.
    Şayet yoğunlaşabilseydi, bugünü politik "manzara-i umumi" ola ki çok daha değişik olurdu.
    Çünkü zırvalıklar, zırvalıklardan gebe kaldıkça; sade bol bol zırvalık doğurmazlar, onların belalılarını da doğurmaya başlarlar.
    * * *
    Porto'daki meydanlardan birinin ortadaki havuzu kıyısında, koltuğunun altında gazeteleriyle bir gazete satıcısının heykeli var.
    Yerde bir gazete satıcısının, gerçekçi boyda sade bir heykeli.
    Öyle bir heykelin yanında, geçen hafta yitirdiğimiz Mübeccel Kıray'la, "zırvalıklar" üstüne yapılacak bir "hoşbeş"; kim bilir ne simgesel mizahi film senaryolarının da tomurcuklanmasına neden olurdu.
    * * *
    ABD Başkanlığı gibi en üst mevkilerde tezgâhlanan ve yığınların kaderleri üstüne bir şahmerdan gibi inen "zırvalıklar" konusunda, yönetmen Michael Moore'un, 1995'te yaptığı "Kanada Salamı" diye bir film var.
    * * *
    Mutlaka birkaç kez izlenmesi gereken bir film.
    "Soğuk Savaş"ı sürdürmekten kendi politik çıkarları için yarar uman bir Başkan; Sovyetler dağıldıktan sonra da, Moskova'daki yöneticileri Washington'a davet edip, onlarla eski oyunu yalancıktan sürdürme önerisinde bulunuyor.
    * * *
    Önerisi reddedilince de, ABD'nin en büyük düşmanı olarak, artık "Kanada"yı ön plana çıkaracak birtakım "kurgular" planlanıyor.
    O planlardan biri de; CIA ajanlarının, Kanadalı teröristler kılığına girerek, ABD'de herkesin dudağını uçuklatacak eylemler yapmaya kalkmaları.
    * * *
    Michael Moore'un filmi peşinden hemen, Dylan Avery'nin "11 Eylül Büyük Şüphe" belgeseli de izlenirse...
    Ve New York'taki Dünya Ticaret Merkezi olan ikiz kulelerin, kasıtlı uçak çarpmalarıyla öyle göründüğü gibi yıkılmayacağının nasıl kanıtlandığı açık seçik görülürse...
    * * *
    Kimlerin hangi zırvalarla, yığınları nasıl parmaklarında oynatmaya çalıştıkları da, çengelleşmeye başlar beyinlerde...
    * * *
    Bendenizin çocukluğunda da, boynundan geçirdiği çapraz bir kayışla sol yanına oturttuğu kalın kartondan bir gazete matrisi içindeki gazeteleri, bağıra çağıra satan gazeteciler vardı.
    Öncelikle ünlü gazetelerin adları çınlardı dudaklarında.
    * * *
    Kesinlikle eminim ki, o gazete satıcılarından hiçbirinin aklına Porto'da bir heykellerinin dikileceği gelmemişti.
    * * *
    Gazeteler...
    O gazetelerin de eski koleksiyonlarına şöyle ufaktan ufaktan bir bakılsa...
    Bir bakılsa, 1948'de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, -hemen Batı üniversitelerince kapışılan- bilim adamlarına karşı yapılmış zırvalıkların nasıl yansıtıldığına...
    * * *
    Marketlere, hatta süper marketlere dönüşmüş eski bakkalların, kapıları önündeki özel madeni sehpalarda kademelendirdikleri gazetelerle; bağıra çağıra sokaklarda gazete satan eski gazete satıcıları kaybolup gitti.
    * * *
    Dünkü Hürriyet'te Kalite Derneği (Kalder) ile ilgili şöyle bir haber vardı:
    "Kalder öncülüğünde Türkiye'nin önde gelen 35 kuruluşu Küresel ilkeler Sözleşmesi'ni imzaladı. imza töreni sonrası bir konuşma yapan Başkan Çetin Nuhoğlu:
    - Kalder olarak 'Dünya Vatandaşlığı' ile bu anlayışı tanımlıyoruz. Sürdürülebilir yaşam için dünyadaki sorunların çözümüne katkıda bulunmanın birinci adımı kendimizi değiştirmektir, dedi."
    * * *
    Bir de zırvalama pahasına da olsa, asla değişmek istemeyenler var.
    O nedenle de kutuplaşmalar, çatışmalar, çalkantılar vs...
    * * *
    Bulutlarla kaplandığı için maviliğini yitiren gökyüzü, bendenize ihtiyarlamış gibi görünüyor.
    Yoksa ihtiyarlayan gökyüzü değil de, "zırvalar dönemi" mi?

    çetin altan
    1 ...
  40. 71.
  41. 18 yaşındaki genç bir kızla, 21 yaşındaki genç bir kız; 2 erkek arkadaşıyla birlikte Antalya'da bir arabanın içinden deniz kıyısındaki bir falezin tepesinde, güneşin doğuşunu izlerlerken olanlar olmuş.
    Araba çamurda kaymış, gençler falezden aşağıya uçmuşlar, 2 genç kız da ölmüş.
    * * *
    Akif Arıcı ile Soner Kocaer'in verdiği bu haberi dünkü Milliyet'te okurken, ne düşündüm biliyor musunuz?
    Yok hayır, hemen akla gelen şeyleri düşünmedim.
    Gençlerin uçurumdan aşağı uçmadan önce; Pakistan'ın hem Devlet, hem de Genelkurmay Başkanı olan Pervez Müşerref'in geleceğini, kesinlikle tartışmakta olmadıklarını düşündüm.
    * * *
    TV ekranları da, basın da bir ölçüde; "politika"daki hava tahminleriyle ilgili birer meteoroloji istasyonu.
    Ne var ki o istasyonlar, artık kepenklerini tümden kapatmaya doğru kayan eski zaman bakkallarından bir komşumuzun, 5 aylık bir geleceğine bile yeterli bir tahmin getiremiyorlar.
    iyice batacak mı, batmayacak mı; batarsa ne yapacak, nereye gidecek; kendi hayatının küçük göletinde karşı kıyıya çıkabilecek mi, çıkamayacak mı?
    Hiçbir şey bilinmiyor.
    * * *
    Ekranlardan yansıyan bir açık oturumda, bir hayli bayatladığı halde, bir türlü tekrarlamaktan vazgeçmediğimiz o mahut hamasi övünme çalındı yine kulağıma:
    - Biz Viyana kapılarına kadar gitmiş bir ülkeyiz.
    * * *
    Acaba Viyana kapılarına kadar gittiğimiz 1529 ile 1683 yıllarında, Iğdır'ın köylerindeki durum nasıldı; nerelerde oturuyor, nasıl geçiniyor, karda kışta kıyamette nasıl yaşıyorlardı?
    Ve onlara nasıl bir yarar sağlıyordu Viyana kapılarına kadar gitmek?
    * * *
    Antalya'da güneş doğarken bir arabanın içinde, falezden aşağı düşerek ölüveren genç kızlar da; tıpkı kuşak kuşak Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri" gibi, Viyana kapılarına kadar gidildiği yıllarda, Iğdır'ın köylerinde nasıl yaşanmakta olduğunu hiç merak etmemişlerdi.
    Neden hiç merak etmemişlerdi ki acaba?
    Sadece "mevki sahipleri"nin zaferleriyle başarıları mı önemliydi; kendi küçük hayat göletlerinde yüzmeye çalışan insanların hiçbir değeri yok muydu?
    * * *
    10 gün kadar önce TÜYAP'taki kitap fuarına giderken, yan tarafta içindeki yeşil örtülü tabutla geçmekte olan, yeşil bir cenaze arabası ilişti gözüme. Cenazenin bir kadına ait olduğunu gösteren, başörtümsü bir tül vardı tabutun baş tarafında.
    Cenaze arabası tek başına gittiğine göre, besbelli ki içindeki bir yoksul cenazesiydi.
    * * *
    Şayet o yoksul kadının cenazesi; Afrika'daki bir doğumevinde birbirine karıştırılan bebekler gibi, resmi törenlerle kaldırılan cenazelerden biriyle değiştirilivermiş olsaydı...
    Nutuklar, demeçler, sloganlar; yine aynı nutuklar, demeçler, sloganlar olacaktı.
    * * *
    Son uykularına dalanlar; nutukları, demeçleri, sloganları duyamadıklarına göre, kimler içindi o söylenenler?
    Ve bütün bu garip filmler, "politika"daki hava tahminlerine de malzeme sağlayarak, medyanın meteoroloji istasyonlarında güncel raporlara dönüşüyordu.
    * * *
    Arjantin'de kamyon şoförleriyle polis sokaklarda çatışıp duruyordu; Gürcistan'da muhalefet, sokak gösterilerini yoğunlaştırmıştı; Belçika'da da Vallonlarla, Flamanların arası açıldıkça açılıyordu...
    Kuzum Tanrı aşkına, neler oluyordu bu dünyada?
    * * *
    Bu sorunun yanıtını, en esprili ve tutarlı bir biçimde verecek olan politikacılardan biri de; kendisini işçi Partisi lideriyken israil'de tanıdığım ve sadeliğiyle berraklığını çok çekici bulduğum israil Devlet Başkanı Şimon Peres'di.
    Peres, Polonyalı bir Yahudi iken; israil devletinin doğumuna ebelik etmiş olanlardandı.
    Peres'in biyografisinin en çarpıcı yönlerinden biri de; militarist bir eğitimden hiç geçmediği halde, israil ordusuna hem asansörlük, hem de -kendi afur tafursuz sadeliği içinde-, liderlik etmiş olmasıydı.
    * * *
    Antalya'da 2 genç kız, uçurumdan yuvarlanıp öldü.
    Edirnekapı'ya doğru giderken rastladığım yoksul cenazesi, kim bilir nerede kaç kişiyle verildiği toprağa?
    Viyana seferleri sırasında Iğdır köylerinde yaşayanların, yeryüzünde ortalama kaç yıl kaldıklarını da; ne kimse merak etti, ne de kimse merak edecek?
    5 bin yıl önceki büyükannelerimizin de kim olduğunu, hiçbir zaman merak etmeyeceğimiz gibi.
    * * *
    Dünkü Sabah'ta Salih Memecan'ın karikatürü; "politik" hava tahminlerinin medyadaki meteorolojik raporlarını da, özetliyor gibiydi.
    ilk karede; 2 eli arkasında ne taşıdığı görünmeyen bir kadın, kocasına bağırıyordu:
    - Çok şımartıyorsun, çoook.
    * * *
    ikinci karede; önde kadın, arkada koca, gerdikleri bir yatak çarşafının ortasına kız çocuklarını oturtmuşlar koşturuyorlardı ve koca, karısına yanıt veriyordu:
    - Konuşma da koş. Biricik kızım, uçan halıya binmek istemiş. Onu mu kıracağım.
    * * *
    Kendilerini uçan bir halının ortasında uçtuklarını sananlar da var ülkemizde; uçan halı sanılan bir yatak çarşafını, iki ucundan tutmuş koşturanlar da...

    çetin altan
    0 ...
  42. 72.
  43. Son yüz yıl boyunca kendi kendine övünüp durmanın görünmeyen gizli faiz bedelleri, nihayet tıkıldıkları çuvalları patlatmış gibi...
    Bir yanda dağlarda, yamaçlarda, kayalıklarda yoğunlaşan savaş görüntüleri; bir yanda camilerdeki resmi cenaze törenleri; bir yanda "kahramanlık" manşetleri...
    Ağız dalaşları, polemikler, bitip tükenmeyen karşılıklı suçlamalar da cabası...
    Hava kirliliğine benzer bir ağırlık kaplıyor insanın yüreğini.
    * * *
    Şayet Türkiye'de de, geçmiş yılların da birikimiyle yerel basının, toplam 30 milyon tirajlı bir ağırlığı olabilseydi; çok daha "evrensel ve hümanist" bir bahçenin yeni açmış çiçekleriyle uyanacaktık sabahları.
    * * *
    Ne yapalım olmamış, olamamış; neden olamadığını araştırmak da, hamasetçiliğe tutkallanma kolaycılığına sığınan "mevki sahipleri"nin reddiyesine uğramış.
    * * *
    Bir rastlantı, Kars Belediye Başkanı'nın; Kars'ta gerçekleştirdiği "Altın Kaz" film festivali haberi çalındı kulağıma.
    Nedense ayakları yüzgeçli kümes hayvanlarından ördekler çok sevimli bulunurken, kazların adı; ahmaklıkla, salaklıkla, andavallıkla özdeşleştirilmiş.
    * * *
    - Hadi oradan kaz kafalı...
    - ...
    - Ne söylediğini bilmeyen kazın biri...
    - ...
    - Kabahat bende, kaz gibi davrandım.
    * * *
    Kuyruğu renkli, kırmızı ibikli horozlar; Fransa gibi, Portekiz gibi devletlerin simgesi olur ve kuyrukları da, "karışık içkilere" ad olarak takılırken...
    Hindiler, sadece sahte bir babalanmanın modelliğini ederek, "hindi gibi kabarma" deyiminin sınırları içinde kalırken...
    Zavallı kaz, ağırlıklı bir hakaretin sembolü haline gelmiş.
    * * *
    Tüyleri renkli olanlar benimsenmiş de; gagasıyla, paletli ayaklarının turuncumsu renginden başka rengi olmadığı için mi, hor görülmüştür beyaz kazlar, bilmiyorum.
    Neyse Kars Belediye Başkanı sayesinde; "kaz" da, taçlanmış oldu "altın"la.
    * * *
    Şaşılacak taraf şu ki hor görülen kazlar, sadece evcil kazlar.
    Bir de yaban kazları var; yeterince uçan, yüzen ve kendilerince yaşayan...
    Onlar aşağılanmaktan kurtarmışlar başlarını da, gagalarıyla kanatlarını da.
    * * *
    Hoş, yalnız evcil kazlardan da ibaret değil, "hakaret sözlüğü"ne katkı yapmış evcil hayvanlar.
    Eşek de öyle, inek de öyle, öküz de öyle, köpek de öyle...
    * * *
    Yırtıcı hayvanlara karşı ise genel bir hayranlık yaygın.
    En büyük övgüler aslanlı, kaplanlı, kartallı...
    * * *
    Galiba -şu veya bu nedenden ötürü- özellikle tatminsiz kalmış köylü ağırlıklı toplumlarda da en çok yırtıcılık; yani aslanlar gibi kükreyip, masaya yumruğunu vurmak alkışlanıyor politikada da.
    * * *
    Oysa politikada çeşitli yırtıcıların çoğalması epey sakıncalı.
    Doğa'da bile aslanlarla kaplanlar aynı bölgelerde yaşamaz.
    * * *
    Kaldı ki, insan oğlunun bir de "beyinsel bir gücü" var.
    Örneğin Japonlar, Dünya'dan bakıldığında Ay nasıl batıyorsa; Ay'dan bakıldığında da, Dünya'nın nasıl battığını ilk kez görüntülemişler.
    Ekranlardan yansıyan şaşırtıcı bir manzara, Dünya'nın batışını izlemek.
    * * *
    Bir de evcil kazların gözüyle bakılabilseydi, birbirlerine "kaz kafalı" diye hakaret edip duranlara.
    Acaba onlar da şöyle mi derdi:
    - Bizim beyinsel gücümüzün yokluğunu küfürleştiriyorsunuz ama; hiç değilse biz, kaba kuvvetle yırtıcılığa da sığınma zorlanmasına uğramıyoruz.
    * * *
    Köyceğiz'e gitme fırsatını bulduğumuzda; içlerinde ördeklerle kazların da yüzdüğü akarsu kıyılarındaki lokantalardan birinde, bir kadeh kaldırmayı düşünüyorum, Kars'taki bir film festivaline "Altın Kaz" adını armağan etmiş olan kazlara.
    Tahmin edilebileceği gibi, kadeh sadece suyla da dolu olmayacak.

    çetin altan
    0 ...
  44. 73.
  45. Bu kadar hızlı bir küreselleşme sürecinde; vazgeçtik 10 yıl sonrasını, 1 yıl sonrasının kasım ortasında nelerin manşetleşeceğini öngörebilme olanağı var mı?
    Elbet yok.
    * * *
    Oysa öngörülemeyecek bir gelecekten kaygılananlar ve kaygılanmayanlar diye 2'ye ayrılmaya başladı dünya.
    Kaygılananlar kesiminde öncelikle nükte, espri, kahkaha kaybolmakta...
    * * *
    Asık surat, aşırı ciddiyet, gülmeyi yadırgayıp, eğlenceli bir karakteri küçümseyerek dizginlemeye kalkma; oksijenini azaltır hayatın.
    * * *
    Uzun yıllar Zonguldak kömür ocaklarında maden mühendisliği yapmış, 1950'de de Demokrat Parti'den Zonguldak milletvekili seçilmiş olan rahmetli dayım Cemal Kıpçak; yaşadıklarını eğlenceli tarafından anlatmayı, taklitler yapmayı seven çok hoşsohbet bir insandı.
    * * *
    Yengem ise bir ilkokul öğretmeniydi ve dayımın çevresindekileri güldürmesine kızar:
    - Cemal, bırak şu komikliği; sen elalemin maskarası değilsin, derdi.
    Dayım da ses çıkarmaz, gülümser, lafı değiştirirdi.
    * * *
    Menderes'in "milletin malını millete iade ediyoruz" diye, Ulus gazetesine el koyduğu dönemlerde; Cemil Sait Barlas, dergi boyunda çıkardığı haftalık "Pazar Postası" gazetesinin son sayfasını, Bülent Ecevit ile bendenize bırakmıştı.
    * * *
    Ecevit'le birlikte "Pazar Postası"nın son sayfasını manşetleri, haberleri, başyazılarıyla bücür bir gazete görünümüne sokmuş; adını da, irice puntolarla "Ciddiyet" diye koyarak; eğlene güle, güncel haberleri alaya almaya başlamıştık.
    O yıllarda, aklımın köşesinden bile geçmiyordu Bülent Ecevit'in bir gün Başbakan olacağı.
    * * *
    Toplumun bireyleri, hem hayatın oksijenini sık sık tazelemeli, hem de ondan kimseyi yoksun etmemeli.
    Şöyle çevreye; yüreğinde sürprizli şaka yumakçıkları kıpırdayıp duran Şafak Barış'ın gözlüğüyle baktığınızda, neler ve neler görmezsiniz ki...
    * * *
    Örneğin, bazı servis minibüslerinin arkasında "Bir hata yaparsak, şu numaralara iletin" diye yazıyor ya...
    Bir minibüs şoförü de arabasının arkasına şöyle yazmış:
    "Bir hata yaparsak aramızda kalsın".
    Bizim Şafak görür böyle şeyleri.
    * * *
    Yine onun gözüne takılan bir duvar yazısı:
    "Vatan size, kızlar bize emanet"
    * * *
    Hızla değişen ve insanların sevmedikleri işleri yapmaya mahkum edilmesini, gitgide kaldıracağa benzeyen bir dünyada; eğlenceli bir yaratıcılık ağır basmaya başlıyor.
    * * *
    Eğlenceli bir yaratıcılık...
    Eğlenceli bir yaratıcılığın egzersizlerine de şöyle bir göz atalım.
    Aret Demirkazık da, internette dolaşan "sokaklarda rastlandıkça çekilmiş birtakım garip yazılı duyuruların fotoğraflarını" toparlamış.
    * * *
    işte birkaç örnek:
    Bir kapı kıyısındaki duvara majiskül harflerle kırık dökük yazılmış bir duyuru:
    "KiRALIK
    CENENETOR"
    * * *
    "Bu Ev Kopile Satılıktır"
    * * *
    "BÖCEE
    iLAÇLAMA
    ve bir telefon numarası"
    * * *
    Öyle seziliyor ki, "dünya vatandaşlığı"na doğru adımlar atıldıkça; monoton çalışmaların ve "mevki sahibi" olma çabalarının yerini, hobilerden yükselen renkli fıskiyeler alacak.
    Ve küçük yaşlarda eğlenceli meraklar keskinleştikçe; "bilgi toplumları"nın da radarları, buzlanmış beyinlere görkemli bahçelerin kahkahalarını sunacak.
    * * *
    Bazen biraz rahatlamak için, şimdiden yapılabilir bazı eğlenceli katkılar da; örneğin bir dostun kendi sorduğu soruya; yine kendinin verdiği şu yanıtlar gibi:
    Ankara neden soğuktur?
    "06" olduğu için
    * * *
    Hangi kalemle yazı yazılmaz?
    Kontrol kalemiyle
    * * *
    Dişleri dökülürken hiç ağrı çekmeyen nedir?
    Tarak
    * * *
    Yüzyıllardan bu yana tekrarlana tekrarlana buzlanmış beyinsel bir konformizmi kırmak ve küçük meraklarla yaratıcılık ufuklarını açmaya çalışmak kolay değil.
    Kolay değil Bal Mahmut'ları, Sakallı Celal'leri, Ercüment Ekrem'leri geri getirmek.
    * * *
    Olsun, denemekten de vazgeçmemeli.

    çetin altan
    0 ...
  46. 74.
  47. Şu sırada dünyada, -ölenlerin yerini dolduran doğanlarıyla- 6.5 milyar insan yaşıyor; bayraklı marşlı 200 "devlet"e bölünmüş 6.5 milyar insan...
    * * *
    6.5 milyar insanın sadece 1 milyarı, dünya nimetlerinden yeterince yararlanan "kaliteli bir yaşam" ve güvence içinde.
    Geri kalanı ise, kademeli olarak perişanlık içinde.
    * * *
    Perişanlıktan yeterince kurtulamamış ülkelerdeki politika kavgaları da bir hayli değişik.
    Kitlelerin tepesinde yöneticiliğe soyunmuş olanlar; yığınlara:
    - Seni ancak ben kurtarabilirim, diye çıkıyorlar ortaya.
    Ve öncelikle de gözlerini, Hazine'den geçinmeli bir koltuğa ve saltanatlı bir hayata dikiyorlar.
    * * *
    Gözlerini, sayısı kısıtlı olan egemenlik koltuklarına dikmiş olanlar arasında, bir kavgadır başlıyor.
    * * *
    Tek karelik bir karikatür içinde şöyle de özetlenebilir o kavgalar:
    Yan yana egemenlik koltuğunda oturanlarla, karşılarında aynı koltukları ele geçirmek isteyenler; birbirlerine işaret parmaklarını uzatmışlar, karşılıklı aynı suçlamayı bağırıyorlar:
    - işte hainler!
    * * *
    Kim bilir kaç bin yıldır süren kavgalar sonucunda varılan nokta ortada.
    Dünya nüfusunun sadece 6'da birinden azı, "kaliteli bir yaşam" ve güvence içinde.
    * * *
    Şu sırada Edirne, -Bangladeş'tekine benzemese de- Meriç ve Tunca nehirlerinin taşmasıyla yine sular seller altında.
    * * *
    1932 yılında, bendeniz 5 yaşındayken de; faytonla, Sinan'ın yaptığı köprülerden Karaağaç'a doğru giderken, Tunca'yla Meriç'in taşarak çevresindeki tarlaları göle çevirmiş olduğunu görürdük.
    * * *
    Yağmurların sellerin; ne Bodrum'da, ne Dalyan'da, ne Marmaris'te yaptıklarından haberimiz vardı.
    Edirne'de henüz elektrik de yoktu, 2 taneden başka taksi de...
    * * *
    Elektriksiz Edirne'de bir de diş doktoru Sait Bey vardı. Dolgu yapmak için diş oyma makinesinin ucunu, ayağıyla makinenin pedalına basa basa döndürürdü.
    * * *
    "Dişçi Sait"in koltuğu; Hazine'den geçinenler koltuğunun tam tersine, kaygı ve korku yaratan bir koltuktu.
    Annem bendenize kızıp sinirlendiğinde:
    - Şimdi seni dişçiye götürürüm, diye çekerdi kulağımı.
    * * *
    Diş doktorlarının muayenehanelerindeki koltuklar; "mevki sahipleri"nin koltuklarından çok daha insan vücuduna uygun "ergonomik" koltuklar.
    Ama cazibesi olmayan koltuklar.
    Ne oralarda oturanlar, oralara oturmak isteyenleri "hainler" diye suçlar; ne de koltuklara oturma derdinde olanlar, oralara uzanmış olanları...
    * * *
    Kanuni Sultan Süleyman, dişleri ağrıyıp apselendiğinde ne yapıyordu acaba?
    Ya Orhan Gazi'nin annesi Mâl Hatun?
    * * *
    Şu sırada aileleriyle birlikte sayıları 10 milyonu aşan atanmışlar ve seçilmişler arasında; Büyük Okyanus'ta Mariana takım adaları içindeki Guam'da, kaç diş doktoru bulunduğunu merak eden kimse var mıdır?
    * * *
    Neden merak etsinler ki, merak etmek ne işlerine yarayacak ki?
    Guam'daki diş doktorlarının da aklına, Silivri'de kimlerin evleriyle dükkânlarını sel sularının bastığı gelmemekte, eminim.
    * * *
    Guam adası, sadece ABD'nin büyük deniz üslerinden birinin bulunduğu bir ada değil, çok değişik töreleri de olan bir ada.
    Örneğin bakire olarak evlenme yasağı var Guam'da.
    Evlenmek üzere olan bakirelerin sorunlarını çözmek için profesyonel bekaret bozucular giriyormuş devreye; tabii bedelleri de ödenerek.
    * * *
    Dünya, bazen Guam adasındaki "bakire olarak evlenme yasağı" ile ilgilenecek ölçüde küçülüveriyor.
    Hem de nerede?
    20 yılı aşkın bir aile dostumuz olan Diş Doktoru Sonia'nın, Solmaz'la haşır neşir olduğu sırada; "Marie Claire" dergisini karıştırırken bekleme salonunda...
    * * *
    Dünya büyük mü, küçük mü; yoksa büyük zannettiğimiz Dünya, gün günden küçülmekte mi?
    * * *
    "Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçildikçe; köylülük evresi aşılıp, "burjuva enternasyonalizmi"yle bütünleştikçe; 6.5 milyar insandan, -kademeli olarak- 5 milyardan çoğunu, çarmıha germiş olan "perişanlık" da; yavaş yavaş azalacak.
    Edirne'de artık diş doktorları, ayak pedalıyla çevirmiyorlar oyucu gırgır makinelerini.
    * * *
    Kaygı nedeni olan koltuklar, durumlarını sürdürse de; kavga nedeni olanların cazibesi, törpülendikçe törpülenecek.
    Çünkü "bilimsel tarih", "siyasal tarih"e ağır basmakta; nutuklar, emirler, ölümcül kahramanlıklarla bir türlü karanlıktan kurtulamamış olan Dünya; bir Edison sayesinde ışıklar içinde şıkır şıkır.
    Enseyi karartmayın; AB vatandaşlığından sonra, "Dünya vatandaşlığı" da kapıyı tıkırdatmakta...

    çetin altan
    0 ...
  48. 75.
  49. "Ahh be ah.. Bir dili olsada konuşsa bu memleket,bu vatan. Neler yapmadık ki, neleeer."

    imza
    Cem Uzan.
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük