neler yapmadık bu vatan için

entry156 galeri0
    26.
  1. 'konuşmaktan başka hiçbir şey' şeklinde tamamlanası cümle. *
    1 ...
  2. 27.
  3. soylu dedelerimizin yaptığının yüzde onunu bile.
    0 ...
  4. 28.
  5. atalarımız herşeyi yaptı; malını, canını, herşeyini feda etti. biz ne yaptık? hiçbirşey! hep laf hep laf!
    0 ...
  6. 29.
  7. kimimiz öldük,
    kimimiz nutuk söyledik.
    3 ...
  8. 30.
  9. Yeryüzündeki 5 kıtanın her biri üstünde yüzlerce atom bombası patlamışçasına; Dünya'nın gitgide ısınmasıyla öyle bir kuraklık başlamış ki, ne göl kalmış, ne akarsu, ne tarla, ne çayır, ne orman, ne de herhangi bir canlı.
    * * *
    Afrika'nın insan ayağı değmemiş cangılları bile, iyice kavrulmuş yeşillikleriyle, ağaç iskeletlerinden oluşan garip mezarlıklara dönüşmüş.
    Ve kuruyup kırılmış dallardan birinin üstünde, kala kala bir çift canlı olarak biri erkek, biri dişi 2 maymun kalmış.
    * * *
    Erkek maymun, dişisine:
    - Buraya bak hanım, demiş; üremeyi sürdürerek, insanoğlunun bir kez daha ortaya çıkmasının ilk adımını yeniden atmaya kalkalım mı, kalkmayalım mı; ne diyorsun, değer mi, değmez mi?
    * * *
    Bendenize kalırsa böyle bir sorunun yanıtını bulmak için, halen mevcut görünen 200 devletten her birinde ayrı bir anket yapılmalı.
    Bu arada insan merak ediyor, acaba Türkiye'den de nasıl bir yanıt çıkardı; "evet" mi, "hayır" mı?
    * * *
    Vaktiyle Katolik ülkelerin köylerinde de, havalar kurak gittiği zaman yağmur duasına çıkma âdeti varmış.
    Bir gün bir köyün kilisesinde alınan bir karardan sonra, ertesi sabah hep birlikte yağmur duasına çıkılmış.
    Ve papaz azarlamaya başlamış cemaati:
    - Sizin inancınızın da, imanınızın da bu kadar çürük olması; korkarım ki gücüne gidecek Tanrı'nın. Hani nerede şemsiyeleriniz? Hiçbiriniz şemsiyeyle gelmemişsiniz.
    * * *
    Kim bilir belki de yağmur duasına şemsiyesiz çıkanların inancından, gökler katında kuşku duyulduğu için, dualar genellikle kabul edilmiyor.
    Gerektiğinde bir de şemsiyelerle çıkılmalı yağmur duasına; denemekte yarar var...
    Üstelik böyle bir görüntü, unutulmayacak güzellikte bir fotoğraf da olur ayrıca.
    * * *
    Nasreddin Hoca, 2 saat süren bir yağmurun Samsun'u perişan ettiğini; ortalıkta bozulmadık yol, sürüklenmedik araba, su basmadık mağaza ve ev kalmadığını öğrendiğinde:
    - Şükürler olsun Yarabbi, demiş; ya böyle bir yağmur 18 Mayıs 1919'da yağmış olsaydı, tüm tarihimiz kökünden değişecekti. Ertesi gün Mustafa Kemal Samsun'a çıkamayacaktı.
    * * *
    Sevgili dostlarımızdan Av. Taner Aktop ile eşi Mireille, Fethiye'den 2 geceliğine istanbul'a geldiler.
    Gelirken de, o çevredeki bazı çarpıcı uyarı ve öfke pankartlarından küçük bir koleksiyon getirmişler bendenize...
    * * *
    işte onlardan bazıları...
    Bir terzihanenin kapısına yapıştırılmış yazılar:
    "ALÇAK HIRSIZ
    MAKiNAMI ÇALACAĞINA ANANI GENELEViNE SAT"
    Ve:
    "KOT TAMiRi YAPILIR DiKiŞTEN"
    * * *
    "SATILIK KELEPiR
    BiRiNCi DERECEDE DEPREM BÖLGESi OLMASINDAN ACiLEN SATILIKTIR"
    * * *
    "iKi KiŞiDEN FAZLA YANYANA YÜRÜMEYiNiZ - BÜYÜK ŞEHiR BELEDiYESi"
    Uyarının yanında ayrıca yan yana yürüyen 3 insan silueti; 2'si erkek, 1'i kadın. Kadın siluetinin üstüne bir çarpı işareti çekilmiş.
    * * *
    "ÇiÇEK KOPARABiLiR ÇEKiRDEK KABUĞU ve ÇÖP ATABiLiRSiNiZ - ÇAN BELEDiYESi"
    * * *
    "ORiJiNAL KASET C.D ALANA KORSAN CD HEDiYE"
    * * *
    "DiKKAT
    ÇÖP ATANLAR GÖRÜLDÜĞÜNDE CEZALANDIRILACAK (DÖVÜLECEKTiR) KADIN-ERKEK FARKETMEZ"
    * * *
    "SAYIN CEMAAT
    KIBLEYE DURURKEN
    SOKAĞA GÖRE
    YARIM SAĞ YAPARAK
    DURUNUZ"
    * * *
    "LÜTFEN PANTALON FERMUARINI
    VEYA DÜĞMESiNi TUVALETiN
    iÇiNDE AÇIP KAPATIN
    BAŞKAN"
    * * *
    "LÜTFEN ÇATIYA ÇÖP ATMAYIN LAN!"
    * * *
    Plaj kıyısında bir uyarı:
    "KURTARMA SAATLERi
    SABAH: 10.00 14.00
    AKŞAM: 16.00 18.00"
    * * *
    Bazı servis otobüsleriyle minibüslerinin arkasında da şöyle bir yazı var:
    "Bir hata yaptığımızda, şu tel. no'larına haber verin"
    Sevgili Şafak Barış da, bir minibüsün arkasında şöyle bir yazı görmüş:
    "Bir hata yaptığımızda aramızda kalsın"
    * * *
    Minibüs şoförünü kutlamak gerekir. Başbakan Tayyip Bey'in sözcülüğünü yapacak düzeyde bir arkadaşmış doğrusu.
    * * *
    Necati Cumalı'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:

    Çıplak
    Bereketli göğüslerin
    Dudakların aşkla ıslak
    Cennetten kovulan ırmak
    Yatağımda çırılçıplak
    Her gece gürül gürül ak
    Yıkık yönlerimi götür
    Umutsuzluğumu yıka
    Yarına beni değiştir

    Geldiğin yerlerim yeşil
    Gittiğin yerlerim kurak

    çetin altan
    1 ...
  10. 31.
  11. Bugünkü gazete manşetleri, bir ölçüde kutuplaşmaları da betonlaştırabilecek bin bir yorum, uyarı ve eleştirinin de yeniden zembereğini kurmada.
    Bendeniz, 11. cumhurbaşkanından 10'unun Çankaya'ya çıkış ve iniş dönemlerinin takvim yapraklarını paylaşmış bir kuşaktanım.
    ***
    Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nda hayat parantezini kapattığında, 11 yaşındaydım.
    Hemen ertesi gün ismet Paşa'nın Çankaya'ya çıkışı genel bir sevinçle karşılanmış ve Atatürk'ün, mirasının bir bölümünü de ismet Paşa'nın çocuklarına bırakmış olması, çeşitli dedikodulara neden olmuştu.
    ***
    O dedikodulardan, Osmanoğulları'nın taht serüvenleri çizelgesine en ilmikli olanı da şuydu:
    Atatürk, ismet Paşa'nın bir suikasta kurban gideceğini tahmin ettiği için, mirasının bir bölümünü çocuklarına bırakmıştı.
    ***
    Suikastı kimlerin hazırladığı üstüne de dedikodular vardı ve fısıltı gazetesine göre, ismet Paşa'yı tezgâhlanmış olan suikasttan Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak kurtarmıştı.
    ***
    Bir yanda Atatürk'ün ölümüne "mersiye"ler, bir yandan da inönü'nün cumhurbaşkanlığına "methiye"ler yazılıyordu.
    Birbirinin bacanağı olan "5 hececiler"den Orhan Seyfi:
    Gidiyor, on yedi milyon kişi takmış peşine;
    Gidiyor, rast gelemez bir daha tarih eşine.
    Diye yazarken, Yusuf Ziya da inönü'yü övüyordu:
    Bir dağ başısın ak saçın altında bulutlar;
    Çizmenle çizilmiştir aşılmaz bu hudutlar.
    ***
    Gazete manşetleri ise, Atatürk ile inönü arasında, yepyeni bir paye dengesi kurmuşlardı.
    Atatürk "Ebedi Şef", inönü "Milli Şef" olmuşlardı.
    ***
    Bugünkü gazeteler 11'inci cumhurbaşkanını manşetleştirmede.
    Ve bendenizin de aklından fantazist bir sahne oyunu geçmede.
    Şöyle ki:
    Osmanoğulları'nın 36 padişah ile, Cumhuriyet'in 11 cumhurbaşkanı bir araya toplanmışlar, "neden bir türlü gelişmiş bir ülke" yaratılamamış olduğunu tartışıyorlar; bir de, "nelerin değişip, nelerin değişmediğini"...
    Kim bilir, izleyicilerde ne kahkaha tufanları yaratacak bir parodi çıkardı ortaya.
    ***
    Şu sıralarda eminim ki hiç kimse, geçenlerde Portekizli genç bir misafirimizle birlikte uğradığımız ve artık TBMM'nin denetimi altına girmiş olan Ihlamur Kasrı'nın tarihçesini düşünmüyor.
    ***
    O muhteşem bahçeler, 1720'lerde III. Ahmet döneminde Hacı Hüseyin Ağa'nın bağlarıymış.
    Hacı Hüseyin Ağa da Kasımpaşa'da Tersane Emini imiş.
    Ama sonradan, akıl almaz yolsuzluklarla zimmetine servetler geçirdiği ortaya çıkınca; mallarına el konmuş ve kendisi de cellata teslim edilmiş.
    ***
    Hacı Hüseyin Ağa'nın bağları, sarayın mülkiyetine geçtikten sonra, uzun yıllar unutulmuş.
    Nihayet Dolmabahçe Sarayı'nı da yaptırmış olan Sultan Mecit, sarayın yapımından arta kalmış malzemeyle, sarayın ünlü Ermeni mimarı Nikogos Balyan'a yaptırmış Ihlamur Kasrı'nı.
    ***
    Neler ve neler yaşamamış ki Ihlamur Kasrı ve çevresine eklenen albenili resmi kasırlar...
    Sultan Mecit, şair Lamartine'i de orada kabul etmiş; Sultan Aziz de oralarda hem güreş tutmuş, hem de horoz ve koç dövüşlerini izlemiş.
    ***
    Geçenlerde o bahçelere uğradığımızda; bir kez daha okşayasım geldi, dinozorlar döneminden günümüze kadar uzanmış "ginkgo biloba" ağaçlarıyla, yüz yılı aşkın, uzun mu uzun gövdeli akasyaları ve "resmi tarih"lerin çok ötesini görüp yaşamış ıhlamurları.
    ***
    Bahçeler çok bakımlı, çok düzenli... Oraların sorumluluğunu hangi dostlar yüklemişse; hepsini tek tek yürekten kutlar ve kimsecikler duymasa da alkışlarız.
    ***
    Dünkü Milliyet'te Gökhan Karakaş'ın haberi, bütün bunların çok çok dışındaydı. 1'inci sayfada "istanbullu yağmura sevinemedi" diye bir başlıkla başlıyor, sonra da şöyle devam ediyordu:
    "iki damla yağmur istanbul'u felç etti - Dikkatsiz sürücüler yüzünden istanbul'un aylardır beklediği yağmur, trafiği birbirine kattı. Kentte meydana gelen 40'ın üzerindeki kaza nedeniyle kilometrelerce araç kuyrukları oluştu"
    ***
    Dünkü Hürriyet'te ise eski Dışişleri bakanlarından, Em. Büyükelçi ilter Türkmen, köşe yazısını şöyle bitiriyordu:
    "Türbülansa yakalanmış bir uçağa benziyoruz. Kavgalar ve kutuplaşmalar içinde ülkenin gerçek gündemi unutulup gidiyor. Bu gündem ise cumhurbaşkanı seçiminden hemen sonra bizi çok zorlayacak."
    ***
    Geçtiğimiz pazar, torunum Sanem Altan Seten ile ibrahim Seten'in yavruları Leyla'yı bir kez daha gördüm.
    Bendenizin oğlu, Sanem'in de babası Ahmet Altan'da buluştuk. Leyla da salonun ortasına serilmiş cicili bicili özel örtüsü üstünde, boyuna bir yanına dönmeye uğraşıyor, küçük sesler çıkararak ellerini ayaklarını oynatıyordu.
    ***
    Minicik ellerine dokunur, yüzüme takılan kocaman gözlerine ve yumucuk yanaklarına bakarken...
    Orhan Veli'nin değişiveren mısraları dolanıyordu yüreğimde:
    Baka kalırsın torununun minicik Leyla'sına
    Gelecek yılların denizlerinde
    Hiç yok ki yüzme olanağın...
    Serde büyük dedelik var,
    Gösteremezsin gözlerinin dolduğunu.

    ***
    Leyla, Ahmet Altan'ın kucağında, nasıl da minicik ellerini uzatıp dayıyordu oğlumun göğüslerine...
    ***
    Bugünkü gazete manşetleri, Ihlamur Kasrı, gelecek yıl...
    Bir yanda "makro-kozmos"un, 1 milyar ışık yılı uzaklığından bakılınca, galeksiler arasında kaybolup giden Dünya'mız...
    Bir yanda "mikro-kozmos"un DNA'lar örgülenmesindeki çarpıcı sonsuzluğu...
    ***
    Bir yanda da, Dünya'ya geleli henüz 1 saat olmuşken gördüğüm mini minicik Leyla'nın, 3 aylık büyümüşlüğüyle çıkardığı sesler eşliğinde zaman zaman buruşan yüzü ve boyuna ağzına sokup çıkarmadığı parmakları...

    çetin altan
    0 ...
  12. 32.
  13. Bugün de gerek gazete haberleri, gerek TV kanallarında ajans saatleri; yeni kurulan hükümetteki eski ve yeni bakanlar üstünde odaklanmış olacak.
    Doğal olarak yorumlar, öngörüler, analizler de öyle...
    * * *
    Politikanın vitrinleri; her zaman geriye iter yönetilen toplumu ve toplumun içindeki ailelerle insancıkların, çeşitli karelerin içine sıkışmış olan fotoğraflarını...
    Gazetecilik, ister istemez güncelin ve yönetici kadroların "lafazanlık" gösterileri peşindedir.
    "Yazı"yı bir sanat kanaviçesine dönüştürme çabasındaki kalem uğraşları ise, çok değişik perspektiflerden iNSAN'a mıknatıslanmışlardır.
    * * *
    11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, ak sakallı babası Ahmet Hamdi Gül ile gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı annesi Adeviye Gül'ün gerek TV ekranlarında, gerek gazetelerin ilk sayfalarında fotoğraflarını gördüğümde...
    Tuhaf ışıklar yandı hem beynimin, hem gönlümün içinde.
    * * *
    Çocukluğumun istanbul dükalığı ile Cumhuriyet Ankara'sının hiç mi hiç umursamaması yüzünden; sanki gizli bir iç sömürgeymiş izlenimini yaratan sessiz sedasız taşra dünyasından bir aile de, nihayet oğullarının cumhurbaşkanı olması sayesinde, kendilerinin de var olduğunu kanıtlayıvermişlerdi.
    * * *
    Şimdiye dek başta cumhurbaşkanları, üst düzey makam sahiplerinin çocukluklarını da kucaklayan aile fotoğraflarıyla pek karşılaştığımız olmamıştı.
    10 cumhurbaşkanından hangisinin, çocukluk dönemlerini de kapsayan bir aile fotoğrafı yansımıştı ki kamuoyuna?
    Buna başbakanlar da dahildi, genelkurmay başkanları da...
    * * *
    Sanki bir yığın "muhterem zevat", gökyüzünden zembille inmişti bulunduğu makama.
    Ayrıca yönetilen sessizliğe itilmiş yığınların durumlarını şiirlerle, yazılarla, öykülerle, romanlarla, resimlerle, müziklerle su yüzüne çıkarmaya kalkmak da, "sınıfı sınıfa düşman etme" gerekçesine dayalı, ağır bir suçtu.
    Ve bendeniz, ilk kez bir Cumhurbaşkanı'nın, ak sakallı babasıyla, gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı annesini görüyordum ekranlarda ve gazetelerde.
    Beynimin ve gönlümün içinde tuhaf ışıkların yanması doğaldı.
    Hiç değilse en sonunda görebilmiştim böyle bir fotoğrafı.
    * * *
    Vaktiyle yönetilen ezilmiş yığınların, ekonomik tablolarda ortaya akrep kuyruğu gibi çıkan çaresizliğini dillendirmek, "Allahsız bir komünist" olmaktı.
    * * *
    Şimdiyse ne olmuşsa olmuş, aynı yığınlar; siyasal bir egemenliğe doğru uzandıklarında, "laiklik düşmanı" olmakla suçlanmaya başlamıştı.
    * * *
    Laiklik de bir garip laiklikti.
    Ne Yahudi, ne Gregoryan, ne de Ortodoks bir vatandaş; Hazine'den geçinmeli bir bürokrat olabiliyordu.
    Üstelik bir ırkçılık koşullanmasıyla, eski Osmanlı azınlıklarının küçümsenip horlanması da çok yaygındı...
    işte birkaç örnek:
    Tatar Tatar, iki gider bir kıç atar.
    Arnavuti zoti...
    Korkak Yahudi...
    Kuyruklu Kürt...
    Ermeni tohumu...
    Ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü...
    * * *
    Şükrü Saracoğlu'nun başbakanlığı döneminde, azınlıkların üstüne çeki taşı gibi bindirilen "varlık vergisi" ile, vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale'de taş kırmaya gönderilmesi; pek mi bağdaşıyordu Cumhuriyet'in "laiklik" ilkesiyle?
    Ne çare ki, bu tür uygulamalarla; mikrofonlardan fışkıran "çağdaş bir hukuk devleti" olma övünmelerini karşılaştırmaya kalkmak da, "vatana ihanet" sayılmaktaydı.
    * * *
    "Yargısız idam" anlamına gelen "yerinde infaz" ne demekti?
    "Düşman" tanımlanmasıyla, "suçlu vatandaş" tanımlaması arasındaki hukuksal fark neydi?
    * * *
    Bu tür konuları kurcaladığınızda, başınıza gelenleri en yakınlarınız bile yadırgamıyor:
    - O da çok ileri gitti, diyorlardı.
    * * *
    Zaman zaman hâlâ daha özlediğim Turhan Güneş:
    - Bizde, derdi; bir "ileri gelenler" vardır, onlar itibarlı kişilerdir; bir de "ileri gidenler", onlar da cezalandırılacak kişiler...
    * * *
    Bu arada, ezilmiş yığınların yan bilincinde tomurcuklanmış olan şu deyimlere de bir bakın:
    Etliye sütlüye karışma...
    Suya sabuna dokunma...
    Hem nalına, hem mıhına...
    Ne şiş yansın, ne kebap...
    Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık...
    Ne yerde gez basıl, ne gökte gez asıl...
    Düşenin dostu olmaz, hele bir yol düş de gör...
    * * *
    Bütün bu şeffaflıktan uzak, bir garip oligarşik yapılanmayla, varıla varıla nereye varıldı?
    Birleşmiş Milletler insani Kalkınma Endeksi'ne göre; Danimarka ile Finlandiya'nın 96 basamak altına düşmeye...
    1 ton buğday için 1000 ton su harcamaya...
    Nüfusu istanbul'unki kadar olan Hollanda'nın, tarım kesiminde çalışan 600 bin kişisiyle; tarım kesiminde 6 milyon kişinin çalıştığı Türkiye'yi, tarım ihracatında 7 kat geçmesine...
    * * *
    Politika üstüne yorumlar, öngörüler, uyarılar; hepsi tamam da...
    Bütçenin, bakanlıklar arasındaki dengesiz mi dengesiz olan dağılımı, neden gündemlere hiç gelmiyor ki acaba?
    Çok ileri gitmemek için mi?
    * * *
    Şeffaflık ve evrensel kavramları, evrensel tanımlamaları içinde değerlendirmek; bir türlü "gelişmiş"lik düzeyine terfi edemeyen Türkiye'yi, çok daha çabuk bindirir "çağdaşlık" asansörüne ve "kışla" parfümlü siyasetle, "cami" parfümlü siyaset arasındaki kutuplaşmalar da eriyiverir.
    * * *
    Nedense bendenizin hoşuna gider, kimsenin kulak asmayacağı konulara kepçe uzatmak...
    Neyse, nihayet ak sakallı bir baba ile gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı bir annenin de; çocukları cumhurbaşkanı olunca, duydukları mutluluğa tanık olabildim sonunda...
    Eh bu kadarı da yeter bendenize...

    çetin altan
    1 ...
  14. 33.
  15. Başbakan Tayyip Bey'in, yeni hükümetine onay almak için Çankaya'ya çıktığı saatlerde; bendeniz, Solmaz Kâmuran ile Beylerbeyi iskelesi'nin hemen yanında, sahibi Metin Oktay döneminde Galatasaray takımının futbolcularından da olan bir dostun "çayevi" önündeki, Boğaz'a doğru uzanmış masalarından sonuncusunda oturuyorduk.
    * * *
    Kimseyi kıskandırmak gibi olmasın ama, genişleyen kuraklıkla sel baskınlarına inat, masmavi bir Boğaz ve püfür püfür esen bir Boğaz rüzgârı...
    Cam bardaklardaki demli çaylar bittikçe, yenileri geliyordu.
    * * *
    Nedense dilim, sonradan Münir Nurettin'in bestesiyle ünlenmiş olan "Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan" şarkısının güftesindeki, Behçet Kemal'in bir mısraına takılmıştı:
    istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar...
    Ah bir de taze birer simit olsaydı...
    * * *
    Ve tam o sırada, içi simitlerle dolu camekânlı arabasını ite ite giden bir simitçi görünmez mi...
    - Hey simitçiii...
    Simitçi duymuyordu.
    Hemen ayağa kalktım:
    - Hey simitçiii...
    * * *
    Simitçi öne doğru eğilmiş arabasını itiyordu. Kavruk esmer yüzü, kırışık değilse de, sirkeyle ıslatılıp sıkılmış bir elbezi gibi buruşuktu.
    - Hey simitçiii...
    * * *
    Nihayet simitçi çağrıldığını duydu ve geldi yanımıza.
    O sırada Başbakan Tayyip Bey, kim bilir neler konuşuyordu 1 günlük Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'le ve daha kim bilir kimler neler konuşuyorlardı Ankara'da?
    * * *
    Simitçiye:
    - Yüzün neden o kadar sıkıntılı, daldırmış ne düşünüyordun öyle, yoksa âşık mısın, dedim.
    Simitçi:
    - Aşk meşk hepsi bitti; ne hanım var ne bir şey; yapayalnız bir perişanlığın içinde kaldık, dedi.
    * * *
    O sırada militer dostlar, Beylerbeyi'ndeki bir simitçinin neden perişanlık içinde kaldığını düşünmüyorlardı.
    Yine tıpkı, yerde dizlerinin üstünde kimonosuyla oturan, saçlarının topuzu tığlarla tutturulmuş bir Japon kadınının; sağ elindeki bir çift çubukla önündeki pilavı yemesinin de, "Atatürk ilke ve inkılaplarına" uygun olup olmadığını düşünmedikleri gibi.
    * * *
    Simitçi çektiği çileyi anlatıyordu:
    - Kardeşimi evlendirdim; 6 milyar para harcadım; varım yoğum her şeyim bitti; elmaları da kuraklık vurdu, o eski haller yok, piyasası kalmadı. Bütün umudum şimdi pancarda...
    * * *
    Simitçi, Sivaslıydı. Sivas'ta elma bahçeleriyle pancar tarlaları vardı. Ama artık elinde avucunda pek bir şey kalmamıştı. Simitçilikle geçinmeye çalışıyordu.
    * * *
    iskelenin önündeki büyük çınarın altında genç bir kızla, şöyle irice bir delikanlı neredeyse sarmaş dolaş olmuşlardı; kimse umurlarında değildi.
    Solmaz'a takılıyordum:
    - Şimdi biri gidip de, şu âşıklara, "yeni hükümette sizce kimler ilk kez bakan olacak" diye sorsa, ne derler?
    Solmaz:
    - Git işine yahu deli misin sen, derler; diyordu.
    * * *
    "Çayevi" sahibi dostumuzun, yine hemen oracıkta bir balık lokantası da vardı ve bir bira servisi için dahi ruhsatı yoktu.
    * * *
    Serbest piyasa ekonomisinden yana olduğunu söyleyen Başbakan Tayyip Bey iktidarı açısından; içkili balık lokantaları yanında, içki ruhsatı alamayan balık lokantaları arasında, büyük bir eşitsizlik ve haksızlık yaratılmıyor muydu?
    içkili balık lokantalarına gidebilenlerin cüzdanlarıyla, gidemeyenlerin cüzdanları arasında da mevcut olan uçurumların, Başbakan Tayyip Bey'e sunduğu seçim armağanı, pörsütülmemeliydi.
    * * *
    Cumhuriyetçiler döneminin "milliyetçilik" ilkesi "yönetenler"le, "yönetilenler"i; "yoksul"larla, "zengin görünenler"i aynı torbanın içine koyarak, sınıf bilincinin hem netleşmesini, hem de politikaya yansımasını iğdiş etmişti.
    Ve böylesi oligarşik garip bir despotizm de, "halkçılık" ilkesiyle sütrelenmek istenmişti.
    * * *
    "Milliyetçilik" ilkesiyle "halkçılık" ilkesinin, birbiriyle yan yana kelepçelenmesi, ister istemez bir "kavramlar" curcunası yaratmıştı.
    * * *
    "Halkçılık", aristokratik bir egemenliğe karşı, Fransız Devrimi'yle ortaya çıkmış bir kavramdı.
    Türkiye'de "halkçılık"tan yana olmak, hangi egemenliğe karşı olmaktı?
    Hele hele ülkede, "milli gelir" dağılımındaki dengesizlikleri, su yüzüne çıkarmak da; "Allahsız komünizm" suçlaması içine alınmışsa?
    * * *
    Beylerbeyi iskelesi'nin dibinden türbanlı, şık siyah tayyörlü, gencecik bir kız geçiyordu.
    Etekler topukların epey üstünde, diz kapaklarının azıcık aşağısındaydı.
    * * *
    Türkiye'deki kutuplaşmalar, gitgide artarak öfkeli bir çalkantıya dönüşecek miydi, dönüşmeyecek miydi?
    ABD ve AB medyası, Stockholm'la hiç ilgilenmediği halde, boşuna dikmiyordu gözlerini Ankara'nın üstüne.
    * * *
    Hanımların göğüs çatalındaki aşırı olmayan durum, çağdaşlık; türban da imaj bozan bir çağdışılık olduğunda; acaba Japonya'nın teknoloji ve ekonomideki süper düzeyine nasıl bir merdivenle erişilecekti?
    * * *
    Ne Sivaslı simitçiyle konuştuk bunları, ne oturduğumuz masaların sahibi Galatasaraylı eski futbolcu dostla, ne de yanımıza gelmiş sıcacık yürekli edebiyat öğretmeniyle.
    * * *
    Oralarda rastladığımız bol uzun tüylü simsiyah güzel mi güzel bir kedi de, Otello'yu anımsattı bana...
    * * *
    Dilime takılmış olan mısra ise, sürdürüyordu çengellenmişliğini:
    istanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar...
    * * *
    Eve dönerken değiştirdim o mısraı:
    Kavramları netleştiremezse Ankara, demokrasiyi nasıl anlar...

    çetin altan
    0 ...
  16. 34.
  17. bu vatan icin gozunu, ayagini, kolunu veren gazilerimize saygi gostermeyip onlara kamu kuruluslarinda yapamiyacaklari agir isler verdik.
    (bkz: kan uykusu kinali turku)
    1 ...
  18. 35.
  19. devletten işlediği suç için darbe yiyen ve suçunu kapatmak için bu yalanı ortaya atan hıyarzanların da kullandığı cümledir.''olum biz var ya biz neler yapmadık bu vatan için'' muhabbetlerinin başkahramanı bazen korsan, kaçakçı,çocuk pornosu taciri gibi götlek-ül tavanlardır.abi neler yaptınız diye arasıra yanlış sorular yöneltilirse kendilerine hiddetli hiddetli ''ne mi yaptık?ne mi yaptık?'' diye sorana çıkışırlar ,bir celallenirler ki sorma. ulan hem sen boş beleş tarlaya bir gecede dikecen gecekondunu,ee sonra yıkmaya gelince asacan türk bayrağını,vay efendim biz bu vatan için neler yapmadık,ben bu memleketin evladıyım, ölürüm,yalarım,ben ne ederim evsiz ibidi zibidi.. diye yakınıcan,var mı lan öyle üç kuruşa beş köfte?! ben keriz miyim? cebimde beş kuruş yokken geldiğim istanbul'da çalışıp arazimin üstüne tapulu evimi yaptırdım. alın teriyle açtığım dükkanımın vergisini her daim ödedim.ben bilmiyom mu naylon faturayı? bilmiyom mu vergi kaçırmayı? kolay yoldan mülk sahibi olmayı?üff neyse krize girdim yine.. kendi yaptıklarını görmeden uzan'a küfreder bu zat-ı şahanelere son iki çift veya tek lafım şudur ki:aynaya bakın, kendinize gelin,bir titreyin, silkelenin,akıllı olun, çıkarken de kapıyı kapatın hadi bakim..(çat)
    0 ...
  20. 36.
  21. bu vatan için askerlik yapıyorum, yetmez mi? *
    1 ...
  22. 37.
  23. "neler yapmadık şu vatan için
    kimimiz öldük,
    kimimiz nutuk söyledik"

    orhan veli
    0 ...
  24. 38.
  25. Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ndeki başarısı milyonlarca yüreğin sevincini, 14'günlük olunca yusyuvarlaklaşan Ay'ın tüm denizlere yansıyan şavkındaki ihtişama dönüştürdü.
    Ne güzel!
    * * *
    Bu yaygın sevinci paylaşan milyonlar; Fenerbahçe Spor Kulübü'nün lisanslı bir ürünü olarak, kapağı sarı-lacivert renklerden yazı ve figürlerle de süslenmiş olan, kare bir kutu içinde gerçekleştirilmiş "Tangram" bulmacalarıyla da aynı coşku deryası içinde ilgilenmeye kalksalar...
    Ola ki Türkiye'nin aşırı yapay politik tatavaları da, çok daha tutarlı bir geometrinin içine doğru yönlenirdi.
    * * *
    "Yaratıcı zekâ oyunu" diye, ayrıca bir not da düşülmüş olan "Tangram" bulmacaları; 2 büyük eşdeğer üçgen, 2 küçük eşdeğer üçgen, 1 orta boy üçgen, 1 kare ve 1 de uzunca bir baklava biçimindeki 7 parça tahta geometrik şekilden oluşuyor.
    * * *
    "Tangram" bulmacalarının içindeki ufak albümde, tam 80 kare birbirinden değişik figür var; elleri yerde amuda kalkmış bir insan figürü, sırt üstü yatıp ayak ayak üstüne atmış bir başka insan figürü, bir tavşan figürü, bir balık figürü vs...
    * * *
    7 parça geometrik biçimlerdeki tahtayı, nasıl yan yana getirip birleştirmeli ki, albümdeki figürlerden her biri, aynen çıkabilsin ortaya?
    Doğrusu hiç de kolay bir oyun değil!
    Birbirini hiç mi hiç tutmayan politik tatavalara oranla, çok daha zor.
    * * *
    Ama daha da zor olanı, 10 yıl sonra Dünya'da ve Türkiye'de neler yaşanacağının yaşamsal "Tangram"ı...
    * * *
    Önceki sabah kapı çalındı.
    Gelenler, çocuğum gibi sevdiğim vefalı insan Engin Aymete ile 9 yaşındaki oğlu Poyraz'dı.
    Poyraz, bembeyaz giysileri, elindeki asası, başındaki şatafatlı sünnet şapkasıyla küçük bir prens gibiydi. Ertesi gün sünnet olacaktı.
    * * *
    Poyraz'ı, uluslararası bir turizm örgütlenmesinin hem yönlendiricisi, hem de uygulayıcısı olan annesi Verda Aymete'nin henüz karnındayken tanımıştık.
    O tarihlerde bugünkü politikacılardan kimlerin nerelere çıkacağı, kimsenin hayalinden bile geçmiyordu.
    Tabii Poyraz'ın, hangi tarihte ve hangi gün sünnet olacağı da...
    * * *
    "Tangram" bulmacalarıyla uğraşıp içinden çıkılamadığında; bulmacaları oluşturan figürler albümünün sonundaki "çözümler"e bakabiliyor ve bazen de elinle alnına vuruyordun:
    - Ulan ne kafasızım, diye...
    * * *
    Geleceği hazırlayan "Puzzle"ların ise, ne çözüme sunulmuş somut figürleri vardı, ne de çözümleri.
    Elinle:
    - Ulan ne kafasızmışım, diye alna vurmak da; hiçbir işe yaramıyordu.
    * * *
    Geleceği hazırlayan bin bir değişik faktörün, sonunda nasıl biçimlenebileceğini -bir oranda- öngörebilmek ve öngörememek, yahut da öngörmek istememek...
    * * *
    2017 yılı, en beklenmedik sürprizleri acaba hangi ülkeler için hazırlıyor; Pakistan, Afganistan, iran, Irak için mi; yoksa ABD, AB ülkeleri, Kanada, Norveç, isviçre, Avustralya için mi?
    Böyle bir soruya verilecek yanıtlar saklanıp, 10 yıl sonra ortaya çıkarıldığında; kim bilir ne eğlenceli bir matrakoloji filmi yansırdı TV ekranlarına.
    * * *
    Bu tür gündem dışı konularla, kahkaha atıp keyif çatmanın tekeli; Şakir Eczacıbaşı ile buluştuğumuzda, bizler gibi aynı kuşağın 50 yıllık dostlarına nasip olmaktaymış gibi görünüyor.
    * * *
    Perşembe günü Şakir'le buluştuğumuzda, "eski istanbul beyefendileriyle hanımefendileri" üstüne; sayısız anı, fıkra, mısralarla örülmüş ne değişik konçertolar çalınmadı ki aramızda...
    * * *
    Değişen teknolojilerle, akıl almaz bir hız kazanan "iletişim ve ulaşım" sonucu; eski kaliteli adacıklar da eriyip, sıradan birer uskumru sürüsüne dönüşüyordu.
    Politik bir topoğrafyada, çağdaş bir demokrasi düzeni kurulamasa dahi; "demokratizasyon" diyebileceğimiz, kendiliğinden bir sıradanlaşma yaygınlaşıyor ve eski kalıplara uymayan yeni freskler beliriyordu ufuklarda.
    * * *
    Kozmos'un verileri ne kadar çok kullanılıyorsa; Kozmos da, o ölçüde kendi düzenini empoze ediyordu insanlığa...
    Ve Kozmos'da ne politika vardı, ne kurnazlık, ne de demagoji...
    * * *
    Masa'nın üstünde "Tangram" bulmacaları; hayatın akışı içindeki 100 yıllık bir boyutta, kuşaklara nanik çeken bambaşka bir espriyi dalgalandırıyordu.
    * * *
    Fenerbahçe Spor Kulübü'nün, bulmacalı tahta oyuncaklar kutusundaki albümde; "Tangram nedir, nasıl oynanır" diye de bir açıklama vardı. Ola ki ilgilenenler bulunur diye, bazı bölümlerini aynen alalım.
    * * *
    "Tangram 7 parçadan meydana gelen bir bulmacadır. Tam olarak kim tarafından, hangi tarihte keşfedildiği bilinmemekle birlikte Çin'de icat edildiği kesindir. Bilinen en eski Tangram bulmaca kitabı 1813 yılına aittir. Ancak bu tarihten çok daha eski bir dönemde Çin'de kadın ve çocukların tangram oynadığı biliniyor.
    ...
    Tangram bulmacaları 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika'da büyük bir ilgiyle karşılandı. Ayrı dönemde Tangram hakkında birçok bulmaca kitabı yayımlandı. Tangram birçok matematiksel gelişmenin de yaşandığı bu dönemde bir eğlence aracı haline geldi."
    * * *
    21. yüzyılın tangramlarından ne kadarını, kimler çözebilecek ve kimler çözemeyecek?
    Bütün bunların yanıtı, sünnet giysileri içinde küçük bir prense benzeyen Poyraz; kendi kuşağının 50 yıllık bir dostuyla sohbete de daldığında çıkacak ortaya...
    Epey çapraşık da olsa, fena bir bulmaca da değil hani; okkanın altına gitmemek koşuluyla...

    çetin altan
    0 ...
  26. 39.
  27. Eski istanbul'un, ağaçlıklı büyük bahçeler içindeki sayfiye köşklerinin balkonları... Ve o balkonlarda, akşam yemeğinden sonra kahvelerin içildiği yıldızlı yaz geceleri...
    * * *
    Bitip tükenmeyen göçlerin çarmıhına gerilmiş olan istanbul'da, balkon sefası alışkanlığından yoksun insanların; bin bir çaba sonucu ancak yerleşebildikleri bir apartman dairesinde, onun çokcası küçümen balkonlarına, sandık, sepet, süpürge, boş çuval yığarak, oraları bir ardiye gibi kullanmaya kalkmaları çok mu yadırgatıcı?
    * * *
    Dünyadaki 200 devlet arasında en çok resmi bayrama sahip Türkiye'de de; 80 yıllık bir sürede resmi bayram gösterilerine harcanan yüz milyonlarca, belki de milyarlarca dolar; "köylülük" sürecini aşma hedefli yatırımlara dönüşebilseydi, bugünkü toplumsal ve siyasal manzara da çok daha başka türlü olabilirdi.
    * * *
    Artık yıldızları çoktan kaybolmuş Göztepe gecelerinde, -doğduğum köşkün, dışarıdan bakılınca bir beton yükselmesine uğrayıp umacılaşmış görüntüsünün en üst katında- balkonda otururken; annemin usul bir sesle kendince söylediği şarkılar da geçiyor aklımdan, dedem Hasan Paşa'nın kehribar bir ağızlıkla Bafra sigarası içmesi de, babamın babaannemle Bergama anılarını konuşması da...
    * * *
    Derken kırmızı-yeşil ışıklarını yaka söndüre, yavaşça kayan bir yıldız gibi, bir uçak geçiyor gecenin karanlığa bürünmüş göklerinden...
    Kayıp giden o minicik ışıkların içinde kim bilir kimler, nerelerden gelip nerelere gidiyorlar ve kim bilir bazıları neler konuşuyorlar?
    * * *
    Gökyüzünden geçip giden uçaklarda, kimlerin neler konuştuklarını kestirmek kolay değil.
    Ama neleri hiç konuşmadıklarını bendeniz pekâlâ biliyorum.
    Şimdiye dek TBMM'de, bütçe yasalarının neden birbirleriyle karşılaştırılıp, hep aynı bakanlıklara niçin o kadar küçük bir pay ayrılmış olduğunun hiç tartışılmadığı, kesinlikle konuşulmuyor.
    * * *
    Daha başka neler konuşulmuyor?
    istanbul Boğazı'nın Asya yakasındaki Anadoluhisarı'nın Anadolufeneri'nin, Anadolukavağı'nın; Avrupa yakasındaki karşıtları olan Rumelihisarı'nın, Rumelifeneri'nin, Rumelikavağı'nın adlarının; içinde "Rum" sözcüğü var diye, şükür ki değiştirilmemiş olması da, hiç konuşulmuyor.
    * * *
    Ola ki, bol resmi bayram töreni meraklıları, hamasi bir dikilişle onların da adını değiştirir ve Anadoluhisarı'nın karşısına; Rumelihisarı adından daha çok, "Babadoluhisarı"nın yakışacağını benimseyebilirlerdi.
    Bizler de o zaman:
    - Babadoluhisarı'ndan, Babadolufeneri'ne, oradan da Babadolukavağı'na gittik, diye konuşurduk.
    Böylece milliyetçiliğimiz daha da perçinlenmiş ve iyice babalanmış olurdu.
    * * *
    Geceleri Göztepe'deki balkondan geçip gittiğini gördüğümüz minicik ışıklı uçaklar ve onların içinde nelerin hiç mi konuşulmadığı...
    * * *
    Pazartesi günkü Milliyet'in manşeti üstüne de, eminim ki hiçbir fantazist değerlendirme yapılmadı.
    Pazartesi günü Ömer Erbil'in haberi şöyle çıkarılmıştı manşete:
    "Çeşme Müzesi'nin arkeolojik kazısında skandal - Kurtarırken yıkıyorlar - izmir'in Çeşme Kalemburnu yarımadasındaki antik ionia kentinde, başlarında arkeolog bulunmadan kazı yapan işçiler milattan önce 6. yüzyıla ait lahitleri parçaladı"
    * * *
    Çeşitli alanlarda, köylülük sürecinin aşılamamasından kökenlenen bir "kadir bilmezlik"in, bilinçsiz bir vandalizme dönüşmesi; Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bir imajla, uygarlık düzeyine nasıl ulaştırılabilirdi?
    En çarpıcı yöntem, sanırım MÖ 600 yılına ait parçalanmış lahitlerin çevresinde bir suare düzenleyip, Viyana valsleriyle döne döne dans etmekti.
    * * *
    Hazırlanmakta olan sivil anayasa taslağı ve ağızlardan düşmeyen "demokrasi" sözcüğü; sanırız daha yıllarca iğneli karikatürlerle, ezber bozan fantazilerin de çeşitlenmesi için, gerekli bir olgunluğu nadaslayamayacak...
    Uçaklarda da kimsenin aklına gelmeyecek, bu tür konularla sohbet koyulaştırmak...
    * * *
    Uçuyoruz uçmasına ama, hoşgörülerimizin boyu bir türlü yükselemiyor.

    çetin altan
    0 ...
  28. 40.
  29. Espri ibrişimleriyle örgülenmiş, kimsenin aklına gelmeyecek sürprizli bir hediye bularak; onu sevinçli bir şaşkınlıkla alacağından emin olduğun birine vermek...
    Sevgili Şafak Barış, bu tür esprili hediyeler bulmanın rekoru kırılamayacak bir şampiyonu...
    * * *
    Birkaç yıl önce bendenize bir karış boyunda; pedalları, zinciri, dişlileri, gidonu, dinamosuyla tüm mekanizmaları çalışan bir bisiklet hediye etmişti.
    * * *
    O hediyenin bir de gizli esprisi vardı.
    1934 yılında Ankara'daki bir ilkokul çocuğunun en büyük hayaliydi bir bisikleti olması...
    Annemle babam, bendenize bisiklet almayı sürekli reddederlerdi, o yaşta kamburumun çıkacağı gerekçesiyle.
    * * *
    Babam, Edirne Vilayeti Umur-u Hukukiyi Müdürlüğü'nden, Ankara'da Emniyet Genel Müdürlüğü 3. Şube Müdürlüğü'ne tayin edilmişti. Şükrü Sökmensüer'in Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemlerdi.
    Biz de Ankara'ya, Yenişehir'deki halıcı Ekmel Bey'in apartmanına taşınmıştık. ilk kez oturuyorduk bir apartmanda.
    Üst katımızda da bir milletvekili oturuyordu. Onun oğlu Mahmut da, bendenizle aynı yaştaydı ve Mahmut'un binip gezdiği küçük bir bisikleti vardı.
    * * *
    Mahmut, kimseyi bisikletine bindirmez, hatta elini bile sürdürtmezdi. Sadece bana izin vermişti elimle bisikletinin selesini tutmama.
    Bendeniz de "Kavak Yelleri ve Kasırgalar" adlı kitabımdaki çocukluk anılarımı yazarken; Mahmut'un bisikletinden de söz etmiştim.
    Ve Şafak Barış da, yine sadece elimi sürmek zorunda olduğum, bir karışlık bir bisiklet hediye etmişti bana.
    * * *
    Şafak'ın son hediyelerinden biri de, pencere camına yapıştırılınca güneş enerjisiyle çalışarak, güneşin prizmadan geçmişçesine düzenlenmiş 7 rengini duvarlarda, tavanda usul usul gezdiren değişik bir oyuncak...
    * * *
    Çocukların oyuncakları ve yönetici kadroların makam koltukları...
    Acaba hiç mi bir benzerlik yok aralarında?..
    * * *
    Ömür takviminin son yaprağını 51 yaşında koparıncaya dek, toplamı 95 cildi bulan romanlar yazmış ve dünya roman edebiyatında "Realist Dönem"i başlatmış olan Balzac, neden tüm eserlerini "insanlık Komedisi" adı altında değerlendirip çerçevelemişti ki?
    insanlığın her yaştaki değişik ve tehlikeli oyuncuklarını sergilediği için mi?
    * * *
    Haliç'in bitiminde, Eyüp tepelerindeki mezarlıklarla adeta iç içe olan çay bahçelerinde otururken de; Şafak'ın güneş enerjisiyle çalışan ve duvarlarla tavanda, çeşitli renkler yaratarak usul usul dönen oyuncağına benzer garip bir prizma hareketlenebilir insanın dimağında.
    * * *
    Eyüp'teki çay bahçesinden, az ötedeki duvarların arkasında uzanan taşlar âlemine geçmeden önce; "ben de varım, benim de var olduğuma inanın" diyebilmenin özlemi...
    * * *
    Böyle bir özlem açlığını yeterince doyurabilmek ve yeterince doyuramamış olmak...
    işte sorun!
    * * *
    Dünkü Hürriyet'ten küçük bir haber:
    "istanbul, yaşam kalitesinde 104'üncü
    Dünyanın önde gelen haftalık siyaset ve ekonomi dergisi The Economist'in hazırladığı dünya kentlerindeki 'yaşam kalitesi' endeksinde istanbul iki sıra gerileyerek 104. sıraya düştü
    ... Değerlendirmeler ışığında en 'yaşanılası' kent geçen yılın da birincisi olan Kanada'nın Vacouver sehri seçildi. Avustralya'dan Melbourne ise 2. oldu"
    * * *
    "Ben de varım, benim de var olduğuma inanın" özleminin açlığı, acaba Vacouver kenti ortamında kendine nasıl bir doyum olanağı buluyor; Mardin'in köylerinde, istanbul'un varoşlarında, Ankara'nın siyasal arenasında nasıl ve ne tür olanaklar buluyor?
    * * *
    Lafı kestirmeden noktalamaya doğru götürürsek; var olduğunu kendi mesleğinin bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerle kanıtlama olanağından yoksun bulunanlar, genellikle açık veya gizli kaba kuvvet gösterilerine eğilimlidirler.
    Türkiye'de sürekli pompalanan cengâverlik tutkusuna, biraz da o açılardan bakmakta hiç mi yarar yok acaba?
    * * *
    "Onlar-biz" ayrımının derinliklerinde de; ola ki değişik türden tatminsizliklerin, değişik türde maskelenmiş tırtılları oynaşmakta.
    * * *
    Ne var ki, bu tür konuları sondajlarken de, Şafak'ın güneş enerjisiyle çalışan oyuncağının duvarlarla tavana döne döne yansıyan renklerinde, Rıza Tevfik'in mısraları başlıyor görünmeye:
    Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz;
    Hayat budur benim için, hatta senin için de.

    çetin altan
    0 ...
  30. 41.
  31. Ankara'daki siyasal polemiklere baktıkça, bendenizin aklına çocukluğumdaki ortaokul argosunun tekerlemeleriyle, hela kapıları arkasındaki yazılar geliyor:
    Ona öyle demezler
    Peynir ekmek yemezler
    Ben de seni domaltmazsam
    Bana adam demezler
    * * *
    Yahut hela kapıları arkasındaki ünlü laf oturtmalar:
    Bunu yazan tosun
    Okuyana kosun
    Hemen altında bir yanıt:
    Bunu yazan molla
    Tosun kendini kolla
    * * *
    "Ulan" sözcüğünün, "oğlan" sözcüğünden kökenlendiği ve "oğlan" sözcüğünün de, "lutilik-livata" gibi eşcinsellikle ilgili kavramların kapağı altındaki pasif bir erkek çocuğunu etiketlendirdiği; o nedenle de, önüne gelenin üstüne çullandığı güçsüzlerin, "şamar oğlanı"na, "hamam oğlanı"na benzetildiği hatırlandığında; "kadın-erkek" dengesinden yoksun Şark dünyalarının, çağdaşlaşmaya özendikleri zaman niçin suyuna tirit bir anomaliye uğradıkları daha kolay anlaşılır.
    * * *
    Bu tür dünyaların ekonomik boyutlu röntgenlerini, büyük ekranlarda ön plana çıkarmak da, "sınıfı sınıfa düşman etme" suçlamasıyla barikatlandığında, bütün atıp tutmalar "lafına laf oturtma" yarışlarına dönüşür ve siyasal tablo, birkaç halk deyimiyle çok rahat özetlenebilir:
    * * *
    Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı.
    Yahut:
    Tut kelin perçeminden.
    Yahut:
    işe mi koşuyoruz, boşa mı koşuyoruz.
    * * *
    Kamu Hukuku Doktrinleri'ne göre, "devlet" kavramının çağdaş bir tanımlamadan yoksun bulunduğu bir siyaset çorbasında; Ankara'da "seçilmişler"inkiyle, "atanmışlar"ınki diye 2 ayrı devlet bulunduğundan kuşkulanmak da çok doğal olur; erkek erkeğe kahvelerinin, smokinlerle şıkıdımlaşmışına benzeyen üst düzey resmi resepsiyonlarda, kadına rastlanmayışı da...
    * * *
    Lafına laf oturtma yarışı, Osmanlı döneminden kalma bir top sözün de kampanasını tıngırdatmakta:
    Uslub-u beyan, aynıyla insan...
    * * *
    Vaktiyle istanbul Darülfünun Emini, yani istanbul Üniversitesi Rektörü'yken; gereksiz, diye fesinin püskülünü kestiği için, lakabı "Püskülsüz ismail Hakkı"ya çıkan, ismail Hakkı Baltacıoğlu -ki adı ismail'i de Ismayıl'a çevirmişti- insanların kalite düzeyini anlamakta en iyi testin telefon konuşmaları olduğunu söylerdi.
    * * *
    Telefon çalar, burjuvalaşmışlık tornasından hiç geçmemiş kalın bir ses:
    - Neresi orası, diye sorar.
    Sen de:
    - Sen kimsin, sen neresini arıyorsun, diye sorarsın.
    Ses devam eder:
    - Filanca orada mı?
    - Öyle bir kimse yok burada, yanlış bir yer aradın sen, dersin.
    Özür mözür dilenmeden çat diye kapanır telefon.
    * * *
    Bazen de süzülmüş bir ses:
    - Ah afedersiniz, sizi rahatsız ediyorum, diye başlar konuşmaya.
    Ve devam eder:
    - Türkiye'de neden hiç gergedan bulunmadığı konusundaki görüşleri alıyoruz da; sizin de bu konuda ne düşündüğünüzü öğrenmek istedik.
    Sen de gülerek:
    - Ya siyasete atıldıkları, ya itibarlı bir makam sahibi oldukları için, yokmuş gibi görünüyorlar, dersin.
    * * *
    Telefon konuşmaları, TV konuşmaları, kürsü konuşmaları...
    Bir de her belediye, AB üyesi bir ülke belediyesiyle bir "kardeşlik" ilişkisi kursa ve yapacağı bir kıyaslamada kendisindeki eksikliklerin listesini açıklasa...
    Gazeteci dostlar da, 25 yılda ödenen toplam faiz tutarının 433 milyar dolar olduğunu anımsatarak, sürekli faizleri ödenen borçların nerelere harcanmış olduğunu büyüteç altına alsa...
    Çağdaş bir realizmle şeffaflık, etlenip kemiklenmeye başlamaz mı?
    * * *
    Lafına laf oturtma...
    Kodum mu oturturum...
    Sen hiç komaya kalkma, ben seçilince otururum.
    * * *
    Buraya bak, sen artık altına ediyorsun...
    Yok yahu, senin ağzın dururken mi?
    * * *
    Ortalıkta ne anlayış, ne tahammül, ne de insaf kalmadı.
    Boşa koyduk dolmadı, doluya koyduk almadı...

    çetin altan
    0 ...
  32. 42.
  33. FRANSA'nın Avrupa Birliği işlerinden Sorumlu bayan Bakanı Claudie Haignere, meğer 1996'da uzaya gönderilen Uluslararası Uzay istasyonu'na da füzelenip orada yaşamış olan, Avrupalı ilk kadın astronotmuş.
    Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e şöyle anlatmış uzay istasyonundaki izlenimlerini:
    - istasyon dünyanın etrafında her gün 16 kez dönüyor. Boğaziçi'nde günde 16 kez gündoğumunu izlemek kadar güzel bir duygu. Genç kuşaklar için gerçekleşmekte olan bir rüya uzay istasyonu...
    ***
    2500 yıl önce yaşamış olan Sokrates, sanki "yer" küresine uzay istasyonundan bakarcasına şöyle demişti:
    - Ben ne Atinalı, ne Yunanlıyım; ben dünyalıyım...
    ***
    insan sürülerinin tepesine kurulup, saltanat sürme hırsına kapılmış mesleksiz bir yığın çarpık beyinli imparator, kral, hükümdar, diktatör, demagoglarla; onların el etek ve ayak öpücü takım taklavatının, insan sürülerini kazıklamak için uçurdukları tatava balonlarını da patlatmayı seven bir yığın "deha" geçti yeryüzünden...
    Örneğin Einstein da şöyle diyordu:
    - Emre bağlı bir kahramanlıkla, şuursuz bir şiddet ve vatanseverlik adına yapılan onca anlamsız saçmalık... Bütün bunlardan nasıl da nefret ediyorum.
    ***
    Buralardan da tatava balonlarını patlatmayı seven epey kimse çıktı. işte Pir Sultan Abdal:
    Sofu dedikleri bir kolay iştir
    Erenler gördüğü bir engin düştür
    Eti yok kanı yok bir uçar kuştur
    O kuşun adını bilenler gelsin
    ***
    Şayet bugün Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, "Türkiye'nin sırtındaki kirli gömleği çıkartacağız", demek gereğini duyuyorsa ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, daha önceki dönemlerde bütçe yasalarının, görünmeyen bin bir tırtıl tarafından nasıl tırtıklandığını açıklamaya başlamışsa...
    Böylesi bir iç talan bataklığına yuvarlanmışlığın kökünde; ilk ve ortaöğretimde okutulan ve Türkiye Bilimler Akademisi'yle Tarih Vakfı'nın yaptığı incelemeler sonucu, "ayıplı mal" olarak damgalanan 190 ders kitabındaki; bilimsel objektifliği hançerleyen, ırkçılıkla hamasetçiliği pompalayan ve ekonomik saydamlıkları perdeleyerek, Hazine'den geçinenleri tabulaştıran öğelerin; hiç mi payı yoktur?
    ***
    Oysa Uzay Çağı'yla bütünleşmek zorunda olan genç kuşaklara; havı dökülmüş eski sloganların tozunu kimlerin silkelemeye başlamış olduğu da öğretilmemeli miydi?
    Örneğin işte Oscar Wilde'ın çın çın çınlayan bir sözü:
    - Vatanseverlik, zalimlerin erdemidir.
    ingiliz yazarı Richard Aldington'un ise, balon patlatma iğnesi çuvaldıza dönüşmüş:
    - Milliyetçilik, kendi bokunun üzerinde öten salak bir horozdur.
    ***
    Şöyle rahat, gülücüklü, sümbül kokulu geniş bir nefes alarak düşünelim, Einstein, Oscar Wilde, Richard Aldington şayet Türkiye'de yaşasalardı; acaba eserleri, düşünceleri, adları ne kadar değerlendirilirdi?
    ***
    "Ben bir Türk'üm, dinim cinsim uludur" tipi bir hamasetçilik silindirinin altından bir türlü kurtulamayan Türkiye'nin, gele gele geldiği yer neresi?
    "Nüfusunun yaşam kalitesi" açısından, Yunanistan'ın 60 basamak altına düşmüş olması...
    Kirli ülkeler sıralamasında da, Gana, Tanzanya, Pakistan gibi ülkelerle aynı düzeyde olması...
    ***
    Onca cart curt; sonra da bütçenin yüzde 36'sının sadece iç ve dış borç faizlerine ayrılması ve uzanıp durmak Kopenhag kriterlerine; Avrupa vatandaşlığına erişebilmek için...
    ***
    Kafaların takozlaşmasına karşı çıkanlar sayesinde izlenebiliyor "yer" küresi, Uluslararası Uzay istasyonu'ndan...
    Bakın ingiliz matematikçi ve düşünürü Bertrand Russell da ne demiş:
    - Vatanseverlik, saçma sapan nedenlerle ölmeye ve öldürmeye hevesli olmaktır.
    ***
    Keşke Irak'la Filistin'deki hipnotize edilmiş canlı bombalar da, Russell'ın ufuklarıyla tanışmış olabilseydi...
    ABD'deki üniversite rektörlerinden ve Senatör Eugene V. Debs de şöyle demiş:
    - Vatan sevgisine düğümlenmiş toplumlar; demokrasilerde dahi çocukları iyi yetiştirmenin yolunun, daha gösterişli bayrak törenlerinden geçtiğini sanıyorlar...
    ***
    Bizde Orhan Veli de, tatava balonlarını nazikçe patlatan ozanlardan biriydi:
    Neler yapmadık bu vatan için;
    Kimimiz öldük,
    Kimimiz nutuk söyledik...
    * * *
    Hiç kuşkunuz olmasın, bir gün Üçüncü Dünya ülkelerinde de; getirisi biter hamasetçi naralar arkasında karmanyola fırdöndülerinin. Madem ki uzaydan, minicik "yer" küresini izlemiş bayan astronotlar da, bakan olmaya başladı...
    Çünkü onlar artık Halil Nihat'ın dediği gibi, "Bakan değil, görendir."
    ***
    Balon patlatmayı seven az kalem geçmedi buralardan da...
    Soyadı Yasası'ndaki yapaylığa ters bir fiske vurmak isteyen Refik Halit, "Karay" soyadını almıştı. isterseniz bir de tersten okuyun "Karay"ı...
    Kah kah, kih kih... Doğrusu eğlencelidir şu dünya ama, bazı dubaracı bölgeleri de, bir hayli sakıncalı olmasa...

    çetin altan
    1 ...
  34. 43.
  35. hehe sadece 48 entry mi anlaşılan pek bişey yapmamışız bu vatan için.
    0 ...
  36. 44.
  37. Eski Osmanlı bilgeleri: "Varak-ı mihri vefayı (dostlukla sevgi vefasının yazılmış olduğu kâğıdı) kim okur kim dinler"
    Demişler.
    Acaba neden böyle bir yargıya varmışlar ki?
    * * *
    Daha çocukken, önce annenin tehdit edici işaret parmağı sallanarak kalkar yüzüne doğru:
    - Büyüklerin sözünü dinle!
    Sanki büyükler de, büyüklerin sözlerini dinleye dinleye "doğru" ile "yanlış"ın ne olduğunu öğrenebilmişler gibi.
    * * *
    Kaldı ki yaşıyla mı "büyük" oluyor insan, yoksa oturduğu makamla mı; hâlâ daha netleşmiş değil.
    Üstelik bir atasözümüz de şöyle diyor:
    - Akıl yaşta değil, baştadır.
    Nurullah Ataç ise, bazı tehlikeli benzetmeler yaparak:
    - Buzağı büyür dana, dana da büyük öküz olur, derdi.
    * * *
    Her kuşak çocuğunun kulağında çınlayan kalıplaşmış uyarı:
    - Büyüklerin sözünü dinle!
    * * *
    Oysa bazen de, kişiliğini kanıtlama nağraları çınlar ev kavgalarında:
    - Senin söylediklerin bir kulağımdan girip, bir kulağımdan çıkar benim. Kimsenin lafına kulak asmam ben. Babam mezardan çıkıp gelse, onu dahi dinlemem ben; anladın mı?
    * * *
    "Dinleme"nin yanında bir de "dinlenmek" var.
    Her sözünün dinlendiği, bir dediğinin iki edilmediği biri olmak anlamında da kullanılır; kız kardeşim Dr. Gülderen Alpagut'la, eşi Dr. Ercan Alpagut gibi, tatile çıkıp Ayvalık'ta dinlenmek anlamında da kullanılır.
    * * *
    Ajans haberlerinde yankılanıp duran bir yığın gürültü patırtıyı dinlemek yerine; sesini insanlığa armağan bırakıp, bilinmez bir galaksiye kayıveren Luciano Pavarotti'yi dinleyerek dinlenmek...
    * * *
    Pavarotti ayrı bir tılsımın insanıydı.
    1991'de istanbul'da verdiği konseri dinler ve "s"ler sırasında diliyle hafifçe alt dudağını ıslatmasını izlerken; bilmiyorum kaç kişi, 1963 yılında "başarısız" olduğu gerekçesiyle Ankara Devlet Operası'ndan uzaklaştırıldığını düşünüyordu?
    * * *
    Büyüklerinin sözlerini dinleme uyarılarıyla yetişenlerin ortak bir hastalığı, bir Frankeştayn ürkütücülüğüyle ağır ağır çıkarak yükseliyor beyinsel aynalarda.
    Değerden anlamamak, yahut değerden hoşlanmamak!
    * * *
    insanlığın ortak bahçelerine kendince bir karanfil dikmeye kalkmış olanlar da, az çıkmadı bu topraklardan.
    Kul Nesimi'den, Nazım Hikmet'e; Sabahattin Ali'den, Orhan Pamuk'a; ressam Halil Paşa'dan, Komet'e; heykelci Şadi Çalık'tan, ilhan Koman'a; piyanist Gülseren Sadak'tan Fazıl Say'a kadar...
    Hangisinin yarattığı tatlar, aile ortamlarının vazgeçilmez sevdasıyla bütünleşebildi?
    * * *
    Tüm yeryüzünde, sırıkları yükseltilmiş bayraklardan çok daha coşkulu dalgalanmıyor mu Pavarotti'nin sesi?
    Yine yeryüzündeki 200 devletten, kaç tanesinin başkenti Picasso'nun adı kadar tanınmış?
    * * *
    Üniversitemizden geçmiş evrensel değer ve ündeki bilimcileri, neden kendi fakülte tepsilerimizin içinde tutamadık?
    Almanya'da Hitler "nasyonal sosyalizm"inden Yahudi kökenli 85 bilim adamı kaçmıştı Türkiye'ye.
    Kaç tanesiyle hayatlarının sonuna dek sarmaş dolaş olabildik ve onların gerçekleştirdiği katkılar ne kadar canlı tutulabildi?
    * * *
    Yerel bir hamasetçiliğe gömülüp, onun içinde tepinip durmanın; kimlere neler sağladığıyla, kimleri nasıl ziyan ettiği daha uzun süre şeffaflaşamayacak...
    * * *
    Önümde Pavarotti'nin bir CD'si duruyor. ilk parça, Donizetti'nin "Aşk iksiri" operasından bir arya...
    * * *
    Ufuklara doru Pavarotti'ye el sallarcasına kendisini dinleyerek; onun Ankara'yla ilgili gençlik yakınmalarına, dağarcığımızda her zaman bulunan bir iç çekişiyle bir köprü daha kurup şöyle diyebiliriz:
    - "Varak-ı mihri vefayı kim okur kim dinler" olsa bile, seni dinlerken hepsini unutuyoruz.

    çetin altan
    0 ...
  38. 45.
  39. belki bir de "evet, neler yapmadık?" olarak devam etmesi gereken söylemdir. devrim sonrası ben ve benim kuşağım çok da bir şey yapmadı aslında.. bütün kaygılar sanata ve diğer öte yanda lost'un 4. sezonuna yönelik şüphelenmelerden ve çılgın türk tiklemelerinden oluşuyordu ki, aslında herkesin anasının karnından şair doğduğu bir memlekette bir şeyler yapmaya da gerek yoktu belki de.
    1 ...
  40. 46.
  41. Vaktiyle ramazan ayı, doğum tarihi 60, hatta 50 yıl geride kalmış köşe yazarları için, "cici mama"lı bir sefertasıydı. Bol bol yaşadıkları eski ramazanları anlatırlardı.
    Daha çok da eski ramazanlarla, eski bayramlar ballandırılır; yenilerine hafiften dudak bükülürdü.
    * * *
    Bazen bendeniz de, 30 yaşlarındayken eski ramazanları yazmaya özenir; bazen de o yaşların bir omuz silkmesiyle:
    - Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı, türünden raketi tersten vurmaya kalkardım.
    * * *
    Ne oldu da o eski ramazanlar, böylesine değişti?
    Böyle bir sorunun yanıtını, hemen hiç kimse aramazdı.
    Belleğimin "ramazan ayı" ile ilk tanışma kayıtları, 1932'ye kadar gidiyor.
    O tarihlerde Edirne'deydik ve bendeniz 4 yaşındaydım.
    * * *
    Edirne'ye henüz elektrik gelmemişti -hoş istanbul'da Göztepe'ye de gelmemişti- fitilli gaz lambaları ışığında oturulurdu geceleri.
    Gece lambaları da boy boydu. Küçük idare lambası, 5 numaralı orta boy lamba ve bol ışıklı lüks lamba...
    Yemekler maltız ateşinde pişerdi.
    * * *
    O tarihlerde Edirne'de sadece 2 taksi vardı. Mustafa'nın taksisi ünlüydü. Faytonla gidilirdi uzakça yerlere ve yollarda eşeğine binmiş köylülere rastlanılırdı.
    * * *
    Babam, bir hafta gecikmeyle gelen Son Posta gazetesini okurdu; annem de gazetenin bol mu bol olan tefrikalarını...
    Keşke meraklı bir dost çıksa da, o tarihlerdeki Son Posta gazetesinin manşetlerini alt alta sıralayıverse...
    * * *
    Genç kuşaklar ne kadar ilgilenirler bilinmez ama; beyinsel çarkları, neyin nasıl değiştiğiyle, nasıl değişeceğine göre dişli döndüren birkaç avuç kişi, epey afallayabilir o manşetleri görünce...
    * * *
    Bugün 2007 yılının ramazanı.
    Ve önceki gün başkent Ankara, bombalı bir dehşet eyleminden kıl payı kurtulmuştu.
    Gerçi gizli kapaklı olaylar uzmanı sayılabilecek Mahir Kaynak'ın, bu konudaki değerlendirmeleri çok değişik ama, olsun. Galiba o çeşit değerlendirmeleri görmezlikten gelmek yeğleniyor şimdilik.
    * * *
    Türkiye gibi bir türlü "gelişmiş" olamayan bir ülkede çok zordur, nelerin neden görmezlikten gelindiğini algılayabilmek de; nelerin neden gümbür gümbür gümbürdetilmek istendiğini anlayabilmek de...
    * * *
    Örneğin dünkü Vatan gazetesinde şöyle bir haber vardı:
    "Erdal Eren haksız yere asıldı
    Erdal Eren'in (17) 12 Eylül döneminde asılmasına karşı çıkan Askeri Yargıtay üyesi Albay Ahmet Turan, 27 yıl sonra Vatan'a konuştu: Eren'in inzibat erini kasten öldürdüğüne dair vicdani kanaatim yoktu. Eren önden ateş etmiş, oysa asker sırtından vurulmuştu. Kararı iki kez bozduk, ama asıldı. O hengamede çala kalem gitti"
    * * *
    Son 80 yılda ortaya bol bol çıkan idam sehpaları mı, çağdaşlık imajımızı daha çok bozuyor; yoksa türbanlı bir hanımefendinin eşiyle birlikte Çankaya'da görünmesi mi?
    * * *
    "Hukuk"suzluğun, dışa dönük görüntülerle sütrelenmek istendiği oligarşik bir yönetim düzeninde; bu tür sorular da hiç mi hiç hoş karşılanmaz.
    Bu tür sorulara ağırlık verenlere karşı, önce "çürütmecilik" topları ateşlenir ve sonra da sırtlarına zehirli hançerler saplanır.
    * * *
    Özellikle 1950'li yıllardan sonra nedense biz, facialardan hep kıl payı kurtulur olduk ve Viyana kapılarına kadar gitmemize rağmen; yağmura, kara, kuraklığa teslim olmayı rahatça sineye çeker olduk.
    * * *
    Hiç sormamalı:
    - Neden acaba, diye?
    Tevfik Fikret'in yüz yıl önce yazdığı:
    Şüphe bir nura doğru koşmaktır
    Uyarısını da boş vermeli.
    * * *
    En iyisi Sütlüce'den Etiler'e, oradan da Göztepe'ye giderken istanbul'un haline bakmak ve hazır bir ramazana daha erişmişken, oturup eski ramazanları yazmak.
    * * *
    Haydi bakalım, kim bilir kaç kez kullandığımız başlığı atalım yine:
    Ramazan geldi hoş geldi, baklava tepsisi boş geldi.
    * * *
    Evet ama yazıyı da çoktan bitirmişiz; unutmuşuz eski ramazanları ballandırmayı...
    Ne yapalım "huy, canın altındaymış" derler.
    Annem de bendenizi azarlarken:
    - Huyun kurusun, diye bağırırdı.
    * * *
    Dönülmez akşamın ufkunda karşılaştığımız bir ramazan daha işte...
    Her ne kusur ettik ise af ola...

    çetin altan
    0 ...
  42. 47.
  43. Bazen içimden şöyle bir özlem geçer:
    - Keşke, derim; bir ömür boyu noktasına, virgülüne kadar sadece kadınlar üstüne yazı yazsaydım.
    Genç kızlığa ilk adımlarını atmış kız öğrencilerin, kendi aralarında gülüşe kıkırdaşa giderlerken, öylesine değişik bir dünyaları vardır ki; onlara gözlerim iliştikçe de:
    - Ah, derim; gitgide nasıl da azalacak gülüşleriyle kıkırdamaları.
    * * *
    Vaktiyle "Adalar şairi" olarak da tanınan Celal Sahir:
    Kadınlar olmasaydı öksüz kalırdı eş'arım (şiirlerim)
    Diye yazmıştı.
    Tevfik Fikret ise, "kızlarını okutmayan milletler, oğullarını öksüzlüğe mahkum ederler" gibi bir vurgulama yapmıştı.
    * * *
    Bendenize sorarsanız "kadın sorunu"; ne sadece okul sorunu, ne eğitim sorunu, ne farklı aileler sorunu...
    Şeffaflığı da içeren, ekonomiyle ilgili bir evrensellik sorunu.
    * * *
    Vazgeçtik Iğdır'ın bir köyünü; Ayvansaray'ın, yahut Kağıthane'nin, yahut Beykoz'un yan mahallelerinde doğmuş bir kız çocuğu; şayet Kopenhag, yahut Tokyo, yahut Nice'de doğmuş olsaydı, hayatı aynı türden kıskaçların kahrı içinde mi geçecekti?
    * * *
    Türkiye'deki türküler, şarkılar, şiirler sürekli hep kadınsızlığı tüttürür ve kadınlar da çok değişik gözlüklerle bakarlar erkeklere. Genellikle de yakınmalı bir sesle "erkek milleti" der dururlar.
    * * *
    Bendeniz dede de değil, artık büyük dede olduğum için; özellikle büro hayatını bilen ve geçimini kazanan genç kadınlarla çok daha değişik bir dilden konuşabiliyoruz.
    * * *
    Onlara:
    - Erkekler, diyorum; biraz safderun olurlar. Özellikle gençken zamparalık maceralarını anlatarak övünürler birbirlerine. Hepsi de hep aynı kadınla yapmıyor ya zamparalığı; duruma basit bir matematikle bakıldığında, ne kadar zampara erkek varsa, o kadar da zampara kadın var demektir. Ama kadınlar, hiç renk vermezler bu konularda; erkeklerin arasında bu tür anlatımlar koyulaştığında; sağ sola, tavana bakmakla yetinirler.
    * * *
    Bendeniz, tabiat piyanosunun gizemli "la" tuşuna bastığımda; ne kadar da kıvrak ve içten gülüşür genç kadınlar.
    * * *
    Kalamış'ın, hava serinceyken bile beli açıklık modasına ihanet etmeyen genç kızları...
    Ellerindeki cep telefonlarıyla konuşarak ciddi ciddi yürüyenler...
    Yanlarındaki erkek arkadaşlarıyla mutluluğu paylaşarak yürüyenler...
    Kimi, mutsuz ve kaygılı; kimi de, yüzünde güller açarak yürür gider.
    * * *
    Evlilik süzgecinden geçmiş genç kadınların ise; kendi aralarındaki konuşmaları da değişiktir, -başta kulaklarındaki küpeleri- takıları da ve bazılarının göğüs çatalları da...
    * * *
    Bir de yaşlı hanımlar vardır, ömür takviminin yapraklarını azaltmış hanımlar...
    Onlar arasındaki gün görmüş hanımefendiler, ayrı bir parfümün insanlarıdır. Ve genellikle de hırtlaşma sürecinden yakınmalıdırlar.
    * * *
    "Erkek milleti" de annelerin, yani kadınların çocukları...
    Hazine'den geçinmeli takımın anneleri ve büyükanneleri üstüne bir araştırma yapılsa; kimbilir nasıl şaşırtıcı tablolar çıkardı karşımıza.
    * * *
    Ellerindeki poşetlerin içinde yemeklik nevale ve bir de ekmek taşıyan sırtı yeldirmeli, başı başörtülü anneler...
    Onların oğulları acaba ne olacak ki?
    Ahmet Muhip'in dediği gibi, "ya bir haydut, ya bir kahraman" mı?
    * * *
    Ah keşke tüm genç kızlar, genç kadınlar, yaşlı hanımlar; son 80 yılda resmi araba alım ve bakımlarına kaç yüz milyar dolar harcandığı ile, aynı sürede itfaiye teşkilatına ne kadar yatırım yapılmış olduğunu da merak etselerdi...
    Salt siyaset dalaşmalarının çok ötesinde, bambaşka bir Türkiye çıkardı ortaya.
    * * *
    10 milyon insanın kuyruklara girdiği iftar çadırlarıyla, bedava dağıtılan iftar paketi masaları...
    * * *
    Ve dünkü Radikal'in, manşet yanından verdiği bir haber:
    "Faciaya açık davet
    Çocuklara kolonsuz okul yapıldı
    Deprem kuşağındaki Türkiye'de kamu yapılarının hali her incelemede vahim çıkıyor. Muş'ta beş okulun kolonlarının eksik olduğu, Mehmet Akif ilköğretim Okulu'nda taşıyıcı dört kolonun bulunmadığı belirlendi."
    * * *
    Kadınsızlığın türkülerde, şarkılarda, şiirlerde tüttüğü bir ülkede; annelerin yetiştirdiği oğlan çocuklarından bazıları neden bu kadar sorumsuz, bazıları neden bu kadar yoksul acaba?
    * * *
    Aman sakın daha fazla kurcalamayalım bu konuları; eleştiri ve düşünce özgürlüğünün sınırları aşıldığı, gerekçesiyle suçlanabiliriz sonra...
    * * *
    Şayet romanları, öyküleri, resimleri, heykelleriyle; kadınlar üstüne biraz daha geniş olabilseydi bizdeki sanat bahçeleri de...
    Kat sahiplerinin çocuklarıyla eşdeğerde oynayan kapıcı çocuklarının hayatı da çok başka olurdu; siyasal kutuplaşmalardaki diş gıcırdatmaları da...

    çetin altan
    0 ...
  44. 48.
  45. Türkiye, "türban" çengeline takılmış salıncağında; Güney Kutbu ile Kuzey Kutbu arasında bir o yana bir bu yana sallanarak, kutuplaşmalarını keskinleştire dursun.
    Sakin, sessiz ve hatta bir ölçüde epey ıssız Köyceğiz ramazanında; komşumuz ve dostumuz Alman Max'ın otelindeki yüzme havuzunda, 21. yüzyıl evrenselliğini yaşamanın tadı bir başka...
    * * *
    Mayolarıyla şezlonglara uzanmış, genellikle kitap okuyan, kadınlı erkekli 5-10 ingilizle Alman da; arada bir havuza giriyorlar ve hep birlikte, birbirimize gülücükler yaparak kulaçlıyoruz suları.
    * * *
    Türkiye'deki kutuplaşmalar, çok zengin olan folklorumuzda da renkli figürler çizer.
    Örneğin Ortaoyunu'nda sıradan halkın temsilcisi Pişekâr ile ona üstünlük taslayan kesimin temsilcisi Kavuklu...
    Karagöz'de de halkın temsilcisi Karagöz'ün ikide bir kafasına şaplağı indirdiği, elitist kesimin temsilcisi Hacivat...
    * * *
    Aynı kutuplaşmalar, çağdaşlaşma çabaları sonucu Tanzimat'la başlayan yeni edebiyatımızda da vardır.
    Bir yanda Muallim Naci, bir yanda Recaizade Mahmut Ekrem.
    Bir yanda Mehmet Akif, bir yanda Tevfik Fikret.
    Bir yanda Necip Fazıl, bir yanda Nâzım Hikmet.
    * * *
    Atasözlerimizde dahi aynı kutuplaşmalar tüter duman duman...
    "Ummadık taş baş yarar" - "Ateş olsa cürmü kadar yer yakar".
    "Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar" - "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar".
    "iki el bir baş için" - "Komşuda pişer, bize de düşer".
    * * *
    Türkiye, toplumsal olaylara sınıfsal bir gözlükle bakmaya yine hiç yanaşmadan; "yeni bir anayasa" tartışmalarıyla iyice kutuplaşmada...
    Bir yanda "kışla" parfümlü bir burjuvalaşma imajının açık başlı kadını; bir yanda "cami" parfümlü bir demokratikleşme imajının başı türbanlı kadını...
    * * *
    Ne var ki, militarist bir burjuvalaşma özeni de, yoksul yığınların durumunu genel bir "hamasetçiliğin" altına iter; türbanlı bir demokratikleşme özeni de, ulusal gelir dağılımındaki dengesizlikleri, "inanç birliğinin" altına iter.
    * * *
    Küreselleşme sürecinin ne olduğunu, Köyceğiz'deki Alman dostumuz Max'ın otelindeki yüzme havuzunda göremeyenler; ABD Merkez Bankası FED'in faizleri yarım puan aşağı çekmesiyle, dünyadaki tüm ülke borsalarını nasıl rüzgârlandırdığını herhalde görmekteler.
    * * *
    Ahmedinecad'ın iran'ı, acaba ne kadar farkında 21. yüzyıl küreselleşmesinin?
    Viyana, keman biçimindeki kutular içinde Mozart resimli çikolatalarla dünya burjuvazisini kucaklamaktan vazgeçecek de; kadınlarını simsiyah "Çadiri"ler içine mi sokacak; yoksa 20-30 yıl sonra iran'da da şık giyimli kadın tezgâhtarlar, üstünde Hayyam'ın resmi ve "rubai" dörtlüklerinin siluetleri bulunan yuvarlak "iran havyarı" kutularıyla mı kucaklayacak dünya burjuvazisini?
    O zamana kadar da, ola ki epey kan dökülecek, yazık!
    * * *
    Bizde de hamasete ağırlık verenlerin, küreselleşme sürecinden hoşlanmadıkları ileri sürülüyor.
    Her ne kadar o kesim, "vatandaşa hizmet" yerine, "vatana hizmet"i yeğlese de; arada sırada gönüllerini almak gerekir onların da.
    * * *
    Ve işte bir örnek:
    Biz "gelişmiş" olmasak da, yiğitlik gücü bizdedir;
    Türk demek, asker demektir; bir kodum mu oturturum.
    Kadınlı, etli şaraplı, zevkli sofralar sizdedir;
    Bizdedir kahramanlıklar, zaferler, övünme, kurum.

    Ne çıkar dışa bağlıysak, iğnesinden ipliğine;
    "Atalarım gökten yere indirmişler Ay Yıldız'ı"
    Bizler neden dikmeyelim Washington'un göbeğine
    Upuzun gönderlerdeki o şanlı bayrağımızı?
    * * *
    Böyle hamasi bir manzume, okullarda çocuklara ezberletildiğinde, mesleksizlik ve işsizlik kuşak kuşak artsa da; yoksulluk sütrelenir, sınıf bilinci iğdiş edilmiş olur.
    * * *
    Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, son 83 yılın tepeden tırnağa yeniden gözden geçirilmesi gerektiğinden söz etse de; kimsecikler yanaşmayacaktır böyle bir otopsiye...
    * * *
    Türkiye'deki kutuplaşmalar yepyeni bir sentez yaratabilir mi; yaratabilirse, ne zaman yaratabilir?
    "Ne olacaksa olacak, yaşayanlar görecek".
    * * *
    Köyceğiz'de sahurda, bizim bahçe kapısı önünde davul ve zurnayla oyun havaları çalınmıyor artık. Üstelik trafik mrafik açmazı da yok buralarda ve hava da o kadar ılıman ve güzel ki...
    Hele bir de, bir Mozart çikolatası yersen...

    çetin altan
    1 ...
  46. 49.
  47. "Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçilmeden; Hazine'den geçinmeli kesimde salt bir "imaj" olarak hem burjuvalaşmış gibi görünmenin, hem de aynı görüntüyü dipçik zoruyla köylü ağırlıklı yığınlara benimsetmeye kalkmanın; yönetilen ve "kara kalabalık" olarak adam yerine konmayan kitlelerde yarattığı "cami" parfümlü tepkiler; bir yandan politik kutuplaşmaları keskinleştirirken, bir yandan da kendine özgü bir "mahalle faşizmi"nin yaygınlaşma olasılığını taşıyor gündeme.
    * * *
    "Mahalle" ve "kent"; yahut Durkheim'ın ayrımıyla "topluluk" ve "toplum"...
    "Topluluk", henüz daha kitlelerin "toplum" olarak ülke düzeyinde örgütlenememiş olduğu dönemlerde; kendi mahallesinde komşusunun hastasına çorba götürerek, cenazesini hep birlikte kaldırıp, düğünlerine hep birlikte katılarak, "mahalle"sindeki ortak bir dayanışma içinde yaşar.
    * * *
    Yoksul "mahalle", öldükten sonra daha iyi yaşamanın kurallarını saptayan ibadetine düşkündür ve mahallenin imamı da, hem kendisinin yol göstericisi, hem de -bir bakıma- lideridir.
    * * *
    Aynı yıl doğduğumuz ve liseyi de aynı sınıflarda okuduktan sonra aynı yıl bitirdiğimiz Şerif Mardin'i, ekranlarda gördükçe; Türkiye'nin AB üyesi oluncaya dek, çalkantılı bir dönemden geçme olasılığına da boş vererek, öğrencilik yıllarına kayıyor hafızam.
    * * *
    Bizim sınıftan kimler yetişmedi ki; 7-8 büyükelçi, Orhan Boran, Metin And, Doğan Koloğlu...
    Şerif, yatakhanede de biraz ötemde yatardı. Sınıfın ne sık sık parmak kaldıran takımındandı, ne derslere boş vermiş "abandonlar" takımından, ne de kopya uzmanı hergele takımından.
    * * *
    Donsuz Dündar, Ukala Haluk, Tavşan Atila, Soğuk Adnan, Papaz Tahir, Karga Orhan, gibi -sanıyorum- özel bir lakabı da yoktu.
    Esmer takımdan da olmadığı için, kendine özgü değişik bir adacık gibiydi öğrenciliği.
    Türkiye'nin yakın ve uzak tarihindeki mistik ırmakların kaynakları ve debisiyle ilgili evrensel düzeyde bir uzman olacağı hiç aklıma gelmemişti.
    * * *
    1946'da liseyi bitirdikten sonra, Doğan Koloğlu dışında, sınıf arkadaşlarımın hemen hiçbiriyle bir daha hiç mi hiç karşılaşmadık.
    Hoş, bir bakıma aynı dışlanmaya aile çevremde de uğradım. Hazine'den geçinmeli bir makam sahipliğine yönelmek yerine; "yazı" emekçiliğine tutkulandığım için, ailem tarafından da kendimi ziyan zebil ettiğime ve serseri olduğuma inanıldı.
    O nedenle babamla da, kendisi ölüm yatağındayken barıştık.
    * * *
    Şerif Mardin'in TV ekranlarındaki görünümüyle, el ele uzayıp giden çağrışımlarda rahmetli babam da var.
    Keşke, diyorum; şimdi sağ olsaydı da, onu da Köyceğiz'de Yuvarlakçay'a götürseydim.
    Dalları yapraklarıyla, sarmaş dolaş birbirine karışmış çamlar, çınarlar, kavaklar, cevizler ortasından, zaman zaman şelaleşerek de akıp giden Yuvarlakçay...
    * * *
    "Yazı" emekçiliği uzaklarda gıyabi dostlar yaratırken, yakınlardakileri de uzaklaştırıyor galiba.
    Belki de "yazı"nın, gününü ve hayatını en iyi şekilde değerlendirmeye dönük "pragmatik" bir hayat anlayışıyla bağdaşmaması; kemanını değişik ahenklere göre akort etmeye uğraşanlara ters görünüyor.
    * * *
    Oysa "hayattan yararlanmak" yerine, "hayatı hak etmek" rotasının getirisi de; "varlıklı olmak"la, "var olmak" arasındaki terazinin ışıldakları içinde, yabana atılamayacak bir cazibededir ama...
    Henüz Türkiye, bir hayli uzak böyle bir açı ortaklığından; öyle işte ne yapalım...
    * * *
    Bizim pancar motorunun tuşları tıkırdarken, sınıf arkadaşım Şerif'e de bir selam gönderelim.
    "Mahalle despotizmi"nin, birikmiş eski öfkeler sonucu pençe büyütüp yayılmasından korkmamanın bir yöntemi de; son 80 yılda bütçe ve Hazine kaynaklı harcamaların, nerelere akıtılmış olduğu esrarını, şeffaflaştırmaktan geçer.
    * * *
    Örneğin, son 25 yılda toplamı 423 milyar doları bulan faiz ödemelerinin; hangi borçlar karşılığında ödendiğiyle, bu borçların nerelere harcanmış olduğunun açıklanması gibi...
    * * *
    Örneğin son 80 yılda resmi araba alım ve bakımlarına kaç yüz milyar dolar ödendiğiyle, aynı sürede itfaiye teşkilatına ne kadar yatırım yapılmış olduğunun açıklanması gibi...
    * * *
    21. yüzyılın küresel şeffaflaşmasına burun kıvıran bir ülkede; "korku dağları bekler" ve dağları bekleyen korkular, sürekli yeni korkular üretir.
    * * *
    Hayattaki sınıf arkadaşlarının tümüne selam olsun.

    çetin aLTAN
    0 ...
  48. 50.
  49. Günlerle geceler eşitleniyor. Köyceğiz'de artık sabahları saat 6.40'ta başlıyor gün ağarmaya. Ve artık geceler yavaş yavaş uzamaya başlayacak, ta 21 Aralık'a kadar. Sonra yine günler uzayacak, geceler kısalacak.
    Herhangi bir anayasa maddesinde yer almadığı halde, kimbilir kaç milyon, belki de milyar yıldır böyle bu.
    * * *
    Eylülün son haftasına doğru, güzelim bir cumartesiyi akıl karıştıracak konulara cımbız uzatarak, sirke damlalarıyla ekşitmeye kalkmanın da bir anlamı yok ama; bendeniz, affınıza sığınarak yine de sormadan edemiyorum:
    - Ülkeleri yönetenlerin koyduğu kurallarla; yönetilenlerin benimsedikleri gelenekler, âdetler, ilkeler; Doğa'nın, yahut Kozmos'un kendine özgü düzeniyle ne kadar bağdaşmakta?
    * * *
    Böyle bir sorunun en dibinde, bir gün hepimizin kaybolup gideceği gerçeği de saklıdır.
    Yan bilincimizde böyle bir tümörle yaşamanın, benliğimizde yarattığı çeşitli avuntularla oyalanırız; bir makam sahibi olmak, yahut öldükten sonra da cennetmekan olmak, yahut herkesi susta durduracak bir lider olmak gibi...
    * * *
    9 yıldan bu yana, Köyceğiz'e her gelişimizde; geldiğimizi nasıl sezinliyorsa, kapının önünde hemen beliriveren radyom bakışlı simsiyah Otello...
    Otello'nun; Doğa'nın, yahut Kozmos'un düzeniyle çatışan hiçbir tavrı yok. Çünkü kendisinde ölüm bilinci yok.
    * * *
    Bendeniz, küçücük salondaki masanın önünde mutat yerim olan döner koltuğa oturduğumda; Otello da önce masanın kıyısındaki daracık kanepenin ucuna çıkıp, oradan kucağıma atlar ve mutluluk mırıltılarıyla kendisini okşatmaya başlar.
    * * *
    Ben, duvar dibindeki gerçek kanepeye uzandığım zaman da, gelip yanıma yatar.
    Acıktığı zaman ise, beni ya ufarak sosislerinin durduğu buzdolabına götürmeye uğraşır, ya özel mamasının durduğu koskocaman kâğıt torbanın yanına.
    Sevmez misiniz radyom bakışlı simsiyah Otello'yu?
    * * *
    Eski Mısır uygarlığında "kara kedi" heykelleri, tapılası bir kutsallıktaydı. Daha sonraları "kara kedi" nedense bir uğursuzluk simgesi sayıldı.
    Otello bilmiyor, atalarının ne kutsandığı dönemleri, ne lanetlendiği dönemleri.
    Nasıl ki, Anayasa tartışmaları ve "laik" - "anti-laik" kutuplaşmalarıyla da bir ilgisi yok onun.
    Ve hiçbir hata yapmadan yaşamada.
    * * *
    "Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçememişlikten kökenlenen bir "çağ dışılık"; Hazine'den geçinmeli kesimin "burjuva" görüntüsüne sokulmasıyla, aşılabilir mi?
    * * *
    "Üretim saltanatı" teknolojinin; Doğa'nın, yahut Kozmos'un verilerini insan iradesi altına alıp, üretimde yepyeni düzeyler yaratmasıyla gerçekleşmekte...
    * * *
    Başka bir anlatımla; insanoğlu teknoloji sayesinde Kozmos düzeniyle gitgide daha çok buluşmakta ve "ulus-devlet" modelini aşarak, küreselleşme sürecine geçmekte.
    Otello ise zaten, "ulus-devlet" modelinin dışında ve küreselleşmişliğin içinde...
    * * *
    Bendenizin çok hoşuna giden bir sürpriz oldu; Köyceğiz'deki evin verandasında Otello'nun ikiziymiş gibi simsiyah bir kedi daha arz-ı endam etti.
    Ürkek, çekingen, simsiyah bir kedi daha.
    Solmaz ona, "ezik sınıftan bir zenci" anlamında, "Negro" adını taktı.
    * * *
    Otello, verandadaki kabından yemini yerken, Negro hiç müdahale etmiyor, azıcık geride sırasını bekliyordu.
    Yani efendim, vaktiyle annemin evdeki evlatlık kızlara öfkelendiğinde:
    - Haddini bil, diye bağırmasını duymuşçasına; haddini biliyordu.
    * * *
    Otello evin içine giriyor, Negro girmiyordu. Otello benim kucağıma çıkıyor, Negro benden uzak ve kovulursa hemen kaçmak üstüne tetikte duruyordu.
    Biz evde yokken, her ikisi de verandadaki masanın altına sereserpe uzanıp, yanyana yatıyorlardı.
    Aralarında hiçbir kutuplaşma olmuyordu.
    * * *
    Ancak dün sabah Negro; nasıl olduysa oldu, haddini aştı ve yem kabına sokulmakta öncülüğü ele geçirdi. Otello, ona bir pati vurmak istediyse de, ısrar etmedi; eve girdi, öncülüğü Negro'ya bıraktı.
    * * *
    Kediler kadar bile olamıyoruz, gibi bir yargıya varmak aşırı ucuza kaçacağından; Jean-Jacques Rousseau'nun ünlü saptamasını şıngırdatalım:
    - insanlar özgür ve eşit doğar!
    * * *
    Türkiye'de de öyle mi doğuyorlar acaba; öyle doğmuyorlarsa neden?
    "Türban"a çengellenmiş bir kutuplaşmanın doğurduğu polemikler, ancak böyle bir sorunun yanıtına inildiğinde bir senteze kavuşabilir ola ki...
    * * *
    Üst kattaki pencereden verandaya baktığımda; simsiyah Otello ile simsiyah Negro, kardeş kardeş sere serpe uzanmışlar yatıyorlardı yine masanın altında...

    çetin altan
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük