Uzun yıllardan bu yana ilk kez bizim pancar motorundan 1 hafta uzakta kalmak; bir çay tiryakisinin 1 hafta boyunca sabahları içi boş bir fincanla çevresine bakınıp durmasındaki garip ve görünmez bir özlemi yarattı bendenizde.
* * *
Ve nihayet Göztepe... Göztepe'deki küçük çalışma odası, tahta masa, gazeteler ve yanındaki bir tutam beyaz kâğıtla bizim pancar motoru.
* * *
Ah keşke itibarlı bir mevki sahibi olmanın hırsı; kendi varlığını, kendi uğraş ve meslek alanlarında somut bir ürüne dönüştürmekte duyup tadanları, bu kadar gölgelemesiydi.
* * *
Yüz yıllardan bu yana mevki sahiplerinin egemenlik şifresiyle platformuna ve onların övgüsüne kilitlenmiş olan kahramanlık coşkuları; aynı enerjiyi muhteşem köprülere, yollara, müzelere, kitaplıklara, gemilere, heykellere, fabrikalara, mimarlık şahyapıtlarına ve kendine özgü bir estetiği ayakta tutan semtlere yansıtabilseydi.
* * *
Hayat salt bir kahramanlıktan mı ibarettir ve çıplak bir kahramanlık sayesinde mi dünyada kalmayı sürdürmektedir, ölüp gitmiş Pavarotti'nin sesi?
Bendeniz babaannemin babaannesine:
- insanlar ölüp gömüldükten sonra da, sesleri dünyada kalacak ve onları hep duyacağız diyebilseydim; acaba "saçmalamanın, aklını kaçırmışlık doruğunda amuda kalkmışlığı" diye bakmaz mıydı yüzüme?
* * *
Olaylara her türlü koşullanmadan arınmış olarak tepelerden bakmak...
Mevki sahipleri, hoşlanmazlar böyle bir objektiviteden ve koşullanmalara "kuşku" düşmesin isterler.
Oysa mevki sahibi olmanın itibarı, meslek sahibi olmanın değerine bin basan bölgelerde; sap saman sade birbirine karışmaz, belalar kazanında da felaketler kaynatır.
* * *
Siyasetin her gün doğurduğu, tazeliği artık iyice bitmiş gündemlere; acaba kaç yıl önce, hangi zinaların neden olduğunu da merak edenler var mı?
* * *
Yarım yüz yıl öncesinin mevki sahipleri, neden tutuldu bazı kalemleri kırma kudurganlığına?
O günkü zinalardan ilerde, hangi ucube piçlerin dünyaya geleceklerini haber verdikleri için mi?
* * *
Bir uçağın kokpitinden; vazgeçtik siyasetçi nutuklarıyla gönülsel ve gövdesel öfke tayfunlarını; bazen kentler, ovalar, ormanlar, dağlar bile görünmüyor.
Sadece beyaz bulutlar ve bulutların üstünde bir uçak ve uçağın kokpiti.
* * *
Kaptan pilot Zeki Gürbüz ile yardımcı pilot Hüseyin Dinç'in nazik davetleri sonucu; 15-20 dakikalığına bir kokpit ziyaretiyle yarenliği...
Yerden 10 bin metre yükseklikte, önü tüm genişliğiyle kavisli bir camın, yan pencerelerle de öpüştüğü 2 koltuklu bir mekân...
Pilotların önündeki irili ufaklı düzinelerle kadran, tavanlara doğru da uzanmakta.
* * *
Pilotların yaşadıklarını yaşamadan, ne kadar anlaşılabilir ki takvimlerin nanik yaptığı yer yaşamları?
Onlardaki o soğukkanlılık...
Ellerinin lövyelere gidişi... Önlerindeki yarım daire direksiyon...
Şöyle pistten hızlanarak giderken birden havalanıverme...
Kürsülerde nutuk, meydanlarda slogan atarak havalanmaya benzemeyen somut bir havalanma...
* * *
Birkaç roman dışında ne şiir, ne resim, ne müzik özdeşleşti pilot yaşamlarıyla; bir sinema hariç...
Çünkü pilotlukla sinemanın doğum tarihleri, neredeyse aynı.
* * *
O nedenle de kokpit, bambaşka bir yaşam serüveninin kuluçkalığı... Mevki sahibi olarak değil, pilot olarak yükselmenin lezzetini 2 dost pilotla paylaşma, bendenize büsbütün özelletti benim mütevazı pancar motorunu...
* * *
Öl öldür, vur kır, yak, kopar kellesini... Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakma cezbeleri ötesinde; ne kadar isterdim koşullanmalar dışı ortak bir dilin de, beyaz bulutlar üstünde bir uçak kanadının ihtişamıyla genişlemesini.
* * *
Beyaz bulutların üstünde bir kokpitte 2 dost pilotla, 2 tane de sigaracık içivermek...
* * *
Neyse yine kavuştuk bizim pancar motoruna...
"Gözüne göz, dişine diş" mezbahalarıyla, binbir çürütmeciliğin göbek attığı bir beceriksizlik bataklığında; mevki sahibi olma ve sahip olduğu mevkii yitirmeme dalaşlarının acıklı manzaraları. Ve o canım insan enerjilerini, kanlı bir cenazeye çevirerek, üstüne işeyen Azrail.
* * *
Kimbilir 27 Ekim 2008'de neler konuşulacak?
Ya 27 Ekim 2018'de?
Ya 27 Ekim 2058'de?
* * *
"Uzay çağı"nda, ille de yerin dibine geçme telaşı; ister istemez şu soruyu sorduruyor insana beyaz kâğıt üstünde:
- Nereye varmak ve kimlerin saltanatına gübre olmak için?
* * *
Yerde otomobil gibi giden, denizde tekne gibi yüzen ve havada da uçak gibi uçan bir araç yapmayı gerçekleştirmek, daha yararlı değil mi?
Öyle bir araca sahip olunduğunda, ne kentlerin trafik sorunu kalır, ne de -zaten bireyler için çok da uzun olmayan- zamanı boşuna yitirme sorunu.
* * *
itaati, objektif akla yeğleyen mevki sahipleri, kalemleri de kırma vandalizmine düştüklerinde; daralan ufuklar, çalkantılara doğru itiyor toplumları, ne yapacaksınız?
Bakalım bu sabahki gazeteler, 2008 Avrupa Şampiyonası elemelerinde Türk-Yunan milli futbol takımlarının maç sonucunu, sürmanşetten iri puntolarla mı verecek, yoksa küçük sönük puntolarla mı?
* * *
Kendi uğraş ve meslek alanında "süper bir kalite" yaratma tutkusu yerine; tüm dünyayı susta durduracak "süper bir güç" olma özen ve açlığı, futbol maçlarındaki dış karşılaşmalarda da kendini gösteriyor ve "galibiyet"; Mars gezegenine gönderdiği astronot ile bayrağını Mars'a ilk diken bir ülke olma coşkusuyla kutlanıyor.
* * *
Kazara bir "mağlubiyet" ise; haberin silikleştirilmesi ve neredeyse görmezlikten gelinmesiyle geçiştiriliyor.
* * *
"Kodum mu oturturum" türü, hamasetçi politikalar; kitleleri, duygusal bir coşku içinde "bilimsel bir şeffaflık"tan uzaklaştıran ve "talancılığı" kamufle ederek, bireylerin "yaşam kalitesi"ni asla gündeme getirmeyen kolaycı politikalardır.
* * *
Bu tür kolaycı politikaların bedelleri ise, tutamaksız genç kuşakların üstüne çığ gibi büyüyerek gelir.
* * *
Şimdi dünkü Milliyet'le, Cumhuriyet'in verdiği 2 ayrı habere de, şöyle bir göz atalım:
1- Dünkü Milliyet'in ilk sayfadan anons ettiği haberin başlığı:
"En pahalı 10 evden ikisinin sahibi Türk"
Forbes dergisinin yayımladığı "Dünyanın en pahalı evleri" listesinin baştaki ilk 10'u içinde, 2 de Türk evi varmış.
* * *
2- Dünkü Cumhuriyet'in sürmanşetten yayımladığı haberin ilk başlığı da şöyleydi:
"Türkiye, yolsuzluk, zimmet, rüşvet gibi nedenlerle uğradığı mali kayıp açısından 3. sıraya yükseldi"
Uluslararası denetim ve danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers'in yaptığı araştırmaya göre Türkiye; yolsuzluk, zimmete geçirme, rüşvet, suiistimal gibi nedenlerle uğradığı mali kayıp açısından Rusya ve Brezilya'dan sonra 3. sırada yer alıyormuş.
* * *
Şimdi hemen bir kehanette bulunalım:
Hiçbir siyasal parti lideri ve Hazine'den geçinmeli makam sahibi, yukarıdaki 2 haberin üstünde durmayacak...
* * *
"Milli çıkarlar" üstüne, gümbür gümbür kükreme yarışlarına giren siyasetçilerin; asla ağızlarına almayacakları, edebiyatımızdaki mısralardan da birkaç şenlikli örnek...
Yunus Emre'den:
O da yalan bu da yalan
Var biraz da sen oyalan
* * *
Nef'i'den:
Türke hak çeşme-i irfanı haram etmiştir
* * *
Ziya Paşa'dan:
Diyar-ı küfrü gezdim saraylar kaşaneler gördüm
Dolaştım mülk-ü islamı bütün viraneler gördüm
* * *
Tevfik Fikret'ten:
Toprak vatanım, nev-i beşer milletim... insan,
insan olur ancak bunu iz'anla inandım
* * *
Rıza Tevfik'ten:
Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz;
Hayat budur benim için, hatta senin için de.
* * *
Bir de, hem içeriğinin ne olup olmadığı, hem de pazar günü gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin henüz belli olmadığı bir referandumumuz var.
Referandum için öngörülen harcama 103 trilyon YTL.
Şimdiye dek de 40-45 trilyon YTL harcanmış.
* * *
Bu arada, sınır ötesi operasyon kararını da alkışlayalım arkadaşlar...
Napolyon'un:
- Savaş nedir?
Sorusuna verdiği:
- Para, para, para...
Yanıtını da hiç düşünmeyelim.
* * *
Havalimanları büyüklüğünde, içinde bin bir çeşit lüks mağazanın bulunduğu bir mega süper markette; dost bir "kafes kuşları ve akvaryum balıkları satıcısı" var...
* * *
Orada, Güney Amerika'dan gelme, gagası uzun mu uzun, renkli tukan kuşunu gördüm.
Neredeyse iki karışlık vücudu kadar olan gagasının uzunluğu, inanılası gibi değildi. Fotoğraflarınınkinden çok ötede, tuhaf mı tuhaf bir şaşkınlık yaratıyordu insanda.
* * *
Oldukça küçük sayılacak bir kuşun, o kadar uzun mu uzun bir gagası olduğunu görünce, insanın:
- Gözlerime inanamıyorum vallahi, diyesi geliyordu.
* * *
Gerçi Türkiye'deki kükreme yarışlarında, duyduğumuz sorumsuz şapşallıklar için:
- Kulaklarıma inanamıyorum vallahi, demekten çoktan vazgeçmiştik.
Ama tukan kuşunun gagasını görünce, anladık ki:
- Gözlerime inanamıyorum, demekten henüz vazgeçmemişiz.
Önce rötuşlu bir Temel Reis fıkrası... Temel Reis, eski kağnıları, eşek arabalarını, öküzlerin çektiği saman arabalarını toparlayıp tümünü, elden düşme bir otomobille değiştirmiş. Böylece kağnılar da, eşek ve saman arabaları da, düvenler de; elden düşme bir otomobile dönüşmüş olmuş.
* * *
Temel övünüp duruyormuş, orası burası tıngırdayan ve bazen gaz pedalı basmayan, bazen de frenleri tutmayan otomobiliyle:
- Ha pu penum arslanumtur, arslanum; pen pununla tozunu havaya savurturum tünyanın anlatin mu daa, diyormuş.
* * *
Otomobilinin eleştirilmesine asla izin vermeyen Temel Reis, her zaman yan yollardan gitmeyi yeğlerken; çeşitli değişimler ve yol çalışmaları sonucu kendisini birden bir otobanda buluvermiş.
* * *
Ne var ki Temel'in otomobili, otobanın "gidiş yönü"ne tersten çıkmış.
Ve Temel Reis basmış gaza; bir yandan da, karşıdan gelen arabalara bakıyor:
- Uy anaa, diyormuş; hepsü peyinsüztur punların; nasıl da, yanluş yönde gitiyorlar daa...
* * *
Bazı şahin geçinen politikacılarla, onlarla yarış ediyor gibi görünen bazı emekli militerler, bakın neleri bilmiyorlarmış:
- ABD'nin, Lozan antlaşmasını imzalamamış olduğunu ve Lozan antlaşmasını imzalamamış bir devlete; NATO üsleri dışında, özel askeri üsler verildiği ile bu üsleri eleştirenlerin "milli çıkarlara aykırı hareketten" mahkemelere verildiğini.
Kibarca ne diyelim:
- Hayret doğrusu!
* * *
Eğlenceli fıkraları derleyip toplama şampiyonu, Av. Taner Aktop'tan taze bir fıkra:
Sünnetçinin biri, sünnet ettiği küçük oğlan çocuklarından kestiği ufarak et parçalarını, tarihsel bir belge olarak biriktiriyor ve bir gün hepsini birden değerlendirmek istiyormuş.
* * *
Yıllar geçmiş, sünnetçi emekliye ayrılıp yaşlanmış ve kestikçe biriktirdiği ufarak çük parçalarını, artık değerlendirmenin zamanı geldiğine karar vererek bir dericilik ustasına gitmiş;
- Bunlar, demiş; tarihsel belge niteliğinde çok değerli bir hazine. Onun için, gelecek kuşakların da unutamayacağı bir eser yarat bunlardan.
* * *
Usta derici:
- Hay hay, demiş; sen hiç merak etme, bir hafta sonra gel al şaheseri.
* * *
Bir hafta sonra emektar sünnetçi gitmiş dericiye:
- Benim kestiğim çük uçlarından yapacağını söylediğin şaheser hazır mı, demiş.
Derici:
- Elbette hazır, demiş; ve küçücük deri bir cüzdanı çıkarıp uzatmış emektar sünnetçiye.
* * *
Yaşlı sünnetçi kızıp bağırmaya başlamış dericiye:
- Yapa yapa ulan, bunu mu yaptın şaheser, diye; bu küçücük cüzdanı mı?
* * *
Derici:
- Görünüşe aldanma, demiş; o küçücük deri cüzdanı, şöyle biraz okşamaya başla da gör bakalım nasıl büyüyüp kocaman bir valiz oluyor...
* * *
Galiba iç ve dış siyasal hayatta da böyle bu. Kim kimi okşamaya kalkarsa, hemen büyüyüp dikilmeye başlıyor.
Bu arada Türkiye mi ABD'yi fazla okşadı, yoksa ABD mi Türkiye'yi; kararı uzmanlar versin.
* * *
Bayramlarda, cins-i latfle de azıcık şakalaşmamak; erkeklere özgü angutluklarda inatlaşmak olur.
1829'da yazarın biri, kadıların hayatını 3 döneme ayırmış:
1- ilk dönemde aşkı hayal etmek.
2- ikinci dönemde hayalleri gerçekleştirmeye çalışmak ve yaşamak aşkı.
3- Son dönemde ise pişman olmak hepsinden.
* * *
Şimdi sormak gerekiyor:
- Acaba bugün de öyle mi?
* * *
Hadi bir takılma daha:
Marie Dubas'nın 1939'daki ünlü şarkısı:
Erkeklerle hayat
Berbat mı berbat!
Ama erkeksiz hayat,
Daha da beter.
* * *
Tıpkı:
Seninle de, sensiz de yaşanmıyor
Der gibi...
* * *
Bayram tatili de, hafta sonu tatiliyle örtüştü.
Sevip özümsemedikleri bir alanda çalışmak zorunda kalmışlar için, ne acı. Bayram tatili dahi kalleşliğe düştü.
Keşke tatillerde de, çalışmayı özleyecekleri bir işe sahip olsalardı; nutuk söyleyerek geçinmeyi sevenler gibi...
Geçmiş bayramlara da, gelecek bayramlara da; daha ilkokullardayken takılmak istenen "at gözlükleri" yerine, "evrensel gözlüklerle" bakıldığında; nerelerde "havanda su dövüldüğü" de anlaşılır, nerelerde -uzay çağı ile küçümenleşen dünyada- taptaze adımların nasıl atıldığı da...
* * *
istanbul'da bayramı, değişik bir şekerleme gibi tatlandırmak isteyince; hava sümbülî olsa bile, gidip Çubuklu'da "Hidivin korusunda" anıtsal ağaçlarla, bakımlı bahçeler ortamında demli bir çay içmek ve o canım Boğaz'a tepelerden bakmak, yeter de artar bile...
* * *
Mısır'ın son Hidiv'i Abbas Hilmi Paşa'nın, Kanlıca ile Beykoz arasında Boğaz tepelerini kaplayan koruların doruğundaki kâşenesi...
* * *
isterseniz çay içerken, II. Mahmut dönemindeki buruk şeker bayramlarına kadar da uzanabilir ve Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın, 30'uncu Osmanlı padişahına nasıl baş kaldırıp, kendisini Nizip'te nasıl yendiğini de düşünebilirsiniz.
isterseniz dünkü Milliyet'in manşetini de bir kez daha hatırlayabilirsiniz:
"Gabar şehidi Mehmet ve ailesi için 'yoksul' kelimesi yetersiz kalır
Bir tek canı vardı, onu verdi
işte Mehmet Coşkun'un hayatı: 9 yaşında oto tamircisi, 10'unda ayakkabı boyacısı, 11'inde simitçi, 13'ünde yetim, 14'ünde hamal, 20'sinde şehit... Açlık, yoksulluk... "
* * *
Şimdi dostlar ola ki soracaklardır:
- Bayramın tadı böyle mi çıkar?
Havanda nasıl su dövüldüğünü irdelemek, tadını kaçırmaz bayramların. Tadı kaçmaya başlayan bayramların "tadını", kaçtığı yerde bulmaya başlar.
* * *
Enseyi karartmayın; Genel Cerrahi Uzmanı Başhekim Op. Dr. Kemal Memişoğlu'ndan bir fıkra işte...
Hoş, Kemal Memişoğlu'yla tanışmamız da ayrı bir fıkra ya...
* * *
Evrensel değerlerimizden Gazi Yaşargil, meslektaşı ve dostu Uğur Türe ile bendenize lütfedip, sanatsal düzeyde birkaç eser göndermiş, Türe de bana telefonla, nasıl buluşabileceğimizi sormuştu.
Her sabah beyin ameliyatlarına giren Uğur Türe'yi, zora sokmak istemediğim için:
- Ben gelir sizi bulurum, demiştim.
* * *
Ne çare ki, Uğur Türe'yi kendi hastanesinde bulmak yerine, yanlışlıkla hemen yakınındaki başka bir hastanede bulmaya gitmiştim.
Ve garip bir rastlantı, orada da Op. Dr. bir Uğur Bey vardı.
* * *
Böyle bir adres sakarlığı sonucu, genç mi genç Başhekim Kemal Memişoğlu ile tanışmıştık.
Memişoğlu, her zaman rastlanmayan türden, tıp dünyasıyla da şakalaşmasını bilen esprili bir hekimdi.
* * *
Ben, bir cerrah ile bir pataloğun matrak bir diyaloğu ile başlayan "Mor Defter" oyunundan söz açmıştım.
Patalog, en sağlam teşhisi kendisinin koyduğunu söylüyor; cerrah, bir ölüye konan teşhisin hiçbir işe yaramayacağında ısrar edince de:
- Senin, diyordu; teşhisi yanlış koyup, adamı öldürmen ne işe yarıyor sanki?
* * *
Kemal Memişoğlu da şen şakrak, başka bir cerrah fıkrası anlatmıştı:
Bir dahiliyeci, bir cerrah, bir patalog ava çıkmışlardı.
Dahiliyeci bir kuşun havalandığını gördüğünde, tüfeğiyle nişan almak yerine karar vermeye çalışıyordu:
- Acaba avlanacak türden bir kuş mu, eti yenecek cinsten mi; keklik de olabilir, karga da; kesinlikle serçe değil ama, bıldırcın olduğunu da sanmıyorum; belki de sığırtmaç...
* * *
Cerrah ise kuşu görür görmez ateş ediyor ve şöyle diyordu:
- Ne vurduğumu gidip patalog saptasın.
* * *
Memişoğlu'nun fıkrasında cerrah, politikacıya; patalog da, tarihçiye benziyordu.
* * *
Şimdiye kadar yaşadığımız Şeker Bayramları...
Türkiye'den de, dünyadan da habersiz yaşadıklarımız; uydular döneminden sonra TV ekranlarından gördüklerimizle yaşadıklarımız...
Buruk olanı, buruk olmayana...
* * *
Evrensel bir gözlükle bakıldığında ise; o kadar değişik görünüyor ki her şey...
insan, hem son Hidiv Abbas Hilmi Paşa'nın hayatını da düşünüyor, hem Gabar şehidi Mehmet Coşkun'un da hayatını...
O zaman da daha iyi görüyor, "burukluk"ların nerelerden tohumlandığını.
* * *
Beyinlerin buzlanmışlığı yeterince çözülebilse; bayramların tadı sık sık kaçmaz, kaçan tatlar da geri dönerdi.
* * *
"Yönetim saltanatı" didişmelerinden, "üretim saltanatı" bütünleşmelerine doğru, nice nice bayramlara...
Vaktiyle evdeki duvar kâğıtlarının değiştirilmesinden, kitap raflarının artırılıp sağlamlaştırılmasına ve su damlatıp duran mutfak musluğu contasının tazelenmesine kadar, her işimize koşan bir Necdet Usta vardı.
* * *
Necdet Usta, her gittiği evde kendisine öğle yemeği için, ayaküstü hemen yumurta kırılmasından da usanmıştı, makarna haşlanmasından da.
O nedenle de kendisine:
- Karnın acıktı mı Necdet Usta, diye sorulduğunda:
- Aman, derdi; sakın yumurta kırmaya, yahut makarna haşlamaya kalkmayın, her ikisinden de gına geldi; ne olsa yerim ben.
* * *
Bendenizin çocukluğunda da, evde 3 lira aylıkla boğaz tokluğuna hizmetçi olarak çalıştırılan kimsesiz kenar mahalle kadınlarının, bardak çanak kırmasına sinirlenen annem:
- Gına geldi, derdi; sakarlığından şu kadının, evde kırılmadık bir şey kalmadı.
* * *
Enver Paşa dönemlerinden bu yana, sürekli hamasetçilik davulu çalan ve ekonomik bir şeffaflıkla, yüzlerce yıldan bu yana süregelen bir yoksulluğun temellerine inmeyi de yasaklayan politikalardan; kimlere gına geldiğini kestiremesem de, yeni "uzay çağı"nın eski bayat ezberlerden hiç hoşlanmadığını sezinliyor gibiyim.
Öyle ki, reklamlarda bile:
- Tek değişmeyen şey değişimdir, saptaması şıngırdayıp durmakta.
* * *
Mehmet Akif'in ünlü bir dörtlüğü var:
Geçmişten adam hisse alırmış, ne masal şey;
Kaç yüz senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?
* * *
"Tarih", sadece politik planda "yönetenlerin" üstüne odaklandığında, tekrar edip duruyormuş gibi görünür.
Ama "fizik tarihi", "tıp tarihi", "sanat tarihi" ele alındığında; bambaşka değişimlerin parabolleri çıkar ortaya.
* * *
Bilgi Üniversitesi'nin kurucularından Oğuz Erözen'in, Silahtarağa'da gerçekleştirmeye başladığı -muhteşem mi muhteşem- "Santral istanbul Projesi"nin, hızlı bir tempoyla nasıl somutlaştığını izlediğinizde; "politika tarihi" dışında, ne fizik, ne de sanat dehalarının "tekrara" düştüğünü görüyorsunuz.
* * *
Oğuz, neredeyse 20. yüzyılın başından 25 yıl öncesine kadar istanbul'un elektriğini sağlayan "Silahtarağa Elektrik Santralı"nı; dev dinamoları, kontrol salonları ve tüm ayrıntılarıyla kendi özel mekânında, bir müzeye çevirmiş.
Gidip afal afal bakıyorsunuz eski tramvayları yürüten, evlerle sokakları aydınlatan, asansörleri, buzdolaplarını çalıştıran enerjinin nerelerden kaynaklandığına.
* * *
istanbul'un elektriğini sağlayan mahut dev santralın hemen kıyısında, bir de "Enerji Müzesi" var.
Gerek "mıknatıslanma"larda, gerek "optik"te, gerek "akıma kapılmakta" enerji yasalarının nasıl çalıştığını gösteren, teknik oyuncaklarla donatılmış bir "Enerji Müzesi"...
* * *
Şöyle bir uğrayıp, oyna oyna dur o oyuncaklarla ve oynarken öğren, öğrenirken oyna...
Okullarda anlamadan ders ezberlemenin çok ötesinde, eğlenceli bir öğreti müzesi...
* * *
Elektrik enerjisiyle fizik yasalarının canlandırılmış olduğu dünyanın yanında; bir de yepyeni bir resim ve heykel anlayışının füzelendiği sanat salonları var.
* * *
Eğer basmakalıbı aşan bir zekâ taşmasıyla, görünmeyen bir çift ikiz ayna ortasına oturtulmuş 2 karışlık bir çim alanı, -sağına soluna baktıkça- sonsuzlaştırabiliyor ve üstüne de "parsellenmiş bir arazi" yazıyorsanız; siz de katılabilirsiniz yeni tür bir sanat yaratıcılığının müminleri arasına...
* * *
Oralarda dolaşırken bendenizin de aklına, mütevazı bir gösteri konusu geldi.
Kolla çevrilen eski bir kıyma makinesi ve makinenin ağzından ince uzun şeritler halinde kıyılarak çıkmış şair, ressam, müzisyen, heykelci resimleri...
* * *
Bilgi Üniversitesi'nin Fen ve Edebiyat bölümleri de, Silahtarağa'daki kampüse taşınmış.
ilhan Koman'ın hangi açıdan baksan değişik görünen, "tekne" şahyapıtının da, öyle bir kampüs bahçesine konmuş olması; eski ve yeni "yaratıcılar dünyası"nın en görkemli madalyası...
* * *
Sevgili Oğuz Erözen'i kutlamak yetmez; kendisine keşke armağan olarak politikadaki tarihsel büyüklerimizin ilk kullandıkları cüzdanlarla, son kullandıkları cüzdanları gönderebilseydik.
Eminim ki çok tadına varırdı.
* * *
içinde yaşadığımız günlerin nelere gebe olduğu, bir yıl sonra yine bugünlerde çıkmaya başlar ortaya...
* * *
Ne tür bir tahrikle, ne menem tuzakların içine çekilmek istendiğimizi açıklayan yazı dostlarına hak vermemek mümkün değilse de:
Varak-ı mihr-i vefayı kim okur kim dinler
Son 80 yıldaki "siyasetçi yalanları" üstüne bir inceleme yapılsa ve buna aynı süre içindeki "Hazine'den geçinmeli atanmış makam sahiplerinin de yalanları" eklenip yayımlansa...
Kim bilir nasıl bir tiraj patlaması olurdu.
* * *
100 yıllık gazete koleksiyonlarını tarayarak, böyle bir zahmete kimsenin gireceğini pek sanmıyorum.
Bir yandan "resmi tatavalar" zinciri sürüp gitme zorlanmasına uğrarken; bir yandan da "sosyo-ekonomik" ve "psiko-sosyolojik" kitle depremlerinin sarsıntılarıyla kutuplaşmaları, sertleşecek ve belki de vahşileşecek.
* * *
Beyinsel bir libidonun şehveti, "sosyo-ekonomik" bir şeffaflığa ve çıplaklığa mıknatıslıdır.
Örneğin, son 80 yılın bütçelerinde bakanlıklara ayrılmış paylar arasındaki dengesizliğin; yönetilen yığınların hayatına nasıl yansıdığının ve ne tür rüşvetlerle yolsuzluklara neden olduğunun berraklaştırılması gibi...
* * *
"Psiko-sosyolojik" bir şeffaflıkla çıplaklığa gelince...
"Yönetim saltanatının çemberi içindeki Hazine'den geçinmeli itibar sahipleri"ne karşı; yönetilen ve "adam yerine konmayan" mesleksiz yığınların tepkilerinin, nerelere doğru kanalize olmaya ve "biz de varız" demeye başladığının tarihsel bilançosunu, su yüzüne çıkarma çabalarına duyulan beyinsel şehvet gibi...
* * *
"Beylik tatava" giysileri soyundukça, ortaya çıkacak çıplaklık; Birleşmiş Milletler insani Kalkınma Endeksi'ne göre neden Türkiye'nin 96'ncı basamağa düştüğüne de tramplenlik edecektir; 1 ton buğday üretmek için 1000 ton su harcamanın yarattığı sakıncalara da...
* * *
Salı günkü Zaman gazetesinde manşetimsi sayılacak bir haber başlığı:
"istanbul'da 22 milyon kişi kayıp"
Ayşegül Aybar ile isa Yazar'ın haberi şöyle başlıyordu:
"'Taşı toprağı altın' mantığıyla sürekli göç alan istanbul'un nüfusu yine kafaları karıştırdı. istatistik Kurumu'nun açıkladığı resmi rakama göre şehirde 11 milyon 300 bin kişi yaşıyor. Ancak valiliğin muhtarlardan topladığı bilgiler bunun üç katını işaret ediyor. 'Bizim mahallede ikamet ediyor' diye kayıtlara geçirilen kişiler toplandığında ortaya 33 milyonluk bir şehir çıkıyor. Aradaki 22 milyonluk farkın, muhtarlıklardaki mükerrer kayıtlardan kaynaklandığı tahmin ediliyor"
* * *
Bir başka haber de, yeni kullanıma giren dev "Airbus 308" yolcu uçaklarının, inip kalkabileceği bir havaalanımızla pistlerimizin olup olmadığıyla ilgiliydi.
Neyse ki, istanbul Atatürk Havalimanı'nın pistleri o dev uçakların inip kalkmasına göre yeniden düzenlenmiş.
* * *
işte yine gündeme hiç gelmeyecek konulardan biri:
- Biz kendimizle, tarihimizle, kahramanlıklarımızla, liderlerimizle o kadar övünüp durduğumuz halde; neden o son model uçaklarla, müthiş albenili transatlantiklerden yapamıyoruz ki?
* * *
"Resmi tatavalar" formatına uygun bir yanıt vermek isterseniz, şöyle de diyebilirsiniz:
- Hızla kalkınıyoruz, yakında biz de yapacağız.
* * *
Beyinsel libidonun şehvetlendiği ve yanıtı "tatava" olarak dahi verilemeyecek bir başka soru:
- itibarlı makam sahipleri, şayet Hazine'den geçinmeli olmasalardı; çıplak hayatta ne iş yaparak ve kaç para kazanarak sağlayabilirlerdi geçimlerini?
* * *
Türkiye'de 3200 belediye var. Acaba kaç tanesinde kaç tiyatro ve sinema var?
* * *
3200 belediye başkanından kaç tanesi TV ekranlarında görünebildi ve kaç tanesinin eşiyle; gerek yöresel, gerek ulusal, gerek evrensel ve küresel konularda bir söyleşi yapıldı?
* * *
istanbul'un dışındaki illerimizde kaç gazete çıkıyor ve tirajları ne kadar?
* * *
En güzel sorular; yanıt yerine susmaya, sağa sola ve sonra da tavana bakmaya neden olan sorular...
* * *
Ah keşke bir de, hiçbir zaman Türkiye'de yanıt bulamayan soruların bir listesi yapılsa...
Ve dağa taşa kazınmış "Önce vatan" yazısının yanına, "Önce şu sorulara yanıt" diye de yazılabilse...
* * *
Ne yapmalı ki büyüklerimiz, beyinsel bir libidonun şehvetini daha okullardayken hadım etmeye öylesine özen göstermişler ki; siyasal mitinglerde ortalığı dolduran çoluk çocuğa, sadece bağırmak kalmış:
- Kurtar bizi baba!
Günlerle geceler eşitleniyor. Köyceğiz'de artık sabahları saat 6.40'ta başlıyor gün ağarmaya. Ve artık geceler yavaş yavaş uzamaya başlayacak, ta 21 Aralık'a kadar. Sonra yine günler uzayacak, geceler kısalacak.
Herhangi bir anayasa maddesinde yer almadığı halde, kimbilir kaç milyon, belki de milyar yıldır böyle bu.
* * *
Eylülün son haftasına doğru, güzelim bir cumartesiyi akıl karıştıracak konulara cımbız uzatarak, sirke damlalarıyla ekşitmeye kalkmanın da bir anlamı yok ama; bendeniz, affınıza sığınarak yine de sormadan edemiyorum:
- Ülkeleri yönetenlerin koyduğu kurallarla; yönetilenlerin benimsedikleri gelenekler, âdetler, ilkeler; Doğa'nın, yahut Kozmos'un kendine özgü düzeniyle ne kadar bağdaşmakta?
* * *
Böyle bir sorunun en dibinde, bir gün hepimizin kaybolup gideceği gerçeği de saklıdır.
Yan bilincimizde böyle bir tümörle yaşamanın, benliğimizde yarattığı çeşitli avuntularla oyalanırız; bir makam sahibi olmak, yahut öldükten sonra da cennetmekan olmak, yahut herkesi susta durduracak bir lider olmak gibi...
* * *
9 yıldan bu yana, Köyceğiz'e her gelişimizde; geldiğimizi nasıl sezinliyorsa, kapının önünde hemen beliriveren radyom bakışlı simsiyah Otello...
Otello'nun; Doğa'nın, yahut Kozmos'un düzeniyle çatışan hiçbir tavrı yok. Çünkü kendisinde ölüm bilinci yok.
* * *
Bendeniz, küçücük salondaki masanın önünde mutat yerim olan döner koltuğa oturduğumda; Otello da önce masanın kıyısındaki daracık kanepenin ucuna çıkıp, oradan kucağıma atlar ve mutluluk mırıltılarıyla kendisini okşatmaya başlar.
* * *
Ben, duvar dibindeki gerçek kanepeye uzandığım zaman da, gelip yanıma yatar.
Acıktığı zaman ise, beni ya ufarak sosislerinin durduğu buzdolabına götürmeye uğraşır, ya özel mamasının durduğu koskocaman kâğıt torbanın yanına.
Sevmez misiniz radyom bakışlı simsiyah Otello'yu?
* * *
Eski Mısır uygarlığında "kara kedi" heykelleri, tapılası bir kutsallıktaydı. Daha sonraları "kara kedi" nedense bir uğursuzluk simgesi sayıldı.
Otello bilmiyor, atalarının ne kutsandığı dönemleri, ne lanetlendiği dönemleri.
Nasıl ki, Anayasa tartışmaları ve "laik" - "anti-laik" kutuplaşmalarıyla da bir ilgisi yok onun.
Ve hiçbir hata yapmadan yaşamada.
* * *
"Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçememişlikten kökenlenen bir "çağ dışılık"; Hazine'den geçinmeli kesimin "burjuva" görüntüsüne sokulmasıyla, aşılabilir mi?
* * *
"Üretim saltanatı" teknolojinin; Doğa'nın, yahut Kozmos'un verilerini insan iradesi altına alıp, üretimde yepyeni düzeyler yaratmasıyla gerçekleşmekte...
* * *
Başka bir anlatımla; insanoğlu teknoloji sayesinde Kozmos düzeniyle gitgide daha çok buluşmakta ve "ulus-devlet" modelini aşarak, küreselleşme sürecine geçmekte.
Otello ise zaten, "ulus-devlet" modelinin dışında ve küreselleşmişliğin içinde...
* * *
Bendenizin çok hoşuna giden bir sürpriz oldu; Köyceğiz'deki evin verandasında Otello'nun ikiziymiş gibi simsiyah bir kedi daha arz-ı endam etti.
Ürkek, çekingen, simsiyah bir kedi daha.
Solmaz ona, "ezik sınıftan bir zenci" anlamında, "Negro" adını taktı.
* * *
Otello, verandadaki kabından yemini yerken, Negro hiç müdahale etmiyor, azıcık geride sırasını bekliyordu.
Yani efendim, vaktiyle annemin evdeki evlatlık kızlara öfkelendiğinde:
- Haddini bil, diye bağırmasını duymuşçasına; haddini biliyordu.
* * *
Otello evin içine giriyor, Negro girmiyordu. Otello benim kucağıma çıkıyor, Negro benden uzak ve kovulursa hemen kaçmak üstüne tetikte duruyordu.
Biz evde yokken, her ikisi de verandadaki masanın altına sereserpe uzanıp, yanyana yatıyorlardı.
Aralarında hiçbir kutuplaşma olmuyordu.
* * *
Ancak dün sabah Negro; nasıl olduysa oldu, haddini aştı ve yem kabına sokulmakta öncülüğü ele geçirdi. Otello, ona bir pati vurmak istediyse de, ısrar etmedi; eve girdi, öncülüğü Negro'ya bıraktı.
* * *
Kediler kadar bile olamıyoruz, gibi bir yargıya varmak aşırı ucuza kaçacağından; Jean-Jacques Rousseau'nun ünlü saptamasını şıngırdatalım:
- insanlar özgür ve eşit doğar!
* * *
Türkiye'de de öyle mi doğuyorlar acaba; öyle doğmuyorlarsa neden?
"Türban"a çengellenmiş bir kutuplaşmanın doğurduğu polemikler, ancak böyle bir sorunun yanıtına inildiğinde bir senteze kavuşabilir ola ki...
* * *
Üst kattaki pencereden verandaya baktığımda; simsiyah Otello ile simsiyah Negro, kardeş kardeş sere serpe uzanmışlar yatıyorlardı yine masanın altında...
"Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçilmeden; Hazine'den geçinmeli kesimde salt bir "imaj" olarak hem burjuvalaşmış gibi görünmenin, hem de aynı görüntüyü dipçik zoruyla köylü ağırlıklı yığınlara benimsetmeye kalkmanın; yönetilen ve "kara kalabalık" olarak adam yerine konmayan kitlelerde yarattığı "cami" parfümlü tepkiler; bir yandan politik kutuplaşmaları keskinleştirirken, bir yandan da kendine özgü bir "mahalle faşizmi"nin yaygınlaşma olasılığını taşıyor gündeme.
* * *
"Mahalle" ve "kent"; yahut Durkheim'ın ayrımıyla "topluluk" ve "toplum"...
"Topluluk", henüz daha kitlelerin "toplum" olarak ülke düzeyinde örgütlenememiş olduğu dönemlerde; kendi mahallesinde komşusunun hastasına çorba götürerek, cenazesini hep birlikte kaldırıp, düğünlerine hep birlikte katılarak, "mahalle"sindeki ortak bir dayanışma içinde yaşar.
* * *
Yoksul "mahalle", öldükten sonra daha iyi yaşamanın kurallarını saptayan ibadetine düşkündür ve mahallenin imamı da, hem kendisinin yol göstericisi, hem de -bir bakıma- lideridir.
* * *
Aynı yıl doğduğumuz ve liseyi de aynı sınıflarda okuduktan sonra aynı yıl bitirdiğimiz Şerif Mardin'i, ekranlarda gördükçe; Türkiye'nin AB üyesi oluncaya dek, çalkantılı bir dönemden geçme olasılığına da boş vererek, öğrencilik yıllarına kayıyor hafızam.
* * *
Bizim sınıftan kimler yetişmedi ki; 7-8 büyükelçi, Orhan Boran, Metin And, Doğan Koloğlu...
Şerif, yatakhanede de biraz ötemde yatardı. Sınıfın ne sık sık parmak kaldıran takımındandı, ne derslere boş vermiş "abandonlar" takımından, ne de kopya uzmanı hergele takımından.
* * *
Donsuz Dündar, Ukala Haluk, Tavşan Atila, Soğuk Adnan, Papaz Tahir, Karga Orhan, gibi -sanıyorum- özel bir lakabı da yoktu.
Esmer takımdan da olmadığı için, kendine özgü değişik bir adacık gibiydi öğrenciliği.
Türkiye'nin yakın ve uzak tarihindeki mistik ırmakların kaynakları ve debisiyle ilgili evrensel düzeyde bir uzman olacağı hiç aklıma gelmemişti.
* * *
1946'da liseyi bitirdikten sonra, Doğan Koloğlu dışında, sınıf arkadaşlarımın hemen hiçbiriyle bir daha hiç mi hiç karşılaşmadık.
Hoş, bir bakıma aynı dışlanmaya aile çevremde de uğradım. Hazine'den geçinmeli bir makam sahipliğine yönelmek yerine; "yazı" emekçiliğine tutkulandığım için, ailem tarafından da kendimi ziyan zebil ettiğime ve serseri olduğuma inanıldı.
O nedenle babamla da, kendisi ölüm yatağındayken barıştık.
* * *
Şerif Mardin'in TV ekranlarındaki görünümüyle, el ele uzayıp giden çağrışımlarda rahmetli babam da var.
Keşke, diyorum; şimdi sağ olsaydı da, onu da Köyceğiz'de Yuvarlakçay'a götürseydim.
Dalları yapraklarıyla, sarmaş dolaş birbirine karışmış çamlar, çınarlar, kavaklar, cevizler ortasından, zaman zaman şelaleşerek de akıp giden Yuvarlakçay...
* * *
"Yazı" emekçiliği uzaklarda gıyabi dostlar yaratırken, yakınlardakileri de uzaklaştırıyor galiba.
Belki de "yazı"nın, gününü ve hayatını en iyi şekilde değerlendirmeye dönük "pragmatik" bir hayat anlayışıyla bağdaşmaması; kemanını değişik ahenklere göre akort etmeye uğraşanlara ters görünüyor.
* * *
Oysa "hayattan yararlanmak" yerine, "hayatı hak etmek" rotasının getirisi de; "varlıklı olmak"la, "var olmak" arasındaki terazinin ışıldakları içinde, yabana atılamayacak bir cazibededir ama...
Henüz Türkiye, bir hayli uzak böyle bir açı ortaklığından; öyle işte ne yapalım...
* * *
Bizim pancar motorunun tuşları tıkırdarken, sınıf arkadaşım Şerif'e de bir selam gönderelim.
"Mahalle despotizmi"nin, birikmiş eski öfkeler sonucu pençe büyütüp yayılmasından korkmamanın bir yöntemi de; son 80 yılda bütçe ve Hazine kaynaklı harcamaların, nerelere akıtılmış olduğu esrarını, şeffaflaştırmaktan geçer.
* * *
Örneğin, son 25 yılda toplamı 423 milyar doları bulan faiz ödemelerinin; hangi borçlar karşılığında ödendiğiyle, bu borçların nerelere harcanmış olduğunun açıklanması gibi...
* * *
Örneğin son 80 yılda resmi araba alım ve bakımlarına kaç yüz milyar dolar ödendiğiyle, aynı sürede itfaiye teşkilatına ne kadar yatırım yapılmış olduğunun açıklanması gibi...
* * *
21. yüzyılın küresel şeffaflaşmasına burun kıvıran bir ülkede; "korku dağları bekler" ve dağları bekleyen korkular, sürekli yeni korkular üretir.
* * *
Hayattaki sınıf arkadaşlarının tümüne selam olsun.
Türkiye, "türban" çengeline takılmış salıncağında; Güney Kutbu ile Kuzey Kutbu arasında bir o yana bir bu yana sallanarak, kutuplaşmalarını keskinleştire dursun.
Sakin, sessiz ve hatta bir ölçüde epey ıssız Köyceğiz ramazanında; komşumuz ve dostumuz Alman Max'ın otelindeki yüzme havuzunda, 21. yüzyıl evrenselliğini yaşamanın tadı bir başka...
* * *
Mayolarıyla şezlonglara uzanmış, genellikle kitap okuyan, kadınlı erkekli 5-10 ingilizle Alman da; arada bir havuza giriyorlar ve hep birlikte, birbirimize gülücükler yaparak kulaçlıyoruz suları.
* * *
Türkiye'deki kutuplaşmalar, çok zengin olan folklorumuzda da renkli figürler çizer.
Örneğin Ortaoyunu'nda sıradan halkın temsilcisi Pişekâr ile ona üstünlük taslayan kesimin temsilcisi Kavuklu...
Karagöz'de de halkın temsilcisi Karagöz'ün ikide bir kafasına şaplağı indirdiği, elitist kesimin temsilcisi Hacivat...
* * *
Aynı kutuplaşmalar, çağdaşlaşma çabaları sonucu Tanzimat'la başlayan yeni edebiyatımızda da vardır.
Bir yanda Muallim Naci, bir yanda Recaizade Mahmut Ekrem.
Bir yanda Mehmet Akif, bir yanda Tevfik Fikret.
Bir yanda Necip Fazıl, bir yanda Nâzım Hikmet.
* * *
Atasözlerimizde dahi aynı kutuplaşmalar tüter duman duman...
"Ummadık taş baş yarar" - "Ateş olsa cürmü kadar yer yakar".
"Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovmuşlar" - "Yalancının mumu yatsıya kadar yanar".
"iki el bir baş için" - "Komşuda pişer, bize de düşer".
* * *
Türkiye, toplumsal olaylara sınıfsal bir gözlükle bakmaya yine hiç yanaşmadan; "yeni bir anayasa" tartışmalarıyla iyice kutuplaşmada...
Bir yanda "kışla" parfümlü bir burjuvalaşma imajının açık başlı kadını; bir yanda "cami" parfümlü bir demokratikleşme imajının başı türbanlı kadını...
* * *
Ne var ki, militarist bir burjuvalaşma özeni de, yoksul yığınların durumunu genel bir "hamasetçiliğin" altına iter; türbanlı bir demokratikleşme özeni de, ulusal gelir dağılımındaki dengesizlikleri, "inanç birliğinin" altına iter.
* * *
Küreselleşme sürecinin ne olduğunu, Köyceğiz'deki Alman dostumuz Max'ın otelindeki yüzme havuzunda göremeyenler; ABD Merkez Bankası FED'in faizleri yarım puan aşağı çekmesiyle, dünyadaki tüm ülke borsalarını nasıl rüzgârlandırdığını herhalde görmekteler.
* * *
Ahmedinecad'ın iran'ı, acaba ne kadar farkında 21. yüzyıl küreselleşmesinin?
Viyana, keman biçimindeki kutular içinde Mozart resimli çikolatalarla dünya burjuvazisini kucaklamaktan vazgeçecek de; kadınlarını simsiyah "Çadiri"ler içine mi sokacak; yoksa 20-30 yıl sonra iran'da da şık giyimli kadın tezgâhtarlar, üstünde Hayyam'ın resmi ve "rubai" dörtlüklerinin siluetleri bulunan yuvarlak "iran havyarı" kutularıyla mı kucaklayacak dünya burjuvazisini?
O zamana kadar da, ola ki epey kan dökülecek, yazık!
* * *
Bizde de hamasete ağırlık verenlerin, küreselleşme sürecinden hoşlanmadıkları ileri sürülüyor.
Her ne kadar o kesim, "vatandaşa hizmet" yerine, "vatana hizmet"i yeğlese de; arada sırada gönüllerini almak gerekir onların da.
* * *
Ve işte bir örnek:
Biz "gelişmiş" olmasak da, yiğitlik gücü bizdedir;
Türk demek, asker demektir; bir kodum mu oturturum.
Kadınlı, etli şaraplı, zevkli sofralar sizdedir;
Bizdedir kahramanlıklar, zaferler, övünme, kurum.
Ne çıkar dışa bağlıysak, iğnesinden ipliğine;
"Atalarım gökten yere indirmişler Ay Yıldız'ı"
Bizler neden dikmeyelim Washington'un göbeğine
Upuzun gönderlerdeki o şanlı bayrağımızı?
* * *
Böyle hamasi bir manzume, okullarda çocuklara ezberletildiğinde, mesleksizlik ve işsizlik kuşak kuşak artsa da; yoksulluk sütrelenir, sınıf bilinci iğdiş edilmiş olur.
* * *
Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, son 83 yılın tepeden tırnağa yeniden gözden geçirilmesi gerektiğinden söz etse de; kimsecikler yanaşmayacaktır böyle bir otopsiye...
* * *
Türkiye'deki kutuplaşmalar yepyeni bir sentez yaratabilir mi; yaratabilirse, ne zaman yaratabilir?
"Ne olacaksa olacak, yaşayanlar görecek".
* * *
Köyceğiz'de sahurda, bizim bahçe kapısı önünde davul ve zurnayla oyun havaları çalınmıyor artık. Üstelik trafik mrafik açmazı da yok buralarda ve hava da o kadar ılıman ve güzel ki...
Hele bir de, bir Mozart çikolatası yersen...
Bazen içimden şöyle bir özlem geçer:
- Keşke, derim; bir ömür boyu noktasına, virgülüne kadar sadece kadınlar üstüne yazı yazsaydım.
Genç kızlığa ilk adımlarını atmış kız öğrencilerin, kendi aralarında gülüşe kıkırdaşa giderlerken, öylesine değişik bir dünyaları vardır ki; onlara gözlerim iliştikçe de:
- Ah, derim; gitgide nasıl da azalacak gülüşleriyle kıkırdamaları.
* * *
Vaktiyle "Adalar şairi" olarak da tanınan Celal Sahir:
Kadınlar olmasaydı öksüz kalırdı eş'arım (şiirlerim)
Diye yazmıştı.
Tevfik Fikret ise, "kızlarını okutmayan milletler, oğullarını öksüzlüğe mahkum ederler" gibi bir vurgulama yapmıştı.
* * *
Bendenize sorarsanız "kadın sorunu"; ne sadece okul sorunu, ne eğitim sorunu, ne farklı aileler sorunu...
Şeffaflığı da içeren, ekonomiyle ilgili bir evrensellik sorunu.
* * *
Vazgeçtik Iğdır'ın bir köyünü; Ayvansaray'ın, yahut Kağıthane'nin, yahut Beykoz'un yan mahallelerinde doğmuş bir kız çocuğu; şayet Kopenhag, yahut Tokyo, yahut Nice'de doğmuş olsaydı, hayatı aynı türden kıskaçların kahrı içinde mi geçecekti?
* * *
Türkiye'deki türküler, şarkılar, şiirler sürekli hep kadınsızlığı tüttürür ve kadınlar da çok değişik gözlüklerle bakarlar erkeklere. Genellikle de yakınmalı bir sesle "erkek milleti" der dururlar.
* * *
Bendeniz dede de değil, artık büyük dede olduğum için; özellikle büro hayatını bilen ve geçimini kazanan genç kadınlarla çok daha değişik bir dilden konuşabiliyoruz.
* * *
Onlara:
- Erkekler, diyorum; biraz safderun olurlar. Özellikle gençken zamparalık maceralarını anlatarak övünürler birbirlerine. Hepsi de hep aynı kadınla yapmıyor ya zamparalığı; duruma basit bir matematikle bakıldığında, ne kadar zampara erkek varsa, o kadar da zampara kadın var demektir. Ama kadınlar, hiç renk vermezler bu konularda; erkeklerin arasında bu tür anlatımlar koyulaştığında; sağ sola, tavana bakmakla yetinirler.
* * *
Bendeniz, tabiat piyanosunun gizemli "la" tuşuna bastığımda; ne kadar da kıvrak ve içten gülüşür genç kadınlar.
* * *
Kalamış'ın, hava serinceyken bile beli açıklık modasına ihanet etmeyen genç kızları...
Ellerindeki cep telefonlarıyla konuşarak ciddi ciddi yürüyenler...
Yanlarındaki erkek arkadaşlarıyla mutluluğu paylaşarak yürüyenler...
Kimi, mutsuz ve kaygılı; kimi de, yüzünde güller açarak yürür gider.
* * *
Evlilik süzgecinden geçmiş genç kadınların ise; kendi aralarındaki konuşmaları da değişiktir, -başta kulaklarındaki küpeleri- takıları da ve bazılarının göğüs çatalları da...
* * *
Bir de yaşlı hanımlar vardır, ömür takviminin yapraklarını azaltmış hanımlar...
Onlar arasındaki gün görmüş hanımefendiler, ayrı bir parfümün insanlarıdır. Ve genellikle de hırtlaşma sürecinden yakınmalıdırlar.
* * *
"Erkek milleti" de annelerin, yani kadınların çocukları...
Hazine'den geçinmeli takımın anneleri ve büyükanneleri üstüne bir araştırma yapılsa; kimbilir nasıl şaşırtıcı tablolar çıkardı karşımıza.
* * *
Ellerindeki poşetlerin içinde yemeklik nevale ve bir de ekmek taşıyan sırtı yeldirmeli, başı başörtülü anneler...
Onların oğulları acaba ne olacak ki?
Ahmet Muhip'in dediği gibi, "ya bir haydut, ya bir kahraman" mı?
* * *
Ah keşke tüm genç kızlar, genç kadınlar, yaşlı hanımlar; son 80 yılda resmi araba alım ve bakımlarına kaç yüz milyar dolar harcandığı ile, aynı sürede itfaiye teşkilatına ne kadar yatırım yapılmış olduğunu da merak etselerdi...
Salt siyaset dalaşmalarının çok ötesinde, bambaşka bir Türkiye çıkardı ortaya.
* * *
10 milyon insanın kuyruklara girdiği iftar çadırlarıyla, bedava dağıtılan iftar paketi masaları...
* * *
Ve dünkü Radikal'in, manşet yanından verdiği bir haber:
"Faciaya açık davet
Çocuklara kolonsuz okul yapıldı
Deprem kuşağındaki Türkiye'de kamu yapılarının hali her incelemede vahim çıkıyor. Muş'ta beş okulun kolonlarının eksik olduğu, Mehmet Akif ilköğretim Okulu'nda taşıyıcı dört kolonun bulunmadığı belirlendi."
* * *
Kadınsızlığın türkülerde, şarkılarda, şiirlerde tüttüğü bir ülkede; annelerin yetiştirdiği oğlan çocuklarından bazıları neden bu kadar sorumsuz, bazıları neden bu kadar yoksul acaba?
* * *
Aman sakın daha fazla kurcalamayalım bu konuları; eleştiri ve düşünce özgürlüğünün sınırları aşıldığı, gerekçesiyle suçlanabiliriz sonra...
* * *
Şayet romanları, öyküleri, resimleri, heykelleriyle; kadınlar üstüne biraz daha geniş olabilseydi bizdeki sanat bahçeleri de...
Kat sahiplerinin çocuklarıyla eşdeğerde oynayan kapıcı çocuklarının hayatı da çok başka olurdu; siyasal kutuplaşmalardaki diş gıcırdatmaları da...
Vaktiyle ramazan ayı, doğum tarihi 60, hatta 50 yıl geride kalmış köşe yazarları için, "cici mama"lı bir sefertasıydı. Bol bol yaşadıkları eski ramazanları anlatırlardı.
Daha çok da eski ramazanlarla, eski bayramlar ballandırılır; yenilerine hafiften dudak bükülürdü.
* * *
Bazen bendeniz de, 30 yaşlarındayken eski ramazanları yazmaya özenir; bazen de o yaşların bir omuz silkmesiyle:
- Eskiye rağbet olsa, bitpazarına nur yağardı, türünden raketi tersten vurmaya kalkardım.
* * *
Ne oldu da o eski ramazanlar, böylesine değişti?
Böyle bir sorunun yanıtını, hemen hiç kimse aramazdı.
Belleğimin "ramazan ayı" ile ilk tanışma kayıtları, 1932'ye kadar gidiyor.
O tarihlerde Edirne'deydik ve bendeniz 4 yaşındaydım.
* * *
Edirne'ye henüz elektrik gelmemişti -hoş istanbul'da Göztepe'ye de gelmemişti- fitilli gaz lambaları ışığında oturulurdu geceleri.
Gece lambaları da boy boydu. Küçük idare lambası, 5 numaralı orta boy lamba ve bol ışıklı lüks lamba...
Yemekler maltız ateşinde pişerdi.
* * *
O tarihlerde Edirne'de sadece 2 taksi vardı. Mustafa'nın taksisi ünlüydü. Faytonla gidilirdi uzakça yerlere ve yollarda eşeğine binmiş köylülere rastlanılırdı.
* * *
Babam, bir hafta gecikmeyle gelen Son Posta gazetesini okurdu; annem de gazetenin bol mu bol olan tefrikalarını...
Keşke meraklı bir dost çıksa da, o tarihlerdeki Son Posta gazetesinin manşetlerini alt alta sıralayıverse...
* * *
Genç kuşaklar ne kadar ilgilenirler bilinmez ama; beyinsel çarkları, neyin nasıl değiştiğiyle, nasıl değişeceğine göre dişli döndüren birkaç avuç kişi, epey afallayabilir o manşetleri görünce...
* * *
Bugün 2007 yılının ramazanı.
Ve önceki gün başkent Ankara, bombalı bir dehşet eyleminden kıl payı kurtulmuştu.
Gerçi gizli kapaklı olaylar uzmanı sayılabilecek Mahir Kaynak'ın, bu konudaki değerlendirmeleri çok değişik ama, olsun. Galiba o çeşit değerlendirmeleri görmezlikten gelmek yeğleniyor şimdilik.
* * *
Türkiye gibi bir türlü "gelişmiş" olamayan bir ülkede çok zordur, nelerin neden görmezlikten gelindiğini algılayabilmek de; nelerin neden gümbür gümbür gümbürdetilmek istendiğini anlayabilmek de...
* * *
Örneğin dünkü Vatan gazetesinde şöyle bir haber vardı:
"Erdal Eren haksız yere asıldı
Erdal Eren'in (17) 12 Eylül döneminde asılmasına karşı çıkan Askeri Yargıtay üyesi Albay Ahmet Turan, 27 yıl sonra Vatan'a konuştu: Eren'in inzibat erini kasten öldürdüğüne dair vicdani kanaatim yoktu. Eren önden ateş etmiş, oysa asker sırtından vurulmuştu. Kararı iki kez bozduk, ama asıldı. O hengamede çala kalem gitti"
* * *
Son 80 yılda ortaya bol bol çıkan idam sehpaları mı, çağdaşlık imajımızı daha çok bozuyor; yoksa türbanlı bir hanımefendinin eşiyle birlikte Çankaya'da görünmesi mi?
* * *
"Hukuk"suzluğun, dışa dönük görüntülerle sütrelenmek istendiği oligarşik bir yönetim düzeninde; bu tür sorular da hiç mi hiç hoş karşılanmaz.
Bu tür sorulara ağırlık verenlere karşı, önce "çürütmecilik" topları ateşlenir ve sonra da sırtlarına zehirli hançerler saplanır.
* * *
Özellikle 1950'li yıllardan sonra nedense biz, facialardan hep kıl payı kurtulur olduk ve Viyana kapılarına kadar gitmemize rağmen; yağmura, kara, kuraklığa teslim olmayı rahatça sineye çeker olduk.
* * *
Hiç sormamalı:
- Neden acaba, diye?
Tevfik Fikret'in yüz yıl önce yazdığı:
Şüphe bir nura doğru koşmaktır
Uyarısını da boş vermeli.
* * *
En iyisi Sütlüce'den Etiler'e, oradan da Göztepe'ye giderken istanbul'un haline bakmak ve hazır bir ramazana daha erişmişken, oturup eski ramazanları yazmak.
* * *
Haydi bakalım, kim bilir kaç kez kullandığımız başlığı atalım yine:
Ramazan geldi hoş geldi, baklava tepsisi boş geldi.
* * *
Evet ama yazıyı da çoktan bitirmişiz; unutmuşuz eski ramazanları ballandırmayı...
Ne yapalım "huy, canın altındaymış" derler.
Annem de bendenizi azarlarken:
- Huyun kurusun, diye bağırırdı.
* * *
Dönülmez akşamın ufkunda karşılaştığımız bir ramazan daha işte...
Her ne kusur ettik ise af ola...
belki bir de "evet, neler yapmadık?" olarak devam etmesi gereken söylemdir. devrim sonrası ben ve benim kuşağım çok da bir şey yapmadı aslında.. bütün kaygılar sanata ve diğer öte yanda lost'un 4. sezonuna yönelik şüphelenmelerden ve çılgın türk tiklemelerinden oluşuyordu ki, aslında herkesin anasının karnından şair doğduğu bir memlekette bir şeyler yapmaya da gerek yoktu belki de.
Eski Osmanlı bilgeleri: "Varak-ı mihri vefayı (dostlukla sevgi vefasının yazılmış olduğu kâğıdı) kim okur kim dinler"
Demişler.
Acaba neden böyle bir yargıya varmışlar ki?
* * *
Daha çocukken, önce annenin tehdit edici işaret parmağı sallanarak kalkar yüzüne doğru:
- Büyüklerin sözünü dinle!
Sanki büyükler de, büyüklerin sözlerini dinleye dinleye "doğru" ile "yanlış"ın ne olduğunu öğrenebilmişler gibi.
* * *
Kaldı ki yaşıyla mı "büyük" oluyor insan, yoksa oturduğu makamla mı; hâlâ daha netleşmiş değil.
Üstelik bir atasözümüz de şöyle diyor:
- Akıl yaşta değil, baştadır.
Nurullah Ataç ise, bazı tehlikeli benzetmeler yaparak:
- Buzağı büyür dana, dana da büyük öküz olur, derdi.
* * *
Her kuşak çocuğunun kulağında çınlayan kalıplaşmış uyarı:
- Büyüklerin sözünü dinle!
* * *
Oysa bazen de, kişiliğini kanıtlama nağraları çınlar ev kavgalarında:
- Senin söylediklerin bir kulağımdan girip, bir kulağımdan çıkar benim. Kimsenin lafına kulak asmam ben. Babam mezardan çıkıp gelse, onu dahi dinlemem ben; anladın mı?
* * *
"Dinleme"nin yanında bir de "dinlenmek" var.
Her sözünün dinlendiği, bir dediğinin iki edilmediği biri olmak anlamında da kullanılır; kız kardeşim Dr. Gülderen Alpagut'la, eşi Dr. Ercan Alpagut gibi, tatile çıkıp Ayvalık'ta dinlenmek anlamında da kullanılır.
* * *
Ajans haberlerinde yankılanıp duran bir yığın gürültü patırtıyı dinlemek yerine; sesini insanlığa armağan bırakıp, bilinmez bir galaksiye kayıveren Luciano Pavarotti'yi dinleyerek dinlenmek...
* * *
Pavarotti ayrı bir tılsımın insanıydı.
1991'de istanbul'da verdiği konseri dinler ve "s"ler sırasında diliyle hafifçe alt dudağını ıslatmasını izlerken; bilmiyorum kaç kişi, 1963 yılında "başarısız" olduğu gerekçesiyle Ankara Devlet Operası'ndan uzaklaştırıldığını düşünüyordu?
* * *
Büyüklerinin sözlerini dinleme uyarılarıyla yetişenlerin ortak bir hastalığı, bir Frankeştayn ürkütücülüğüyle ağır ağır çıkarak yükseliyor beyinsel aynalarda.
Değerden anlamamak, yahut değerden hoşlanmamak!
* * *
insanlığın ortak bahçelerine kendince bir karanfil dikmeye kalkmış olanlar da, az çıkmadı bu topraklardan.
Kul Nesimi'den, Nazım Hikmet'e; Sabahattin Ali'den, Orhan Pamuk'a; ressam Halil Paşa'dan, Komet'e; heykelci Şadi Çalık'tan, ilhan Koman'a; piyanist Gülseren Sadak'tan Fazıl Say'a kadar...
Hangisinin yarattığı tatlar, aile ortamlarının vazgeçilmez sevdasıyla bütünleşebildi?
* * *
Tüm yeryüzünde, sırıkları yükseltilmiş bayraklardan çok daha coşkulu dalgalanmıyor mu Pavarotti'nin sesi?
Yine yeryüzündeki 200 devletten, kaç tanesinin başkenti Picasso'nun adı kadar tanınmış?
* * *
Üniversitemizden geçmiş evrensel değer ve ündeki bilimcileri, neden kendi fakülte tepsilerimizin içinde tutamadık?
Almanya'da Hitler "nasyonal sosyalizm"inden Yahudi kökenli 85 bilim adamı kaçmıştı Türkiye'ye.
Kaç tanesiyle hayatlarının sonuna dek sarmaş dolaş olabildik ve onların gerçekleştirdiği katkılar ne kadar canlı tutulabildi?
* * *
Yerel bir hamasetçiliğe gömülüp, onun içinde tepinip durmanın; kimlere neler sağladığıyla, kimleri nasıl ziyan ettiği daha uzun süre şeffaflaşamayacak...
* * *
Önümde Pavarotti'nin bir CD'si duruyor. ilk parça, Donizetti'nin "Aşk iksiri" operasından bir arya...
* * *
Ufuklara doru Pavarotti'ye el sallarcasına kendisini dinleyerek; onun Ankara'yla ilgili gençlik yakınmalarına, dağarcığımızda her zaman bulunan bir iç çekişiyle bir köprü daha kurup şöyle diyebiliriz:
- "Varak-ı mihri vefayı kim okur kim dinler" olsa bile, seni dinlerken hepsini unutuyoruz.
FRANSA'nın Avrupa Birliği işlerinden Sorumlu bayan Bakanı Claudie Haignere, meğer 1996'da uzaya gönderilen Uluslararası Uzay istasyonu'na da füzelenip orada yaşamış olan, Avrupalı ilk kadın astronotmuş.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e şöyle anlatmış uzay istasyonundaki izlenimlerini:
- istasyon dünyanın etrafında her gün 16 kez dönüyor. Boğaziçi'nde günde 16 kez gündoğumunu izlemek kadar güzel bir duygu. Genç kuşaklar için gerçekleşmekte olan bir rüya uzay istasyonu...
***
2500 yıl önce yaşamış olan Sokrates, sanki "yer" küresine uzay istasyonundan bakarcasına şöyle demişti:
- Ben ne Atinalı, ne Yunanlıyım; ben dünyalıyım...
***
insan sürülerinin tepesine kurulup, saltanat sürme hırsına kapılmış mesleksiz bir yığın çarpık beyinli imparator, kral, hükümdar, diktatör, demagoglarla; onların el etek ve ayak öpücü takım taklavatının, insan sürülerini kazıklamak için uçurdukları tatava balonlarını da patlatmayı seven bir yığın "deha" geçti yeryüzünden...
Örneğin Einstein da şöyle diyordu:
- Emre bağlı bir kahramanlıkla, şuursuz bir şiddet ve vatanseverlik adına yapılan onca anlamsız saçmalık... Bütün bunlardan nasıl da nefret ediyorum.
***
Buralardan da tatava balonlarını patlatmayı seven epey kimse çıktı. işte Pir Sultan Abdal:
Sofu dedikleri bir kolay iştir
Erenler gördüğü bir engin düştür
Eti yok kanı yok bir uçar kuştur
O kuşun adını bilenler gelsin
***
Şayet bugün Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, "Türkiye'nin sırtındaki kirli gömleği çıkartacağız", demek gereğini duyuyorsa ve Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, daha önceki dönemlerde bütçe yasalarının, görünmeyen bin bir tırtıl tarafından nasıl tırtıklandığını açıklamaya başlamışsa...
Böylesi bir iç talan bataklığına yuvarlanmışlığın kökünde; ilk ve ortaöğretimde okutulan ve Türkiye Bilimler Akademisi'yle Tarih Vakfı'nın yaptığı incelemeler sonucu, "ayıplı mal" olarak damgalanan 190 ders kitabındaki; bilimsel objektifliği hançerleyen, ırkçılıkla hamasetçiliği pompalayan ve ekonomik saydamlıkları perdeleyerek, Hazine'den geçinenleri tabulaştıran öğelerin; hiç mi payı yoktur?
***
Oysa Uzay Çağı'yla bütünleşmek zorunda olan genç kuşaklara; havı dökülmüş eski sloganların tozunu kimlerin silkelemeye başlamış olduğu da öğretilmemeli miydi?
Örneğin işte Oscar Wilde'ın çın çın çınlayan bir sözü:
- Vatanseverlik, zalimlerin erdemidir.
ingiliz yazarı Richard Aldington'un ise, balon patlatma iğnesi çuvaldıza dönüşmüş:
- Milliyetçilik, kendi bokunun üzerinde öten salak bir horozdur.
***
Şöyle rahat, gülücüklü, sümbül kokulu geniş bir nefes alarak düşünelim, Einstein, Oscar Wilde, Richard Aldington şayet Türkiye'de yaşasalardı; acaba eserleri, düşünceleri, adları ne kadar değerlendirilirdi?
***
"Ben bir Türk'üm, dinim cinsim uludur" tipi bir hamasetçilik silindirinin altından bir türlü kurtulamayan Türkiye'nin, gele gele geldiği yer neresi?
"Nüfusunun yaşam kalitesi" açısından, Yunanistan'ın 60 basamak altına düşmüş olması...
Kirli ülkeler sıralamasında da, Gana, Tanzanya, Pakistan gibi ülkelerle aynı düzeyde olması...
***
Onca cart curt; sonra da bütçenin yüzde 36'sının sadece iç ve dış borç faizlerine ayrılması ve uzanıp durmak Kopenhag kriterlerine; Avrupa vatandaşlığına erişebilmek için...
***
Kafaların takozlaşmasına karşı çıkanlar sayesinde izlenebiliyor "yer" küresi, Uluslararası Uzay istasyonu'ndan...
Bakın ingiliz matematikçi ve düşünürü Bertrand Russell da ne demiş:
- Vatanseverlik, saçma sapan nedenlerle ölmeye ve öldürmeye hevesli olmaktır.
***
Keşke Irak'la Filistin'deki hipnotize edilmiş canlı bombalar da, Russell'ın ufuklarıyla tanışmış olabilseydi...
ABD'deki üniversite rektörlerinden ve Senatör Eugene V. Debs de şöyle demiş:
- Vatan sevgisine düğümlenmiş toplumlar; demokrasilerde dahi çocukları iyi yetiştirmenin yolunun, daha gösterişli bayrak törenlerinden geçtiğini sanıyorlar...
***
Bizde Orhan Veli de, tatava balonlarını nazikçe patlatan ozanlardan biriydi:
Neler yapmadık bu vatan için;
Kimimiz öldük,
Kimimiz nutuk söyledik...
* * *
Hiç kuşkunuz olmasın, bir gün Üçüncü Dünya ülkelerinde de; getirisi biter hamasetçi naralar arkasında karmanyola fırdöndülerinin. Madem ki uzaydan, minicik "yer" küresini izlemiş bayan astronotlar da, bakan olmaya başladı...
Çünkü onlar artık Halil Nihat'ın dediği gibi, "Bakan değil, görendir."
***
Balon patlatmayı seven az kalem geçmedi buralardan da...
Soyadı Yasası'ndaki yapaylığa ters bir fiske vurmak isteyen Refik Halit, "Karay" soyadını almıştı. isterseniz bir de tersten okuyun "Karay"ı...
Kah kah, kih kih... Doğrusu eğlencelidir şu dünya ama, bazı dubaracı bölgeleri de, bir hayli sakıncalı olmasa...
Ankara'daki siyasal polemiklere baktıkça, bendenizin aklına çocukluğumdaki ortaokul argosunun tekerlemeleriyle, hela kapıları arkasındaki yazılar geliyor:
Ona öyle demezler
Peynir ekmek yemezler
Ben de seni domaltmazsam
Bana adam demezler
* * *
Yahut hela kapıları arkasındaki ünlü laf oturtmalar:
Bunu yazan tosun
Okuyana kosun
Hemen altında bir yanıt:
Bunu yazan molla
Tosun kendini kolla
* * *
"Ulan" sözcüğünün, "oğlan" sözcüğünden kökenlendiği ve "oğlan" sözcüğünün de, "lutilik-livata" gibi eşcinsellikle ilgili kavramların kapağı altındaki pasif bir erkek çocuğunu etiketlendirdiği; o nedenle de, önüne gelenin üstüne çullandığı güçsüzlerin, "şamar oğlanı"na, "hamam oğlanı"na benzetildiği hatırlandığında; "kadın-erkek" dengesinden yoksun Şark dünyalarının, çağdaşlaşmaya özendikleri zaman niçin suyuna tirit bir anomaliye uğradıkları daha kolay anlaşılır.
* * *
Bu tür dünyaların ekonomik boyutlu röntgenlerini, büyük ekranlarda ön plana çıkarmak da, "sınıfı sınıfa düşman etme" suçlamasıyla barikatlandığında, bütün atıp tutmalar "lafına laf oturtma" yarışlarına dönüşür ve siyasal tablo, birkaç halk deyimiyle çok rahat özetlenebilir:
* * *
Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı.
Yahut:
Tut kelin perçeminden.
Yahut:
işe mi koşuyoruz, boşa mı koşuyoruz.
* * *
Kamu Hukuku Doktrinleri'ne göre, "devlet" kavramının çağdaş bir tanımlamadan yoksun bulunduğu bir siyaset çorbasında; Ankara'da "seçilmişler"inkiyle, "atanmışlar"ınki diye 2 ayrı devlet bulunduğundan kuşkulanmak da çok doğal olur; erkek erkeğe kahvelerinin, smokinlerle şıkıdımlaşmışına benzeyen üst düzey resmi resepsiyonlarda, kadına rastlanmayışı da...
* * *
Lafına laf oturtma yarışı, Osmanlı döneminden kalma bir top sözün de kampanasını tıngırdatmakta:
Uslub-u beyan, aynıyla insan...
* * *
Vaktiyle istanbul Darülfünun Emini, yani istanbul Üniversitesi Rektörü'yken; gereksiz, diye fesinin püskülünü kestiği için, lakabı "Püskülsüz ismail Hakkı"ya çıkan, ismail Hakkı Baltacıoğlu -ki adı ismail'i de Ismayıl'a çevirmişti- insanların kalite düzeyini anlamakta en iyi testin telefon konuşmaları olduğunu söylerdi.
* * *
Telefon çalar, burjuvalaşmışlık tornasından hiç geçmemiş kalın bir ses:
- Neresi orası, diye sorar.
Sen de:
- Sen kimsin, sen neresini arıyorsun, diye sorarsın.
Ses devam eder:
- Filanca orada mı?
- Öyle bir kimse yok burada, yanlış bir yer aradın sen, dersin.
Özür mözür dilenmeden çat diye kapanır telefon.
* * *
Bazen de süzülmüş bir ses:
- Ah afedersiniz, sizi rahatsız ediyorum, diye başlar konuşmaya.
Ve devam eder:
- Türkiye'de neden hiç gergedan bulunmadığı konusundaki görüşleri alıyoruz da; sizin de bu konuda ne düşündüğünüzü öğrenmek istedik.
Sen de gülerek:
- Ya siyasete atıldıkları, ya itibarlı bir makam sahibi oldukları için, yokmuş gibi görünüyorlar, dersin.
* * *
Telefon konuşmaları, TV konuşmaları, kürsü konuşmaları...
Bir de her belediye, AB üyesi bir ülke belediyesiyle bir "kardeşlik" ilişkisi kursa ve yapacağı bir kıyaslamada kendisindeki eksikliklerin listesini açıklasa...
Gazeteci dostlar da, 25 yılda ödenen toplam faiz tutarının 433 milyar dolar olduğunu anımsatarak, sürekli faizleri ödenen borçların nerelere harcanmış olduğunu büyüteç altına alsa...
Çağdaş bir realizmle şeffaflık, etlenip kemiklenmeye başlamaz mı?
* * *
Lafına laf oturtma...
Kodum mu oturturum...
Sen hiç komaya kalkma, ben seçilince otururum.
* * *
Buraya bak, sen artık altına ediyorsun...
Yok yahu, senin ağzın dururken mi?
* * *
Ortalıkta ne anlayış, ne tahammül, ne de insaf kalmadı.
Boşa koyduk dolmadı, doluya koyduk almadı...
Espri ibrişimleriyle örgülenmiş, kimsenin aklına gelmeyecek sürprizli bir hediye bularak; onu sevinçli bir şaşkınlıkla alacağından emin olduğun birine vermek...
Sevgili Şafak Barış, bu tür esprili hediyeler bulmanın rekoru kırılamayacak bir şampiyonu...
* * *
Birkaç yıl önce bendenize bir karış boyunda; pedalları, zinciri, dişlileri, gidonu, dinamosuyla tüm mekanizmaları çalışan bir bisiklet hediye etmişti.
* * *
O hediyenin bir de gizli esprisi vardı.
1934 yılında Ankara'daki bir ilkokul çocuğunun en büyük hayaliydi bir bisikleti olması...
Annemle babam, bendenize bisiklet almayı sürekli reddederlerdi, o yaşta kamburumun çıkacağı gerekçesiyle.
* * *
Babam, Edirne Vilayeti Umur-u Hukukiyi Müdürlüğü'nden, Ankara'da Emniyet Genel Müdürlüğü 3. Şube Müdürlüğü'ne tayin edilmişti. Şükrü Sökmensüer'in Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemlerdi.
Biz de Ankara'ya, Yenişehir'deki halıcı Ekmel Bey'in apartmanına taşınmıştık. ilk kez oturuyorduk bir apartmanda.
Üst katımızda da bir milletvekili oturuyordu. Onun oğlu Mahmut da, bendenizle aynı yaştaydı ve Mahmut'un binip gezdiği küçük bir bisikleti vardı.
* * *
Mahmut, kimseyi bisikletine bindirmez, hatta elini bile sürdürtmezdi. Sadece bana izin vermişti elimle bisikletinin selesini tutmama.
Bendeniz de "Kavak Yelleri ve Kasırgalar" adlı kitabımdaki çocukluk anılarımı yazarken; Mahmut'un bisikletinden de söz etmiştim.
Ve Şafak Barış da, yine sadece elimi sürmek zorunda olduğum, bir karışlık bir bisiklet hediye etmişti bana.
* * *
Şafak'ın son hediyelerinden biri de, pencere camına yapıştırılınca güneş enerjisiyle çalışarak, güneşin prizmadan geçmişçesine düzenlenmiş 7 rengini duvarlarda, tavanda usul usul gezdiren değişik bir oyuncak...
* * *
Çocukların oyuncakları ve yönetici kadroların makam koltukları...
Acaba hiç mi bir benzerlik yok aralarında?..
* * *
Ömür takviminin son yaprağını 51 yaşında koparıncaya dek, toplamı 95 cildi bulan romanlar yazmış ve dünya roman edebiyatında "Realist Dönem"i başlatmış olan Balzac, neden tüm eserlerini "insanlık Komedisi" adı altında değerlendirip çerçevelemişti ki?
insanlığın her yaştaki değişik ve tehlikeli oyuncuklarını sergilediği için mi?
* * *
Haliç'in bitiminde, Eyüp tepelerindeki mezarlıklarla adeta iç içe olan çay bahçelerinde otururken de; Şafak'ın güneş enerjisiyle çalışan ve duvarlarla tavanda, çeşitli renkler yaratarak usul usul dönen oyuncağına benzer garip bir prizma hareketlenebilir insanın dimağında.
* * *
Eyüp'teki çay bahçesinden, az ötedeki duvarların arkasında uzanan taşlar âlemine geçmeden önce; "ben de varım, benim de var olduğuma inanın" diyebilmenin özlemi...
* * *
Böyle bir özlem açlığını yeterince doyurabilmek ve yeterince doyuramamış olmak...
işte sorun!
* * *
Dünkü Hürriyet'ten küçük bir haber:
"istanbul, yaşam kalitesinde 104'üncü
Dünyanın önde gelen haftalık siyaset ve ekonomi dergisi The Economist'in hazırladığı dünya kentlerindeki 'yaşam kalitesi' endeksinde istanbul iki sıra gerileyerek 104. sıraya düştü
... Değerlendirmeler ışığında en 'yaşanılası' kent geçen yılın da birincisi olan Kanada'nın Vacouver sehri seçildi. Avustralya'dan Melbourne ise 2. oldu"
* * *
"Ben de varım, benim de var olduğuma inanın" özleminin açlığı, acaba Vacouver kenti ortamında kendine nasıl bir doyum olanağı buluyor; Mardin'in köylerinde, istanbul'un varoşlarında, Ankara'nın siyasal arenasında nasıl ve ne tür olanaklar buluyor?
* * *
Lafı kestirmeden noktalamaya doğru götürürsek; var olduğunu kendi mesleğinin bahçesinde yetiştirdiği çiçeklerle kanıtlama olanağından yoksun bulunanlar, genellikle açık veya gizli kaba kuvvet gösterilerine eğilimlidirler.
Türkiye'de sürekli pompalanan cengâverlik tutkusuna, biraz da o açılardan bakmakta hiç mi yarar yok acaba?
* * *
"Onlar-biz" ayrımının derinliklerinde de; ola ki değişik türden tatminsizliklerin, değişik türde maskelenmiş tırtılları oynaşmakta.
* * *
Ne var ki, bu tür konuları sondajlarken de, Şafak'ın güneş enerjisiyle çalışan oyuncağının duvarlarla tavana döne döne yansıyan renklerinde, Rıza Tevfik'in mısraları başlıyor görünmeye:
Bir hakikat var mı derken bir hayale döneriz;
Hayat budur benim için, hatta senin için de.
Eski istanbul'un, ağaçlıklı büyük bahçeler içindeki sayfiye köşklerinin balkonları... Ve o balkonlarda, akşam yemeğinden sonra kahvelerin içildiği yıldızlı yaz geceleri...
* * *
Bitip tükenmeyen göçlerin çarmıhına gerilmiş olan istanbul'da, balkon sefası alışkanlığından yoksun insanların; bin bir çaba sonucu ancak yerleşebildikleri bir apartman dairesinde, onun çokcası küçümen balkonlarına, sandık, sepet, süpürge, boş çuval yığarak, oraları bir ardiye gibi kullanmaya kalkmaları çok mu yadırgatıcı?
* * *
Dünyadaki 200 devlet arasında en çok resmi bayrama sahip Türkiye'de de; 80 yıllık bir sürede resmi bayram gösterilerine harcanan yüz milyonlarca, belki de milyarlarca dolar; "köylülük" sürecini aşma hedefli yatırımlara dönüşebilseydi, bugünkü toplumsal ve siyasal manzara da çok daha başka türlü olabilirdi.
* * *
Artık yıldızları çoktan kaybolmuş Göztepe gecelerinde, -doğduğum köşkün, dışarıdan bakılınca bir beton yükselmesine uğrayıp umacılaşmış görüntüsünün en üst katında- balkonda otururken; annemin usul bir sesle kendince söylediği şarkılar da geçiyor aklımdan, dedem Hasan Paşa'nın kehribar bir ağızlıkla Bafra sigarası içmesi de, babamın babaannemle Bergama anılarını konuşması da...
* * *
Derken kırmızı-yeşil ışıklarını yaka söndüre, yavaşça kayan bir yıldız gibi, bir uçak geçiyor gecenin karanlığa bürünmüş göklerinden...
Kayıp giden o minicik ışıkların içinde kim bilir kimler, nerelerden gelip nerelere gidiyorlar ve kim bilir bazıları neler konuşuyorlar?
* * *
Gökyüzünden geçip giden uçaklarda, kimlerin neler konuştuklarını kestirmek kolay değil.
Ama neleri hiç konuşmadıklarını bendeniz pekâlâ biliyorum.
Şimdiye dek TBMM'de, bütçe yasalarının neden birbirleriyle karşılaştırılıp, hep aynı bakanlıklara niçin o kadar küçük bir pay ayrılmış olduğunun hiç tartışılmadığı, kesinlikle konuşulmuyor.
* * *
Daha başka neler konuşulmuyor?
istanbul Boğazı'nın Asya yakasındaki Anadoluhisarı'nın Anadolufeneri'nin, Anadolukavağı'nın; Avrupa yakasındaki karşıtları olan Rumelihisarı'nın, Rumelifeneri'nin, Rumelikavağı'nın adlarının; içinde "Rum" sözcüğü var diye, şükür ki değiştirilmemiş olması da, hiç konuşulmuyor.
* * *
Ola ki, bol resmi bayram töreni meraklıları, hamasi bir dikilişle onların da adını değiştirir ve Anadoluhisarı'nın karşısına; Rumelihisarı adından daha çok, "Babadoluhisarı"nın yakışacağını benimseyebilirlerdi.
Bizler de o zaman:
- Babadoluhisarı'ndan, Babadolufeneri'ne, oradan da Babadolukavağı'na gittik, diye konuşurduk.
Böylece milliyetçiliğimiz daha da perçinlenmiş ve iyice babalanmış olurdu.
* * *
Geceleri Göztepe'deki balkondan geçip gittiğini gördüğümüz minicik ışıklı uçaklar ve onların içinde nelerin hiç mi konuşulmadığı...
* * *
Pazartesi günkü Milliyet'in manşeti üstüne de, eminim ki hiçbir fantazist değerlendirme yapılmadı.
Pazartesi günü Ömer Erbil'in haberi şöyle çıkarılmıştı manşete:
"Çeşme Müzesi'nin arkeolojik kazısında skandal - Kurtarırken yıkıyorlar - izmir'in Çeşme Kalemburnu yarımadasındaki antik ionia kentinde, başlarında arkeolog bulunmadan kazı yapan işçiler milattan önce 6. yüzyıla ait lahitleri parçaladı"
* * *
Çeşitli alanlarda, köylülük sürecinin aşılamamasından kökenlenen bir "kadir bilmezlik"in, bilinçsiz bir vandalizme dönüşmesi; Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bir imajla, uygarlık düzeyine nasıl ulaştırılabilirdi?
En çarpıcı yöntem, sanırım MÖ 600 yılına ait parçalanmış lahitlerin çevresinde bir suare düzenleyip, Viyana valsleriyle döne döne dans etmekti.
* * *
Hazırlanmakta olan sivil anayasa taslağı ve ağızlardan düşmeyen "demokrasi" sözcüğü; sanırız daha yıllarca iğneli karikatürlerle, ezber bozan fantazilerin de çeşitlenmesi için, gerekli bir olgunluğu nadaslayamayacak...
Uçaklarda da kimsenin aklına gelmeyecek, bu tür konularla sohbet koyulaştırmak...
* * *
Uçuyoruz uçmasına ama, hoşgörülerimizin boyu bir türlü yükselemiyor.
Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'ndeki başarısı milyonlarca yüreğin sevincini, 14'günlük olunca yusyuvarlaklaşan Ay'ın tüm denizlere yansıyan şavkındaki ihtişama dönüştürdü.
Ne güzel!
* * *
Bu yaygın sevinci paylaşan milyonlar; Fenerbahçe Spor Kulübü'nün lisanslı bir ürünü olarak, kapağı sarı-lacivert renklerden yazı ve figürlerle de süslenmiş olan, kare bir kutu içinde gerçekleştirilmiş "Tangram" bulmacalarıyla da aynı coşku deryası içinde ilgilenmeye kalksalar...
Ola ki Türkiye'nin aşırı yapay politik tatavaları da, çok daha tutarlı bir geometrinin içine doğru yönlenirdi.
* * *
"Yaratıcı zekâ oyunu" diye, ayrıca bir not da düşülmüş olan "Tangram" bulmacaları; 2 büyük eşdeğer üçgen, 2 küçük eşdeğer üçgen, 1 orta boy üçgen, 1 kare ve 1 de uzunca bir baklava biçimindeki 7 parça tahta geometrik şekilden oluşuyor.
* * *
"Tangram" bulmacalarının içindeki ufak albümde, tam 80 kare birbirinden değişik figür var; elleri yerde amuda kalkmış bir insan figürü, sırt üstü yatıp ayak ayak üstüne atmış bir başka insan figürü, bir tavşan figürü, bir balık figürü vs...
* * *
7 parça geometrik biçimlerdeki tahtayı, nasıl yan yana getirip birleştirmeli ki, albümdeki figürlerden her biri, aynen çıkabilsin ortaya?
Doğrusu hiç de kolay bir oyun değil!
Birbirini hiç mi hiç tutmayan politik tatavalara oranla, çok daha zor.
* * *
Ama daha da zor olanı, 10 yıl sonra Dünya'da ve Türkiye'de neler yaşanacağının yaşamsal "Tangram"ı...
* * *
Önceki sabah kapı çalındı.
Gelenler, çocuğum gibi sevdiğim vefalı insan Engin Aymete ile 9 yaşındaki oğlu Poyraz'dı.
Poyraz, bembeyaz giysileri, elindeki asası, başındaki şatafatlı sünnet şapkasıyla küçük bir prens gibiydi. Ertesi gün sünnet olacaktı.
* * *
Poyraz'ı, uluslararası bir turizm örgütlenmesinin hem yönlendiricisi, hem de uygulayıcısı olan annesi Verda Aymete'nin henüz karnındayken tanımıştık.
O tarihlerde bugünkü politikacılardan kimlerin nerelere çıkacağı, kimsenin hayalinden bile geçmiyordu.
Tabii Poyraz'ın, hangi tarihte ve hangi gün sünnet olacağı da...
* * *
"Tangram" bulmacalarıyla uğraşıp içinden çıkılamadığında; bulmacaları oluşturan figürler albümünün sonundaki "çözümler"e bakabiliyor ve bazen de elinle alnına vuruyordun:
- Ulan ne kafasızım, diye...
* * *
Geleceği hazırlayan "Puzzle"ların ise, ne çözüme sunulmuş somut figürleri vardı, ne de çözümleri.
Elinle:
- Ulan ne kafasızmışım, diye alna vurmak da; hiçbir işe yaramıyordu.
* * *
Geleceği hazırlayan bin bir değişik faktörün, sonunda nasıl biçimlenebileceğini -bir oranda- öngörebilmek ve öngörememek, yahut da öngörmek istememek...
* * *
2017 yılı, en beklenmedik sürprizleri acaba hangi ülkeler için hazırlıyor; Pakistan, Afganistan, iran, Irak için mi; yoksa ABD, AB ülkeleri, Kanada, Norveç, isviçre, Avustralya için mi?
Böyle bir soruya verilecek yanıtlar saklanıp, 10 yıl sonra ortaya çıkarıldığında; kim bilir ne eğlenceli bir matrakoloji filmi yansırdı TV ekranlarına.
* * *
Bu tür gündem dışı konularla, kahkaha atıp keyif çatmanın tekeli; Şakir Eczacıbaşı ile buluştuğumuzda, bizler gibi aynı kuşağın 50 yıllık dostlarına nasip olmaktaymış gibi görünüyor.
* * *
Perşembe günü Şakir'le buluştuğumuzda, "eski istanbul beyefendileriyle hanımefendileri" üstüne; sayısız anı, fıkra, mısralarla örülmüş ne değişik konçertolar çalınmadı ki aramızda...
* * *
Değişen teknolojilerle, akıl almaz bir hız kazanan "iletişim ve ulaşım" sonucu; eski kaliteli adacıklar da eriyip, sıradan birer uskumru sürüsüne dönüşüyordu.
Politik bir topoğrafyada, çağdaş bir demokrasi düzeni kurulamasa dahi; "demokratizasyon" diyebileceğimiz, kendiliğinden bir sıradanlaşma yaygınlaşıyor ve eski kalıplara uymayan yeni freskler beliriyordu ufuklarda.
* * *
Kozmos'un verileri ne kadar çok kullanılıyorsa; Kozmos da, o ölçüde kendi düzenini empoze ediyordu insanlığa...
Ve Kozmos'da ne politika vardı, ne kurnazlık, ne de demagoji...
* * *
Masa'nın üstünde "Tangram" bulmacaları; hayatın akışı içindeki 100 yıllık bir boyutta, kuşaklara nanik çeken bambaşka bir espriyi dalgalandırıyordu.
* * *
Fenerbahçe Spor Kulübü'nün, bulmacalı tahta oyuncaklar kutusundaki albümde; "Tangram nedir, nasıl oynanır" diye de bir açıklama vardı. Ola ki ilgilenenler bulunur diye, bazı bölümlerini aynen alalım.
* * *
"Tangram 7 parçadan meydana gelen bir bulmacadır. Tam olarak kim tarafından, hangi tarihte keşfedildiği bilinmemekle birlikte Çin'de icat edildiği kesindir. Bilinen en eski Tangram bulmaca kitabı 1813 yılına aittir. Ancak bu tarihten çok daha eski bir dönemde Çin'de kadın ve çocukların tangram oynadığı biliniyor.
...
Tangram bulmacaları 19. yüzyılda Avrupa ve Amerika'da büyük bir ilgiyle karşılandı. Ayrı dönemde Tangram hakkında birçok bulmaca kitabı yayımlandı. Tangram birçok matematiksel gelişmenin de yaşandığı bu dönemde bir eğlence aracı haline geldi."
* * *
21. yüzyılın tangramlarından ne kadarını, kimler çözebilecek ve kimler çözemeyecek?
Bütün bunların yanıtı, sünnet giysileri içinde küçük bir prense benzeyen Poyraz; kendi kuşağının 50 yıllık bir dostuyla sohbete de daldığında çıkacak ortaya...
Epey çapraşık da olsa, fena bir bulmaca da değil hani; okkanın altına gitmemek koşuluyla...
devletten işlediği suç için darbe yiyen ve suçunu kapatmak için bu yalanı ortaya atan hıyarzanların da kullandığı cümledir.''olum biz var ya biz neler yapmadık bu vatan için'' muhabbetlerinin başkahramanı bazen korsan, kaçakçı,çocuk pornosu taciri gibi götlek-ül tavanlardır.abi neler yaptınız diye arasıra yanlış sorular yöneltilirse kendilerine hiddetli hiddetli ''ne mi yaptık?ne mi yaptık?'' diye sorana çıkışırlar ,bir celallenirler ki sorma. ulan hem sen boş beleş tarlaya bir gecede dikecen gecekondunu,ee sonra yıkmaya gelince asacan türk bayrağını,vay efendim biz bu vatan için neler yapmadık,ben bu memleketin evladıyım, ölürüm,yalarım,ben ne ederim evsiz ibidi zibidi.. diye yakınıcan,var mı lan öyle üç kuruşa beş köfte?! ben keriz miyim? cebimde beş kuruş yokken geldiğim istanbul'da çalışıp arazimin üstüne tapulu evimi yaptırdım. alın teriyle açtığım dükkanımın vergisini her daim ödedim.ben bilmiyom mu naylon faturayı? bilmiyom mu vergi kaçırmayı? kolay yoldan mülk sahibi olmayı?üff neyse krize girdim yine.. kendi yaptıklarını görmeden uzan'a küfreder bu zat-ı şahanelere son iki çift veya tek lafım şudur ki:aynaya bakın, kendinize gelin,bir titreyin, silkelenin,akıllı olun, çıkarken de kapıyı kapatın hadi bakim..(çat)
bu vatan icin gozunu, ayagini, kolunu veren gazilerimize saygi gostermeyip onlara kamu kuruluslarinda yapamiyacaklari agir isler verdik.
(bkz: kan uykusu kinali turku)
Başbakan Tayyip Bey'in, yeni hükümetine onay almak için Çankaya'ya çıktığı saatlerde; bendeniz, Solmaz Kâmuran ile Beylerbeyi iskelesi'nin hemen yanında, sahibi Metin Oktay döneminde Galatasaray takımının futbolcularından da olan bir dostun "çayevi" önündeki, Boğaz'a doğru uzanmış masalarından sonuncusunda oturuyorduk.
* * *
Kimseyi kıskandırmak gibi olmasın ama, genişleyen kuraklıkla sel baskınlarına inat, masmavi bir Boğaz ve püfür püfür esen bir Boğaz rüzgârı...
Cam bardaklardaki demli çaylar bittikçe, yenileri geliyordu.
* * *
Nedense dilim, sonradan Münir Nurettin'in bestesiyle ünlenmiş olan "Bir tatlı huzur almaya geldik Kalamış'tan" şarkısının güftesindeki, Behçet Kemal'in bir mısraına takılmıştı:
istanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar...
Ah bir de taze birer simit olsaydı...
* * *
Ve tam o sırada, içi simitlerle dolu camekânlı arabasını ite ite giden bir simitçi görünmez mi...
- Hey simitçiii...
Simitçi duymuyordu.
Hemen ayağa kalktım:
- Hey simitçiii...
* * *
Simitçi öne doğru eğilmiş arabasını itiyordu. Kavruk esmer yüzü, kırışık değilse de, sirkeyle ıslatılıp sıkılmış bir elbezi gibi buruşuktu.
- Hey simitçiii...
* * *
Nihayet simitçi çağrıldığını duydu ve geldi yanımıza.
O sırada Başbakan Tayyip Bey, kim bilir neler konuşuyordu 1 günlük Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'le ve daha kim bilir kimler neler konuşuyorlardı Ankara'da?
* * *
Simitçiye:
- Yüzün neden o kadar sıkıntılı, daldırmış ne düşünüyordun öyle, yoksa âşık mısın, dedim.
Simitçi:
- Aşk meşk hepsi bitti; ne hanım var ne bir şey; yapayalnız bir perişanlığın içinde kaldık, dedi.
* * *
O sırada militer dostlar, Beylerbeyi'ndeki bir simitçinin neden perişanlık içinde kaldığını düşünmüyorlardı.
Yine tıpkı, yerde dizlerinin üstünde kimonosuyla oturan, saçlarının topuzu tığlarla tutturulmuş bir Japon kadınının; sağ elindeki bir çift çubukla önündeki pilavı yemesinin de, "Atatürk ilke ve inkılaplarına" uygun olup olmadığını düşünmedikleri gibi.
* * *
Simitçi çektiği çileyi anlatıyordu:
- Kardeşimi evlendirdim; 6 milyar para harcadım; varım yoğum her şeyim bitti; elmaları da kuraklık vurdu, o eski haller yok, piyasası kalmadı. Bütün umudum şimdi pancarda...
* * *
Simitçi, Sivaslıydı. Sivas'ta elma bahçeleriyle pancar tarlaları vardı. Ama artık elinde avucunda pek bir şey kalmamıştı. Simitçilikle geçinmeye çalışıyordu.
* * *
iskelenin önündeki büyük çınarın altında genç bir kızla, şöyle irice bir delikanlı neredeyse sarmaş dolaş olmuşlardı; kimse umurlarında değildi.
Solmaz'a takılıyordum:
- Şimdi biri gidip de, şu âşıklara, "yeni hükümette sizce kimler ilk kez bakan olacak" diye sorsa, ne derler?
Solmaz:
- Git işine yahu deli misin sen, derler; diyordu.
* * *
"Çayevi" sahibi dostumuzun, yine hemen oracıkta bir balık lokantası da vardı ve bir bira servisi için dahi ruhsatı yoktu.
* * *
Serbest piyasa ekonomisinden yana olduğunu söyleyen Başbakan Tayyip Bey iktidarı açısından; içkili balık lokantaları yanında, içki ruhsatı alamayan balık lokantaları arasında, büyük bir eşitsizlik ve haksızlık yaratılmıyor muydu?
içkili balık lokantalarına gidebilenlerin cüzdanlarıyla, gidemeyenlerin cüzdanları arasında da mevcut olan uçurumların, Başbakan Tayyip Bey'e sunduğu seçim armağanı, pörsütülmemeliydi.
* * *
Cumhuriyetçiler döneminin "milliyetçilik" ilkesi "yönetenler"le, "yönetilenler"i; "yoksul"larla, "zengin görünenler"i aynı torbanın içine koyarak, sınıf bilincinin hem netleşmesini, hem de politikaya yansımasını iğdiş etmişti.
Ve böylesi oligarşik garip bir despotizm de, "halkçılık" ilkesiyle sütrelenmek istenmişti.
* * *
"Milliyetçilik" ilkesiyle "halkçılık" ilkesinin, birbiriyle yan yana kelepçelenmesi, ister istemez bir "kavramlar" curcunası yaratmıştı.
* * *
"Halkçılık", aristokratik bir egemenliğe karşı, Fransız Devrimi'yle ortaya çıkmış bir kavramdı.
Türkiye'de "halkçılık"tan yana olmak, hangi egemenliğe karşı olmaktı?
Hele hele ülkede, "milli gelir" dağılımındaki dengesizlikleri, su yüzüne çıkarmak da; "Allahsız komünizm" suçlaması içine alınmışsa?
* * *
Beylerbeyi iskelesi'nin dibinden türbanlı, şık siyah tayyörlü, gencecik bir kız geçiyordu.
Etekler topukların epey üstünde, diz kapaklarının azıcık aşağısındaydı.
* * *
Türkiye'deki kutuplaşmalar, gitgide artarak öfkeli bir çalkantıya dönüşecek miydi, dönüşmeyecek miydi?
ABD ve AB medyası, Stockholm'la hiç ilgilenmediği halde, boşuna dikmiyordu gözlerini Ankara'nın üstüne.
* * *
Hanımların göğüs çatalındaki aşırı olmayan durum, çağdaşlık; türban da imaj bozan bir çağdışılık olduğunda; acaba Japonya'nın teknoloji ve ekonomideki süper düzeyine nasıl bir merdivenle erişilecekti?
* * *
Ne Sivaslı simitçiyle konuştuk bunları, ne oturduğumuz masaların sahibi Galatasaraylı eski futbolcu dostla, ne de yanımıza gelmiş sıcacık yürekli edebiyat öğretmeniyle.
* * *
Oralarda rastladığımız bol uzun tüylü simsiyah güzel mi güzel bir kedi de, Otello'yu anımsattı bana...
* * *
Dilime takılmış olan mısra ise, sürdürüyordu çengellenmişliğini:
istanbul'u sevmezse gönül, aşkı ne anlar...
* * *
Eve dönerken değiştirdim o mısraı:
Kavramları netleştiremezse Ankara, demokrasiyi nasıl anlar...
Bugün de gerek gazete haberleri, gerek TV kanallarında ajans saatleri; yeni kurulan hükümetteki eski ve yeni bakanlar üstünde odaklanmış olacak.
Doğal olarak yorumlar, öngörüler, analizler de öyle...
* * *
Politikanın vitrinleri; her zaman geriye iter yönetilen toplumu ve toplumun içindeki ailelerle insancıkların, çeşitli karelerin içine sıkışmış olan fotoğraflarını...
Gazetecilik, ister istemez güncelin ve yönetici kadroların "lafazanlık" gösterileri peşindedir.
"Yazı"yı bir sanat kanaviçesine dönüştürme çabasındaki kalem uğraşları ise, çok değişik perspektiflerden iNSAN'a mıknatıslanmışlardır.
* * *
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, ak sakallı babası Ahmet Hamdi Gül ile gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı annesi Adeviye Gül'ün gerek TV ekranlarında, gerek gazetelerin ilk sayfalarında fotoğraflarını gördüğümde...
Tuhaf ışıklar yandı hem beynimin, hem gönlümün içinde.
* * *
Çocukluğumun istanbul dükalığı ile Cumhuriyet Ankara'sının hiç mi hiç umursamaması yüzünden; sanki gizli bir iç sömürgeymiş izlenimini yaratan sessiz sedasız taşra dünyasından bir aile de, nihayet oğullarının cumhurbaşkanı olması sayesinde, kendilerinin de var olduğunu kanıtlayıvermişlerdi.
* * *
Şimdiye dek başta cumhurbaşkanları, üst düzey makam sahiplerinin çocukluklarını da kucaklayan aile fotoğraflarıyla pek karşılaştığımız olmamıştı.
10 cumhurbaşkanından hangisinin, çocukluk dönemlerini de kapsayan bir aile fotoğrafı yansımıştı ki kamuoyuna?
Buna başbakanlar da dahildi, genelkurmay başkanları da...
* * *
Sanki bir yığın "muhterem zevat", gökyüzünden zembille inmişti bulunduğu makama.
Ayrıca yönetilen sessizliğe itilmiş yığınların durumlarını şiirlerle, yazılarla, öykülerle, romanlarla, resimlerle, müziklerle su yüzüne çıkarmaya kalkmak da, "sınıfı sınıfa düşman etme" gerekçesine dayalı, ağır bir suçtu.
Ve bendeniz, ilk kez bir Cumhurbaşkanı'nın, ak sakallı babasıyla, gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı annesini görüyordum ekranlarda ve gazetelerde.
Beynimin ve gönlümün içinde tuhaf ışıkların yanması doğaldı.
Hiç değilse en sonunda görebilmiştim böyle bir fotoğrafı.
* * *
Vaktiyle yönetilen ezilmiş yığınların, ekonomik tablolarda ortaya akrep kuyruğu gibi çıkan çaresizliğini dillendirmek, "Allahsız bir komünist" olmaktı.
* * *
Şimdiyse ne olmuşsa olmuş, aynı yığınlar; siyasal bir egemenliğe doğru uzandıklarında, "laiklik düşmanı" olmakla suçlanmaya başlamıştı.
* * *
Laiklik de bir garip laiklikti.
Ne Yahudi, ne Gregoryan, ne de Ortodoks bir vatandaş; Hazine'den geçinmeli bir bürokrat olabiliyordu.
Üstelik bir ırkçılık koşullanmasıyla, eski Osmanlı azınlıklarının küçümsenip horlanması da çok yaygındı...
işte birkaç örnek:
Tatar Tatar, iki gider bir kıç atar.
Arnavuti zoti...
Korkak Yahudi...
Kuyruklu Kürt...
Ermeni tohumu...
Ne Şam'ın şekeri, ne Arap'ın yüzü...
* * *
Şükrü Saracoğlu'nun başbakanlığı döneminde, azınlıkların üstüne çeki taşı gibi bindirilen "varlık vergisi" ile, vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale'de taş kırmaya gönderilmesi; pek mi bağdaşıyordu Cumhuriyet'in "laiklik" ilkesiyle?
Ne çare ki, bu tür uygulamalarla; mikrofonlardan fışkıran "çağdaş bir hukuk devleti" olma övünmelerini karşılaştırmaya kalkmak da, "vatana ihanet" sayılmaktaydı.
* * *
"Yargısız idam" anlamına gelen "yerinde infaz" ne demekti?
"Düşman" tanımlanmasıyla, "suçlu vatandaş" tanımlaması arasındaki hukuksal fark neydi?
* * *
Bu tür konuları kurcaladığınızda, başınıza gelenleri en yakınlarınız bile yadırgamıyor:
- O da çok ileri gitti, diyorlardı.
* * *
Zaman zaman hâlâ daha özlediğim Turhan Güneş:
- Bizde, derdi; bir "ileri gelenler" vardır, onlar itibarlı kişilerdir; bir de "ileri gidenler", onlar da cezalandırılacak kişiler...
* * *
Bu arada, ezilmiş yığınların yan bilincinde tomurcuklanmış olan şu deyimlere de bir bakın:
Etliye sütlüye karışma...
Suya sabuna dokunma...
Hem nalına, hem mıhına...
Ne şiş yansın, ne kebap...
Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık...
Ne yerde gez basıl, ne gökte gez asıl...
Düşenin dostu olmaz, hele bir yol düş de gör...
* * *
Bütün bu şeffaflıktan uzak, bir garip oligarşik yapılanmayla, varıla varıla nereye varıldı?
Birleşmiş Milletler insani Kalkınma Endeksi'ne göre; Danimarka ile Finlandiya'nın 96 basamak altına düşmeye...
1 ton buğday için 1000 ton su harcamaya...
Nüfusu istanbul'unki kadar olan Hollanda'nın, tarım kesiminde çalışan 600 bin kişisiyle; tarım kesiminde 6 milyon kişinin çalıştığı Türkiye'yi, tarım ihracatında 7 kat geçmesine...
* * *
Politika üstüne yorumlar, öngörüler, uyarılar; hepsi tamam da...
Bütçenin, bakanlıklar arasındaki dengesiz mi dengesiz olan dağılımı, neden gündemlere hiç gelmiyor ki acaba?
Çok ileri gitmemek için mi?
* * *
Şeffaflık ve evrensel kavramları, evrensel tanımlamaları içinde değerlendirmek; bir türlü "gelişmiş"lik düzeyine terfi edemeyen Türkiye'yi, çok daha çabuk bindirir "çağdaşlık" asansörüne ve "kışla" parfümlü siyasetle, "cami" parfümlü siyaset arasındaki kutuplaşmalar da eriyiverir.
* * *
Nedense bendenizin hoşuna gider, kimsenin kulak asmayacağı konulara kepçe uzatmak...
Neyse, nihayet ak sakallı bir baba ile gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı bir annenin de; çocukları cumhurbaşkanı olunca, duydukları mutluluğa tanık olabildim sonunda...
Eh bu kadarı da yeter bendenize...