Nişantaşı kafeteryalarında, kapıdan giren alışık müşterilerden bazı genç hanımlarla genç beyler; değişik bir fanus içinde, "dünyada benden başka kimse yok" görüntüleri yayan özel bir portre çiziyorlar.
* * *
Saçlardan, bazen sakallardan, bakışlara ve adım atışlarla oturuşlara kadar sinmiş; bir "kişilik" iddiasının, canlı kartvizitleri gibiler...
* * *
Vaktiyle Vâlâ Nurettin bayılırdı o tiplere.
O dönemlerin Beyoğlu'nda, "bob-stil"lik modası vardı.
Hafif kambur yürüyüş, aşık kemiklerini gösteren dar paçalı pantolon, 3 düğmeli ceket ve küçük düğümlü bir kravat...
"Dünyada benden başka kimse yok" diyen takım.
* * *
Aradan geçen 60'ı aşkın yıl içinde, "artık çok şey değişti çok" saptamalarıyla iddialarının arkasında; "nelerin hiç değişmemiş olduğu" da, göz kırpar durur meraklılarına.
* * *
1- TBMM'deki bütçe tartışmaları sırasında çıkan çatışmalarda, "bütçe yasa tasarısına hiç değinilmemesi" geleneği, 1908'den bu yana bir türlü değişmedi.
* * *
2- Gerek siyasal cinayet, gerek vurgun, gerek yolsuzluk konularındaki "Hazine'den geçinmeliler"le de örgülenmiş gizli çeteleşmeler, yine bir türlü değişmedi.
* * *
Acaba TBMM'deki bütçe tartışmaları sırasında; bütçenin bakanlıklar arasında nasıl bölüşüldüğüyle, nerelere nasıl harcanacağının hiç kurcalanmaması ve çok daha sağlıklı bir bütçenin nasıl yapılması gerektiğine dair hiçbir örnek verilmemesi; gizli çetelerin sürüp gitmesine de vantilatörlük mü ediyor?
* * *
Şimdi gelelim 1652 yılında Osmanlı döneminin ilk bütçesini yapan Sadrazam Torhoncu Ahmet Paşa'ya...
Osmanlı tahtında, o tarihte 10 yaşında olan IV. Mehmet, yani Avcı Mehmet oturuyordu.
60 yaşındaki Torhoncu Ahmet Paşa, sadrazamlığa atanınca; baş uğraşı, devletin gelirleriyle giderlerini düzenleyen ilk bütçeyi yapmak oldu.
* * *
Böyle bir bütçe düzenlemesi, 10 yaşındaki padişahın annesi Turhan Sultan'ı küplere bindirdi.
9 aylık Sadrazam Torhoncu Ahmet Paşa saraya davet edilip elinden sadaret mührü alındı ve cellatlara teslim edilerek boğdurtuldu.
* * *
Dünkü gazetelerde de sürü sepet "resmi çete" haberleri manşetlerdeydi.
Milliyet'in manşeti:
"Malatya davasında soru işaretleri artıyor
Katliamda 'derin' iz"
* * *
Star'ın manşeti:
"Soru hattı fişlemesi
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını inşa eden şirketler hattın geçtiği bölgede yaşayanları fişlemiş"
* * *
Radikal'in manşeti:
"Sivil havacılık kimlere emanet
Sivil Havacılık Müdürü, düşen uçağın sahibi World Focus'un otel parasını vermesini normal buldu. Çok şirketin toplantısına katıldım"
* * *
Taraf'ta bütçe tartışmalarıyla ilgili bir haber başlığı:
"Beş trilyonluk arsa kavgası"
* * *
Vaktiyle Vâlâ Nurettin'in bir başka saptaması da, dış politikada bir değişiklik olup olmadığının, yine Beyoğlu'ndan anlaşıldığıydı.
Fransa'nın etkisi artmışsa, Fransızca konuşanlar çoğalırdı; Almanya'nın etkisi artmışsa, Almanca konuşanlar; ABD'nin etkisi artmışsa ingilizce konuşanlar...
* * *
Nişantaşı kafeteryalarının özel tipleri; ne rakamları süzgeçten geçirilmeyen ve değişik modellerde sunulmayan bütçe tartışmalarıyla ilgilidirler; ne de resmi profilleri belirginleşen çetelerle.
Sadece bazılarının yüksek sesle ingilizce konuştuğu da duyulur.
* * *
Çok şey değişse de, Hazine'den geçinmeli makam sahiplerinin "devlet" sayıldığı oligarşik bir yapılanmanın iskeletinde; hiç değişmeyen bir şeyler varmış gibi hep...
Gerçi zaman zaman "takke düştü kel göründü" gibi oluyorsa da...
Ve insan, "böyle başa böyle tıraş" diye düşünüyorsa da...
* * *
Biz, -vaz geçtik çağları değiştirmeyi-, yaşadığımız çağlarla özdeş olamamışsak bile, yine de enseyi karartmayalım.
"Uzay çağı", küreselleşmeyi hızlandırarak tüm eski yapılanmaları değiştirirken, ıskalamayacaktır Küçük Asya'yı da...
* * *
Tüm sorun "statüko"ya demir atmışların, kıpırdamamakta inatlaşması.
"Uzay çağı" meltemleri, değişmemekte inatlaşanları da savurtmak için, kasırgalaşabilir çünkü...
"Ucube" de denilebilecek türden acayip koskocaman bir yapı.
Yapının yarısını çok aşan bir bölümü, "enkaz" sayılabilecek türde iyice dökülüyor ve kırık dökük pencerelerinden güneşsiz kapkara bir gök görünüyor.
* * *
Bir bölümü; çatlak duvarları, rizesinden çıkmış kapılarıyla, iyi kötü biraz daha oturulabilecek durumda.
Onun da çatlak pencerelerinden sadece bulutlu bir gök ve arada sırada açarmış gibi olan bir güneş görünüyor.
* * *
Küçük bir bölümü ise; iyice düzgün, bakımlı, dayalı döşeli ve onun da balkonlarından sadece masmavi bir gökyüzü ile parlak mı parlak bir güneş görünüyor.
* * *
O "ucube" yapının içinde oturanların tümü, yapının sahipliğinde ortak.
Ortak ama, dayalı döşeli bölümde oturan yönetici, hiç iplemiyor o ortaklığı.
Ve kazara birileri; pencerelerinden sadece kapkara bir gök görünen enkaz içinde oturanlardan söz etmeye kalkarlarsa, dünyayı dar ediyor onlara...
* * *
O "ucube" yapının toplam durumuyla, içinde çekilenleri atlatmaya çalışmak mı; yoksa sadece küçük bir bölümünün balkonlarından görünen masmavi gökyüzüyle, parlak güneşten söz etmekle yetinmek mi?
* * *
Kendi uğraş alanına layık olabilme kaygısı; "durup dururken başını belaya sokmamak" ve hatta "aferin" almak sigortasıyla çatışınca...
* * *
"Çok ileri gitti salaklığına doymasın" saptamaları ve umursamazlığı da bunlara eklenince...
* * *
ister istemez Tevfik Fikret'in mısraları dökülmeye başlar ağzından:
Zulmün topu var, güllesi var, kal'ası varsa;
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.
Göz yumma güneşten, ne kadar nuru kararsa
Sönmez ebedi; her gecenin gündüzü vardır.
* * *
Yazarlar Sendikası Başkanı şair Enver Ercan'ın yüreği, haset kıskaçlarının arasına sıkışmayacak bir iNSAN yüreği...
Bizim ömür takviminin yaprakları, 81'inci yaşın koşusunu da hızla bitirmeye doğru azalırken...
istanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan'ın da el vermesiyle bir dost toplantısı düzenlenmiş.
* * *
Adalet Ağaoğlu, Nedret Güvenç, Ali Poyrazoğlu, Ahmet Ümit, Coşkun Aral, Nebil Özgentürk ve sanatsal titreşimlerin dostlarıyla buluşuvermek...
* * *
Adalet'in tatlı anlatımlarıyla, yarım yüz yılı aşkın bir zamanın yeniden içinde uçmak; "Çemberler" piyesinin sahnelendiği yıllar...
* * *
Nedret'in esprili bir dantel örer gibi, "Mor Defter"in rol dağıtımındaki kulis dedikodularını şenlendirmesi...
* * *
Ali Poyrazoğlu'nun, "tiyatro değerlendirmesi"ndeki sağlam baskülü ve "Islıkçı"ya doğru açılan pergeli...
* * *
"Telefon Kimin için Çalıyor" da girince anlatımlara...
Ahmet Ümit de, "Rıza Bey'in Polisiye Öyküleri"ne kadar ışıklarını uzatınca ve içinde müstehcenlikten toplatılmışının da bulunduğu romanlara kadar sevecen bir kucaklama çıkınca ortaya...
* * *
Gözlerimin önüne 15 kişiyle kaldırdığımız Naci Sadullah'ın cenazesi geldi; son günleri Düşkünler Yurdu'nda eriyip gitmiş olan Sadi Tek; sessiz sedasız hayattan kopuveren Neriman Hikmet, Suat Derviş...
* * *
Gökdelenler ile gecekondular, davul zurna ile senfoni orkestraları, sık sık yolları kapanan köyler ile tatil kentleri ve başörtüsü ile bikini arasında; bir kalemle bir kâğıda layık olabilme tutkusunun, -karizman yeterli olmasa bile- özeninin yetmesi çabaları...
* * *
80'in de aşıldığı bir "son fasıl" da, dostlardan gelen bir zarafet ve gönül öpücüğü...
Gencecik yaşlarda bileklerimize vurulmuş kelepçelerin, bir ödüle dönüşmesi ve bir bataklıkta "yazı" emekçiliği balesine atılan dostluk karanfilleri.
* * *
Mardin ve Aydın kentleri benzeri, topraklarında binlerce yıllık bir geçmişi saklayan birikimlere omuz silkerek; kaleme kâğıda, kamera vizörüne, ramp ışıklarına burun kıvırmak ve ziyan zebil etmek topsuz tüfeksiz oyuncaklarına bir ömrü armağan etmiş olanları...
* * *
Neden?
"Ucube" bir yapının tümüne dikkati çekmek ve yaşanan çağın yaratıcı zemberekleriyle de buluşmak istedikler için...
* * *
"Ucube" yapının garip yöneticileri sadece kendilerine görünen masmavi bir gökle, parıltılı bir güneşten söz edilmesini isterlerdi.
"Varlıklı" olmasalar da, "var olma"yı yeğlemişleri, öfkeyle ezip yok etmeye çalışırlardı.
Ola ki onların da yerleri, küçük kara taşlar üstüne adlarının beyaz harflerle yazıldığı bir "Lanetliler Bahçesi"dir.
* * *
Bir de kocaman bir pasta vardı, üstünde bol bol mumun yandığı...
Bir nefeste değilse de, dostların da yardımıyla birkaç nefeste söndürdük mumları.
* * *
Sanıyorum şimdiye dek yaratılmaya çalışılmış aydınlıklar, yetiyordu bizlere ve onları tümden söndürmeye de kimsenin nefesi pek yetmiyordu.
Ülkeler arası her futbol karşılaşmasında galibiyet kazandığımız zaman olduğu gibi; Karakartallar'ın, Marsilya'yı yenmiş olması da, dünkü gazetelerin sürmanşetlerinde bayraklaştı.
* * *
Her ne kadar kendi konservemiz içinde, -özellikle de kaba kuvvetimizle- bol bol övünüp durma tiryakiliğine tutulmuş olsak da; yan bilincimizde yüz yıllardır süre gelen bir "beceriksizlik kördüğümü"yle, "evrensel bir başarı" açlığı var.
Hiç değilse maç galibiyetleri; böylesi bir açlıkla tatminsizliği, azıcık emziriyor.
* * *
Karakartallar, şimdi Porto ile karşılaşacak.
Porto deyince tüm dünyanın aklına Porto şarabı gelir. Portekiz'in kendine özgü ünlü şarabına "Porto" damgasının vurulmuş olmasının nedeni de; kürekli-yelkenli tekneler döneminden bu yana, şarabın Porto limanından ihraç edilmesi, özellikle de ingiltere'ye.
* * *
Porto'daki 7 bin litrelik dev fıçıların da bulunduğu kavlardan bazılarında; Porto şarabının kısacık tarihsel bir belgeselini de izleyebilirsiniz, masalardan birinin üstündeki bir TV ekranında.
* * *
içinde tonlarca şarabın bulunduğu o dev fıçılara bakarken; aklıma bir insanın bir ömürlük çişiyle öyle bir fıçıyı doldurup dolduramayacağı gelmişti.
Ve böyle bir soruyu yanımdaki dostlarla da paylaşmıştım.
Kimse hiç düşünmemişti böyle bir konuyu.
* * *
1755'de 9 şiddetindeki Lizbon depremi, kenti pesperişan edince; Kilise, Tanrı'nın günahkârları cezalandırdığını iddia ederek, önüne geleni suçlamaya başlamıştı.
Vatikan'ın yaygınlaşan suçlamalarına karşı, Voltaire de karşı çıkarak:
- Tanrı'yı da, insan yaratmıştır, demişti.
18. yüzyıldaki "Aydınlanma Çağı"na, bir bakıma katkısı olmuştu Lizbon depreminin de...
* * *
"Halkın hassasiyeti" diye de adlandırılan, her çağdaki değişik koşullanmalara bir tutam "kuşku" tohumu serpmek, hiç de kolay olmuyor.
Neden kolay olmuyor?
Sorun da burada.
* * *
2470 yıl önce yaşamış olan Sokrates'in, bir çeşit halk mahkemesi tarafından neden ölüme mahkûm edildiği incelendiğinde...
Sokrates, düşüncelerini yazıya dahi dökmemişti. Sadece çevresine toplanan gençler ve tanıdıklarıyla konuşur; o dönemde mevcut "inançların", bir "bilgi ve gerçek" sanılmasındaki tutarsızlıklarla dalga geçerdi.
Kendisinin:
- Tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir.
Demesi de, kendisini de sarmalamış olması gereken "halkın hassasiyeti"ni; "tek doğru bilgi" olarak değerlendirmekteki sakatlığı göstermek içindi.
* * *
Karakartallar'ın Porto ile yapacağı maçın çağrışımıyla, önce Porto şarabına uzanma; Porto şarabından da Lizbon depremine ve Voltaire'e, oradan da Sokrates'e doğru kayma...
* * *
"Laf lafı açar" derler, konular da konuları açıyor.
Acaba belirli ezberleri tekrarlayıp duran buzlanmış beyinlerin "doğru" diye inandıklarına karşı çıkmış, "non-konformist" beyin ve kalemlerden; acaba daha kimler yok edildi, bazen ortak bir galeyan, bazen mahkeme kararlarıyla?
* * *
Başka bir sorun da "hukuk"un böyle bir cezalandırmaya ne ölçüde olanak sağladığı, yahut sağlamadığı.
* * *
Ne var ki "hukuk"un önce bir tanımlamasını yapmak gerekiyor.
Nedir hukuk?
Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, Yargıtay Başkanıyken; lütfedip bir sohbet için bendenizi Yargıtay'da bir konuşma yapmaya davet etmişti. Bendeniz de orada, "hukuk"un tanımlamasını şöyle yapmaya çalışmıştım:
- Hukuk, iNSANLIĞIN ortak huzurunu güvence altına almaya dönük, evrensel ilkeler matematiğidir.
* * *
Hukukun evrensel kuralları gerek insan Hakları Bildirgesi'nde, gerek Birleşmiş Milletler'de, gerek Avrupa Konseyi insan Hakları Mahkemesi'nde yeni yeni kristalize olmakta.
Yerel yasalar ve uygulamalar bunlara ters düştüğünde; sorunlar o merkezlere taşınmakta.
Hukuk fakülteleri de, geniş bir yelpaze içinde hukukun evrensel kurallarıyla ilkelerini inceleyip değerlendirmekte.
* * *
"Adalet"e gelince...
"Adalet"in de simgesi bir terazi; kefelerinden birine, mevcut yasalara göre ağırlık konan bir terazi.
* * *
Mevcut yasalar da, parlamentolarda yapıldığına göre; işin içine yine politika girmekte.
* * *
O zaman Sokrates'e benzer, çoğunluğun koşullanmalarına ters düşmüş "non-konformist" bir düşünce, yahut yazı adamını suçlamak; yargının terazisinde yerini bulsa bile, "hukuk"un evrensel kural ve ilkeleriyle ne kadar bağdaşmakta?
* * *
Çünkü "iNSANLIĞIN ortak huzurunu güvence altında tutmaya dönük" olmak; aynı zamanda insanlığı çelişkilerden çelişkilere düşürerek çalkantılar ve sürekli huzursuzluklar yaratan, "bol bol böbürlenmeler" benzeri koşullanmalardan da kurtaracak "değişimler"i de, güvence altında tutmak demek...
* * *
Sokrates'in, gençleri yozlaştırdığı iddiasıyla, ölümüne karar verilmesi, sonra da dostlarıyla görüşmesine karışılmayarak onların yanında bir odada baldıran zehri içip ölmesi...
* * *
Dileyelim de, Karakartallar yine bir galibiyet kazansınlar Porto önünde ve yer gök inlesin Türkiye'de...
Bağdat Caddesi, yeni bir yılı daha karşılamaya hazırlanmanın süslü ışıklarıyla donanmış durumda.
Bitlis'in "Yelipis" köyünde durum nasıl bilmiyorum.
* * *
Bu konuda boş atıp dolu tutma hünerbazlığının, alkışları yükseltecek bir cümlesini de kurabiliriz:
- Önemli olan şenlikli caddeler değil, yeter ki vatandaşların gönülleri şen olsun!
Bu kadarı yeter de artar bile Yelipis köyündeki vatandaşlara.
* * *
Önceki gün öğleden sonra, üstlendiği bir dava için 2 günlüğüne istanbul'a gelmiş olan avukat dostum Taner Aktop'la eğlenceli saatler geçirdik.
Ne Annapolis'de 40'a yakın devlet borazancısının toplandığı Ortadoğu Konferansı'ndan söz açtık; ne o sırada gerek Filistin'de, gerek Irak'ta birbirini öldürüp duran Araplardan.
* * *
Herhalde Araplar, başlarındaki borazancıların "yönetim saltanatı"na çimento olabilmek için, seviyorlardı birbirlerini öldürmeyi.
* * *
Şeyda Canepa'nın Dubai'den verdiği bir habere göre, Arap dünyasının toplam nüfusu 350 milyonmuş.
Bir yılda Arapçaya çevrilen toplam yabancı kitap sayısı da 400'müş.
Herhangi bir Avrupa ülkesinde ise bir yılda, 150-200 bin arasında yabancı kitap çevriliyormuş konuşulan dile; örneğin ingilizceye, Fransızcaya...
* * *
Şeyda Canepa'nın haberine göre, 1 yılda ispanyolcaya çevrilen yabancı kitap sayısına; 350 milyonluk Arap dünyasının, yılda Arapçaya çevrilen kitap sayısıyla varılabilmesi için, tam 1000 yıla gerek varmış.
Zavallı Arapçıklar, borazancıbaşılarının saltanat kavgaları uğruna birbirlerini öldürmesinler de, ne yapsınlar?
* * *
Taner yine fıkralar anlatıyordu.
Bir fabrikada sabahtan akşama patronun denetiminde çalışan 3 işçi, patronun öğleden sonra erken çıkışından yararlanarak, tüymüşler işyerinden.
Bir tanesi kahveye gitmiş, öteki amcasının yanına, üçüncüsü de eve.
Ama eve giden, bir de bakmış ki fabrikanın patronu kendi evinde karısıyla...
* * *
Ertesi gün işyerinde buluşan 3 kafadar, bir gün önce erken tüydüklerinde ne yaptıklarını anlatırlarken, 3'üncüsü:
- Hiç sormayın, demiş; az daha ben yakalanıyordum patrona...
* * *
Taner'le bazen, boş atıp dolu tutma hünerbazlığının taktiklerinden de konuşuruz.
Şark'taki taktiklerin en geçerlisi, "bölgeler arasındaki ekonomik dengesizlikler" benzeri, toplumsal hastalıklardan söz etmeyi yasaklamaktır. Hastalığa parmak basmaya kalkanlar, "hain" sayılırlar ve idam dahi edilebilirler.
* * *
Hastalıktan söz etmek yasaklanınca, hastalık yokmuş gibi görünür.
Sonra da yığınların yiğitliğini öven içi boş tatavalarla, koltuklara kurulur sürdürsün saltanatlı yaşamını.
Yani efendim boş atıp, dolu tutarak.
Varsın o sırada hastalıklar yaygınlaşıp derinleşedursun.
* * *
Taner'den akşamüstü ayrıldıktan sonra, zamanı unutarak geçmiş saatlerin tadıyla ajans haberlerini izlerken...
Birbirlerini öldürmeye çalışan gencecik insanların görüntüleri; sonra da Annapolis'de toplanmış borazancıbaşıların görüntüleri ve ayrıca "kahve dövücülerinin hık deyicileri", yüzümü buruşturdu.
Bütün bunlar nereye varmak içindi?
* * *
Saat 21'de kız kardeşim Dr. Gülderen Alpagut geldi; hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Eşi Dr. Ercan Alpagut, evde ayağı koltuğun kıyısına takılınca, yere kolunun üstüne düşmüş ve kırmıştı kolunu, başı da bir hayli zedelenmişti.
O saatte evde çaresiz kalmıştı Gülderen.
* * *
Evde geceleri bazen çaresiz kalan yaşlı insanlar...
Neyse ki kızım Zeynep Bakan, torunum Tuğçe ile imdada yetişti ve enişteyi; vaktiyle iç hastalıkları kliniğinin şefliğini yaptığı Göztepe SSK Hastanesi'ne götürdüler.
Röntgenler çekildi ve gece yarısına dek verilen bir uğraşla kol ve göğüs alçı içine alındı.
* * *
Bireysel yaşamcıklar kimleri ilgilendirir ki...
Olsa olsa onların dünyalarına, yazı adamları yönlendirirler "insan varlığını" aydınlatan projektörlerini.
* * *
Dünkü Radikal'in manşeti ise, boş atıp dolu tutma hünerbazlarının; onca hamaset, nutuk, babalanmayla yarata yarata yaratabildiği toplumsal bir tabloyu vitrine çıkarıyordu:
"Türkiye, BM'nin insani Geliştirme Raporu'nda 84. sırada"ydı.
* * *
Dünkü Milliyet de, iç sayfalarında istanbul trafiği ile ilgili bir haberi büyütmüştü:
"Trafik 45 dakika durunca 2 milyar dolar uçuyor"du.
* * *
Yine de enseyi karartmayalım.
Yakın zamanlara dek, toplumsal hastalıklardan söz etmek "ihanet" sayılıyor ve kalemlerle ağızlar mühürlenince de, hastalık yokmuş gibi görünüyordu.
* * *
Lodos, poyraza döndükten sonra; hastalıklardan da söz etme özgürleşmeye başladı.
Yetmez mi?
Şu ağız dalaşları, tatavalar, ille de başa geçme kavgaları bitmez mi?
* * *
Biter biter, hele geçsin bir 25 yıl daha...
Gündeme bağdaş kurmuş, yahut hiçbir zaman gündeme gelme olanağı bulamamış sorunları didikleyip durmanın; ayıklaya ayıklaya kabak çekirdeği yemekten bir farkı var mı?
* * *
Şu sırada bendenizin sorunu, ikide birde buğulanan gözlük camlarıyla, sık sık sol kolumun üstüne düşen pantolon atkısı.
Elbet de bunların çözümünü, Hazine'den geçinmeli "mevki sahibi" büyüklerimizden bekleyecek değilim.
* * *
Onun için de, yumuşacık özel bez sileceğiyle gözlük camlarını ovalayıp duruyor; sonra da pantolon atkısını yeniden omzumun üstüne oturtup, ayarını da biraz daha sıkılaştırıyorum.
* * *
Biraz sonra gözlük camları yine buğulanıyor, atkı yine düşüyor sol kolumun üstüne.
Tıpkı dünkü Milliyet'te Can Dündar'ın yazısını bitirirken çın çın çınlattığı gibi:
"Döne dolaşa geldiğimiz yer, 1924'teki noktadır".
* * *
Bir de bizim dairenin sorunları var; radyatörlerde hava biriktiğinden bir türlü yeterince ısınmıyor.
Bir usta gelmişti; radyatörlerin havasını otomatik olarak boşaltacak musluklar almaya gitti, bulamadan döndü.
Geçtiğimiz salı öğleden sonra gelip, sorunu çözeceğini söyledi.
Ve bir daha uğramadı.
* * *
Mahallenin de herhalde bir yığın sorunu var.
Ya peki istanbul'un sorunları?
* * *
1948 yılında Hürriyet gazetesi yayın hayatına başladığı günlerde, gazetenin sahibi Sedat Simavi ile Ankara Palas'ta karşılaşmıştık. Yine kendisinin sahibi bulunduğu "Yedigün" dergisiyle de, ta lise yıllarından beri ilişkili olduğum için tanışıyorduk.
* * *
Sedat Simavi, mütevazı bir tiraja razı olduğunu söylüyor ve:
- Son Posta'nın peşine takılsak yeter, diyordu.
Son Posta'nın tirajı ise 20-25 bin arasındaydı.
* * *
Nasıl olduysa oldu, beklenmedik bir tiraj patlaması yarattı Hürriyet.
Babıali basınında ilk kez, 1'inci sayfadan güreşçilerimizin fotoğrafları yayımlanıyordu.
Gazetenin yazar kadrosu ise "âl-ül âlâ" idi.
Refik Halit de yazıyordu, Sait Faik de, ibrahim Alaaddin de, Ebululâ Mardin de, Samih Tiryakioğlu da...
Yayın hayatına yeni başlamış olan Hürriyet'in, üstünde yoğunlaştığı konuların başında Kıbrıs sorunuyla, "demokraside atılması gereken adımlar" sorunu geliyordu.
* * *
Sedat Simavi'nin yazdığı başyazılarından biri ise; Falih Rıfkı'yı hem afallatmış, hem de biraz germişti.
Çünkü başyazının başlığı, "Düdüklü tencere" idi.
* * *
O tarihlerde de, bir yandan demokrasiye övgüler düzenlenir; bir yandan da, "Vatan, millet, Sakarya" nutukları atılırdı.
O tarihlerde de, siyasal polemiklerde en büyük suçlama "hilafetçilik" ve "bölücülük" üstüneydi.
Yığınların yoksulluğundan söz etmek ise, "komünistlik" idi.
* * *
Öyle ki en sonunda Orhan Veli, "Ciğercinin kedisinden sokak kedisine" diye "Cevap" başlıklı bir şiir yazmıştı:
Açlıktan bahsediyorsun
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
istanbul'dakileri yakan sen,
Ankara'dakileri yakan sen...
Sen ne domuzsun, sen!
* * *
Bütçeden, hangi bakanlıkların ne kadar pay aldığından, -tıpkı bugünkü gibi- kimsenin haberi yoktu.
Demokrasiden sapılmayacaktı, ama Savunma bütçesine de dil uzatılmayacaktı.
* * *
Gözlük camları yine buğulandı, pantolon atkısı da işte yine düştü sol kolumun üstüne.
Bu, bendenizin sorunu; Hazine'den geçinmeli "mevki sahibi" büyüklerimizin sorunu değil.
* * *
Bir istanbul depreminin yaratacağı belalar da; arada sırada oturmaya başladı gündeme.
Öyle bir deprem felaketi de, elbet bir sorun.
Ancak kimin sorunu, kime ait bir sorun; pek belli değil.
Benzetmek gibi olmasın ama, istanbul'un trafik sorunu gibi.
* * *
Bazı politikacılar için:
- En büyük çözüm, kulak ardı edip görmezlikten gelmektir.
Bazı bürokratlar da, şu inançtadırlar:
- Benden atlasın da, nerede patlarsa patlasın.
* * *
Ateş üstünde unutulmuş düdüklü tencereden tıngırtılı seslerle buharlar tütmeye başlamasına akıllar takılmasın.
Önemli olan büyüklerimizi kızdıracak konulara dil uzatmamak.
* * *
Ama demokratik özgürlüklerimizi kullanarak, sessizce dil çıkarabiliriz.
Yetmez mi?
* * *
Üstelik Milli Takımımız da, Avrupa Şampiyonası'na katılma hakkını kazandı.
* * *
Hay Allah, yine şu gözlük camlarıyla, şu atkı...
Dün akşam Bosna-Hersek'le oynanan milli maç, bakalım bugünkü gazete manşetlerinde "gizli plan" polemikleriyle, su baskınlarını ne ölçüde unutturacak bir üslupla çarpıyor göze?
* * *
Coşku açlığı, zafer açlığı, başarı açlığı, üstün olma açlığı; hayatın kılcal damarlarında da, atar damarlarında da, şah damarlarında da bitip tükenmeyen bir açlık.
"Yan bilinçler"de gizli duran "bir gün silinip kaybolunacağı" tümörünün, en keskin avuntusuyla tesellisi öyle bir açlığı doyurmaya çalışmak.
"Adam yerine konma" özlemleri de öyle.
* * *
Vaktiyle istanbul Valisi Niyazi Akı'ya, şaka yollu sormuştum:
- Bizi kim idare ediyor, diye...
Önce duymazlıktan gelmişti.
Ben soruda, üst üste ısrar edince de; "sanki bilmiyor musun" der gibilerden şu yanıtı vermişti:
- Kime sövemiyorsan, o idare ediyor.
* * *
Maşallah politikacılar, iyi sövüyorlar birbirlerine. Karşılıklı salvolar gümbürdeyip gidiyor:
- Zafiyet, delalet ve ihanet içinde olanlar...
- Devlet adamlığına yakışmayan bir seviyesizliğin çürük yumurtaları...
* * *
Şu geliyor akla hemen:
- Sövüşme şampiyonluğunda rekorlar kırıp duranlar, acaba kimlere sövemiyorlar?
* * *
Gerçi sövmeye, hakarete, aşağılamaya karşı Ceza Hukuku'nun ramparlarıyla; kişi ve kurumların haysiyet ve şerefleri, güvence altına alınmıştır ama...
* * *
Hazine'den geçinmeli bir "mevki sahibi"ne sıradan bir vatandaş sövdüğü zaman; savcılar kamu davası açarlar.
"Mevki sahibi" biri, sıradan bir vatandaşa sövdüğü zaman ise; sıradan vatandaşın suçu kanıtlayacak 2 tanık ile -doğal olarak bir de avukat bularak- davayı kendi açması gerekir.
* * *
Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin, kendilerini "devlet" saydıkları; "mutlakiyet" dönemlerinden uzantılı "oligarşik" bir yönetim yapılanmasında da; oligarşik yapının kendini savunma çarlistonları, "devlet"in kendini savunma hakkıymış gibi görünür ve sap saman birbirine karışır.
* * *
Ne Edirne'de evleriyle tarlalarını suların bastığı vatandaşların, ne de manav dostlarımızdan irfan'la, şoför dostlarımızdan Orhan'ın bu tür zamazingolu hukuk kumaşlarıyla ilgisi vardır.
* * *
Hasan Cemal, Milliyet'teki dünkü yazısına şöyle başlıyordu:
"Malatya katliamının arka planı nedir sorusunun peşinden gidilmiyor. Bunun yerine, nedense mağdurların arka planı didikleniyor"
Sık sık döndürülen bir plağa göre:
- Biz bir hukuk devletiyiz.
Ama...
* * *
Ama'sı var işte...
Bütün yoksulluk, işsizlik, perişanlık olayları da o "ama"nın içinde; son 80 yıl süresince "mevki sahipleri"nin iç ve dış gezileri için kaç yüz milyar dolar harcanmış olduğu ile, aynı süre içinde ambulans alımlarına ne harcanmış olduğu sorusu da?
* * *
Üstelik bu tür soruları ne duyacak, ne yanıtlayacak, ne benimseyecek resmi bir kurumuyla, siyasal bir partisi var Türkiye'nin.
Doğru mu, yanlış mı?
* * *
Şayet Türkiye'de de, "yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçilebilseydi ve dağa taşa yazılan "önce vatan" sloganının yerini, kamu bilincine işlenecek "önce meslek" ilkesi alabilseydi...
Ne Edirne yine sular altında kalır, ne de Kuzey Irak konusunda "gizli plan" tartışmaları ayyuka çıkardı.
* * *
Enseyi karartmayın.
Nihayet ispanya'dan saatte 220 km yapacak hızlı tren de geldi.
1947'de de, Ankara'dan kara tren yerine ilk moto-trenin kalkışı çok şenlikli olmuştu.
* * *
Demiryolları'nın tarihçesine bakıldığında; 19. yüzyılda Amerika'daki maden ocaklarının, taşımacılıkta nasıl bir devrimi başlattığına kadar da gidilebilir.
* * *
Bizde buharlı trenin devreye girmesi ise, Almanya'nın "ağabey devlet" olarak benimsendiği dönemlere, 19. yüzyılın ikinci yarısına rastlar.
* * *
Atasözlerimiz ne diyor:
"Geç olsun da, güç olmasın"
"Komşu da pişer, bize de düşer"
Ama 50 yıl sonra düşer, ama 100 yıl sonra düşer...
* * *
Bugünkü gazeteler, manşetleri coşkulu atmışlarsa epey bir zaman övünür, avunur, oyalanırız...
Dünyaya gelmek:
- Ben de yaşıyorum işte, diyebilmek içindir; ama şöyle, ama böyle...
Şu sırada dünyada, -ölenlerin yerini dolduran doğanlarıyla- 6.5 milyar insan yaşıyor; bayraklı marşlı 200 "devlet"e bölünmüş 6.5 milyar insan...
* * *
6.5 milyar insanın sadece 1 milyarı, dünya nimetlerinden yeterince yararlanan "kaliteli bir yaşam" ve güvence içinde.
Geri kalanı ise, kademeli olarak perişanlık içinde.
* * *
Perişanlıktan yeterince kurtulamamış ülkelerdeki politika kavgaları da bir hayli değişik.
Kitlelerin tepesinde yöneticiliğe soyunmuş olanlar; yığınlara:
- Seni ancak ben kurtarabilirim, diye çıkıyorlar ortaya.
Ve öncelikle de gözlerini, Hazine'den geçinmeli bir koltuğa ve saltanatlı bir hayata dikiyorlar.
* * *
Gözlerini, sayısı kısıtlı olan egemenlik koltuklarına dikmiş olanlar arasında, bir kavgadır başlıyor.
* * *
Tek karelik bir karikatür içinde şöyle de özetlenebilir o kavgalar:
Yan yana egemenlik koltuğunda oturanlarla, karşılarında aynı koltukları ele geçirmek isteyenler; birbirlerine işaret parmaklarını uzatmışlar, karşılıklı aynı suçlamayı bağırıyorlar:
- işte hainler!
* * *
Kim bilir kaç bin yıldır süren kavgalar sonucunda varılan nokta ortada.
Dünya nüfusunun sadece 6'da birinden azı, "kaliteli bir yaşam" ve güvence içinde.
* * *
Şu sırada Edirne, -Bangladeş'tekine benzemese de- Meriç ve Tunca nehirlerinin taşmasıyla yine sular seller altında.
* * *
1932 yılında, bendeniz 5 yaşındayken de; faytonla, Sinan'ın yaptığı köprülerden Karaağaç'a doğru giderken, Tunca'yla Meriç'in taşarak çevresindeki tarlaları göle çevirmiş olduğunu görürdük.
* * *
Yağmurların sellerin; ne Bodrum'da, ne Dalyan'da, ne Marmaris'te yaptıklarından haberimiz vardı.
Edirne'de henüz elektrik de yoktu, 2 taneden başka taksi de...
* * *
Elektriksiz Edirne'de bir de diş doktoru Sait Bey vardı. Dolgu yapmak için diş oyma makinesinin ucunu, ayağıyla makinenin pedalına basa basa döndürürdü.
* * *
"Dişçi Sait"in koltuğu; Hazine'den geçinenler koltuğunun tam tersine, kaygı ve korku yaratan bir koltuktu.
Annem bendenize kızıp sinirlendiğinde:
- Şimdi seni dişçiye götürürüm, diye çekerdi kulağımı.
* * *
Diş doktorlarının muayenehanelerindeki koltuklar; "mevki sahipleri"nin koltuklarından çok daha insan vücuduna uygun "ergonomik" koltuklar.
Ama cazibesi olmayan koltuklar.
Ne oralarda oturanlar, oralara oturmak isteyenleri "hainler" diye suçlar; ne de koltuklara oturma derdinde olanlar, oralara uzanmış olanları...
* * *
Kanuni Sultan Süleyman, dişleri ağrıyıp apselendiğinde ne yapıyordu acaba?
Ya Orhan Gazi'nin annesi Mâl Hatun?
* * *
Şu sırada aileleriyle birlikte sayıları 10 milyonu aşan atanmışlar ve seçilmişler arasında; Büyük Okyanus'ta Mariana takım adaları içindeki Guam'da, kaç diş doktoru bulunduğunu merak eden kimse var mıdır?
* * *
Neden merak etsinler ki, merak etmek ne işlerine yarayacak ki?
Guam'daki diş doktorlarının da aklına, Silivri'de kimlerin evleriyle dükkânlarını sel sularının bastığı gelmemekte, eminim.
* * *
Guam adası, sadece ABD'nin büyük deniz üslerinden birinin bulunduğu bir ada değil, çok değişik töreleri de olan bir ada.
Örneğin bakire olarak evlenme yasağı var Guam'da.
Evlenmek üzere olan bakirelerin sorunlarını çözmek için profesyonel bekaret bozucular giriyormuş devreye; tabii bedelleri de ödenerek.
* * *
Dünya, bazen Guam adasındaki "bakire olarak evlenme yasağı" ile ilgilenecek ölçüde küçülüveriyor.
Hem de nerede?
20 yılı aşkın bir aile dostumuz olan Diş Doktoru Sonia'nın, Solmaz'la haşır neşir olduğu sırada; "Marie Claire" dergisini karıştırırken bekleme salonunda...
* * *
Dünya büyük mü, küçük mü; yoksa büyük zannettiğimiz Dünya, gün günden küçülmekte mi?
* * *
"Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçildikçe; köylülük evresi aşılıp, "burjuva enternasyonalizmi"yle bütünleştikçe; 6.5 milyar insandan, -kademeli olarak- 5 milyardan çoğunu, çarmıha germiş olan "perişanlık" da; yavaş yavaş azalacak.
Edirne'de artık diş doktorları, ayak pedalıyla çevirmiyorlar oyucu gırgır makinelerini.
* * *
Kaygı nedeni olan koltuklar, durumlarını sürdürse de; kavga nedeni olanların cazibesi, törpülendikçe törpülenecek.
Çünkü "bilimsel tarih", "siyasal tarih"e ağır basmakta; nutuklar, emirler, ölümcül kahramanlıklarla bir türlü karanlıktan kurtulamamış olan Dünya; bir Edison sayesinde ışıklar içinde şıkır şıkır.
Enseyi karartmayın; AB vatandaşlığından sonra, "Dünya vatandaşlığı" da kapıyı tıkırdatmakta...
Bu kadar hızlı bir küreselleşme sürecinde; vazgeçtik 10 yıl sonrasını, 1 yıl sonrasının kasım ortasında nelerin manşetleşeceğini öngörebilme olanağı var mı?
Elbet yok.
* * *
Oysa öngörülemeyecek bir gelecekten kaygılananlar ve kaygılanmayanlar diye 2'ye ayrılmaya başladı dünya.
Kaygılananlar kesiminde öncelikle nükte, espri, kahkaha kaybolmakta...
* * *
Asık surat, aşırı ciddiyet, gülmeyi yadırgayıp, eğlenceli bir karakteri küçümseyerek dizginlemeye kalkma; oksijenini azaltır hayatın.
* * *
Uzun yıllar Zonguldak kömür ocaklarında maden mühendisliği yapmış, 1950'de de Demokrat Parti'den Zonguldak milletvekili seçilmiş olan rahmetli dayım Cemal Kıpçak; yaşadıklarını eğlenceli tarafından anlatmayı, taklitler yapmayı seven çok hoşsohbet bir insandı.
* * *
Yengem ise bir ilkokul öğretmeniydi ve dayımın çevresindekileri güldürmesine kızar:
- Cemal, bırak şu komikliği; sen elalemin maskarası değilsin, derdi.
Dayım da ses çıkarmaz, gülümser, lafı değiştirirdi.
* * *
Menderes'in "milletin malını millete iade ediyoruz" diye, Ulus gazetesine el koyduğu dönemlerde; Cemil Sait Barlas, dergi boyunda çıkardığı haftalık "Pazar Postası" gazetesinin son sayfasını, Bülent Ecevit ile bendenize bırakmıştı.
* * *
Ecevit'le birlikte "Pazar Postası"nın son sayfasını manşetleri, haberleri, başyazılarıyla bücür bir gazete görünümüne sokmuş; adını da, irice puntolarla "Ciddiyet" diye koyarak; eğlene güle, güncel haberleri alaya almaya başlamıştık.
O yıllarda, aklımın köşesinden bile geçmiyordu Bülent Ecevit'in bir gün Başbakan olacağı.
* * *
Toplumun bireyleri, hem hayatın oksijenini sık sık tazelemeli, hem de ondan kimseyi yoksun etmemeli.
Şöyle çevreye; yüreğinde sürprizli şaka yumakçıkları kıpırdayıp duran Şafak Barış'ın gözlüğüyle baktığınızda, neler ve neler görmezsiniz ki...
* * *
Örneğin, bazı servis minibüslerinin arkasında "Bir hata yaparsak, şu numaralara iletin" diye yazıyor ya...
Bir minibüs şoförü de arabasının arkasına şöyle yazmış:
"Bir hata yaparsak aramızda kalsın".
Bizim Şafak görür böyle şeyleri.
* * *
Yine onun gözüne takılan bir duvar yazısı:
"Vatan size, kızlar bize emanet"
* * *
Hızla değişen ve insanların sevmedikleri işleri yapmaya mahkum edilmesini, gitgide kaldıracağa benzeyen bir dünyada; eğlenceli bir yaratıcılık ağır basmaya başlıyor.
* * *
Eğlenceli bir yaratıcılık...
Eğlenceli bir yaratıcılığın egzersizlerine de şöyle bir göz atalım.
Aret Demirkazık da, internette dolaşan "sokaklarda rastlandıkça çekilmiş birtakım garip yazılı duyuruların fotoğraflarını" toparlamış.
* * *
işte birkaç örnek:
Bir kapı kıyısındaki duvara majiskül harflerle kırık dökük yazılmış bir duyuru:
"KiRALIK
CENENETOR"
* * *
"Bu Ev Kopile Satılıktır"
* * *
"BÖCEE
iLAÇLAMA
ve bir telefon numarası"
* * *
Öyle seziliyor ki, "dünya vatandaşlığı"na doğru adımlar atıldıkça; monoton çalışmaların ve "mevki sahibi" olma çabalarının yerini, hobilerden yükselen renkli fıskiyeler alacak.
Ve küçük yaşlarda eğlenceli meraklar keskinleştikçe; "bilgi toplumları"nın da radarları, buzlanmış beyinlere görkemli bahçelerin kahkahalarını sunacak.
* * *
Bazen biraz rahatlamak için, şimdiden yapılabilir bazı eğlenceli katkılar da; örneğin bir dostun kendi sorduğu soruya; yine kendinin verdiği şu yanıtlar gibi:
Ankara neden soğuktur?
"06" olduğu için
* * *
Hangi kalemle yazı yazılmaz?
Kontrol kalemiyle
* * *
Dişleri dökülürken hiç ağrı çekmeyen nedir?
Tarak
* * *
Yüzyıllardan bu yana tekrarlana tekrarlana buzlanmış beyinsel bir konformizmi kırmak ve küçük meraklarla yaratıcılık ufuklarını açmaya çalışmak kolay değil.
Kolay değil Bal Mahmut'ları, Sakallı Celal'leri, Ercüment Ekrem'leri geri getirmek.
* * *
Olsun, denemekten de vazgeçmemeli.
Son yüz yıl boyunca kendi kendine övünüp durmanın görünmeyen gizli faiz bedelleri, nihayet tıkıldıkları çuvalları patlatmış gibi...
Bir yanda dağlarda, yamaçlarda, kayalıklarda yoğunlaşan savaş görüntüleri; bir yanda camilerdeki resmi cenaze törenleri; bir yanda "kahramanlık" manşetleri...
Ağız dalaşları, polemikler, bitip tükenmeyen karşılıklı suçlamalar da cabası...
Hava kirliliğine benzer bir ağırlık kaplıyor insanın yüreğini.
* * *
Şayet Türkiye'de de, geçmiş yılların da birikimiyle yerel basının, toplam 30 milyon tirajlı bir ağırlığı olabilseydi; çok daha "evrensel ve hümanist" bir bahçenin yeni açmış çiçekleriyle uyanacaktık sabahları.
* * *
Ne yapalım olmamış, olamamış; neden olamadığını araştırmak da, hamasetçiliğe tutkallanma kolaycılığına sığınan "mevki sahipleri"nin reddiyesine uğramış.
* * *
Bir rastlantı, Kars Belediye Başkanı'nın; Kars'ta gerçekleştirdiği "Altın Kaz" film festivali haberi çalındı kulağıma.
Nedense ayakları yüzgeçli kümes hayvanlarından ördekler çok sevimli bulunurken, kazların adı; ahmaklıkla, salaklıkla, andavallıkla özdeşleştirilmiş.
* * *
- Hadi oradan kaz kafalı...
- ...
- Ne söylediğini bilmeyen kazın biri...
- ...
- Kabahat bende, kaz gibi davrandım.
* * *
Kuyruğu renkli, kırmızı ibikli horozlar; Fransa gibi, Portekiz gibi devletlerin simgesi olur ve kuyrukları da, "karışık içkilere" ad olarak takılırken...
Hindiler, sadece sahte bir babalanmanın modelliğini ederek, "hindi gibi kabarma" deyiminin sınırları içinde kalırken...
Zavallı kaz, ağırlıklı bir hakaretin sembolü haline gelmiş.
* * *
Tüyleri renkli olanlar benimsenmiş de; gagasıyla, paletli ayaklarının turuncumsu renginden başka rengi olmadığı için mi, hor görülmüştür beyaz kazlar, bilmiyorum.
Neyse Kars Belediye Başkanı sayesinde; "kaz" da, taçlanmış oldu "altın"la.
* * *
Şaşılacak taraf şu ki hor görülen kazlar, sadece evcil kazlar.
Bir de yaban kazları var; yeterince uçan, yüzen ve kendilerince yaşayan...
Onlar aşağılanmaktan kurtarmışlar başlarını da, gagalarıyla kanatlarını da.
* * *
Hoş, yalnız evcil kazlardan da ibaret değil, "hakaret sözlüğü"ne katkı yapmış evcil hayvanlar.
Eşek de öyle, inek de öyle, öküz de öyle, köpek de öyle...
* * *
Yırtıcı hayvanlara karşı ise genel bir hayranlık yaygın.
En büyük övgüler aslanlı, kaplanlı, kartallı...
* * *
Galiba -şu veya bu nedenden ötürü- özellikle tatminsiz kalmış köylü ağırlıklı toplumlarda da en çok yırtıcılık; yani aslanlar gibi kükreyip, masaya yumruğunu vurmak alkışlanıyor politikada da.
* * *
Oysa politikada çeşitli yırtıcıların çoğalması epey sakıncalı.
Doğa'da bile aslanlarla kaplanlar aynı bölgelerde yaşamaz.
* * *
Kaldı ki, insan oğlunun bir de "beyinsel bir gücü" var.
Örneğin Japonlar, Dünya'dan bakıldığında Ay nasıl batıyorsa; Ay'dan bakıldığında da, Dünya'nın nasıl battığını ilk kez görüntülemişler.
Ekranlardan yansıyan şaşırtıcı bir manzara, Dünya'nın batışını izlemek.
* * *
Bir de evcil kazların gözüyle bakılabilseydi, birbirlerine "kaz kafalı" diye hakaret edip duranlara.
Acaba onlar da şöyle mi derdi:
- Bizim beyinsel gücümüzün yokluğunu küfürleştiriyorsunuz ama; hiç değilse biz, kaba kuvvetle yırtıcılığa da sığınma zorlanmasına uğramıyoruz.
* * *
Köyceğiz'e gitme fırsatını bulduğumuzda; içlerinde ördeklerle kazların da yüzdüğü akarsu kıyılarındaki lokantalardan birinde, bir kadeh kaldırmayı düşünüyorum, Kars'taki bir film festivaline "Altın Kaz" adını armağan etmiş olan kazlara.
Tahmin edilebileceği gibi, kadeh sadece suyla da dolu olmayacak.
18 yaşındaki genç bir kızla, 21 yaşındaki genç bir kız; 2 erkek arkadaşıyla birlikte Antalya'da bir arabanın içinden deniz kıyısındaki bir falezin tepesinde, güneşin doğuşunu izlerlerken olanlar olmuş.
Araba çamurda kaymış, gençler falezden aşağıya uçmuşlar, 2 genç kız da ölmüş.
* * *
Akif Arıcı ile Soner Kocaer'in verdiği bu haberi dünkü Milliyet'te okurken, ne düşündüm biliyor musunuz?
Yok hayır, hemen akla gelen şeyleri düşünmedim.
Gençlerin uçurumdan aşağı uçmadan önce; Pakistan'ın hem Devlet, hem de Genelkurmay Başkanı olan Pervez Müşerref'in geleceğini, kesinlikle tartışmakta olmadıklarını düşündüm.
* * *
TV ekranları da, basın da bir ölçüde; "politika"daki hava tahminleriyle ilgili birer meteoroloji istasyonu.
Ne var ki o istasyonlar, artık kepenklerini tümden kapatmaya doğru kayan eski zaman bakkallarından bir komşumuzun, 5 aylık bir geleceğine bile yeterli bir tahmin getiremiyorlar.
iyice batacak mı, batmayacak mı; batarsa ne yapacak, nereye gidecek; kendi hayatının küçük göletinde karşı kıyıya çıkabilecek mi, çıkamayacak mı?
Hiçbir şey bilinmiyor.
* * *
Ekranlardan yansıyan bir açık oturumda, bir hayli bayatladığı halde, bir türlü tekrarlamaktan vazgeçmediğimiz o mahut hamasi övünme çalındı yine kulağıma:
- Biz Viyana kapılarına kadar gitmiş bir ülkeyiz.
* * *
Acaba Viyana kapılarına kadar gittiğimiz 1529 ile 1683 yıllarında, Iğdır'ın köylerindeki durum nasıldı; nerelerde oturuyor, nasıl geçiniyor, karda kışta kıyamette nasıl yaşıyorlardı?
Ve onlara nasıl bir yarar sağlıyordu Viyana kapılarına kadar gitmek?
* * *
Antalya'da güneş doğarken bir arabanın içinde, falezden aşağı düşerek ölüveren genç kızlar da; tıpkı kuşak kuşak Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri" gibi, Viyana kapılarına kadar gidildiği yıllarda, Iğdır'ın köylerinde nasıl yaşanmakta olduğunu hiç merak etmemişlerdi.
Neden hiç merak etmemişlerdi ki acaba?
Sadece "mevki sahipleri"nin zaferleriyle başarıları mı önemliydi; kendi küçük hayat göletlerinde yüzmeye çalışan insanların hiçbir değeri yok muydu?
* * *
10 gün kadar önce TÜYAP'taki kitap fuarına giderken, yan tarafta içindeki yeşil örtülü tabutla geçmekte olan, yeşil bir cenaze arabası ilişti gözüme. Cenazenin bir kadına ait olduğunu gösteren, başörtümsü bir tül vardı tabutun baş tarafında.
Cenaze arabası tek başına gittiğine göre, besbelli ki içindeki bir yoksul cenazesiydi.
* * *
Şayet o yoksul kadının cenazesi; Afrika'daki bir doğumevinde birbirine karıştırılan bebekler gibi, resmi törenlerle kaldırılan cenazelerden biriyle değiştirilivermiş olsaydı...
Nutuklar, demeçler, sloganlar; yine aynı nutuklar, demeçler, sloganlar olacaktı.
* * *
Son uykularına dalanlar; nutukları, demeçleri, sloganları duyamadıklarına göre, kimler içindi o söylenenler?
Ve bütün bu garip filmler, "politika"daki hava tahminlerine de malzeme sağlayarak, medyanın meteoroloji istasyonlarında güncel raporlara dönüşüyordu.
* * *
Arjantin'de kamyon şoförleriyle polis sokaklarda çatışıp duruyordu; Gürcistan'da muhalefet, sokak gösterilerini yoğunlaştırmıştı; Belçika'da da Vallonlarla, Flamanların arası açıldıkça açılıyordu...
Kuzum Tanrı aşkına, neler oluyordu bu dünyada?
* * *
Bu sorunun yanıtını, en esprili ve tutarlı bir biçimde verecek olan politikacılardan biri de; kendisini işçi Partisi lideriyken israil'de tanıdığım ve sadeliğiyle berraklığını çok çekici bulduğum israil Devlet Başkanı Şimon Peres'di.
Peres, Polonyalı bir Yahudi iken; israil devletinin doğumuna ebelik etmiş olanlardandı.
Peres'in biyografisinin en çarpıcı yönlerinden biri de; militarist bir eğitimden hiç geçmediği halde, israil ordusuna hem asansörlük, hem de -kendi afur tafursuz sadeliği içinde-, liderlik etmiş olmasıydı.
* * *
Antalya'da 2 genç kız, uçurumdan yuvarlanıp öldü.
Edirnekapı'ya doğru giderken rastladığım yoksul cenazesi, kim bilir nerede kaç kişiyle verildiği toprağa?
Viyana seferleri sırasında Iğdır köylerinde yaşayanların, yeryüzünde ortalama kaç yıl kaldıklarını da; ne kimse merak etti, ne de kimse merak edecek?
5 bin yıl önceki büyükannelerimizin de kim olduğunu, hiçbir zaman merak etmeyeceğimiz gibi.
* * *
Dünkü Sabah'ta Salih Memecan'ın karikatürü; "politik" hava tahminlerinin medyadaki meteorolojik raporlarını da, özetliyor gibiydi.
ilk karede; 2 eli arkasında ne taşıdığı görünmeyen bir kadın, kocasına bağırıyordu:
- Çok şımartıyorsun, çoook.
* * *
ikinci karede; önde kadın, arkada koca, gerdikleri bir yatak çarşafının ortasına kız çocuklarını oturtmuşlar koşturuyorlardı ve koca, karısına yanıt veriyordu:
- Konuşma da koş. Biricik kızım, uçan halıya binmek istemiş. Onu mu kıracağım.
* * *
Kendilerini uçan bir halının ortasında uçtuklarını sananlar da var ülkemizde; uçan halı sanılan bir yatak çarşafını, iki ucundan tutmuş koşturanlar da...
Sabahın erken saatlerinde ufuklar sisli puslu, hava da bulutluysa; maviliğini yitirmiş gökyüzü, bendenize artık iyice ihtiyarlamış gibi görünür.
Gerçekte gökyüzü mü ihtiyarlamıştır, yoksa bendenize mi öyle görünmektedir?
* * *
Ya gökyüzünün mavi olduğunu hiç bilmeyenler de varsa ve onlara gökyüzünün gerçekte mavi olduğunu anlatmaya kalkanları; "milli çıkarlara aykırı olduğu" gerekçesiyle suçlamaya da başlıyorsam...
* * *
Kapalı gökyüzüne bakarken, bazen aklımdan böyle "simgesel" mizahi film senaryoları akıp geçiyor.
Kimilerine göre de, böyle "zırva" şeyler düşünmek, akıl kârı bir iş mi?
* * *
Nelerin "zırva", nelerin "zırva olmadığı"nı birbirinden ayırmak o kadar kolay mı acaba?
Örneğin, 1948'de Pertev Naili Boratav'ların, Niyazi Berkes'lerin, Behice Boran'ların, Muzaffer Şerif'lerin; Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden, "solculuk" suçlamasıyla uzaklaştırılmaları "zırva" mıydı, değil miydi?
* * *
Sabahın erken saatlerinde ufuklar sisli puslu, hava da bulutluysa; maviliğini yitirmiş gökyüzü, bendenize artık iyice ihtiyarlamış gibi görünür.
Gerçekte gökyüzü mü ihtiyarlamıştır, yoksa bendenize mi öyle görünmektedir?
* * *
Ya gökyüzünün mavi olduğunu hiç bilmeyenler de varsa ve onlara gökyüzünün gerçekte mavi olduğunu anlatmaya kalkanları; "milli çıkarlara aykırı olduğu" gerekçesiyle suçlamaya da başlıyorsam...
* * *
Kapalı gökyüzüne bakarken, bazen aklımdan böyle "simgesel" mizahi film senaryoları akıp geçiyor.
Kimilerine göre de, böyle "zırva" şeyler düşünmek, akıl kârı bir iş mi?
* * *
Nelerin "zırva", nelerin "zırva olmadığı"nı birbirinden ayırmak o kadar kolay mı acaba?
Örneğin, 1948'de Pertev Naili Boratav'ların, Niyazi Berkes'lerin, Behice Boran'ların, Muzaffer Şerif'lerin; Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden, "solculuk" suçlamasıyla uzaklaştırılmaları "zırva" mıydı, değil miydi?
* * *
O tarihlerde böyle bir sorunun üstünde kimse yeterince yoğunlaşmamıştı.
Şayet yoğunlaşabilseydi, bugünü politik "manzara-i umumi" ola ki çok daha değişik olurdu.
Çünkü zırvalıklar, zırvalıklardan gebe kaldıkça; sade bol bol zırvalık doğurmazlar, onların belalılarını da doğurmaya başlarlar.
* * *
Porto'daki meydanlardan birinin ortadaki havuzu kıyısında, koltuğunun altında gazeteleriyle bir gazete satıcısının heykeli var.
Yerde bir gazete satıcısının, gerçekçi boyda sade bir heykeli.
Öyle bir heykelin yanında, geçen hafta yitirdiğimiz Mübeccel Kıray'la, "zırvalıklar" üstüne yapılacak bir "hoşbeş"; kim bilir ne simgesel mizahi film senaryolarının da tomurcuklanmasına neden olurdu.
* * *
ABD Başkanlığı gibi en üst mevkilerde tezgâhlanan ve yığınların kaderleri üstüne bir şahmerdan gibi inen "zırvalıklar" konusunda, yönetmen Michael Moore'un, 1995'te yaptığı "Kanada Salamı" diye bir film var.
* * *
Mutlaka birkaç kez izlenmesi gereken bir film.
"Soğuk Savaş"ı sürdürmekten kendi politik çıkarları için yarar uman bir Başkan; Sovyetler dağıldıktan sonra da, Moskova'daki yöneticileri Washington'a davet edip, onlarla eski oyunu yalancıktan sürdürme önerisinde bulunuyor.
* * *
Önerisi reddedilince de, ABD'nin en büyük düşmanı olarak, artık "Kanada"yı ön plana çıkaracak birtakım "kurgular" planlanıyor.
O planlardan biri de; CIA ajanlarının, Kanadalı teröristler kılığına girerek, ABD'de herkesin dudağını uçuklatacak eylemler yapmaya kalkmaları.
* * *
Michael Moore'un filmi peşinden hemen, Dylan Avery'nin "11 Eylül Büyük Şüphe" belgeseli de izlenirse...
Ve New York'taki Dünya Ticaret Merkezi olan ikiz kulelerin, kasıtlı uçak çarpmalarıyla öyle göründüğü gibi yıkılmayacağının nasıl kanıtlandığı açık seçik görülürse...
* * *
Kimlerin hangi zırvalarla, yığınları nasıl parmaklarında oynatmaya çalıştıkları da, çengelleşmeye başlar beyinlerde...
* * *
Bendenizin çocukluğunda da, boynundan geçirdiği çapraz bir kayışla sol yanına oturttuğu kalın kartondan bir gazete matrisi içindeki gazeteleri, bağıra çağıra satan gazeteciler vardı.
Öncelikle ünlü gazetelerin adları çınlardı dudaklarında.
* * *
Kesinlikle eminim ki, o gazete satıcılarından hiçbirinin aklına Porto'da bir heykellerinin dikileceği gelmemişti.
* * *
Gazeteler...
O gazetelerin de eski koleksiyonlarına şöyle ufaktan ufaktan bir bakılsa...
Bir bakılsa, 1948'de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, -hemen Batı üniversitelerince kapışılan- bilim adamlarına karşı yapılmış zırvalıkların nasıl yansıtıldığına...
* * *
Marketlere, hatta süper marketlere dönüşmüş eski bakkalların, kapıları önündeki özel madeni sehpalarda kademelendirdikleri gazetelerle; bağıra çağıra sokaklarda gazete satan eski gazete satıcıları kaybolup gitti.
* * *
Dünkü Hürriyet'te Kalite Derneği (Kalder) ile ilgili şöyle bir haber vardı:
"Kalder öncülüğünde Türkiye'nin önde gelen 35 kuruluşu Küresel ilkeler Sözleşmesi'ni imzaladı. imza töreni sonrası bir konuşma yapan Başkan Çetin Nuhoğlu:
- Kalder olarak 'Dünya Vatandaşlığı' ile bu anlayışı tanımlıyoruz. Sürdürülebilir yaşam için dünyadaki sorunların çözümüne katkıda bulunmanın birinci adımı kendimizi değiştirmektir, dedi."
* * *
Bir de zırvalama pahasına da olsa, asla değişmek istemeyenler var.
O nedenle de kutuplaşmalar, çatışmalar, çalkantılar vs...
* * *
Bulutlarla kaplandığı için maviliğini yitiren gökyüzü, bendenize ihtiyarlamış gibi görünüyor.
Yoksa ihtiyarlayan gökyüzü değil de, "zırvalar dönemi" mi?
O tarihlerde böyle bir sorunun üstünde kimse yeterince yoğunlaşmamıştı.
Şayet yoğunlaşabilseydi, bugünü politik "manzara-i umumi" ola ki çok daha değişik olurdu.
Çünkü zırvalıklar, zırvalıklardan gebe kaldıkça; sade bol bol zırvalık doğurmazlar, onların belalılarını da doğurmaya başlarlar.
* * *
Porto'daki meydanlardan birinin ortadaki havuzu kıyısında, koltuğunun altında gazeteleriyle bir gazete satıcısının heykeli var.
Yerde bir gazete satıcısının, gerçekçi boyda sade bir heykeli.
Öyle bir heykelin yanında, geçen hafta yitirdiğimiz Mübeccel Kıray'la, "zırvalıklar" üstüne yapılacak bir "hoşbeş"; kim bilir ne simgesel mizahi film senaryolarının da tomurcuklanmasına neden olurdu.
* * *
ABD Başkanlığı gibi en üst mevkilerde tezgâhlanan ve yığınların kaderleri üstüne bir şahmerdan gibi inen "zırvalıklar" konusunda, yönetmen Michael Moore'un, 1995'te yaptığı "Kanada Salamı" diye bir film var.
* * *
Mutlaka birkaç kez izlenmesi gereken bir film.
"Soğuk Savaş"ı sürdürmekten kendi politik çıkarları için yarar uman bir Başkan; Sovyetler dağıldıktan sonra da, Moskova'daki yöneticileri Washington'a davet edip, onlarla eski oyunu yalancıktan sürdürme önerisinde bulunuyor.
* * *
Önerisi reddedilince de, ABD'nin en büyük düşmanı olarak, artık "Kanada"yı ön plana çıkaracak birtakım "kurgular" planlanıyor.
O planlardan biri de; CIA ajanlarının, Kanadalı teröristler kılığına girerek, ABD'de herkesin dudağını uçuklatacak eylemler yapmaya kalkmaları.
* * *
Michael Moore'un filmi peşinden hemen, Dylan Avery'nin "11 Eylül Büyük Şüphe" belgeseli de izlenirse...
Ve New York'taki Dünya Ticaret Merkezi olan ikiz kulelerin, kasıtlı uçak çarpmalarıyla öyle göründüğü gibi yıkılmayacağının nasıl kanıtlandığı açık seçik görülürse...
* * *
Kimlerin hangi zırvalarla, yığınları nasıl parmaklarında oynatmaya çalıştıkları da, çengelleşmeye başlar beyinlerde...
* * *
Bendenizin çocukluğunda da, boynundan geçirdiği çapraz bir kayışla sol yanına oturttuğu kalın kartondan bir gazete matrisi içindeki gazeteleri, bağıra çağıra satan gazeteciler vardı.
Öncelikle ünlü gazetelerin adları çınlardı dudaklarında.
* * *
Kesinlikle eminim ki, o gazete satıcılarından hiçbirinin aklına Porto'da bir heykellerinin dikileceği gelmemişti.
* * *
Gazeteler...
O gazetelerin de eski koleksiyonlarına şöyle ufaktan ufaktan bir bakılsa...
Bir bakılsa, 1948'de Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde, -hemen Batı üniversitelerince kapışılan- bilim adamlarına karşı yapılmış zırvalıkların nasıl yansıtıldığına...
* * *
Marketlere, hatta süper marketlere dönüşmüş eski bakkalların, kapıları önündeki özel madeni sehpalarda kademelendirdikleri gazetelerle; bağıra çağıra sokaklarda gazete satan eski gazete satıcıları kaybolup gitti.
* * *
Dünkü Hürriyet'te Kalite Derneği (Kalder) ile ilgili şöyle bir haber vardı:
"Kalder öncülüğünde Türkiye'nin önde gelen 35 kuruluşu Küresel ilkeler Sözleşmesi'ni imzaladı. imza töreni sonrası bir konuşma yapan Başkan Çetin Nuhoğlu:
- Kalder olarak 'Dünya Vatandaşlığı' ile bu anlayışı tanımlıyoruz. Sürdürülebilir yaşam için dünyadaki sorunların çözümüne katkıda bulunmanın birinci adımı kendimizi değiştirmektir, dedi."
* * *
Bir de zırvalama pahasına da olsa, asla değişmek istemeyenler var.
O nedenle de kutuplaşmalar, çatışmalar, çalkantılar vs...
* * *
Bulutlarla kaplandığı için maviliğini yitiren gökyüzü, bendenize ihtiyarlamış gibi görünüyor.
Yoksa ihtiyarlayan gökyüzü değil de, "zırvalar dönemi" mi?
Güncel politikaya fazla yumulmanın en büyük sakıncası, kişinin bakış açılarını daraltması ve onu insanlığın evrensel sentezlerinin dışına düşürerek tüm dünyayı "yerel"den ibaretmiş gibi sanmanın tutsağı yapmasıdır.
Osmanlı imparatorluğunun yönetim mekanizmasındaki ağırlık merkezleri, genellikle sonradan din değiştirmiş Hıristiyanlardan oluştuğu için, imparatorluk yan bir refleksle, Hıristiyan tebaaya gösterdiği hoşgörünün yüzde birini Anadolu insanına göstermemiş ve onu evrenselliğin potası içine bir türlü almamıştır.
ithalatçılar bu nedenle "kozmopolit"liğe karşı çıkan ve "yerel"e sımsıkı yapışmak isteyen bir tepkinin öncüsü olmuşlardır.
Bir türlü onarılamayan sakatlık da bundan sonra büsbütün katmerlenmiştir.
* * *
Sorun Anadolu insanını evrensel sentezlerden soyutlayarak, iyice izole etmeyi benimsemek değil, onu da evrensel sentezlerin içine çekmeyi amaç edinmek olmalıydı.
Yüzyıllar boyu ezilmiş bir kitleyi "yerelcilik" edebiyatını pompalayarak coşturmak, daha kolayına gelmiştir ittihatçıların. Böylece körler aleminde şaşı olmanın avantajını yakalamak istemişlerdir kendilerince.
imparatorluğun son birikiminde, evrensel boyutlara ulaşmış her kurum "yerel"cilik cezbesiyle depreme uğratılmış, yabancı dil öğrenimi kösteklenmiş, çağdaş yaşama dönüklük "züppelik" suçlanmasıyla budanmıştır.
Yüzyıllar boyu ezilmiş bir toplumu, evrenselliğin eşiğinden öteye atlatmak yerine, onu "yerel"liğin coşkulu edebiyatıyla insanlık sentezinden koparmaya kalktığınız zaman, elli yıla varmadan o toplumu dünyadan elenmiş, pusulasız kara bir kalabalık durumuna sokabilirsiniz... Ve sonra da kurtuluşu, "evrenselliği" yakalamak yerine, "yerel"i yüceltmekle arayarak boşuna zaman kaybedersiniz.
ittihatçıların düştüğü, biraz da itildiği tuzağın, bir nedeni de tarih bilgisinden yoksun oluşlarıydı.
Örneğin Büyük iskender'i incelemiş olsalar, belki de böyle bir "yerel"cilik tutkusuna o kadar kapılmazlardı.
* * *
Büyük iskender, bundan tam iki bin üç yüz yıl önce yaşadı. En büyük başarısı uygarlık tarihinin en aşılmaz metropolü olan iskenderiye kentini kurmasıydı.
Ve bu kentin özelliği de yerel değil, evrensel oluşuydu. O kentte önce Makedonyalı, sonra Romalı askerler; Mısır rahipleri, Yunan zenginleri, Fenika denizcileri, Musevi tacirler, Hindistan ve Kuzey Afrika'dan gelme gezgincilerle sarmaş dolaş bir arada yaşarlardı.
Büyük iskender'le generalleri tarafından geliştirilen kentin en büyük niteliği, insan bilgisine verdiği önemdi. iskender, çok geniş bir anlayışla, insan bilgisinin kanatlanması için yerli yabancı her türlü insanlık kültürene kollarını açmıştı. Askerlerini Hintli ve iranlı kadınlarla evlenmeye teşvik ederdi. iskenderiye'de bir sentez oluşturmaya başlayan toplumların değişik tanrılarına saygı gösterir, az rastlanır türdeki canlı ve bitkilerden koleksiyonlar yapardı.
Kurduğu kentin dünyanın ticaret, bilim ve kültür merkezi olmasını istiyordu, bunun için de hiç bir fedakarlıktan kaçınmıyordu. Kentin caddeleri otuz metre genişliğinde, anıtlarla donanmış, mermer caddelerdi. Gerek kendi anıt kabri, gerek yeryüzünün yedi harikasından biri sayılan iskenderiye Feneri'yle iskenderiye, kent mimarlığının da bir şaheseriydi.
* * *
Kent kitaplığı ise, bir daha insanlığın yerine koyamayacağı bir değerdeydi. Bu kitaplıkta o çağın en büyük fizikçileri, edebiyatçıları, matematikçileri, felsefecileri ve doktorları çalışırdı. ilk kez insanlık, dünyayı sistemli olarak derinliğine o kitaplıkta incelemeye başlamıştı.
Herophile, aklın merkezinin kalpte değil, beyinde olduğunu orada kanıtlamıştı. iskenderiyeli Heron da, çarklarla işleyen bir trenle, buharla çalışan bir motorun şemalarını orada çizmiş ve "otomatlar" adıyla robotlarla ilgili ilk kitabını orada yazmıştı.
iskender'in dahi, bir çan içinde Kızıldeniz'in dibine indiği söylenir. Doğrudur, yanlıştır, inmiş de olabilir pekala...
* * *
iskenderiye uygarlığının mucizesi, Aristo'nun ünlü öğrencisi Büyük iskender'in, yerel ve evrenselden, dinamik bir sentez çıkarmayı başarmış olmasıdır. Günümüzün süperlerinden, Avrupa'sına; Kuzey ülkelerinden, Japonya'sına kadar her büyüklük, evrensel bir sentezin sonucudur. Osmanlılarda dahi kendine özgü böyle bir sentez vardır.
ittihatçılar öncelikle bu sentezi reddederek, geçit vermez bir çoraklığın politikasına saplanıp kalmışlardır. Yerellik, evrensel sentezlerden ürkenlerin sığındığı bir oyun alanıdır. Büyük iskender gibiler ise, iskenderiye gibi bir uygarlığın ancak evrensel sentezlerden çıkabileceğini görmüş kişilerdir. Yereli evrensellikle bir potada kaynatma ortamları oluşmadıkça, çağdaşlığa varma olanağı yok gibidir
ismet Paşa'nın "Milli Şef" olarak manşetleştiği yıllarda, Ulus gazetesi yazarlarından Nurettin Artam'ın, Karpiç lokantasındaki özel amerikan-barda yakın dostlarına anlatmaktan hoşlandığı bir fıkra vardı.
* * *
Eski zaman paşalarından birinin konağına yeni bir aşçı çırağı gelmiş.
Çırak, mutfağın penceresinden kümesin tellerle ayrılmış özel alanında dolaşan değişik türdeki tavuklara bakarken, tepeli tavukları merak etmiş ve aşçıbaşıya sormuş:
- Bunlar nedir usta, diye.
Aşçıbaşı:
- Bunlar onlardır, demiş.
- Ya tepelerindeki nedir öyle?
Aşçıbaşı:
- Onlar, demiş; bunsuz olamazlar.
* * *
Çırak, tepeli tavukların cinsini de merak etmiş:
- Usta, cinsi ne bu tepeli tavukların?
Aşçıbaşı:
- Onu Paşa'ya sormak gerek, demiş.
- Paşa bilir mi peki?
- O da bilmez ama, dediği dediktir.
* * *
Sanatsal gücüne güvenen Avustralyalı bir film yönetmeni var, Baz Luhrmann.
Shakespeare'in "Romeo ve Jülyet"ini, diyaloglarını hiç değiştirmeden, günümüzün motosikletli, otomobilli, kafeteryalı ortamında canlandıran bir film yaptı.
Filmi seyrettiğimde, Luhrmann'ın sanatsal cesaretine birkaç "bravvo" çıktı ağzımdan.
* * *
Keşke bir başka filmde de, bundan 23 yüzyıl önce yaşamış olan Epir Kralı Pirüs'ün siyasal hayatı, günümüz ortamına uygulansa...
Kral Pirüs, o zamanki savaşlarda tanklar yerine kullanılan filleri sayesinde, Romalılara karşı 2 zafer kazanmış; ama bu zaferler kendisine o kadar pahalıya mal olmuştu ki, sonunda iflasa neden olan başarılara "Pirüs zaferi" denmesi, bir "deyim" halini almıştı.
* * *
Kral Pirüs'ün çevirip durduğu siyasal dolaplarla, binbir ayak oyununu günümüzün ortamında bir kez daha izleyebilsek.
Ve bir kez daha izleyebilsek kazandığı zaferler nedeniyle, nasıl perişanlığa düştüğünü.
* * *
Politika tarihinin boş gaz tenekelerinden ibaret çöplüğünü biraz daha tıngırdatalım mı?
Örneğin, "tarihte en uzun isimli politikacı kim" diye bir araştırma yapsak.
Acaba karşımıza 1821'de Avusturya'nın Başbakanı olan Prens Meternih mi çıkar?
Almanca tam adı şöyle:
Klemens Wenzel Nepomuk Lethar Fürst Von Metternich - Winneburg - Beilstein.
* * *
Coşkulu bir film yönetmeni, eğlenceli bir hale getirebilir tarihteki siyasal liderlerin, ne tür bir cambazlık yapayım derken, kaç milyon insanın ölümüne neden olduğunu.
* * *
Bakın işte Pakistan da fokur fokur kaynamaya başladı.
Dünkü Milliyet'te Tuğba Tekerk'in bir haberi vardı. Dünya Ekonomik Forumu, "Küresel Cinsiyet Uçurumu 2007" raporunu açıklamıştı.
O raporda "Kadın-erkek eşitliğinde durum"u gösteren bir de liste bulunuyordu.
128 ülke arasında Pakistan 126'ncı sıradaydı.
* * *
21. yüzyıl ve küreselleşme süreci, "köylü-kentli" zıtlaşmasını iyice ön plana çıkarmaya başladı.
Sözü edilen listede, Türkiye de 121'inci sırada.
* * *
"Yönetim saltanatı"ndan, "üretim saltanatı"na geçememiş; hem köylü ağırlıklı, hem de kendi uğraş ve meslek alanında evrensel kalitedeki kadroların cılız olduğu ülkelerde, çalkantılar artıyor.
Ve birtakım tabularla dogmaların, hamasi kükremelerin arkasına sığınmış nutukçular; kendi aralarında belalı didişmelere doğru yoğunlaşıyor.
* * *
Hadi yine şakacıktan tıngırtılı bir soru soralım:
Acaba petrol fiyatlarının artmasına, bizdeki bayrak satışlarının yaygınlaşması da neden oldu mu?
* * *
Enseyi karartmayın.
Politik dırdır salatasından usanınca, en iyi avuntu; "bal tutan parmağını yalar" atasözüne belgesel bir film senaryosu düşünmek.
Öyle bir filmin kaç saat, kaç gün, kaç hafta, kaç ay süreceğine ise artık siz karar verin.
* * *
Önüne gelenin, "vatana, millete hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşması" boşuna mı?
Ah keşke nutuklarla demeçlerde çok yanıp tutuşmasalar da; ateşler de düştükleri yerleri bu kadar çok yakmasa...
Üstelik 3200 belediyemizdeki itfaiyeci örgütlenmesinin durumuyla da, kimse ilgili değilken...
Güncel bir misafirlik, yahut gönülsel bir yakınlık ısısının gösterisi olarak sunulan bir buket çiçek...
Acaba öyle bir sunu tutkunu olanların babalarında da, büyükbabalarında da aynı tutku var mıydı?
* * *
Bendeniz ne dedem Hasan Paşa'nın, ne üst düzey bir bürokrat olan babamın eve bir buket çiçekle geldiğini hiç hatırlamıyorum.
Üstelik bir tanesinin Almancasıyla, ötekinin Fransızcası da mükemmeldi.
Yani efendime söyleyeyim, iyi öğrenimlerden geçmişlerdi.
* * *
Karagöz'le Hacivat'ın gölge gösterilerinde, elinde bir buket çiçekle ortaya çıkan Tarçın Bey; çıtkırıldım, cılız bir "alafrangalık" özentisiydi.
Heybeliada'da eşekle tura çıkıldığında, eşeği koşturmak isteyince "ha babam, ha babam" demek yerine; çıtkırıldımlığından ötürü "ha pederim, ha pederim" diyecek diye, alaya alınan tiplerdendi.
* * *
Halk edebiyatı, Tanzimat'la geliştirilmek istenen yapıştırma "alafrangalık"ı ti'ye alıp durmuştu.
* * *
Tarıma dayalı feodal bir yapılanmadan, endüstriye dayalı bir burjuvalaşmaya geçilmedikçe; "alafrangalık" özeni, bir burjuva taklitçiliği olarak kalıyordu.
Ve kadınlar; sözlüyken de, nişanlıyken de, evliyken de, -vazgeçtik etli şaraplı lokantaları- bir buket çiçekten bile yoksun kalıyorlardı.
* * *
Türkiye nüfusunun yarısı, hatta yarısından biraz daha fazlası kadın...
Doğum yıldönümlerinde, evlilik yıldönümlerinde, eşleriyle tanıştıkları günün yıldönümlerinde; varlıkları, bir buket çiçekle bile değerlendirilmemiş olan kadınların sayısı acaba kaç milyon?
* * *
Tamam, "biz erkek milletiz" anladık da...
Ancak böylesi bir tanımlama, "biz kadınsız bir milletiz" anlamına da gelebilir ki; gerek seksolojik açıdan, gerek sosyolojik açıdan çok garip düğümler çıkarabilir ortaya...
"Vatanı ve milletiyle devletin bölünmez bütünlüğü" ilkesi de; yeterince bir filit olmaz, genç kuşakları da içine çeken böylesi ruhsal bir bataklığa.
* * *
iskenderiye kentiyle, sonradan yakılan iskenderiye kitaplığını da kurmuş olan Aristo'nun öğrencisi Makedonya Kralı Büyük iskender, 2300 yıl önce ordusuna:
- Yabancılarla evleniniz, emrini vermişti.
Neden vermişti ki böyle bir emri?
Geleneksel kısır bir çember içinde kokuşup kalınmaması için mi?
* * *
Yıllar önce:
- Bir gün bizim köylerde de tenis oynanacak, diye yazmıştım.
Böyle bir öngörü hem çok yankılanmış, hem de bir hayli yadırganmıştı.
* * *
Tatil yörelerine dönüşen eski köylerde, çoktan yaygınlaştı tenis kortları.
Ama henüz ömürleri boyunca bir buket çiçek bile almamış olan kadıncıkların, elbet bir fotoğrafları bile yok tenis raketleriyle.
Ama onların kız torunları, yahut torunlarının kız çocukları...
Tenis raketli fotoğraflar, çoğalacak onların arasında da...
* * *
Güneydoğu sınırlarımızın garipliği ve dandikliği nihayet geldi işte gündeme...
Bir süre sonra "istiklal Mahkemeleri"yle ilgili karar ve belgeler de gelir gündeme; Prens Sabahattin'in "adem-i merkeziyetçi" görüşleri de; "Celalî baş kaldırıları"nın dökümleriyle nedenleri de...
* * *
Bu arada, özellikle kent ve kentleşmeye başlayan eski köylerde çiçekçi dükkânlarıyla, kaldırım çiçekçileri de arttıkça artmakta...
* * *
Acaba ilk çiçekçi dükkânı ne zaman açılmıştı istanbul'da?
Çiçekçi dükkânlarının tarihi üstüne yapılacak bir belgesel, çok pencereler açacaktır "çağdaşlaşma çabaları"nın, "suyuna tirit"likten ne kadar kurtulup, kurtulmadığına...
* * *
Ve kadınların, "kadınlar olmasaydı öksüz kalırdı şiirlerim" diyen şairin mısralarından sıyrılarak; toplumun çağdaşlık bayrağında, hödüklüğü eriten bir maya olmaya ne kadar başladığına...
* * *
Ah keşke yaşayan bütün kadınlara birer buket çiçek gönderebilseydim; kendim de dahil, erkeklerin bir türlü onlara layık bir düzeye gelemediğini belirten bir kart da iliştirerek...
* * *
Enseyi karartmayın.
Yarım yüz yıl geçmeden, aldıkları bir buket çiçeği vazolarına yerleştiren kadınların da, tenis oynamaya başlamışların da sayısı o kadar artacak ki...
Şayet bizim kuşağın babaanneleri onları görebilse, kesinlikle bir kez daha yutarlardı küçük dillerini...
Dünkü Posta gazetesinin sürmanşetinde Candaş Tolga Işık'ın özel bir haberi vardı:
"Saklanan şehitler
1914'te Sarıkamış'ta donarak şehit olan 90 bin askere kışlık giysi, erzak ve mühimmat götürmek için istanbul'dan Trabzon'a doğru yola çıkan, içinde 3 bin de asker bulunan 3 gemiyi Ruslar 7 Kasım'da Karadeniz'de batırır. Enver Paşa'nın emriyle kayıtlara geçirilmeyen bu faciayı Prof. Dr. Bingür Sönmez ortaya çıkardı. 'Sarıkamış'ın Deniz Şehitleri' 93 yıl sonra dün ilk kez törenle anıldı"
* * *
Vaktiyle Yahya Kemal:
- Siyasette gerçekler daima geç söylenir, demişti.
Ressam ibrahim Çallı da şöyle demişti:
- Şu bizim Yahya Kemal de doğrusu pek saf. Siyasette gerçekler geç değil, hiç söylenmez.
* * *
Hamasi bir övünme üstüne kurgulanmış "resmi tarih"imizin miadı artık dolmakta galiba.
Fikret Bila'nın yazı dizisinde emekli militerlerimiz bile, ufaktan ufaktan özeleştirilere başladılar.
* * *
Bugün itiraf edilmeye başlanan askeri hataları, vaktiyle bir yazı adamı söylese; sade ağzına biber sürülmez, hayatına da kezzap dökülürdü.
* * *
Beşiktaş, istanbul'da 2-1 yendiği Liverpool'a deplasmanda 8-0 yenildi.
"Türk'e Türk propagandası yapma"da ustalaşmış profesyonellerin gözlüğüyle böyle bir yenilgi, acaba -resmi tarihimizdekiler gibi- nasıl bir zafere çevrilebilirdi?
* * *
Eğlenceli birkaç deneme yapmaya çalışalım.
Önce Namık Kemal'in ünlü mısraını büyütelim:
Galip sayılır bu yolda mağlup
Altına da şöyle bir yorum oturtalım:
Beşiktaş'ı Liverpool değil, Türk düşmanı olan satılmış hakemler yendi.
* * *
Hümanist bir değerlendirme de yapılabilir.
Biz kendi ülkemizde yendiğimiz yabancı takımları, kendi ülkelerinde küçük düşürmek istemeyecek kadar gönlü büyük insanlarız.
ingiliz seyircisinin mutluluğu, bizim zaferimizdir.
Dileriz ingilizler de bir gün öğrenir, insanları kendi ülkelerinde mutlu etmenin ne büyük bir zafer olduğunu.
* * *
Psiko-sosyolojik bir öngörü de benimsenebilir.
Karakartallar, sade stadyumu değil, Londra'yı da kurtardı.
Şayet Beşiktaş, yenilgiyi göze alma kahramanlığını göstermeseydi; holiganlar hem ortalığı kasıp kavuracak, hem de Beşiktaş'a saldırarak diplomatik bir kriz yaratacaklardı.
ingiliz Dışişleri görevlileri, Beşiktaş'a teşekkürlerini sundular.
* * *
Hamasi bir paralellik de kurulabilir:
Futboldaki topun yuvarlaklığı, Çanakkale'de patlattığımız toplarla kıyaslanabilir mi?
Liverpool yerine karşımıza ingiliz donanması çıksaydı da, görseydiniz o zaman top atışlarını.
Kartallar yüksekten uçar, kargaların zaferi sahada kalır.
* * *
Bir de bir manzume yazılabilirdi.
Üzülme ağlarına toplar takıldı diye;
Bir de düşün ağlara takılan balıkları.
Ağlarda kalan toplar bırak olsun hediye,
Dön gel bassın göğsüne seni gazi diyarı.
* * *
Enver Paşa'nın hayatı üstüne belgesel bir film yapılabilse; hamaset üstüne koşullanmaların sakıncaları da, çok net çıkardı ortaya.
O zaman da üniversite rektörlüğüne kadar yükselmiş bir hekim, uluorta:
- 140 bin şehit daha verir, Atina'yı da alırız, diyemezdi.
Diyemezdi, çünkü "yönetim saltanatı" uğruna, insan kurban edip durmanın nelere mal olduğu kamu vicdanına çivilenmiş olurdu.
* * *
1962 yılında Milliyet'teki odamda otururken, kapı vurulmuş oksijene saçlı irice, havalı bir hanım girmişti içeri:
- Ben Enver Paşa'nın kız kardeşiyim, demişti.
Kulaklarıma inanamamış, hemen ayağa fırlamıştım:
- Buyurun oturun hanımefendi, demiştim.
O:
- Rahatsız etmeyeyim, bir 50 kâğıdınız var mı, demişti.
* * *
Ne yapacağımı şaşırmış, cüzdanımı olduğu gibi kendisine uzatmıştım.
Cüzdanı almış, içindeki tek 50'liği çekip çıkardıktan sonra:
- Teşekkür ederim, diye çıkıp gitmişti.
* * *
Gerçi nutukçularımız da, yorumcularımız da bol ama; bilmiyorum Enver Paşa'nın kız kardeşinin nerede yattığını bir bilen var mı?
* * *
Yağmura, kara, sel baskınlarına, kuraklığa "teslim olmak"; nasıl şanımıza, şerefimize, onurumuza, gururumuza dokunmuyorsa; objektif bir şeffaflık da bizi korkutmamalı.
* * *
Bayraklar sade gövdesel cesaretle değil, "medeni cesaret"le de dalgalanabilir gelecek kuşakların hayat bahçelerinde.
- Yok canım, her zaman zannetmem. Babama bir arkadaşı söylemiş, gözleriyle görmüş bir gün batıdan doğduğunu. Bizim Hayrullah bey de inanmıyor güneşin doğudan doğduğuna. Daha birçok insan var böyle. Onun için fazla israr etmeyin. Ayrıca herkes fikrinde hürdür. Kimi batıdan doğduğuna inanır güneşin, kimi doğudan doğduğuna. Kanaatlere saygı göstermek gerek...
- Asansörle çıkmak merdivenle çıkmaktan daha kolaydır.
- Rica ederim ama, siz onu affetmişsiniz. Merdivenle çıkmak asansörle çıkmaktan bin defa daha kolaydır. Ben her zaman merdivenle çıkarım. Atalarımızdan ne gördüysek öyle. Kapı kapalı kalsa da içeri pencereden girmek gerekse, pencerenin önüne asansör kurabilir misin? ister istemez bir merdiven getirip dayarsınız. Bu kafayı değiştirin de söylenene inanın. Merdiven asansörden daha iyidir.
- Yağlıboya leke yapar.
- Yapmaz. Böyle tehlikeli fikirlerden vazgeçin. insanları endişeye sevketmek doğru değildir. Hem biraz da boya piyasasını düşünün kuzum. Yağlıboya leke yapar diye herkes korkar da boyacılar iflâs ederse, memleket ne duruma düşer. Makul olun birader, makul olun.
- Su susuzluğu giderir.
- ilk defa duyuyorum bunu da. Ne münasebet yahu, ne münasebet. Susuzluk suyu giderir.
- Telefon konuşmak içindir.
- Katiyen değildir, hatâ ediyorsunuz. Telefon hamamda yıkanmak içindir.
- Eşek hoşaftan ne anlar?
- Siz herhalde pek fazla eşek tanımıyorsunuz. Ben sabahtan akşama eşeklerle düşer kalkarım. Bütün eşekler hoşaftan anlar.
- Sermayenin birikmediği yerlerde gerçek demokrasiyi kolay kuramazsınız.
- Kurarsınız. Önce demokrasi olur, sonra da kendiliğinden birikir sermaye.
- Hukuk devleti olmak için...
- Bu devlet hukuk devletidir, demek kâfidir.
- Siz hiç hürriyetin ne olduğunu düşündünüz mü?
- Sözünüzü size aynen iade ederim. Onu siz düşünürsünüz.
Hava hem yağmurlu, hem de buz gibi; kış ha geldi, ha geliyor. Evde de kaloriferler henüz yanmadı. Yaz sıcaklarında "serin hava"ya ayarladığımız klimaları, yeniden "sıcak hava"ya yönlendiriyoruz.
Bizim yazı odasında da klima olmadığı için, elektrik sobası yetişiyor imdada.
* * *
Bizler üşümüşüz, üşümemişiz; Bolu Dağı'nda görüş mesafesi 5 metreye inmiş, inmemiş; trafik kazaları artmış, artmamış...
Hiç önemli değil bunlar.
* * *
Önemli olan Hazine'den geçinmeli "mevki sahipleri"nin durumuyla, neler söyledikleri.
Çünkü ortaçağ uzantılı "oligarşik" yapılanmalarda, "mevki sahipleri" "devlet"i temsil ediyor.
Sıradan vatandaşlar ise, her ne kadar "vatandaş" da sayılsalar; kul yığınları.
* * *
Erdoğan-Bush görüşmesinden sonra pıtıraklaşan yorumlar arasında, yeni bir dönemin başladığını söyleyenler de var.
"Kışla" parfümlü politikalarla, "cami" parfümlü politikalar arasındaki kutuplaşmalar sürecinde; "laiklik" tekeli, artık hamasetçi coşkuların üstüne çıkarılacak gibi...
Bunun için de 1 yıllık bir sürede, bazı hayal kırıklıklarının yaşanması yeterli.
* * *
Hayal kırıklıkları şöyle yaşanacak, böyle yaşanacak; ama herhalde bir şeyler yaşanacak.
Tıpkı, "yaşam kalitesi" açısından, gitgide Finlandiya'nın 97 basamak altına düşmek gibi.
Tıpkı, Güneydoğu sınırlarının, sorumsuzca çizilmiş olduğunu nihayet itiraf etmeye başlamak gibi.
* * *
Geçtiğimiz pazar günü öğleden sonra TÜYAP'ta, bir süre dostlarla haşır neşir olduktan sonra, kendimi bir hayli yorgun hissettim ve Arman dostumuz, Solmaz Kâmuran'la birlikte bizi bir dinlenme salonuna götürdü.
Bir masanın başında yaşlı bir bey oturuyordu.
Kendisine şöyle bir selam verdim, o da şöyle bir baktı yüzüme...
* * *
Ve derken...
Masanın başındaki yaşlı bey ayağa fırladı:
- Beni tanıdın mı, dedi.
Tanıyamamıştım.
- Ben, dedi; Kemal Bekir Özmanav...
* * *
Ankara Devlet Tiyatroları sanatçılarından Kemal Bekir...
Menderes iktidara gelir gelmez bir "komünist tevkifatı" başlatılmış ve Kemal Bekir de; Ulvi Uraz, Aclan Sayılgan, Ruhi Su, Arif Damar'a kadar uzanan "sakıncalılar" arasında, komünistlik suçlamasıyla 1952'de tutuklanmıştı.
"Soğuk Savaş" döneminde sanat ve yazı adamlarının başlarına gelenlerden bölümler taşıyan "Hücre 1952" kitabı da hâlâ TÜYAP standlarındaydı.
* * *
Dinlenme salonuna bastonuna dayanarak yürüyen yaşlı bir bey daha girdi.
Aaa o da ne?
O yaşlı bey de Arif Damar'dı.
Damıtılmış bir şair olan Arif Damar da, neler ve neler çekmemişti ki...
* * *
1921'de Moskova'da imzalanan "Sovyetler'le dostluk antlaşması"...
1945'te, ismet Paşa'nın direktifiyle, Moskova Büyükelçimiz Selim Sarper'in; Stanlin'le Molotof'a "1921 Moskova dostluk anlaşmasını" uzatma önerisi...
Stalin'le Molotof'un öneriyi reddetmesi ve ismet Paşa'nın, dış politikada Washington'a yaklaşma çabaları...
* * *
Bu çabalar sonucu, Washington'un ileri sürdüğü 2 koşul:
1- Çok partili döneme geçiniz ama, partilerin dış politikaları Sovyetler'e karşı olsun.
2- Karayolları seferberliğini başlatınız.
* * *
Menderes de iktidara gelince, Sovyetler'e karşı olduğunu kanıtlamak için, hemen bir tevkifat başlatmış ve gencecik sanatçıları, şairleri, müzisyenleri tıpkı "yoksulluktan söz etmeyi" yasaklamış olan Cumhuriyetçiler gibi, içeri tıkmaya sıvanmıştı.
* * *
Toplumun okuldan geçme süresi ortalama "4 yıl"ken ve 20 kişiye 1 gazete, 6 kişiye bir kitap düşerken...
Yazarlardan, şairlerden, müzisyenlerden, bilimcilerden bu kadar kaygılanmak; acaba biraz da angutolojik bir kompleks sonucu muydu?
* * *
Washington zirvesi üstüne yorumlar yorumları doğura dursun.
Türkiye yeni bir döneme girsin, yahut girmesin.
* * *
Yarım yüz yılı aşkın bir süreden beri karşılaşmadığımız 2 eski dostla karşılaşmanın mucizesi bambaşkaydı.
Kimler ve kimler nasıl ziyan olup gitmiş, kimler ve kimler nasıl kaybolup gitmişti...
"Mevki sahibi" büyüklerimiz de, birbirleriyle az toslaşıp, az dalaşmamıştı.
* * *
"Yönetim saltanatı"nın yerini; gerek teknolojik, gerek ekonomik, gerek sanatsal bir "üretim saltanatı" almadıkça ve küreselleşme sürecinde "burjuva enternasyonalizmi"yle bütünleşip, "gelişmiş"lik payesine erişmedikçe; birtakım çalkantılar sürüp gideceğe benzer.
* * *
Şimdi 20 yaşlarında olan kalem emekçileri; 60 yıl sonra bir kitap fuarının dinlenme salonunda eski dostlarıyla karşılaşıverme mucizesini yaşadıklarında, kim bilir neler ve neler konuşacaklar...
* * *
Neler ve neler konuşacağınızı şimdiden merak etmeye başlamışsanız, enseyi karartmayın.
Çünkü bayrak satışlarının artması; bazen yetmiyor 1 yıl, 10 yıl, 50 yıl sonrasını merak etmeye ve enseyi karartmaktan kurtulmaya...
Son günlerde medyada gitgide sıklaşan başlıklar şöyle: "Gözler Ankara'ya kilitlendi"
"Gözler istanbul'a kilitlendi"
"Gözler Washington'a kilitlendi"
* * *
Nasreddin Hoca'ya sormuşlar:
- Hoca, sen ne diyorsun gitgide yoğunlaşan bu başlıklara?
Hoca gülümsemiş:
- Bana, demiş; vaktiyle miniklerin pek sevdiği bir tekerlemeyi hatırlatıyor:
Açıl kilit açıl!
Açılmaz.
Anahtarı nerde?
Suya düştü.
Su nerde?
inek içti.
inek nerde?
Dağa kaçtı.
Dağ nerde?
Yandı bitti kül oldu.
Vay benim köse sakalım...
* * *
Bir akıl hastanesinde delinin biri, bir çile yün almış. Önce eline sarıp bir yün yumağına dönüştürmek için, çilenin ucunu aramaya başlamış.
Durumu uzaktan izleyen başka bir deli, bağırmış kendisine:
- Boşuna ucunu hiç arama o yün çilesinin. Sen gelmeden ucunu kestim onun ben.
* * *
Hemen söyleyelim ki bu fıkra, Başbakan Tayyip Bey'in ne iç, ne de dış politikasını ima ediyor. Militerlerimizden politik konuşmalar yapmasını sevenler için de öyle.
* * *
"Kırmızı Şapkalı Kız" öyküsünün, değişik bir anlatımı:
Yeşil Şapkalı Kız, ormanın ta ucunda oturan büyükannesine bir çömlek tereyağı ile bir somun ekmek götürürken, ormanda gezinip duran hain kurtla karşılaşır.
Hain kurdu korkutmak için de, hemen bir ağacın arkasına saklanır.
Kurt, yanından geçerken ağacın arkasından çıkıp bağırmaya başlar:
- Cööö cö cö...
Kurt korkudan bayılıverir orada.
* * *
Yeşil Şapkalı Kız, çok da iyi yürekli olduğu için, kurdu oralarda baygın bırakmak istemez ve kendisini ayılttıktan sonra da özür dileyerek:
- Hemen gitmeliyim ben, der; büyükanneme yağla ekmek götürüyorum.
* * *
Kurt sorar:
- Büyükannen nerede oturuyor?
- Şu uzaktaki kurumuş meşenin arkasında.
- Ya demek orada oturuyor, çok güzel.
* * *
Yeşil Şapkalı Kız, büyükannesinin kulübesine geldiğinde, kapıyı çalınca içeriden bir ses duyulur:
- Kapıyı azıcık kaldırıver de it, açılır.
* * *
Ve Yeşil Şapkalı Kız, kulübeye girince garip bir şeyler olduğunu sezinler:
- Ay büyükanne, der; neden senin kulakların bu kadar büyük?
Büyükanne:
- Seni daha iyi duyabilmek için yavrum, der.
* * *
Bu yanıt bir şeyler anımsatmıştır Yeşil Şapkalı Kız'a, ama sürdürür sorularını:
- Ay büyükanne, neden senin kolların bu kadar kocaman?
- Sana daha iyi sarılmak için yavrum.
- Ay büyükanne, burnun neden büyük bu kadar?
- Seni daha iyi koklayabilmek için yavrum.
* * *
Aslında Yeşil Şapkalı Kız, biliyordur o eski "Kırmızı Şapkalı Kız" öyküsünü, ancak sonunu unutmuştur. Yine de sürdürmeye çalışır sorularını:
- Ay büyükanne neden gözlerin o kadar büyük?
- Seni daha iyi görmek için yavrum.
* * *
Sonuncu soru bir türlü aklına gelmiyordur Yeşil Şapkalı Kız'ın. Yeniden başlar sorulara:
- Ay büyükanne, neden senin kulakların bu kadar büyük?
- Söyledim ya, seni daha iyi duymak için.
- Ay büyükanne, neden kolların bu kadar kocaman?
- Sağır mısın sersem, sana daha iyi sarılabilmek için dedik ya...
* * *
Büyükanne kılığına girmiş olan kurt, sabırsızlanmaya başlamıştır:
- Buraya bak, der; sonuncu soruya da gelecek misin, gelmeyecek misin?
* * *
Yeşil Şapkalı Kız ise, bir kez daha yeniden başlamıştır sorulara:
- Ay büyükanne, neden gözlerin bu kadar büyük?
* * *
Kurt, birden yorganın üstüne çıkarak ağzını açar ve dişlerini gösterir:
- Yetti artık be, der; dişleri soracaksın dişleri, neden dişlerin bu kadar büyük, diye...
* * *
Birleşmiş Milletler'deki diplomatlardan bazılarına, Ankara-Washington ilişkileri sorulduğunda; "Kırmızı Şapkalı Kız" öyküsünün, "Yeşil Şapkalı Kız" olarak değiştirilmiş versiyonunu anlatıyorlarmış.
Doğru mu, yanlış mı, bilmiyoruz.
* * *
Celal Sılay'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:
Gitti
işitmek istediğini bir sağırın
Sezdi havamızdan geçen bir şarkı
Duyuramadı sesini bu sağıra
Eridi, gitti!
Yürümek hasretini bir kötürümün
Hissetti koltuk değnekleri;
Kaldıramadı yatağından hastasını
Çürüdü, gitti!
Körün görmek arzusunu duydu
Bahçenin kenarında bir çiçek;
Gösteremedi yapraklarının rengini,
Dağıldı, gitti!
Ve duydu bir açın yemek ihtiyacını
Buğday tarlasındaki başak;
Utandı büyümesindeki şehvetten,
Kurudu, gitti!
tülay Eriş hanım, küçük bir gülücükle bendenize: - Seslerin resmi yapılabilir mi, diye sordu.
Ben de tam sanat dalları arasındaki ayrımların nedenlerini; bir sanat dalının anlatımda yetersiz kaldığı bir alanı, başka bir sanat dalının tamamladığını anlatmaya kalkma ukalalığına "alabanda iskele" yapacaktım ki...
Tülay hanım:
- Benim, 5.5 yaşındaki oğlum seslerin resmini yapıyor dedi ve yaptığı çarpıcı renkli harika çizimleri gösterdi.
* * *
Henüz daha iç içe çember çember çevre koşullanmalarıyla demir bir zırh içine sokulamamış çocukların, o doğal yaratıcıklarındaki güzellikler...
Sonra da hepsini bilinen kalıpları tekrarlamaya; ya rap rap yürümeye, ya kutsal duaları ezberlemeye yönlendirmek.
Ve farkına varmadan, küçücük yaşlarda iğdiş etmek onların doğal içtenliğiyle yaratıcılığını.
* * *
Eski bir deyim vardır:
- Çocuktan al haberi, derler.
Çünkü büyükler, "her sakala göre değişik taraklar vururlar".
* * *
Bir gün Köyceğiz'de eve, 5-6 tane ilkokul 5'inci sınıf çocuğu gelmişti. Yan yana uslu uslu oturmuşlardı.
- Ee ne yapıyorsunuz bakalım, diye açmıştım lafı.
Hemen geçerli ezberlerini tekrarlamaya başlamışlardı:
- Derslerimize çalışıyoruz, büyüklerimizin sözlerini dinliyoruz vs...
* * *
Ben de:
- Büyükler yalan söyleyip dururlar, demiştim.
Böyle bir saptama çok hoşlarına gitmiş ve içlerinden biri:
- Benim annem de yalan söylüyor, demişti. Bir de örnek vermişti:
- Telefon çaldığında "şimdi çıkmak üzereydik" diyor; sonra da, "neyse atlattık" deyip, hiçbir yere gitmiyor.
* * *
Çocukları belirli kalıpların zırhları içine sokunca, kolaylaşır onları yönetmek de; tıpkı kalabalıklar gibi...
Ve böylece belirli klişeleri tekrarlayıp durmanın, beyinsel bir buzlanmasına uğrar kuşaklar.
* * *
Dünkü Hürriyet'te Arzu Çelik'in izmir'den verdiği, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'la ilgili bir haber vardı. Başlığa Unakıtan'ın şu sözleri çıkarılmıştı:
"Kişi başına gelir 15 bin dolar olsun bakın kimse dağa çıkar mı?"
* * *
Cumhuriyetçiler'in tek parti döneminde en keskin yasak, ülkedeki "yoksulluklar" üstüneydi.
1925'teki Şeyh Sait ve 1930'lardaki Dersim olayları; salt bir asayiş ve politik bir itaatsizlik sorunu olarak görülmüş; o bölgelerdeki ekonomik durumun analizlerine asla izin verilmemişti.
* * *
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, önceki gün izmir Ekonomi Üniversitesi'nde söylediği sözleri, şayet o tarihlerde söylemiş olsaydı; kimbilir başına neler gelirdi?
* * *
Belirli ezberlerin dışına çıkma yasağı; eski sivilcileri gitgide çıbanlaştırdı.
Kendi özgür doğallıklarıyla, "kral çıplak" diyen çocukları tokatlayıp susturmanın bedelleri pek acılı ve gözyaşılı oluyor.
* * *
Hazine'den geçinmeli "yönetim saltanatı"nın kadroları; belirli bir ezber dışını "yasaklama" kolaycılığıyla; sık sık ortaya dökülen beceriksizliklerin günahını; ya rakiplerinin, ya dışarıdaki mihrakların üstüne yıkma kolaycılığına kaçtıkça; çalkantılar da depremleşmeye başlıyor.
* * *
"Mevki sahipleri" ise, hep aynı anlayışı miras bırakıyorlar haleflerine:
- Benden atlasın da, nerede patlarsa patlasın!
* * *
Geçen yıl ABD'de çevrilmiş olan, Robin Williams'ın başrolünü oynadığı "Yılın Başkanı" adlı filmi, keşke bütün siyasetçilerimizle, siyasete eğilim duyanlarımız izleyebilseydi...
* * *
TV'lerdeki programlarında ABD'nin siyasetçilerini alaya alıp durmakla ünlü bir "şovmen" rolündeki Robin Williams'a; izleyicilerinden genç bir kız gülerek:
- Siz, diyor; kendiniz koysanıza adaylığınızı seçimlerde Başkanlığa.
* * *
Başkanlığa adaylığını koyan komik şovmen de, Başkanlığı kazanıyor.
Daha doğrusu, seçimlerde oy verme işlemleriyle sonuçlarını bildirme sorumluluğunu yüklenmiş büyük bir bilgisayar şirketinin yaptığı bir hata sonucu, kazanmış görünüyor.
* * *
O filmde Robin Williams'ın komik bir şovmenlikten, ABD Başkanlığına çıkmasıyla gazetecilerin kendisine sormaya başladığı sorulara verdiği yanıtlar, boşalan bir kahkaha zembereği.
* * *
Bir gazetecinin, geçmişteki cinsel ilişkilerini kurcalamasına da şu yanıtı veriyor:
- Geneleve ilk gittiğimde, o kadar başarısız oldum ki, paramı iade ettiler.
* * *
Daha ilkokullardayken çocukları, belirli kalıpların dar zırhları içinde koşullandırmaya kalkmak...
* * *
Tabular ve dogmalarla yığınları; "suya sabuna dokunma", "etliye sütlüye karışma", "hem nalına, hem mıhına", "ne şiş yansın, ne kebap" çıkmazlarına süpürmek...
* * *
Sonra da, değişen çağların rüzgarları önünde, apışıp kalmak ve öyle görünmemeye çalışmak...
* * *
Tülay hanımın 5.5 yaşındaki oğlu, seslerin resimlerini yapıyor; yaptığı resimler de, o kadar hiç görülmemiş güneşlerin doğması gibi ki...
* * *
Acaba tüm evrensel politika tarihinin de; savaşları, cellatları, nutuklarıyla bir resmi yapılsa, ne çıkardı ortaya; dipsiz bir kile ile boş bir ambar mı?
Mideniz ağrımıyorsa, midenizi unutursunuz; böbrekleriniz ağrımıyorsa, böbreklerinizi de...
Ayaklarınız, bacaklarınız, apandisitiniz, dişleriniz, kollarınız, omuzlarınız ağrıya acıya, size kendilerini hatırlatmıyorlarsa; sağlıklısınız demektir.
* * *
Geçip giden ve ömrünüzü azaltan zamanı unuttuğunuz ölçüde de, "mutlu"sunuz demektir. Hele o süreci, sevdiğiniz biriyle "ortak bir unutkanlık" içinde yaşıyorsanız.
Saatlerin nasıl geçtiğini bir türlü fark edemezsiniz.
Cezaevlerinde ise zaman hiç geçmez; asıl ceza da budur.
* * *
"Devlet"in kendini sürekli hatırlattığı yörelerle; sokaklarında, caddelerinde üniformalı polislerin dahi pek görünmediği yörelerden söz açarak, "kamu hukuku doktrinleri"ne bodoslamadan dalmayalım.
* * *
Dinmeyen bir baş ağrısı gibi, "devlet"in kendini hatırlatmadığı bir bardak su dahi bulunmadığında; yasaması, yürütmesi, yargısıyla organlarda ya kronik bir bronşit vardır, ya öksürüklü bir tüberküloz
* * *
21. yüzyıl, zamanı unutma yöntemlerinin iyice çeşitlendiği bir döneme doğru koşuyor dört nala...
Bunlardan biri de, o sırada tüm dünyada nelerin kimsenin aklına gelmediği...
* * *
Örneğin "sıfır"ın alt yazısız bir karikatürü yapılabilir mi, yapılamaz mı?
"Güneş"in karikatürü, kendisine bir insan kimliği verilerek çok yapıldı.
Ama tıpkı, karikatürü yapılabilmiş ilk Cumhurbaşkanımız ismet Paşa'nın karikatürü gibi; görünüşündeki kimliği değiştirilmeden, "güneş"in de alt yazısız karikatürü bir "portre karikatür" olarak hiç yapılmadı.
* * *
Şimdi "sıfır"ın, alt yazısız bir "portre karikatürü"nü yapma yarışması açılsa...
Acaba böyle bir yarışmaya nerelerden kimler katılır ve neler gönderirdi?
* * *
Sonra da gönderilmiş karikatürlerden bir sergi açılsa ve kapısına da şöyle yazılsaydı:
"Lütfen bu sergi size, siyasal hayatımızı hatırlatmasın; TCK 301'inci madde ile suçlanabilirsiniz sonra!"
* * *
Sergiye "kışla" parfümlü nutukçular da koşardı, "cami" parfümlü nutukçular da; ellerinde kalmışları satmak için, balonlu balonsuz bayrakçılar da...
* * *
Elbette son orta boy Denizli depreminde, geceyi 7 derece soğukta dışarıda geçirenlerin aklına, Fransız ihtilali'ni tetikleyen nedenler hiç gelmemiştir.
* * *
Oysa öyle de eğlenceli yönleri vardır ki o ihtilalin; "mevki sahipleri"nin, birtakım kanlı dolaplar çevireyim derken, kendilerinin de o dolaplar içinde nasıl kaldıklarına sade şaşmaz, kahkahalarla da gülersiniz.
* * *
Fransız ihtilali'nin matrakoljik yönünü anlamak için, önce Korsika adasının tarihine bir göz atmak gerekir. Şöyle ki:
1- 15'inci yüzyılın ortalarında Korsika'nın yönetimini, Cenova ele geçirdi. Tıpkı 1204'te Bizans'ı ele geçiren 4. Haçlı seferi sırasında, Ceneviz'in bizim Haliç'teki Galata yakasını da egemenliğine katması ve oraya o koca kuleyi dikmesi gibi...
* * *
2- 1729-69 arasında Korsika'da ayaklanmalar başladı ve ada, kısa bir süre için özerkliğini ilan etti, sonra da 1769'da Fransa krallığına bağlandı.
* * *
3- Ne var ki ingiltere, Korsika adasındaki siyasal hercümerden yararlanarak, adada bir krallık kurdu ve kendisine bağladı.
* * *
4- Fransa krallığı, içine sindiremedi ingiltere'nin domuzluğunu. O da ingiltere'nin egemenliği altındaki Kuzey Amerika'da, bağımsızlık hareketini desteklemek için, "âsiler"in başına ünlü generali Marki de La Fayette'i gönderdi.
* * *
5- ingiltere de, Fransa'nın hınzırlığını içine sindiremedi ve 24 yaşında Londra'da başbakan olan William Pitt, Fransız ihtilalcilerine para yağdırmaya başladı. Yaptığı hesaba göre, 16. Louis devrilecek ve yerine ingiltere'nin dostu olan kardeşi geçecekti.
* * *
6- Sonuç pek kötü ve -karikatüral bir açıdan- pek kahkahalı oldu. William Pitt'in hesapları doğru çıkmadı ve Fransa'da "cumhuriyet" ilan edildi. Sonra da siyaset dünyasında aristokratların yerini, demagoglar almaya başladı.
* * *
"Sıfır"ın, alt yazısız "portre karikatürü" yapılabilir mi, yapılamaz mı?
Yapılamazsa, zamanı unutmak ve kendini kanıtlamak için "yönetim saltanatı"na göz dikenler de; burjuva enternasyonalizminin "üretim saltanatı"na karşı 100 yıl daha dayanamazlar.
* * *
Çünkü "üretim saltanatı", fizikteki yeni buluşlar sayesinde "insanların hayatını kolaylaştırma"ya dönüktür; tıpkı cep telefonları, video-kameralar, internet, görkemli yolcu uçakları gibi...
"Yönetim saltanatı" ise sadece, "mevki sahipleri"nin mevkilerini korumasına dönüktür.
* * *
"Sıfır" deforme edilemiyor, Kozmos'un insan toplumlarını sarmalayan "veriler"i de öyle.
Siyasal nutuklarla depremler engellenemiyor; nasıl ki şimdilerde adına "konjonktür" denilen "değişimler" de...
* * *
"Zaman" gövdesel eğlencelerle unutulduğu gibi, görüyorsunuz ki beyinsel eğlencelerle de unutuluyor...
Üstelik çok da zor değil, insanın kendisine bu tür -kimsenin aklına gelmeyen- eğlenceler bulması...
Aşkın, yaşlılığın ve savaşın ne olduğu; sadece onu yaşarken anlaşılır
"işin iç yüzü", "işin içinde meğer ne işler varmış", "görüntüye aldanma" gibi deyimler; hem bin bir çeşit dedikoduyla, yorumların sofralarında göbeklenir; hem de belgesel çalışmalarla, yığınlara ne tür yutturmacalar tezgâhlanmış olduğu kanıtlandığında borazanlaşır.
* * *
Âşık bir kızın dalıp dalıp gitmesi, sık sık cep telefonuyla balkona çıkıp konuşması; yandaki komşuların dikkatini çekse de, özdeş olabilirler mi o kızın çektikleriyle?
Kimi:
- Bizim Muhadder Hanım'ın oğluyla çıkıyormuş, der.
Kimi:
- Annesi de galiba göz yumuyor yaptıklarına, der.
Kimi de:
- Sözde kaç yıldır fakülteye gidiyor, bir türlü bitiremedi gitti, der.
* * *
Kızın ise erkek arkadaşı tarafından yeterince aranmamış olmak, gururuna dokunuyor ve kendisi, yeni bir ilişkiyle bir yandan öç almak, bir yandan da "moralini düzeltmek" istiyordur.
Cep telefonuyla balkona çıktığında da, kendinde gözü olduğunu sezinlediği bir sınıf arkadaşıyla konuşuyordur.
* * *
Orta boylu, gözlüklü ve bir hayli de şişmanca olan ciciannem, evin merdivenlerini inip çıkarken boyuna yakınırdı bacaklarından ve yüzü koyun mindere yatıp, sırtını da bana çiğnetirdi.
* * *
Ben ise 6 yaşında, hoşlanırdım ciciannemin sırtını çiğnemekten ve bazen de hafifçe tepinirdim.
Kadıncağız bağırarak, hemen indirirdi beni sırtından.
Şimdi çok daha iyi anlıyorum ciciannemin merdivenleri inip çıkarken bacaklarından neden yakındığını ve neden sırtını çiğnetmek istediğini.
* * *
Savaşlar da acaba salt bir coşku işi mi?
Porto'da 'Douro Irmağı' üstünde demir bir köprü var; uzunluğu 353 metre, yüksekliği 60 metre, kemerlerinin açıklığı 160 metre.
Köprüyü 1877 yılında, sonradan Paris'te adını taşıyacak kulenin mühendisliğini de yapmış olan Gustave Eiffel yapmış.
* * *
Kitlelerde zaman zaman alevlenen savaş coşkusuyla, Eiffel'in kendi mesleğinde duyduğu coşku karşılaştırılsa; "var olma ve gururlanma" özlemlerinin tatminleri arasındaki farklar da ortaya çıkardı.
* * *
Eiffel'in, "Douro Irmağı" üstünde "Ponte Maria Pia" köprüsünü yaptığı 1877 yılında II. Abdülhamit henüz padişah olmuştu ve Ruslarla son Osmanlı savaşı patlamıştı.
O yılın istanbul gazetelerinde nelerin yazılmış olduğu, nedense kamuoyuna hiç yansıtılmadı.
Ve Rus orduları 10 ayda Yeşilköy'e indiler. ingiliz donanması da Marmara'ya girdi.
II. Abdülhamit Romonof Rusya'sıyla, "Ayastafanos-Yeşilköy" barış antlaşmasını imzaladı.
* * *
Sonra bakın neler oldu:
1- Avrupa'daki "düvel-i muazzama" büyük devletler, Yeşilköy Antlaşması'na karşı çıktılar ve "Berlin Kongresi" toplandı.
* * *
2- ingiltere, Kıbrıs'ın -sözde geçici olarak- kendilerine verilmesi koşuluyla Osmanoğulları'nın ülkesine arka çıkacaklarını bildirdi.
* * *
3- ingiltere'nin önerisi kabul edildi ve Kıbrıs verildi.
* * *
1887-89 arasında Gustave Eiffel, adını taşıyacak ve dünyayı şaşırtarak, kendisine de "demir sihirbazı" adını taktıracak kuleyi somutlaştırıyordu.
* * *
Aynı tarihlerde ise ittihat ve Terakki Fırkası kuruluyor ve II. Abdülhamit'i devirme hırsları kabarıyordu.
* * *
Geçen yıl ABD'de yapılan bir belgesel film, 2001 yılında Pentagon'a terörist bir uçağın çarpmış olamayacağını da kanıtladı; New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelerinin terörist uçaklar tarafından yıkılmadığını da.
* * *
Gustave Eiffel'in iktidarı ele geçirmek gibi bir derdi var mıydı, yok muydu; orasını burasını yerle bir ettikten sonra, suçlu uydurma konusunda çeşitli numaralar çeviriyor muydu, çevirmiyor muydu; bilmiyorum.
* * *
Sanıyorum ki, "demir sihirbazı" mühendis Eiffel, "var olma ve gururlanma" özlemini kendi mesleksel başarılarıyla tatmin ediyordu.
* * *
Bazı yörelerde ise mesleksiz insanlar, aynı tür özlemlerini bir "mevki sahibi" olmakla tatmine yöneliyorlar.
Oralarda "yönetim saltanatı", "somut bir üretim saltanatı"na ağır basıyor ve kitleleri de olmadık serüvenlere sürüklüyor.
* * *
Bu tür "psikososyolojik" bir yapı da, yaşadığı çağla bütünleşemediğinde; -değişen parametrelerin de etkisiyle- farkına bile varmadan, birtakım çalkantılara sürükleniyor ve bir düğümü, modası geçmiş yöntemlerle çözmeye çalışırken, başka düğümlerle karşılaşıyor.
* * *
Tüm medyada yankılandığı gibi, dünkü Milliyet'te de şöyle bir başlık vardı:
"Devlet protokolünde bir Hollywood starı"
Kim bilir kimlerin göğsü kabarmıştır iftiharla.
* * *
Herhalde Kevin Costner'in de kabarmıştır; Cumhuriyet'in 84. yılı bayramının, ABD'deki 4 Temmuz Bağımsızlık bayramlarına hiç benzemediğini görünce...
Parası ceplerden çıkmayan diplomatik gezilerin, toplantıların, yemeklerin sonunda yapılan açıklamalarla; "gözü kara"lık yarışlarında şampiyonluğa soyunma gösterilerini izlerken; bendenizin de aklına nedense, az çok bilinen bir fıkra geliyor.
* * *
Bir akıl hastanesinde delinin biri, bir diş fırçasına ip bağlamış:
- Gel Fifi, güzel Fifi, diye dolaştırıyormuş.
Bunu gören bir hastabakıcı, delinin keyfini kaçırmamak için eğilip diş fırçasını okşamış:
- Bu ne cici köpek böyle, demiş.
* * *
Deli:
- Haydi oradan budala, demiş; o köpek değil, diş fırçası.
Hastabakıcı içinden:
- Sandığım kadar da deli değilmiş bu, diyerek uzaklaşmış oradan.
* * *
Hastabakıcı gider gitmez deli, diş fırçasına doğru eğilmiş:
- Aslan Fifi, demiş; bu enayiyi de atlattık.
* * *
Parası cepten çıkmayan diplomatik geziler, yemeklerle; "akıl sahibi" olmanın yerine oturup kurulmuş "cesaret sahipliği"nin kükremelerini izlerken; bilmiyorum neden hep hatırlayıveriyorum bu fıkrayı?..
* * *
Konya'da, Karaali ilköğretim Okulu'nda kanalizasyon bulunmadığı için kızlı-erkekli ufacık çocuklar, tuvaletleri kullanamıyor, kakalarıyla çişleri geldiğinde bazen ayakta, bazen çömelerek duvar diplerine sığınıyorlarmış.
Yaygınlaşan pislik nedeniyle de, 6 çocuk sarılık olup hastanelere kaldırılmış.
* * *
AB üyesi ülkelerde de kanalizasyonu bulunmayan ilköğretim okullarıyla bir kardeşlik ve dayanışma örgülenmesine gidilse...
Ve okulların kapılarına, "örgütümüzün gücü her türlü bokluğun üstesinden gelmeye kadirdir" diye yazılsa...
Küçücük yaşta hayatını yitirenler de olursa, ailelerine Şair Eşref'in şu dizeleri gönderilse:
Yavrun ölmüş eseflenme, seviver annesini;
Gebe kalsın doğursun yeni bir tanesini.
* * *
Tuvaletleri kullanılamayan okullar sorununa bulduğumuz çözümleri gören dünya, bize hayran olmaz mı?
Üstelik ilkokuldayken ezberlediğimiz şiirlerin, tarihsel bir gerçeği nasıl damgalamış olduğu da kanıtlanmış olur:
Türkün güneşleriyle dünya ufku ağardı
Türk olmasa tarihe yazılacak ne vardı?
* * *
Av. Taner Aktop'tan da bir fıkra:
Adamın biri, kulak-burun-boğaz uzmanı bir doktora gitmiş:
- Doktor bey, demiş; galiba bizim hanımda bir işitme zorluğu başladı, acaba ne yapsak?
Doktor:
- Eve gidince, demiş; belirli bir mesafeden bir soru sorun karınıza. Şayet duymazsa, biraz daha yaklaşarak sorun aynı soruyu. Yine duymazsa, daha da yaklaşarak sorun. Önce bir saptayalım hangi mesafeden duymaya başladığını. Ona göre gerekli tedaviyi yaparız.
* * *
Adam eve dönmüş. Karısı mutfakta yemekle uğraşıyormuş. Hemen mutfağın kapısına giderek sormuş karısına:
- Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?
Karısı hiçbir cevap vermemiş.
* * *
Adam mutfağa girip birkaç adım daha atmış ve yine sormuş:
- Hayatım, ne yiyoruz bu akşam.
Kadından yine hiçbir cevap yok.
* * *
Adam, ensesinin dibine gelmiş kadının:
- Hayatım, ne yiyoruz bu akşam?
* * *
Kadın öfkeyle geri dönmüş:
- Demincekten beri bağırıp duruyorum sana köfte diye, demiş; aa yetti artık be!
* * *
Kimlerin kimleri sağır sandığı, gerçekte ise kimlerin sağır olduğu anlaşılamadı gitti şu dünyada vesselam.
* * *
Attilâ ilhan'dan bir şiirle bitirelim yazıyı:
An Gelir
an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şataraban ölür
an gelir
ömrün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür
görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiirler söyleyerek
kim duysa korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
attilâ ilhan ölür