ing:Who knows his Real Self knows his God.
'Nefsini bilen Rabbini bilir' hadisini ibn Arabi (ra) şöyle yorumlar: 'Her insanda bir ilahi isim daha fazla mütecellidir. insan, ancak bu ismin tecellisi kadarınca nefsini bilecektir.' Yani bu ilahi ismin tezahürü oranında Rabbini bilecektir. Rabbin Zat'ı bilinmez. Zat'ın tefekkürü yasaklanmıştır. insan idraki zaten Zat'ı fikretmekten acizdir. O halde, nefs, Bediüzzaman'ın Ene Risalesi'nde belirttiği üzere, Rabbin bilinmesinde bir anahtar işlevi görür.
Ene Risalesi, islam irfan geleneğinin içinden konuşan Bediüzzaman'ın önemli eserlerindendir. Burada, 'emanet'in 'ene' kavramıyla açımlanması düşüncesini Üstad, Zemahşeri ve Cili'den iktibas etmiştir. Zemahşeri, ilgili ayeti tefsir ederken 'Ene' kavramını kullanır. Ekberi irfan geleneğinin değerli adlarından Cili'nin ise, Hüviyet ve Enaniyet adlı bir eserinden söz edilmektedir. Demek ki, Ene, Rabbin bilinmesinde bir ölçüttür.
Nefs, klasik Arapça'da ruh anlamında kullanılmıştır. Günümüzdeki kullanımı daha çok, 'ruh'tan farklı, özerk bir olgu biçimindedir. Nefsin düzeylerinden Kur'an'da söz edilmektedir. Sufiler, insanoğlunun yeryüzüne nüzulünü bir alçalma, asli doğasından uzaklaşma olarak yorumlarlar. Dolayısıyla insan, dünyaya inerken, bir irtifa kaybı yaşamıştır ve nefsi hastadır. Nefs-i emmare, kin, düşmanlık, yalancılık, nifak, isyan ve küfür üzeredir. insanın manevi bir seyr ü seyahat yaşaması, nefsin, Kur'an'da belirtilen aşamaları gerçekleştirmesi anlamına gelecektir. ikinci aşamada nefs, levvamedir, yani kötülüklerden kaçınma yönünde bir duyarlık kazanmıştır. Ardından doygunluğa ermiş, Rabbi'yle doymuş mutmain nefs düzeyi gelir, nihayet rıza makamına ulaşmış nefs-i razıyye gelir ardından. Bu düzeyler, bize, nefsin, dünyaya inerken alabildiğine cahil ve münkir olduğunu, bu alçalıştan sonra, tekrar Rabbine dönmek için bir arınma yaşanması gerektiğini gösterir. Nefs-i emmare düzeyinde kalmış olanlar, kendini tanrılaştırma eğilimi içerisindedir aynı zamanda. insan, nefsinden doğrusal bir hat çekerek, tüm varlığı orada odaklar. Her şey kendi nefsi için ve nefsine göre konumlanacaktır artık. Bu, esasında örtük olarak rububiyyet iddia etmektir. irfan ehli, nefsin tüm aşağılık eğilimlerinin altında ubudiyyeti terk, rububiyyeti iddia bulurlar. Sözgelimi Konevi, zina eyleminde örtük bir rablık iddiası gizli olduğunu söyler, Kırk Hadis Şerhi'nde. Çünkü der, zina, keyfemayeşa bir davranıştır. Bu ise, sadece Zat'a özgüdür. insan, mutlak özgür olamaz ve mülkünde dilediğince tasarrufta bulunamaz.
Esasında mülkten söz etmek imkansızdır, insan için. Mülk Allah'ındır. Risale-i Nur mesleği ve tefekkürü, tümüyle bu irfani geleneğe uygun olarak nefsin arınması ilkesine dayanır. Amaç, rızayı kazanmaktır; bunun biricik yolu ise Hz. Peygamber'in emrettiği üzere nefisle mücahede ve riyazettir.
insanın cihatla yükümlü oluşuna ilişkin Bediüzzaman, tıpkı ibn Arabi gibi, büyük cihadın nefisle yapılması gerektiğini belirtir. Allah, “kafirlerle savaşın”, buyurur. ibn Arabi, bu ayetteki buyruğa uyarken, “en yakınınızdakinden başlayın”, der, en yakınınızdakinden, yani nefsinizden. Size en yakın kafir, nefsinizdir. O halde, onunla mücahedeye girişin. Bu, bir risalesinde Bediüzzaman'ın Kadiri ve Nakşilerin cehri ve hafi zikirlerine ilişkin bir yorumunda da karşımıza çıkar. Kadiriler, cehri zikirle tabiat tağutlarını zir ü zeber etmişler, Nakşiler hafi zikirle nefsi tezkiye etmektedirler. Ene, rizayet ve kullukla delinmezse tüm varlığını kuşatır insanın. Nefisperestlik, bir tür putperestlik gibidir. “Onlar, nefislerini (heva) ilah ittihaz etmişlerdir”, uyarısı bunu ima eder. ibn Arabi hazretleri Fütuhat'ta, velilerin velayetlerinin delili olan kerametleri yorumlarken mealen şöyle der: Velilerin kerametleri, hep bir manevi mertebe, bir makam kazanmanın hem bir delili, hem de armağanıdır. Sözgelimi 'heva'larını denetim altına almayı başarmış insanlar, 'hava'da yürüyebilirler. 'Biz, hayatı sudan yarattık' ayetinin sırlarına vakıf olanlar, suyun üzerinde yürüyebilirler. Bediüzzaman'ın birinci manevi evresinde, Kosturma esaretinden firar ederken Volga'nın üzerinden yürüyerek geçtiği rivayet edilir. Keza, Horhor Medresesinde başından geçen o ilginç olay, havada kalabilmesi, hevasını denetleyebilme düzeyini işaret eder. Kimi yorumcular, nefsini bilmekten kastın, nefsini yenmek olduğunu söylemişlerdir ki, yaygın yorum budur. Yunus Emre hazretlerinin ifade ettiği gibi, bizler dünyaya ölmek için değil, olmak için geldik. Olmak, ölmeden evvel ölmekle mümkündür. Ölmekten kasıt ise, insanın nefsinin, yani kişisel doğasının sınırlarını taşarak, kendi kişisel algısını silerek, ism-i Azam olan Hu'nun sırrına ermesidir.
ref:http://www.koprudergisi.c...oster=Yazi&YaziNo=621
Bir hadis-i kudsi olan bu sözün orjinali şöyle geçer:
''Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nâil olur; nâil olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin...''
insan, benliğine takıldığı ölçüde şeytana yakın, Allahtan da uzaktır. Ben diyene Allaha giden yolda kapılar hiçbir zaman açılmaz.
Gösteriş tutkunu insanlar düşünce ve beyanlarındaki boşluğu gürültüyle doldurmaya çalışırlar. Hâlbuki yalan ve gösteriş gürültülüdür; hakikat ve samimiyet sessizdir. Yıldırımlar gök gürültüsünden evvel hedeflerine varırlar; ses duyulduğunda onlar çoktan varacakları yere ulaşmışlardır.