Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmıyacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. insan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır.
Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş.
Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun.
Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü... Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
işte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun geceleri uykuna giren umacın her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim.
Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman...
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle, düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
işte görüp göreceğin rahmet!
nazım hikmetof yoldaşın ideolojisine nafile çabalıyorsun deyip, kendine özeleştiri yapamayan kişinin mektubudur. sen çok doğru işlere çabalıyorsun değil mi necip?
ayrıca bir türkçü olarak şunu söylemeliyim ki hikmetof yoldaşın şiirleri kısakürek'Ten daha güzeldir.
üstelik, nazım hikmet gibi her koşulda ve kimseciklere lafını esirgemeyen bir edebiyat adamının suskunluğuna sebep ne ola ki? diye araştırırken, necip fazıl'ın mektup yazma merakının yalnızca nazım hikmet'e yönelik olmadığını görmüşlüğüm ve nazım'ın, neden o'nu yanıtlamaya dahi değer bulmadığını anlamışlığım vardır.
- işte! bunlardan bazıları, zamanın başbakanı adnan menderes'e yazılmış ve yukarıdaki mektubu gibi destanvari tarzda olduklarından kısa ve şairin kişiliğini yansıtıcı alıntılar yapmakla yetineceğim;
''ağır diyabet ve sinir hastalığım var. 5 masum çocuğum ve çilekeş bir eşim var. beni haydarpaşa hastanesine aldırın.''
- adnan menderes'in necip fazıl'a düşkünlüğü herkesçe bilinmekle birlikte öyle durumlar vardır ki o'nun gücü dahi şairi kurtarmaya yetmez ve bu kez kendisine, necip fazıl'dan sitem dolu mektuplar gelmeye başlar;
''beni yalnız farelere mahsus bir zehir gibi, mutfağınızda, çöp tenekesinin altında muhafaza ettiğiniz ayıplı bir nesne olmaktan çıkarınız. koklanmaya ve vitrine yerleştirilmeye layık bir şifa unsuru haline getiriniz.''
- nazım hikmet, yaşamı boyunca çektiği onca çileye rağmen kimselerden böylesine merhamet dilenmemiştir. eşine yazdığı mektupta aynen şöyle der;
dipsomaniktir.
heyecanlarını da sevinçlerini de her bi duygusunu da denetleyememek şeklinde zuhur etmektedir.
bunu yukarıdaki entrylerdeki satırlar da kanıtlar nitelikte zaten.
"'beni yalnız farelere mahsus bir zehir gibi, mutfağınızda, çöp tenekesinin altında muhafaza ettiğiniz ayıplı bir nesne olmaktan çıkarınız. koklanmaya ve vitrine yerleştirilmeye layık bir şifa unsuru haline getiriniz.'"
bu nasıl bir biat, nasıl bir teslimiyet, nasıl bir ruhun tezahürüdür yarebbi diyorum ben de.
osmanlı divan şairlerinde bile az görülür bir görünme isteği bu, kabul ricası padişahtan..