önyargısız okunduğunda bir an insanı duraklatan, şimdiye dek kimi konularda kafamıza hep takılan ama bir türlü bir sisteme oturtamadığmız noktaların aniden uygun biçimde yerleşmesine yol açan çok iyi bir yazı yazmış altan. kendisinden beklenen de bu zaten...
şöyle diyor altan:
"Bir ülkede bir iç savaş yaşandıysa o ülkede "nefret" duygusunun yayılması kaçınılmazdır.
Savaş sırasında, taraflar da, onların yayın organları da büyük bir "savaş propagandasına" kapılıp bu nefreti körüklerler.
Sonra "barış" zamanı geldiğinde herkes kendini bir nefretin esiri olarak bulur.
Bugün bu ülkede gerek Türklerin gerekse Kürtlerin önemli bir bölümünde yerleşik bir nefret ve intikam duygusu bulunuyor.
Barışın önündeki en büyük engel de benim görebildiğim kadarıyla bu duygusal barikat.
Kimse "barış olmasın" demiyor.
Ama herkes, "barış benim istediğim gibi olsun" diyor.
iki ülke savaştığında barış daha kolaydır.
Galip bellidir, mağlup bellidir.
Yenen, şartlarını diğerine dikte ettirir.
iç savaşlarda genellikle bu iş o kadar kolay olmaz.
Bir kere kimin galip kimin mağlup olduğu o kadar kesin bir şekilde çıkmaz ortaya.
ikincisi ve daha önemlisi, bir taraf kesin şekilde zaferini kabul ettirse de "iç savaşın" nedenleri ortadan kalkmış olmaz, aksine hoşnutsuzluk, nefret ve öfke daha derinliğine yerleşir toplumun dokusuna.
Daha önceki Kürt ayaklanmalarının bastırılmış olmasının bu sorunu çözmeye yetmediğini, her bastırılan ayaklanmanın yeni bir ayaklanmanın tohumunu attığını hatırlamamız bize barış için "galibiyetin" yetmediğini gösterir.
Bugün yaşadığımız Güneydoğu'aki iç savaşın galibi yok.
PKK'nın isteklerini silahla kabul ettirmesinin bir yolu olmadığı artık herkes tarafından anlaşıldı.
Ordu da PKK'yı ne yaparsa yapsın yenemiyor.
Bu hareket kökünü halktan aldığı sürece de yenemeyecek.
Zaten yenebilecek olsa bu iş yirmi beş yıl sürmezdi.
Bir kilitlenme hali var ortada.
Bu kilidi çözmek gerekiyor.
Ama nasıl?
Önce en 'yuvarlak' lafı söyleyip sonra onu açalım bence.
Herkesin memnun olacağı bir çözüm bulunmalı.
Bu yuvarlak bir laf, bu nasıl olacak?
Benim görebildiğim kadarıyla 'eski sistemimize' yeni eklemeler yaparak herkesi memnun edecek bir çözüm bulamayız.
Birçok Kürdün Avrupa Birliği ölçülerini yetersiz bulduğunu biliyorum.
Birçok Türkün de bundan hoşlanmadığı gün gibi aşikâr.
Ama ben gene de bildiğim kadarıyla anlatayım, Avrupa Birliği ülkedeki herkesin, her ırkın, her dinin eşitliğini kabul ediyor.
Herkesin eğitim, iletişim, ibadet haklarını koruma altına alıyor.
Bunu nasıl yapıyor?
'Önce Türk sonra insan' olmuyorsun.
'Önce Kürt sonra insan' da olmuyorsun.
Hep birlikte önce 'insan' oluyorsun sonra da ne istersen o oluyorsun.
Şimdi, savaşın hepimizi çıldırttığını, 'insan' olmayı küçümsediğimizi, Türk ya da Kürt olmayı 'insan' olmaktan daha çok önemsediğimizi, 'insan haklarıyla' yetinmeyip Türk ya da Kürt hakları istediğimizi biliyorum.
Ama bence bu savaşı 'insan haklarını' bir kenara iterek çözemeyiz.
Ayrıca 'insan' olmak Türk olmaktan da Kürt olmaktan da daha önemli bir ölçüdür.
Eğer amaç özgürce, zengince, huzurla yaşamaksa 'insan' olmak bunu sağlayacak ölçüdür.
Ama amaç, 'yaşamak' değil de 'yönetmekse', o zaman 'insan' olmak önemsizleşir, ait olduğun ırk önem kazanır.
Siyasetçilerin önemli bir çoğunluğu için insanların yaşaması değil, onları yönetmek önemlidir, onun için onlar hep Türklerden ve Kürtlerden bahsederler.
Yazarlar, sanatçılar, aydınlar içinse 'hayat' önemlidir, kitlelerin daha iyi yaşaması önemlidir, kalabalıkların özgür ve huzurlu olması önemlidir, onun için onlar da 'insandan' söz eder.
Şimdi Türkler ve Kürtler isterlerse hep birlikte 'siyasetçiler' gibi davranabilirler.
"Burayı kim yönetecek" kavgası yapabilirler.
Hiçbir sonuç alamazlar, burayı da kimse yönetemez.
Zaten de yönetemiyor.
Yönetilemeyen ve yönetilmeyen bir ülke Türkiye.
Bir kaosun içinde hep birlikte yuvarlanıyoruz.
Ama 'insan' olmayı seçersek, hepimiz birer politikacı olmaktan vazgeçersek, burayı hep birlikte yönetiriz.
"Ben Kürdüm" diyen birinin bu ülkenin cumhurbaşkanı ya da başbakanı olabileceğini kabullenmek, insanları ırklarına göre değil fikirlerine göre kümelendirmek sorunu çözer.
Irkına bakmadan birini seçeriz.
Herkes de eşit bir şekilde, isterse ırkıyla övünerek yaşar.
Benim gördüğüm bu.
Yanlış olabilir.
Savaşı bitirecek, herkesi memnun edecek ve hemen yapılabilecek önerileri olanlar da söyler, bütün önerileri tartışırız.
En iyiyi savaşarak bulamadık, belki tartışarak buluruz."
tarihin bütün mitolojisi, düşler ve tutkular dünyası, masalların ve şiirin, edebiyatın bütün coşkulu güçleri seferber edilseler de henüz gerçek anlamıyla sorulmuş değildir...
lenin'in bir kısım makalelerinden oluşan kitabının adıdır. 1905 devrimi sonrasındaki rusya'da sosyal demokratların (o zaman henüz kendilerine komünist demiyorlardı) özellikle örgütlenmeye yönelik sorunlarına ayrılmıştır bu kitap.
kanal d de sabahları yayınlanan çoğunlukla sabahları tv izleyen hanımlara hitab ettiğini düşündüğü için gereksiz yere abartılı şekilde şu konuda ne yapmalıı! ne yapmalııı! diye bastıra bastıra konuşulan programdır.. bu kadar abartmaya gerek yoktur. siz türk kadınını, türk halkını ne zannediyorsunuz?
bir zaman evimiz chp il binasının yakınındaydı. Neredeyse her dakika hatta sabah sabah chp'nin seçim otobüsü bangır bangır bağırırdı: ne yapmalı heeeey, ne yapmalı heeeey...
ben kendimi yeterli görmüyorum. ne için yeterli? her şey için. topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarını çözmeden, omu güldürebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir : kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.
dünyaya seçim hakkı bize verilmeden bir ülke, bir şehir, bir cemiyet, bir aile içerisine doğduk..
dinimizi, rengimizi, dilimizi biz seçmedik..
içine doğduğumuz binlercesi çoğaltılabilir..
ne diye buraya geldik? buraya geliş amacımız ne? dinler insan uydurması mıdır? insan nedir? bilinç nedir? olağanüstü şeyler var mıdır?
bunlar herkesin cevapları vardır. benim de var. ama bu sorulara nokta koyabilecek yoktur.
insanlık bütün bunlara binlerce yıldır cevap ararken tabiki cevap ben de değil. ama cevap benim! dermişim.. ama evet cevap benim! yani eşref-ül mahlukat olan ben.
birileri sorularımın bazı cevaplarını biliyormuş meğer. ama aynı zamanda bazı sorularımın cevapları harf ve kelimelerden oluşmuyormuş.
bu soru yıllardır kendi kendime sorduğum; dindar bir ailede yetişip, inançsızlık kuyularına sürüklendiğim, akıl dehlizlerinde kaybolduğum günlerde bile hep beynimde yankılanıp durdu. şimdi bu soruya doğru cevaplar vermeye çabalayacağım. hakikatin acı bir tadı olduğunu biliyorum. gerçek bilginin ise insanı her zaman mutlu etmediğini.. gerçek bilginin aklın sınırlarını da aşabileceği inancından hareketle, aklımın sınırlarını zorlamaya çalıştığım kadar duygularımla anlamaya çalışacağım..
umarım ölmeden hakikate ulaşırım.
sadece iyi bir insan olmak istiyorum.. kim istemez ki? ama hüsranların neticesi bu sorularının cevabının yanlış verilmesinden kaynaklanıyor diye düşünüyorum..
bu başlık altına söylemeye utandığım düşüncelerim de dahil olmak üzere yazacağım.
bu satırları yazarken bile içimden bu yazıyı tamamen silip atmak en azından bir word sayfasına kimseye okutmamak üzere çiziktermek geçiyor. ya istemediğim birilerinin dikkatini çekip fişlenirsem diye bir düşünce geçiyor. sonra farkediyorumki bu düşüncede o kadar kendini önemli görme ihtiyacı var ki utanıyorum. evet!
içimden bir ses neden kafka olmayayım ki diyor. komik! küçük düşürücü şekilde komik. olmak istedikleri hep başkalarına göstermek için zannedersin ama değil. ben ne önemli adamım biliyor musun diye hissetmek için. işte buna kibir diyorlarmış. bunu anlamak bana çok pahalıya patladı. umarım tedavisi bu kadar pahalıya patlamaz.
“ - ne yapmak gerek peki?
sağlam bir arka mı bulmalıyım?
onu mu bellemeliyim?
bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi
önünde eğilerek efendimiz sanmak mı?
bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı?
istemem!
herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım le bret?
sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım?
bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip,
taklalar mı atmalıyım?
istemem! eksik olsun!
her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli?
sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli?
istemem! eksik olsun böyle bir şöhret!
eksik olsun!
ciğeri beş para etmezlere mi “yetenekli” demeli?
eleştiriden mi çekinmeli?
“adım mercuré dergisinde geçse” diye mi sayıklamalı?
istemem!
istemem! eksik olsun!
korkmak, tükenmek, bitmek...
şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek.
dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek?
istemem! eksik olsun!
istemem! eksik olsun!
ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek...
tek başına...
özgür olmak...
dünyaya kendi gözlerinle bakmak...
sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak...
bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak...
ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek,
isteyince ay’a bile gidebilmek.
başarıyı alnının teriyle elde edebilmek.
demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın.
varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar.
yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var?
- dök içindeki öfkeyi dostum. ama saklama benden seni sevmediğini.
- sus... ”