"Müslümanlığı türkçeleştirmek" konusunu en geniş çaplı şekilde Abdurrahman Dilipak'ın -Başka Bir Açıdan Kemalizm- kitabında işlemiştir.Dönemin insanlarının hayata geçirdikleri ve geçiremedikleri projeler, hiç bir varsayıma dayanılmadan doğrudan kanıtlarla yazılmıştır.
Saygıdeğer yazarlarımızın yürek parçalayan entryleri sonrası Bediüzzaman dan istimdat edip açıklık getirmeye çalıştığım mevzudur. Konunun evveliyatına dair ilmi beyanat için buyrun*:
"Bundan oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık Kur'ana karşı sû'-i kasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: "Kur'an tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerhedilmez hüccetleri kat'î isbat etmiş ki: Kur'anın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'anın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adedden bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur'aniyenin mu'cizane ve cem'iyetli tabirlerinin yerini, (beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, )onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur'an güneşini üflemekle söndürmeğe ahmak çocuklar gibi ahmakane ve divanecesine çalışmaları sebebiyle.."
(Sözler - 461)
"Mühim bir sual: Bazı ehl-i tahkik derler ki: Elfaz-ı Kur'aniye ve zikriye ve sair tesbihlerin herbiri müteaddid cihetlerle insanın letaif-i maneviyesini tenvir eder, manevî gıda verir. Manaları bilinmezse, yalnız lafız ifade etmiyor, kâfi gelmiyor. Lafız bir libastır; değiştirilse, her taife kendi lisanıyla o manalara elfaz giydirse, daha nâfi' olmaz mı?
Elcevab: Elfaz-ı Kur'aniye ve tesbihat-ı Nebeviyenin lafızları camid libas değil; cesedin hayatdar cildi gibidir, belki mürur-u zamanla cild olmuştur. Libas değiştirilir; fakat cild değişse, vücuda zarardır. Belki namazda ve ezandaki gibi elfaz-ı mübarekeler, mana-yı örfîlerine alem ve nam olmuşlar. Alem ve isim ise, değiştirilmez. Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim bir haleti çok defa tedkik ettim gördüm ki; o halet, hakikattır. O halet şudur ki:
Sure-i ihlas'ı arefe gününde yüzer defa tekrar edip okuyordum. Gördüm ki: Bendeki manevî duyguların bir kısmı birkaç defada gıdasını alır, vazgeçer, durur. Ve kuvve-i müfekkire gibi bir kısım dahi, bir zaman mana tarafına müteveccih olur, hissesini alır, o da durur. Ve kalb gibi bir kısım, manevî bir zevke medar bazı mefhumlar cihetinde hissesini alır, o da sükût eder. Ve hâkeza... Git gide o tekrarda yalnız bir kısım letaif kalır ki; pek geç usanıyor, devam eder, daha manaya ve tedkikata hiç ihtiyaç bırakmıyor. Gaflet kuvve-i müfekkireye zarar verdiği gibi, ona zarar vermiyor. Lafız ve lafz-ı müşebbi' olduğu bir meal-i icmalî ile ve isim ve alem bulundukları mana-yı örfî, onlara kâfi geliyor. Eğer manayı o vakit düşünse, zararlı bir usanç verir. Ve o devam eden latifeler, taallüme ve tefehhüme muhtaç değiller; belki tahattura, teveccühe ve teşvike ihtiyaç gösterirler. Ve o cild hükmündeki lafızları onlara kâfi geliyor ve mana vazifesini görüyorlar. Ve bilhassa o Arabî lafızlar ile, kelâmullah ve tekellüm-ü ilahî olduğunu tahattur etmekle, daimî bir feyze medardır."
"Hem elsine-i âlem içinde lisan-ı nahvî Arabî'den başka birtek lisan var; o da hiçbir vakit Arab lisanının câmiiyetine yetişemez. Acaba o câmi' ve i'cazdarane olan lisan-ı nahvî ile mu'cizekârane bir surette ve her ciheti birden bilir, irade eder bir ilm-i muhit içinde zuhur eden kelimat-ı Kur'aniye; sair elsine-i terkibiye ve tasrifiye vasıtasıyla, (zihni cüz'î, şuuru kısa, fikri müşevveş, kalbi karanlıklı) bazı insanların kelimat-ı tercümiyesi nasıl o mukaddes kelimat yerini tutabilir? Hattâ diyebilirim ve belki isbat edebilirim ki: Herbir harf-i Kur'an, bir hakaik hazinesi hükmüne geçer; bazan birtek harf, bir sahife kadar hakikatları ders verir."
(Mektubat - 393)
""ben müslümanlığı tüm dünyaya ait bir din sanıyordum(müslümanlıktan kastı,terim karşılığı olan "teslim olan" değil de islamiyet olarak aldım). demek sadece araplara aitti.ve demek allah da sadece arapça biliyor ve ancak arapça okunan ezanı ve duayı anlayabiliyor."" cümlelerini arka arkaya sarfetmeme neden olan ümeyyeoğlu siyasetini kendine şiar edinmiş kişi cümlesi.
karalama kampanyası demek çok amiyane olan,aslında gerçekleşseydi ortada din alimi olarak sadece zekeriya beyazlar yaşar nuriler gibi şarlatanların dolaşacağı bir harekettir.
Not:bu arada sarık ve cübbe dini birer şiardır. bunları hakir görmenin de iyi niyetle bağdaşmayacağı aşikardır.
(bkz: mevzuya fransız yazar)
(bkz: yazar beyinlerinin gaz yapması)
Dine karşı açılmış bir karalama kampanyası falan olmayan, tamamen bu halkın, çeşitli çıkarcı-dinci guruplaşmaların tehdidinden kurtulması için planlanmış bir politikadır.
Eğer başarılı olunsaydı, şu anda türkiye'de yaşayan hiçbir müslüman, dinini iyice öğrenmek için herhangi bir sarıklı, cüppeli lavuğun eteğini öpmek zorunda kalmayacaktı.
bir zamanlar denenen ve ne yazık ki başarısızlıkla sonuçlanan eylem.. keşke bunda da başarılı olunsaydı o zaman inanın şu devirde bu kadar ateist olmazdı.
her kafadan bir ses çıkmaz doğruları herkes kafasına göre yontup halkı böylesine kandıramazdı.