mutlu sonun izinde düşler

entry1 galeri0
    ?.
  1. buruk bir aşk hikayesi ile kapanmıştı gönül defterim. iki sene kadar da hiç açmadım. yeni bir hayata başlamak üzere her şeyi ve onun hatıralarıyla kokan bu şehri ardımda bırakıp gitmeliydi. okulum bitmişti. yeni bir hayata "merhaba" diyebilmek için ihtiyaç duyduğum tek şey, aykırı adımlarımı cesaretimle harmanlamak olmuştu.

    gittim de. istanbul'da iyi bir iş buldum. tüm kalp kırıklarımı geride bırakıp, enkazımdan yeni bir "ben" yaratma düşüyle yola çıktım. insanlara daha uzaktım artık. ama kendime daha yakındım. herkese güvenmemeyi, adanmış gözlerimi aldanmış kalbimin hataları ile yaşartmamayı öğrenmiştim. yolculuğumda hiçbir şey hissetmedim. düşünmek için otobüs yolculuğunu tercih etmiştim. lakin hissettiğim, kucağına gittiğim yeni bir hayatın boş sayfalarından başka bir şey değildi. içine biraz belirsiz umut, biraz da geçmişten kalan düş kırıkları ekledim. ama yeni bir merhabam hep cebimde duruyordu.

    şirketim, direktiflerim doğrultusunda ben gitmeden evimi tutmuştu. bu açıdan şanslıydım. istediğim semtte güzel bir evdi. birkaç günde evi oturulabilir bir hale sokmuştum. yalnızlığın acı tarafı yerine keyfini yaşamak, uzunca zamandır özlediğim bir hadiseymiş. bunu anladım. evimin olduğu binanın altında bir market vardı. ilk alışverişimi yapacaktım ve son izin günümdü. artık dışarıda yemeyecektim. markete girdim, ihtiyaçlarımı alışveriş arabasına doldurdum. sıra bana gelmişti ki kasiyere bir kız yanaştı ve iki şişe şarap uzattı. telaşlı bir şekilde "kusura bakmayın şunları hemen alıp gitmem gerek" dedi ve kasiyere para uzattı. kasiyer, benim yarım kalan işlemimi iptal edip, kızın işini görmeye başladı. o sırada "aslında emrivaki yapmasaydınız, 'tabi buyurun' diyebilirdim" dedim. o sırada göz göze geldik. aslında beni çok sinir etse de ve emrivakiler yaşadığım son iki seneden sonra daha katlanamayacağım bir şey olsa da, gözlerinin güzelliğinin göreceliğini benim açımdan daha anlamsız kılmıyordu. berrak kahvesi gözleri vardı. o an sanki bakışları içimden geçiyordu. çok küçük bir an diliminde bocaladığımı hissettim. çünkü bu tip davranış sergileyen bir güzellik beni cezp etmemeliydi. bu etkilenmemin muhakkak keşfetmem gereken bir sebebi olmalıydı. ama bu durum, emrivakinin dışında da bilinmezler kattığından daha fazla sinirlendirmişti beni. kararlıydım. yeni hayatımda bilinmezlerim olmayacaktı. kontrolüm dışında gelişmeyecekti hiçbir şey. kaderime ve hayatıma ben hükmedecektim. tüm bu kararlılığımı yerinden oynatan bir çift göz, karşımda duruyor ve yeni hayatımla alay ediyordu sanki. çarpan yüreğimi duymazdan gelişim ve asabiyetimi vücut dilimle yansıtışım bundan olsa gerek. hoş olmayan bir elektriklenme yaşanmıştı. "tartışmak isterdim ama vaktim yok, yerinizi verdiğiniz için teşekkür ederim" dedi ve para üstünü alıp hızla uzaklaştı. hemen yolda bekleyen bir araca binip gitti.

    asabım bozulmuştu. başladığım yeni hayat ilk çatışmamı yaşatmıştı bana. eve geldim ve bu olaya perde çekip keyifle yiyecek bir şeyler hazırladım. kötü elektriği yok etmek için pencereyi açtım. hemen evin karşısındaki büyük ve yemyeşil parkı izledim. sonra çayımla birlikte kahvaltımı ettim. "güzel bir pazar sabahı" diye düşündüm. uzun zamandır içtiğim en keyifli sigaraydı, balkonda kahvaltı sonrası tellendirdiğim... evi yerleştirme telaşından burnumun dibindeki parkta yürüyüş yapma fırsatı bile bulamamıştım. çok vakit kaybetmeden keşfe koyuldum. güzel ve büyük bir parktı. koşmak için de idealdi. birçok insan yürüyüş yapıyor, ter atıyordu. hoşuma gitmişti. akşam olunca barları keşfetmek için keşfe çıktım. hemen hemen bölgedeki bütün barlar belirli bir yerde toplanmıştı. her mekanı az çok tanıyabilmek için birkaç mekanda birer bira içip dolaştım. beğendiklerimi zihnime kazıdım daha sonra da uğramak üzere.

    gece yarısı olmadan yatağımda idim. sabahleyin işe başlayacaktım. belki de iki senedir en deliksiz uykumu o gece yaşamıştım. sabah kahvaltımı yapıp yola koyulmuştum. iş ortamımı da sevmiştim. sanki her şey fazla güzeldi. tuhaf da geliyordu bu durum. sanırım insanın bir şeylere alışması için her halükarda kendisine zaman tanıması lazım. bunu o zaman anlamıştım. yeni işimde yeni arkadaşlarımın gözü hep üstümde idi. fark etmek zor değildi. her davranışım inceleniyordu. göz göze gelmesek de beni izlediklerini hissediyordum. öğle yemeğinde istanbul'u nasıl bulduğumu sordu çalışma arkadaşlarım. markette rastladığım kız hariç, zaten yabancısı olmadığım ve sevdiğim bir şehir olduğunu söyledim. gülüştük. sonra karşımda oturan çalışma arkadaşım, arkamda birine el işareti yaptı masaya gelmesi için. sonra o kişi geldi ve karşı çaprazıma oturdu. daha yüzüme bakmadan "yeni eleman gelmiş demek" diyerek oturdu. yanına oturduğu kız arkadaşıyla öpüştü ve "ne geyikler dönüyor bakalım" dedi. arkadaşı da "yeni çalışma arkadaşımız markette kıl dolduğu kızdan bahsediyordu, bir şey kaçırmadın" dedi ve güldü. sonra yine daha yüzüme bakmadan elini uzattı ve "ben selin, bizim bölümde işe başlamışsın, hayırlı..." diye devam ediyordu ki yüzüme bakınca cümlesi yarım kaldı. ikimiz de kilitlenmiştik. bizden ses çıkmayınca "tanışıyor musunuz yoksa" diye sordular. "tanışıyoruz tabi, ben marketteki kız" dedi. "ben de sinir olan adam" dedim ve elini sıktım. gözlerimizi kaçırmadan ciddi bir şekilde alevli gözlerle birbirimize bakıyorduk. kahve gözlerinin ışıltısı beni yine delip geçiyor ve hayatımdan çıkarmak istediğim ama çıkaramadığım zayıf noktalarımı hatırlatıyordu. o gözlerden hoşlanmamalıydım. çünkü o gözlerin sahibine sinir olmalıydım gibi kısır bir önyargıya kendimi çoktan isteyerek teslim etmiştim. masadakiler önce güldü ama keskin bakışlarımızı görünce sustular. sanki yüzü o an bir maske idi. o maskenin altında tüm kararlılığımı yakmaya gönüllü bir alev topu olduğunu görmek gibiydi gözlerine bakmak. ama diğer yandan da tam aksine görmek istediğim bir güzelliği vardı. belki seçme şansım olsa, dileyeceğim karakteri o gözlerin olduğu bir bedene harmanlardım. bu çelişki ve zıtlıklar, içimde hakim olamadığım bir asabiyet yaratmıştı. enteresandır, bu cephem, aynı şekilde ondan da karşılık bulmuştu. aynı nefreti ve sert ifadeleri onda da görmek mümkündü.

    ortamdaki havayı değiştirmek için çalışma arkadaşlarım espriler yapmaya başladılar. muhabbeti değiştirdiler. ama ikimiz de dalgın bakışlarla izliyorduk muhabbeti. içimde bir his, normal zamanlarda dalgın ve suskun biri olmadığını söylüyordu bana. bu durgunluğunun sebebi bu kötü tesadüfler olsa gerekti. belki göz göze bakmamaya özen gösteriyorduk ama sanki o koskoca yerde ondan başkası da yoktu. diğer her şey figüran gibi gelmişti. ona bu kadar kilitlenmek ve bu hoş olmayan tesadüfler canımı sıksa da, anlamsız şekilde düz parlak saçları ve gözleri, kime bakarsam bakayım hayali bir şekilde ufkuma asılmış gibiydi. o durgunluğunda onun da aynı şeyleri düşünüyor olabileceğini hissetmekten fazlası idi içimde bir yerden kulağıma çalınan ses. emindim. onun da bu gelgitlerde nefret ve merakı, hengamesinde tezatlar ve açmazları sorguladığına emindim. üstelik buna emin olmak bile can sıkan bir hadise idi. yeni hayatımda cevapsız sorular olmayacaktı. olmamalıydı. bilinmezlerim ve zayıf noktalarım olmamalıydı. ama daha ilk dakikada karşımdaydılar. üstelik bunun gerçekten bir zaaf olabilme ihtimali, kendime sormaya çekindiğim sorular ve gerçeğin o soramadığım sorularda olma ihtimali beni bunaltıyordu. tüm bu dalgınlığımda düşündüğüm bunlar olsa da, kendime itiraf edemediklerim de bunlardı. ama durgunluğumun aynı şekilde karşılık bulması da, aklımı kurcalayan diğer detaydı. sanki ikimiz de sussak da, kafatasımızda oradan oraya savrulan düşüncelerin çınlaması ile aynı dilden konuşuyor ve aynı açmazlar yüzünden hem birbirimize hem de kendimize kızıyor gibiydik. işte bunun farkında olmak, hem ona yakın olma isteğimi kaşıyor, hem de ona nefret ve anlamlandıramadığım bir siniri canlı tutmama neden oluyordu.

    yemekten sonra hep beraber şirket dışına kahve içmeye çıktık. ama o ve onu masaya çağıran arkadaşı, özel bir işlerini bahane ederek aramıza katılmadı. acaba benim yüzümden mi katılmadı yoksa gerçekten yapacakları bir şeyler mi vardı; ya da beni mi çekiştirecekler, o da olmadı tavır mı alıyor diye düşünmedim değil. lakin her ne kadar düşünürsem düşüneyim bir şeyden emin olmam da pek mümkün değildi. yemekten sonra iş yerine döndük. akşam mesai bitene kadar da görmedim onu. ama aklımın bir köşesinde hep o vardı. acaba beni bir yerlerden izliyor mu diye düşünüyordum. iş çıkışında şirket servislerinden hangisine bineceğimi öğrenmeye çalıştım. servise ilk binenler arasında idim. hemen şoförün arkasındaki koltuğa oturdum. genelde o koltuğu pek tercih etmezler ve yalnız kalırım düşüncesi ile oraya oturmuştum. şoföre adresi verdim. zaten oraya gittiğimizi, güzergahın değişmeyeceğini söyledi. ardından başımı cama dayadım ve günün yorgunluğunu bir nebze hissetmemek için gözlerimi kapadım. servis dolmaya başlamıştı. benimle tanışmak istediler. bu sebeple rahatımı kaçırmak zorunda kaldım. serviste boş olan tek koltuk yanımdaki koltuktu. servis harekete geçince şoförün telefonu çaldı. şoför aracı durdurdu. yeniden beklemeye başladık. ne olduğunu sordular. şoför de: "bizimki yine bekle dedi" dedi. hadisenin içeriğini anlamasam da pek hoşlanmamıştım. insanları bekleten tiplerden pek haz etmem. insanlar durumu yadırgamadan sohbet ediyordu. ben de camdan dışarıyı seyrediyordum. kapı açıldı, biri yanıma oturdu. yüzümü çevirip bakmadım. uykuya verdim kendimi. arkadan bir ses "selin, aramıza yeni biri katıldı" dedi. mecbur yüzümü çevirmek zorunda kalmıştım. ama enteresandır, "selin" adını duyunca kalbimde sıra dışı bir hareketlenme olmuştu. uzun zamandır hissetmediğim bir şeydi. uzun zamandır birinin adını duyunca kalbim böyle çarpmamıştı. ama "selin" ismini duyunca böylesi çarpması da hoşuma gitmemişti. yüzümü dönerken "acaba o mu" diye düşünüyordum ki, göz göze geldik. "biz tanışıyoruz" dedi. muhabbeti devam ettirmek isteyenlere karşı isteksiz şekilde konuşmayı kısa kesmeye çalışıyordu. benim hakkımda konuşmak istemediğinin açık göstergesi idi bu. umursamaz davrandım ama umursamadığıma en başta ben inanmıyordum. bu durumdan hoşnut değildim. yol boyunca ben cama başımı dayayıp dışarıyı izliyordum, o da yolu seyrediyordu. arkadan bir ses "selin bugün durgunsun" dedi. içimde bir şeyler buna seviniyordu, sebebini bende arıyordu. ama ilk dakikadan zıtlaştığım birini bu kadar düşünmem ve hem iş hem de servis hayatımın içerisine bir şekilde katmış olmam canımı sıkmıştı. sorunsuz ve dingin hayat hayalim ilk dakikadan sekteye uğramıştı. herkes evine bırakıldı. araçta en son ikimiz kalmıştık. sonra araç benim evimin önünde durdu. bana yer vermek için kalktı sandım ama inmişti araçtan. tam kapıyı kapayacaktı ki, benim de indiğimi görünce yüzüme bakıp kapıdan elini çekti. muhtemelen markette karşılaşmamızın sebebi de çok yakın oturmamız idi. şoföre iyi akşamlar dileyip kapıyı kapattım. ikimiz de markete yönelmiştik. ayrı reyonlara gidince gözden kayboldu. iki şişe şarap, birkaç bira ve hazır köfte almıştım. kasaya yaklaşırken diğer reyon aralığından o da kasaya yöneldi. eşit uzaklıkta idik. "buyurun, vaktiniz değerli" diyerek yol verdim nükteli bir sesle. kaşlarını güzelliğiyle bütünleştirip kaldırarak "lütfen siz buyurun, bir daha dilinize düşmek istemem" dedi. "anlaşılan o ki bağcı sizsiniz, yer sizindir" dedim ve gerilecek havayı gerilmeden önledim. ama soğuk elektrik hala taze idi. birkaç bira ve yiyecek şeyler almıştı. ödedi ve çıktı marketten. benim de işim bitince çıktım ve apartman girişine yöneldim. apartman kapısında idi. poşetlerini yere koymuş, çantasını karıştırıyordu. muhtemelen anahtarını arıyordu. "zahmet etmeyin benimki kolayda" dedim ve kapıyı açtım. geçmesini bekledim. soğuk ama nazik bir teşekkürden sonra içeri girdi. bu sefer de asansör kapısını açtı benim için. bir an gülmemek için kendimi zor tutmuştum ama soğuk ifademi bozmamaya çalıştım. "buyurun basın, ben en üstteyim" dedi. ben de "6" numaraya bastım. o da 8. katta oturuyor olmalı idi. inerken iyi akşamlar diledim kapıma yöneldim. asansör kapısı kapanınca dizlerimin bağı çözülmüştü. aklımda kalan tek şey çok hoş bir kokusunun olduğu idi. o havayı birkaç nefes daha içime çektim. başım dönmüş ve gözlerim de kararmıştı. sonra içeri girdim. bir şeyler yiyip saat 22:00 olana kadar oyalandım. sonra da koşu yapmak için evin karşısındaki parka gittim.

    parkın koşu yolunda parkı turlamaya başladım. oldukça büyük bir parktı. parkı bir tur atmanın 1,5 km olduğunu gösteren levhalar vardı. açıkçası benim için sevindirici idi. çünkü eskiden bazı maraton koşulara katılmıştım. lakin profesyonel olarak devam etmedim. bu park sayesinde yine koşma tutkumu doyasıya yaşayabilirdim. ama uzun aradan sonra kendime çok yüklenmiştim. çok fazla koştuğumdan kalbim sıkıştı. bir bank gördüm. oraya kadar gidemeden gözlerim karardı ve zorlamadım kendimi. çöktüm yere. başımı yere eğip nefes almaya çalışıyordum. gözlerimin pusu dağılmadan "iyi misin" diye bir ses duydum ama nereden geldiğini göremiyordum sesin. hareketsizce kaldım. karartım geçince uzatılmış bir el gördüm. zarif ve bakımlı bir kadın eliydi. gözümdeki pus dağılınca gördüğüm ilk şeyin güzel bir kadın eli olması bana çok anlamlı geldi. gülümsedim. onca kendimi yorduğum, kalbimi hırpaladığım ve dünyaya küstüğüm zamandan sonra o yere çöküş, dibe vuruşumu; o zarif kadın eli de açtığım yeni sayfalardaki yeni umutları simgeledi sanki. kendimce "acaba şu an denizde boğuluyor olmayı mı dileseydim" dedim. neden öyle dediğimi bilmiyorum ama çıktı ağzımdan. başımı kaldırdığımda elin sahibi oydu. selin! "gıcık olduğun kadar hızlıymışsın da" dedi. bana gol atmış gibi muzip bir gülümsemesi vardı yüzünde. beni alt etmişçesine bir sevinç, bakışlarından okunuyordu. bu durum asabımı bozmuştu. elinden tutup kalktım. teşekkür ettim. yanlış anladığını düşünmesini sağlamak ve kontrataktan gol atabilmek için, "neden üzerine alındın ki, insan boğulduğunda acı duymaz, bilinci kapanır ve hiçbir şey hissetmez, ben bunu kastetmiştim" dedim. gözlerini kısarak bana baktı ve ekledim: "sanırım beni kurtardınız. size borçluyum. sizi kurtarmam gerekirse, benden hoşlandığınızı ima ederek hayatınızı kurtarmış olmanın, sizin açınızdan rahatsız vermemesi için elimden geleni yaparım" dedim. birkaç saniye sustu. sıyrılmak için de "ukala" dedi ve gülümsedi. sonra da "koşabiliyor olmayı dileseydin keşke" dedi ve o muzip ve beni sinir eden gülüşünü sevincine katarak uzaklaştı. koşusuna devam etti. zeki hatundu. etkilemişti zekası ama etkilememeliydi. bu şehirde beni etkilemesi gereken son hatun sanki oydu. her taşın altından çıkıyordu. ama yanlış şekillerde çıkıyordu. içimde bir yanım keşke başka şekilde tanışmış olsaydık diye düşünürken, diğer yanımda şimdiki durumdan dolayı nefret besliyordu.

    gece yarısına az bir vakit kala apartmana döndüm. asansörü beklemeye başladım. birisi aşağı iniyordu asansörle. asansör durunca kapıyı hızla açtı birisi. sert şekilde asansör kapısı suratıma çarptı. kısa bir an dilimi gözlerimin önünde sarı bir gölge oluştu. sanırım çizgi filmlerde dönen sarı yıldızlar bunlar olmalı idi. gözlerimin pusu aralandığında karşımda bulduğum o idi. endişe ile dudaklarını ısırmış, kızmamdan ve bana bir şey olmasından endişe ediyor gibi idi. özür diledi ama suçluluk duymasını ve vicdanıyla yorulmasını istediğim için ellerimi kaldırdım havaya "daha fazla dokunma, başıma ne geldiyse senin yüzünden geldi der gibi", sonra da asansöre binip yukarı çıktım.

    olayı biraz dramatize etmek nedense zayıflık da olsa o an tercihim olmuştu. bu zayıflığı bilmek ve bunu kullanıyor olmak kendime güvenimden bir parçamı yitirmeme sebep olmuştu ama yapacak bir şey yoktu. ona kayıtsız kalamamam gözümden kaçmıyordu. itiraf etmekten kaçınsam da ortada idi. banyoya girdim. aynaya bakınca burnumun yanında sıyrık olduğunu ve iz yaptığını gördüm. kendime uydurduğum bahaneler için körükleyici sebep olsa da bu ayrıntı, aslında kendimi kandırdığımı ve boşuna bu kadar büyük bir hadise imiş gibi olayı algılama ısrarımı biliyordum. ne şekilde olursa olsun beni düşünmesini istiyordum. bana karşı suçluluk duymasını ve ilgi göstermesini bekliyordum. aslında bu, zeytin dalını ondan bekleyip zafer kazanmak ve buzları benim zaferimle eritecekti. bu sayede hem yeni bir başlangıç yapacaktık, hem de kendimce güçlü kalacaktım. ama saçma idi. ona karşı zafiyetimi açıkça gözler önüne seriyordu. bunları görüp, ona zafiyetimi ilk o an itiraf ettim: evet! ondan hoşlanıyordum. ama durum çok gıcıktı. ondan hoşlanıyordum ama ondan hoşlanıyor olmak beni sinir ediyordu. kurgudaki tüm yanlışların sorumlusu sanki o idi. tesadüfleri yaratan sanki o idi ve bunun için hesap vermek zorunda idi. daha güzel şeyler düşlemiştim. ama benimkisi çekişmeler içinde imkansızlıklardan doğan bir şeydi. bu duruma olan kızgınlığım, ona karşı bir acımasızlık yaratıyordu içimde. ama diğer yandan da olayların bir şekilde tatlıya bağlanmasını ve benim olmasını istiyordum. kendime itirafta zorlanmamdan olsa gerek, ondan hoşlandığımı düşününce kızgın yanım mayışıyor ve yalnız olmanın rahatlığında, hoşlandığımı bilmediğinin rahatlığında içim bir hoş oluyordu. gece onu rüyamda gördüm. rüyamda gördüklerim gerçeklerden çok farklı ve güzeldi. en azından tatsız tesadüfler yoktu. çıkmazlarımı unutturuyordu rüyalarım.

    ertesi gün servis beklerken sadece günaydınlaştık. onun dışında konuşmadık. aslında geceki olaydan sonra soğuk olan bendim. kendisini affettirmesine bile engel görünmez duvarlar örmüştüm sanki. anlamsız yere onun arkadaşlarından, onun ortamından soyutladım kendimi. yemekte bile tek başıma yiyordum. bütün çalışanlar beraber yerken, ben kuytu bir köşede tek başıma yiyordum. arada çağırıyorlardı ama sadece teşekkür ediyordum. sanki hem kendime hem de ona, kimseye ihtiyacım olmadığını ispatlamaya çalışıyordum. çocukça inatçı bir tavırdı. ama bu durum onu kızdırsa da bana karşı, içinde saklı bir köşede bana karşı yenik hissettirecekti. bunu biliyordum. bu sayede ilk adımı da o atacaktı.

    o hafta hep ondan ve arkadaşlarından uzak durdum. iş dışında kimseyle samimiyetimi geliştirmeye çalışmadım. herkese sanki kafa olarak meşgulmüşüm gibi bir izlenim bırakarak hem kötü profil çizmemeye hem de kendime gizem katmaya çalıştım. nitekim kendi aralarında bazen benden bahsettiklerini anlayabiliyordum. en çok da o, arkadaşları ile birlikte iken. aynı katta bitişik gruplarda çalışıyorduk. oturduğum yerden onu göremiyordum ama bazen bizim tarafa uğruyordu. o zaman da bakışlarımı kaçırıyordum. ama bana baktığını hissediyordum.

    zaman geçtikçe ben iyice yalnız kalmıştım çalıştığım ortamda ve serviste. görünmez adam olmuştum adeta. insanların bana bakışlarında bir merak seziyordum ama o görünmez duvarlarım, kanıksanmış sınırlar olmuştu sanki. o duvarları kaldırmak, yenilgiyi kabul etmek gibi olacaktı. o sebeple onun veya onların bu sınırı aşmasını bekleyecektim. sabır gerektiren nokta da buydu. neredeyse bir ay olmuştu. pek bir gelişme olduğu söylenemez. kalbimdekiler beni yeterince yormuştu. her erkeğin ona yaklaşımında ve ses tonunda samimiyetsizlik hissediyordum. hem ona bakışlarından hem de konuşmalarından bu çok açıktı. hiçbiri ona karşı bir şey hissetmiyordu. sadece onu mutlu edecek şeyler yapmaya çalışarak fark edilmeye çalışıyorlardı. aslında kabul etmek gerek ki, çok asil de bir duruşu var. kolay kolay yazılabilecek, yazılmaya başlandığında o istemedikçe sırf grurunu okşamak için buna müsaade edebilecek bir tip değildi. ama herkese de sıcakkanlı idi. zeki ve hazırcevaptı. bu da onu daha kolay beğenilen biri yapıyordu güzelliğinin dışında. en çok özlediğim şey, kahve gözlerine doyasıya bakmak olmuştu. hayalini kurmaktan öte gidemiyordum. ama geçen bir aya rağmen, bulunduğum ortamda yakınlarımda olduğunu ve nerde olduğunu takip eden tarafımın, onda da bir şekilde aynı şekilde canlı olduğuna emindim. bunu açıklamak zor. ama emindim.

    ay sonunda iş gereği bölümler arası toplantılar oluyormuş. çalışmalarımızla beraber onların çalışmalarını birleştirmek ve çalışmalarımızı yönlendirmek açısından yapılan bu toplantılarda müdürüm, toplantı sırasında beni onunla eşleştirdi. evlerimizin aynı apartmanda olmasından dolayı daha rahat çalışabileceğimizi ve daha kolay irtibat sağlayabileceğimizi düşündü. muhtemelen bir aylık görünmez adam oluşumun bunda etkisi büyüktü. çünkü iş ortamında kimseyle pek kaynaşmayışım, müdürü böyle bir tercih yapmaya zorlamış olsa gerek. sıkılmış olmaya başladığım bu durum, bana mucizevi bir dönüşle mükafat verdi adeta. içten içten sevindim ama ona bakmamaya özen gösterdim. toplantı mesai saatinden sonra yapıldığından servisi kaçırmıştık. hafta sonu beraber çalışmamız gerekti. ilk adım nasıl olacak diye bir heyecan da vardı içimde. toplantı odasından çıkarken ben de bana yetişmesi için yavaş yürüyordum ama çaktırmıyordum. herkes asansör önünde beklemeye başladı. yüz ifademle birkaç sefer asansör sırası beklemek istemediğimi anlamasına yardımcı olacak şekilde ellerimi iki yana açtım ve merdiven kapısını araladım. oradan aşağı inmek istedim. arkamdan geldiğini hissettim. içim kıpır kıpırdı. kapıyı açtı, "bekleyebilir misin" dedi. "tabi" dedim ve yanıma gelmesini bekledim. "servisler gitmiştir, bir taksiyle dönelim, akşam da rapor hakkında konuşmak için bana gelirsin" dedi. "aslında müsait değilsen benim ev de uygun, fark etmez" dedim. gülümsedi. ben de gülümsedim. yavaş yavaş merdivenleri inmeye başladık. ben onu, o da beni beklercesine yavaş iniyorduk. binadan çıkınca bir taksi çevirdim. kapıyı açtım ve binmesine yardımcı oldum, ben de bindim. hareketlerimi süzdüğü gözlerinden okunuyordu. yolda iyi bir aşçı olmadığından bahsetti gülümseyerek. benden kötü olamayacağını söyleyerek rahatlaması gerektiğini söyledim. sonra sustuk ama ikimizin de suratında anlamsız ve gülümser bir ifade vardı. dikkatimden kaçmamıştı.

    eve geldiğimizde elini çantasına götürüyordu ki nazikçe engel oldum. "ben taksiyle devam edeceğim, yol benden, yemek sizden, elektrik ve su da şirketten" diye salak bir espri yaptım. gülümseyerek "iğrençti" dedi. "üzerinde çalışıyorum" dedim ve muzip bir bakışla kapıyı açtım. inmesine yardımcı oldum. sonra taksiyle güzel bir şarap alacağım bir yer aramaya başladık. ilk onu gördüğümde şarap alıyordu. bu detayı atlamamam gerekti. belki evine ilk gidişimde, hem de iş için gidişimde şarap almak iddialı olsa da, şarap sevdiğini biliyor olmam ve o detayı unutmamam bana bir seferde iki artı kazandırabilirdi. satıcının önerdiği güzel iki şarap ve yanında iyi giden peynir aldım. hoş da bir sepet yaptırdım. sonra olur da yemekte şarap içmeyiz, zaten şarabı beraber içmek için almadım, görüntüsü çizmek için de meyve suyu, kola gibi birkaç içecek daha aldım. sonra biftek aldım. olur da şarabı açarsa, şarapla iyi gider diye. ama şarabı içeceğimizi düşünmediğimi göstermek için de planım hazırdı. aynı anda işten döndüğümüz için ona yemekte yardım etmem gerekmiş düşüncesi ile biftek sevdiğimden ve iyi pişirdiğimden biftek aldığımı düşündürecektim. sosluk malzemeleri de aldıktan sonra evde üstümü değiştirdim ve yukarı çıktım. zile bastım. kapıyı açtığında şaşırdı. "daha yemek için erken değil mi" dedi. zaten erken olduğundan geldiğimi söyledim. anlamaz bir bakış attı. "işten aynı anda geldik, yemeği sadece sana yaptırtmak haksızlık olur ve zaman kaybı olur, yardım edeceğim" dedim. gülümsedi. "geç bakalım" dedi. eğer uygun değilse kapı girişinde biraz bekleyebileceğimi söyledim. "hımmm, çat kapının düşünceli adamı da böyle oluyormuş demek" dedi ve içeri gelebileceğimi söyledi. sonra "adettendir" diyerek sepeti uzattım. "ne gerek vardı" diyerek teşekkür etti. elimdeki poşetin ne olduğunu sordu. birazdan anlayacağını söyledim. mutfağa geçtik. bana bir önlük verdi. yemek yapmama antipati duymasın diye de bir yandan konuşup diğer yandan işimi yaparak rahat hissettirmeye çalıştım. çok güzel krem soslu biftek yaptığımı söyleyerek, aynı anda farklı yemekler yaparak zamandan kazanabileceğimizi ve yemeğimi beğenip beğenmeyeceğini merak ettiğimi söyledim. olumsuz tepki vermedi. "göreceğiz bakalım" dedi. yemek yaparken muhabbet ediyorduk yemekle alakalı. şen şakrak yemek yapıyorduk. sanki o gerginlikler ve saçma tesadüfler hiç olmamıştı. yemekler bitmeye az kala masayı düzenliyorduk. "olduğundan çok farklı görünüyorsun" dedi. hemen atlamış olmamak için gözlerine bakmadım ve konuyu deşmedim. bir duraksadım, "hiçbir şey göründüğü gibi değildir" dedim.

    yemek servisini yaptık. aslında bu kadar iyi yemek yapacağını ummamıştım. ama çok lezizdi mantarlı sotesi. o da bifteğimi beğenmişti. salatayı ortak yapmıştık. "hadi puan verelim, bakalım kim kazanacak" dedi. iki kağıt verdi. ikimiz de birbirimizi puanladık. puanları heyecanla açtık. o bana "10" vermiş. ben de ona "9.999" (devirli 9) vermiştim. gülümsedi. sebebini sordu. "bu da 10 eder biliyorsun. ama teorik olarak kusur sabitinin olasılık dışı olmadığını hatırlamak için böyle verdim" dedim. "her zaman bu kadar sorgular mısın hayatı" dedi. "bu kadar sorgulayıcı olmam raporu yazarken işimize yarayabilir" dedim ve gülümsedik karşılıklı. kazananın kim olduğunu sordu. aynı puanları aldığımıza göre, salatada domatesleri onun doğradığı için, kazananın da o olduğunu söyledim. nedenini sordu. domatesleri doğramanın daha zahmetli olduğundan dolayı kazananın o olduğunu söyledim. gülümsedi. çok iyi bir misafir olduğumu da ekledi. yemek için ve her şey için teşekkür ettim. bir anda "daha sık yapalım bunu" dedi. ama ağzından kaçırmış gibi hata yapmış çocuklar gibi başını eğdi ve gözlerini kaçırdı. bu durumdan kıllık yapamazdım. rahat hissetmesi için, "ben de çok keyif aldım, bir ayımın en güzel günüydü, teşekkür ederim" dedim.

    bulaşık makinesine kirlileri yerleştirmesine yardım ettim. sonrasında hafta sonu çalışma planımızı ayarlamak ve taslak oluşturmak için çalışmaya koyulmamız gerektiğini söyledim. o sırada "aaaa ne aptalım ya, şarabı açmayı unuttum" dedi. "çalışırken içelim mi" diye de sordu. olabileceğini söyledim. aramızdaki buzlar eriyip gitmişti. içimde tarifsiz bir mutluluk vardı. onun da yanımda rahat hissettiğini görmek hoşuma gidiyordu.ona yakın olmak, aynı havayı solumak, yanında olmak çok güzeldi. uzun zamandır doya doya bakmayı hayal ettiğim kahve gözlerine rahatça bakabiliyordum. baktıkça da içimden bir şeyler eriyip gidiyordu sanki. hatta kalp çarpıntılarımı duymasından bile korkmuştum. çünkü kanımın, her kalp atışımda damarlarımda çıkardığı sesi duyabiliyordum. bütün damarlarımda onun heyecanı yankılanıyordu.

    çalışmamızın bitmesine az kala çalışma bittikten sonra gitmek zorunda kalacağımı bildiğimden ve o anı yaşamak istemediğimden, hem de tüm o güzel keyifli anların tadını damağında bırakmak istediğimden vaktin geç olduğunu ve özel bir işim olduğunu söyledim. dosyaları alıp kalan ufak kısmı evde tamamlayabileceğimi söyledim. şaşırdı ama bir şey diyemedi. merakı da gözlerinden okunuyordu. merakını gözlerinde görmek hoşuma gitmişti. acele bir şekilde çıktım. dosyaları eve bırakıp dışarı çıktım. aslında bir işim yoktu. sadece merak ettirmek istedim. apartmandan dışarı çıktığımda ayakkabımı bağlıyor numarasına kapı önünde camı yokladım. beni izliyordu. bana karşı bir ilgisi olduğundan kendimce emin oluyordum. ama diğer yandan kendi kuruntum olabileceğini de düşünüyordum. bir saatten biraz fazla oyalandım dışarıda. eve gelirken onu camda gördüm yine. bana bakıyordu. acaba beni mi bekledi yoksa her zaman dışarıyı böyle seyreder mi bilmiyordum. ama beni bekliyor ve beni merak ediyor olduğunu düşünmek hoşuma gidiyordu.

    sabah, serviste sanki intikam alır gibiydi. ona gereksiz şirinlik yapan adamlarla, her zaman olduğundan daha sıkı fıkı sohbet ediyordu. daha önce olmadık şekilde iltifat etmelerine müsaade ediyordu. acaba sırf gece nereye gittiğimi bilmediğinden kızdığı için mi intikam alıyordu, yoksa dün gece şirin görünüp benle oyun mu oynamıştı anlayamıyordum. ben de ona ayak uydurdum. geceki neşemiz dağılmış, o oyuna devam etmeye başlamıştık. hem de tamamen bitti sanırken. beni umursamaz görünüyordu ama benimle işi gereği konuşması gerektiğinde soğuk da davranmıyordu. bu durum asabımı bozmuştu. onun için değersiz olduğumu ve hiç de değerli olamayacağımı düşünmeye başlamıştım. ya da böyle düşünmemi istiyordu. emin olamamak daha da kemiriyordu beynimi.

    o hafta öyle geçti. çok zor bir hafta idi. onu gördüğüm her an birilerinin salyasının da saçıldığını görmek canımı sıkıyordu. kıskanıyordum ama bir şey de yapamıyordum. ben de o toplantıdan sonra doğal olarak görünmez duvarlarımı kaldırmıştım. çünkü sürekli iletişim halinde ortak çalışma içerisinde idik. onun beni gördüğü zamanlarda hoş çalışma arkadaşlarımla daha samimi görünmeye çalışıyordum. bunu yapmaktan hoşlanmıyordum ama içimde bir şey öyle yapmam için dürtüyordu beni.

    cuma günü kız kardeşim yanımda kalmaya gelecekti. serviste telefonla konuşurken duymuş, adıma sevindiğini söylemişti. cuma günü eve vardığımda kardeşim sürpriz yapmıştı. beni apartmanın önünde bekliyordu. biraz erken gelmiş, parkta oyalanmış. çok sevindim. sarıldım ve biraz daha büyüdüğünü gördüm. sanki çok daha uzun zaman ayrı kalmıştık. enteresan bir duyguydu gördüğüm. o sıra gözüm ona takıldı. bizi sarılırken görünce hayranlıkla izledi. tanıştırdım. "hadi sizi yemeğe götüreyim" dedim ve kardeşimin de ısrarı ile selin'i de gelmeye ikna ettik. kız kardeşim beni çok iyi tanır. ondan hoşlandığımı anladığını, bakışlarından belli ediyordu. mutluydum ama içim buruktu. yemekte bazen dalıyordum. acaba gerçekten onunla bir şansım olmayacak mıydı, yoksa oyun mu yapıyordu... daldığımı görünce ikisi de bir olup muzipçe makaraya aldılar beni. iyi anlaşmalarına sevinmiştim. yemekte nedense biraz burkuldum. sanki ben hariç her şeyle olması gerekenden fazla ilgileniyordu. ama bana da kötü davranmıyordu. garip bir şey. bir yandan oyun yaptığını düşünüyorum, diğer yandan da umutsuzluğa kapılıyordum.

    eve gidince biraz dinleneceğimi, yorulduğumu söyledim kardeşime. o da evi toplayacağını söyledi. gelir gelmez bana yardım ediyordu. yorulmasını istemesem de aldırış etmedi. ben salonda kestiriyordum. bir ara su içmeye kalktım. kardeşim odamda idi. ne yaptığını merak ettim. içeri girdiğimde şiirlerimi okuduğunu gördüm. işin aslında görülmeyecek gibi de değil. huyumdur. küçüklükten beri yazdığım şiirleri duvarımın her tarafına yapıştırırım. duvar boyasının görünmesine bile izin vermem. yazdığım yeni şiirleri fark etmiş onları okuyordu. istanbul'a gelişimden beri yazdığım şiirlerin tek bir kadına ait olduğunu anladığını söyledi. "selin mi" dedi. sustum. bir şey demedim. gülümsedi. bense bakışlarımı kaçırdım. ama her şey açıktı. şiirlerimde hep kahve gözlü kızdan bahsediyordum. kahvesi içime işlemişti sanki. ufkuma asılmış hayali, mısralarımda da can bulmuştu.

    ertesi gün kardeşimle gezdik. akşam da selin ile çalışmamız gerekti. ama ben alışveriş ve yemek yapmak için hazırlanmalıydım. kardeşimi eve yolladım. gerekli malzemeleri aldıktan sonra eve döndüm. kardeşim odamda olmalı idi. bilgisayar ile vakit geçiriyordur diye düşündüm. ama odaya girmeden kapı arasından selin'i gördüm. duvardaki şiirlerimi okuyordu. üstelik ona yazdığımı anlamaması da imkansızdı. muhtemelen kız kardeşim bana iyilik yaptığını düşünüyordu. görünmeden içeri gittim. mutfakta malzemeleri toplamaya başladım. kardeşime seslenip misafir geleceğinden bahsettim, çabuk olmamız gerektiğini bağırdım. içeriden ikisi de yanıma geldi. selin'i görünce şaşırmış gibi davrandım. selin, yemeği ikimizin yapacağını söyledi. kardeşimi içeri yolladı. o da hiç üstelemedi. bizi yalnız bırakmak istiyor gibiydi. selin de bir sepet yapmış. içinde başka şaraplar vardı. teşekkür ettim. "adettendir" dedi ve gülüştük. o da bir yemek yapacaktı anlaşılan. malzeme getirmiş. malzemelerini görünce "hiç eksik kalmıyorsun" dedim. "senden öğreniyorum" dedi ve kaşlarını yukarı kaldırıp kahve gözlerini kısarak o beğendiğim mimiğini yaptı. yüzünün o haline bayılıyordum. "güzel şiir yazıyorsun" dedi. duraksamıştım. ne yapacağımı bilmiyordum. amacı yaramı deşmek miydi, benden hoşlanıyor muydu bilmiyordum. ama okuduğuna göre şiirlerdekinin kendisi olduğunu anlaması muhtemeldi. şiir yazdığımı nerden bildiğini sordum. kardeşimle bilgisayarda bir şeye bakarken odamda her yerin şiirlerle dolu olduğunu gördüğünü söyledi. "görmemek elde değil" diyerek güldü. "çok garip bir odan var" dedi. her yanım titriyordu. ne olacaksa bu gece olacaktı. çok açıktı. kahve gözlü kızın kim olduğunu sordu. saklamam yersiz olurmuş çünkü son bir ayın tarihi ile yazdığım şiirlerde hep aynı kızdan bahsedildiğini anlamamak imkansızmış. ya kendisi olduğunu itiraf ettirmeye çalışıyordu, ya da durumdan zevk çıkarıyordu beni sıkıştırarak. ama her halükarda ipler elindeydi. "yok öyle biri, öylesine yazdım" dedim. gizlediğime göre muhakkak tanıdığı biri olduğuna emin olduğunu söyledi. muhtemelen ofisten biri olacağını düşündüğünü söyledi. battıkça batıyordum. gizlemenin imkanı yoktu. öyle biri olduğunu ama çok uzakta olduğunu söyledim. öylesine bir şey olduğunu söyledim. "hımmm" diye mırıldandı. ama sanki "ben değilim yani!" diye hesap sorar gibi bir mırıldanma idi. kafam allak bullak olmuştu. ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemiyordum. o sırada elini kesti. ufak bir çığlık attı. hemen yanına gittim. elini yıkadım ve kesiği ile ilgilendim. yaraya ecza dolabından getirdiğim malzemeleri kullanarak pansuman yaptım. ardından da yara bandı ile kapattım. hiç sesini çıkarmadan beni izledi. sanki hayranlıkla izler gibi idi. kahve gözleri sanki daha bir alevli bakıyordu. acaba şiirleri okumasının etkisi mi var diye düşünüyordum. çünkü o şiirleri okuyarak kendini benim gözlerimle görmüştü. eli avuçlarımda idi. eline dokunmak çok güzeldi. üstelik titriyordu. onun elleri de, benim ellerim de. bir şey diyemedik. donup kalmıştık adeta. elindeki sıcaklıktan sanki kalbinde kendime giden bir yol bulmuş ve kendimi orada aramaya doğru içinde bir yolculuğa çıkmıştım. dalıp giderken ellerini farkında olmadan sıkmıştım biraz. o da aynı şekilde elimi sıktı. iyice kavradı. sonra elini elimin arasından sıyırıp, avuç içlerimiz denk gelecek şekilde elimi kavradı ve iki elimi de aşağıdan kendine doğru çekip yüzüme yakınlaşarak gözlerime baktı. belki de masumiyetini gördüğüm ilk andı yüzünde. hep varlığını bildiğim, hiç görmesem de hep hayalini kurduğum masum yüzü ve tüm içtenliğiyle saf hali karşımda idi. silik ama bir o kadar da tatlı bir sesle "o kahve gözlü kız ben miyim" diye sordu. gözümü önce kaçırdım. ama o hala gözlerime bakıyordu. sonra gözlerine bakarak bir kere daha daldım kahve denizine. heyecandan titriyordum. başım dönmeye başlamış ve ne yapacağımı bilemiyordum. sessizce konuşmamı bekledi. "o kahve gözlü kız olmayı ister miydin" dedim... ellerini ellerimden kurtarıp iki eliyle yavaşça yakamdan tutarak kendine yakınlaştırdı beni. gözlerini kısarak dudaklarıma yaklaştı ve dudaklarıma bir öpücük kondurdu. ama geri çekmesine izin vermedim. belinden kavrayarak tadını doyasıya almak istedim. birkaç saniye süren öpücükten sonra gözlerimin karardığını hissettim. kalp atışım öylesine hızlanmıştı ki, dudaklarımdan kalbime akan o sıcak şeyi hissederken, diğer yandan bütün hücrelerimin bedenimden ayrı şekilde titrediğini hissediyordum. inanılmaz bir duyguydu. ve gerçekti. gözlerimin pusu aralandığında güzel gözlerine doyasıya baktım. aynı mutluluk ve şaşkınlık dolu heyecan onda da vardı. sonra belinden kavrayarak boynunu öptüm. mis kokusunu ciğerlerime çektim. kendime olan savaşım ve kavgalarımla başlayan dirilişimde hayatımın en güzel armağanını almıştım. kimselerle paylaşmak istemeyeceğim kadar eşsiz, her şeyden sakınacağım kadar da benimdi. işin en güzel tarafı da buydu aslında. sevdiğim kadın artık benimdi!

    05.07.2009
    19:45
    uğur yaman
    http://albastropos.blogcu...inde-dusler_47078861.html
    5 ...
© 2025 uludağ sözlük