Karım. belirmeğe başlayan pencerenin önünde oturuyordu; bütün geceyi orada geçirmişti.
- Sen hala yatmayacak mısın? dedim.
Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsür yılın her gününden bir şey vardı.
- Ezan okunuyor, diye mırıldandı.
Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur'anla, vadedilen saadetini, sanki asırlardan beri beyhude yere bekliyordu.
Hareketlerinde ve yürüyüşünde, kabul edilmiş bir mağlubiyetin hazin sükuneti vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere kömür koydu; abdest aldı. sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu.
- Yahu...
- Ne var?
- Geldi...
- iyi ya işte...
Fakat mesele bu değildi. Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu:
- Bir şey söyleyemeyecek misin; bu üçüncü oluyor... Ha yahu: Ne yapacağız?
Bilir miyim ben. Fakat ona:
- Yarın bir şeyler yaparım, diyorum.
Hangi yarın?.. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmağa mecbur olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lazım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım telaşlandı:
- Fazla sert davranma. Ne de olsa artık...
Devam edemedi. Ona baktım. Gözlerindeki mana allak bullak. Ah benim saz benizli, kır saçlı bebeğim. Çıkarken, omuzlarıma hırkamı koydu.
*
Odası gündoğdu tarafındaydı. Penceleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı evden kurtulmak üzere olan güneş duvarları hafifçe pembeleştirmişti.
Ve o, uyumuştu.
Elbiselerini masanın üstüne atıvermiş, pijamasının ceketini giymemişti. Yatağının yanındaki sandalyeye iliştim. içim bir tuhaftı. Ona bakamıyordum; fakat onunla doluydum. Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi. O zaman daha küçüktü, tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki…
*
Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım. isim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona ışıl ışıl, kainat gibi manalı bir kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe girmiş bütün Ömer'lerin ikbaline layık görüyordum.
ilk gülüş... ilk diş... ilk kelime... annesine doğru, genç, güzel ve mesut annesine doğru ilk adım.
Sonra yedinci yaş... Mektebe götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı. Sanki varlığına evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu mukadderdi. O da her oğul gibi sokak, mektep ve çarşı arasında, günden güne kat'ileşen bir bölünmeye mahkumdu.
Ve on dördüncü yaş. Hırçınlıklar, iştahsızlıklar... bize yeni bir ortak daha, ortakların en yenilmezi... Karımın mağrur telaşları ve benim ilk endişem.
Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek için, karım, düğününden kalma üç beşibirliğini bozdurdu... Ve o, ilk aşkın bahtsızlığı ile sarsıldı, bizi de perişan etti.
Böylece biz ona bütün bütün bağlanırken, dünyamız artık tamamen onunla hudutlanırken...
“Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha fazla rahatsız oluyordun. Ben bunu anlıyordum. Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat annen...
Ben biliyorum. Sen artık şu odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi beğenmiyorsun.. Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda. Senin düşündüğün, kimbilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da unutmamışsındır; buna eminim. Bu kadarı bize... Bana, yeter. Fakat annen... Bunu sen de seziyor, arada sırada, hatta sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim; sen böyle konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çok çaresizliğin azabı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir; hayat böyle işte, yapamazsın ki...
Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum; alışmayacağına da eminim... Fakat annen...
Sonra ben senin dışarıda ne aradığını, evden niçin kaçtığını da biliyorum. Belki de küçük bir orospu. Ben onlara düşman değilim; hatta... Fakat ,annen... Kadıncağız böyle birine kapılıvereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışarıda geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çeviriyor.
Fakat bütün bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun?.. Ben sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben... Sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hala bize en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyoruz. Değişebileceğini aklımız almıyor. işte, gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü, düşünmeğe cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hatta asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden uzaklaştın...”
Başımı çevirdim. Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu kullanır gibiydim. Fakat içim birdenbire ferahladı. Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı bulmuştum. lslık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim; güneş onu rahatsız edecekti. Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım.
Çayımızı içerken karım biraz dalgındı. Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç sevmediği limonla doldurdum. Tarık Buğra
Size Nazım Hikmet'in bir yazısını paylaşmak istiyorum.Biraz uzun olabilir ama okumalısınız. Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan,için rahat olsun.Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır.Hani ağzınla kuş tutsan 'Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?' diye bir soruyla bile karşılaşabilirsin. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın hep.Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur.iyi halin cezanda indirim yapmaz. Sen,'Ama senin için şunu yaptım' derken o, 'Şunu yapmadın' diye cevap verecektir.Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme,sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin,ağladın,güldün,şarkılar söyledin,düşündün,şiirler yazdın. 'Peki o ne yaptı?' deme.Herkes kendinden sorumludur aşkta.Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu.Bir insan eksik yaşıyorsa ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin.Onun varsa,bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.Her zamanki gibi yaşayacaksın sen.'Acılara tutunarak' yaşamayı öğreneli çok oldu.Hem ne olmuş yani,yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil.Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asıl olan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yaşadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte.Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler.Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil,güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini. Unutma; Hayatı ıskalamaya lüksün yok senin...
Bazen düşünüyorum; ilkokulda aşık olduğumu düşündüğüm kızı mı daha çok sevmiştim, sakallarım çıktıktan sonra “sevgilim” dediğim insanları mı. O saflığımla “yarın saçlarını yaramaz kızlar gibi, böyle yanlarda toplayıp gelsene” derken mi daha heyecanlıydım yarınım için, yoksa beğenmekten öte, kendini beğendirmeye çalışmaktan sebep “yarın yanına giderken acaba hangi gömleğimi giysem ” derken mi. Ya da daha kalem tutmayı bile bilmiyorken, okuldan geldiğimde, hiç sevmediğim o önlüğü çıkarınca mı daha mutluydum, yoksa ”bunu daha dün giydim ya” diye beğenmediğim pantolonu değiştirirken mi. Tuttuğum takımın maç saati uyku vaktime denk geliyor diye, yendiğimizi sabah babamdan öğrenince mi daha çok seviniyordum, yoksa şimdi tribünde, gol attık diye arkadaşıma sarılırken mi. istediğim cipsi ekmeğin üzerinden artan para üstüyle alınca mı daha fazla tat alıyordum, yoksa şimdi bozuk kalmasın diye, mecburen aldığım gofretleri cebimde eritirken mi. Bu soruların her birine kendi içimde cevabım var ama o cevaba karşı hissettiğim korkum bile, eski korkularım kadar korku değiller galiba. Yaşımın son basamağındaki rakam her 365 günde 1 artarken, hayata bakışımdaki doyumsuzluk sanki 10’a katlanıyor gibi. Her geçen gün mutlu olmam, bir şeylere karşı heyecan duymam daha mı zorlaşıyor yoksa..
- otur stirkoff!
- sağolun efendim.
- ayaklarını uzatabilirsin.
- çk lütufkarsınız efendim.
- stirkoff, anladığım kadarı ile adalet ve eşitlik gibi konuları irdeleyen yazılar yazıyormuşsun; coşku ve kurtuluş hakkı üzerine de, doğru mu stirkoff?
- evet efendim.
-dünyada geniş anlamda bir adalet sağlanabilir mi sence?
- hiç sanmam efendim.
- öyleyse bu boktan yazıları neden yazıyorsun? kendini iyi hissetmiyor musun?
- son zamanlarda pek iyi değilim efendim. deliriyorum gibi geliyor bana.
- fazlaca mı içiyorsun stirkoff?
- tabii efendim.
- kendinle oynar mısın?
-sürekli efendim.
- nasıl?
- anlayamadım efendim?
- yani nasıl bir yöntem kullanıyorsun?
- dört-beş çiğ yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağızlı bir vazoya döküyorum. ---cam mı?
- hayır a...
- yahu vazoyu soruyorum cam mı?
- değil efendim.
- hiç evlendin mi?
- defalarca.
- ters giden şey neydi stirkoff?
- her şey efendim.
- hayatının en iyi sevişmesini anlat.
- dört-beş yumurta ve yarım kilo kıymayı dar ağız...
- tamam tamam!
- öyledir efendim.
- daha iyi ve adil bir dünya özleminin aslında, çürümeden ve başarısızlık duygusunda kaynaklandığının farkında mısın?
- evet efendim.
- baban kötü müydü?
- bilmiyorum efendim.
- bilmiyorum ne demek?
- yani kıyaslamak güç efendim. sadece bir babam oldu.
- benimle kafa mı buluyorsun stirkoff?
- hayır efendim: dediğiniz gibi adalet yoktur.
- baban seni döver miydi?
- sıra ile döverlerdi efendim.
- hani bir tek baban vardı?
- herkesin tek bir babası vardır efendim. annemi kastetmiştim. o da kendi payına düşeni alırdı.
- seni sever miydi?
- kendisinin bir uzantısı olarak evet.
- sevgi başka nedir ki?
- iyi bir şeye önem verecek kadar sağduyu sahibi olmaktır. kan bağı gerekmez. kırmızı bir deniz topu veya tereyağlı kızarmış ekmek de olabilir bu efendim.
- tereyağlı kızarmış ekmeğe aşık olabileceğini mi söylüyorsun stirkoff?
- her zaman değil efendim. bazı sabahlarda, güneş ışınları belli bir açıdan gelirken olabilir, aşk habersiz gelir gider.
- bir insanı sevmek mümkün mü?
- iyi tanımadığınız biri ise belki. ben insanları pencereden izlemeyi severim.
- sen bir korkaksın stikoff.
- kesinlikle efendim.
- senin korkak tanımın nedir?
- bir aslanla silahsız dövüşmeden önce tereddüt eden insan.
- peki cesur adam kimdir?
- aslanın ne olduğunu bilmeyen adam efendim.
- herkes aslanın ne olduğunu bilir.
- herkes aslanın ne olduğunu bildiğini sanır.
- ahmak tanımın nedir?
- zaman ve kan ziyan edildiğinin farkında olmayan insan.
- öyleyse bilge kişi kimdir?
- bilge kişi yoktur efendim.
- o takdirde ahmak da yoktur. gece yoksa gündüz olmaz. siyah yoksa beyaz olmaz.
- özür dilerim efendim, ben her şey ne ise odur diye düşünüyorum. başka şeylere bağımlı olmaksızın.
- sen dar ağızlı vazolara fazla girip cıkmışsın stirkofff. her şeyin doğru olduğunu anlamıyor musun? hiçbir şey yanlış olamaz.
- anlıyorum efendim. olan olmuştur.
- başını kestirtirsem ne dersin?
- tek kelime bile söylemem efendim.
- demek istediğim su: başını kestirtirsem ben irade sense bir hiç olursun.
- başka bir şey olurdum efendim.
- benim seçimim altında.
- ikimizin de efendim.
- sakin ol! sakin ol! uzat ayaklarını.
- çok lutüfkarsınız efendim.
- hayır ikimiz de lütüfkarız.
- elbette efendim.
- demek zaman zaman delilik hissediyorsun stirkoff! peki bu durumlarda ne yaparsın?
- şiir yazarım
- şiir delilik midir?
- şiir olmayan her şey deliliktir.
- peki nedir delilik?
- çirkinliktir efendim.
- çirkin nedir?
- kişiye göre değişir.
- delilik gerekli midir?
- vardır.
- gerekli midir?
- bilmiyorum efendim.
- çok şey biliyormuş havalarındasın. bilgi nedir?
- mümkün olduğu kadar az şey bilmektir.
- ne demek o?
- bilmiyorum efendim.
- bir köprü inşa edebilir misin?
- hayır.
- silah yapabilir misin?
- hayır.
- bunlar bilgi ürünleridir.
- köprü köprüdür, silah da silah.
- basını kestireceğim stirkoff.
- sağolun efendim.
- o niye?
- beni motive ettiğiniz için. sıkıntısını çekiyorum efendim.
- ben adaletim.
- belki.
- ben üstünüm. seni işkencelere yatıracağım, çığlıklar atacaksın, ölümünü dileneceksin.
- şüphesiz efendim.
- ben senin efendinim anlamıyor musun?
- beni yönetebilirsiniz. ama yapabileceğiniz şeyler ancak yapılabilir şeyler olacaktır.
- zekice konuşuyorsun ama işkence altında bu kadar zeki olamayacaksın.
- sanmıyorum efendim.
- bana baksana. darius milhaud, vaughn williams dinlemek ne oluyor? beatles duymadın mı?
- onları herkes bilir efendim.
- onları sevmez misin?
- onlardan nefret etmem.
- nefret ettiğin şarkıcı var mı?
- şarkıcılardan nefret edilmez.
- şarkı söylemeye çalışan herhangi birinden?
- frank sinatra
- neden?
- hasta bir toplumun hastalığının depreşmesine neden olduğu için.
- gazete okur musun?
- tek bir gazete.
- hangisi?
- open city
- gardiyan! şu adamı işkence odasına götürün ve derhal işlemlere başlayın!
- efendim, son bir istekte bulunabilir miyim?
- evet.
- vazomu yanıma alabilir miyim?
- hayır, bana lazım!
- efendim?
- yani el koyuyorum. zapta geçecek. gardiyan bu serserimi derhal götür! ve bana biraz şey getir...
- ne efendim?
- yarım düzine çiğ yumurta ve bir kilo kıyma...
gardiyan ve mahkum dışarı çıkarlar. kral öne doğru eğilip düğmeye basar, teypte vaughn williams çalmaya baslar. bitli bir köpek, güneşin altında titreşen harikulade bir limon ağacına işerken dünya dönmeye devam eder..." Charles bukowski - pis Moruğun notları
son zamanlarda televizyon ve internette dönen bir burger king reklamı var. sloganı "bütün dünya anladı" ; oynayanlar ise bir şekilde hayatımıza giren esra ve ceyda kardeşler.
pek çok insan tepkili bu reklamlara. daha doğrusu asıl tepki reklamlarda bu kızların kullanılmasına. nedeni de bahsi geçen kızlarımızın en kestirme ifade ile "salak" olmaları ve antipatik görünmeleri.
peki neden bu kızlar seçilmişler bu reklam kampanyası için ?
burger king firması o kadar insan varken ne oldukları (meslek anlamında) belli olmayan bu kızları niye oynatıyor reklamlarında ?
çünkü artık çağımızda cahillik moda.
ve bu kızlar da "cahillik" satıyor.
siz bakmayın bu kızlara gülüp onlarla dalga geçtiğini sanan "modern, aydın , çağdaş türk gençliğine"
iddia ediyorum esra ve ceyda kardeşler bugün türkiye'deki gençliğin karikatürize edilmiş bir yansımasıdır.
şimdi benim olayı abarttığımı, her şeye negatif yaklaşan bir adam olduğumu falan düşünenler olacaktır.
ama biraz kafa yorunca aslında benim bu durum hakkında hiç de mübalağa yapmadığımı ve durumun çok daha vahim olduğunu fark edebilirsiniz.
hatta kafa yormanıza bile gerek yok. biraz kafanızı kaldırıp etrafa bakın yeter.
"cahillik" derken de genel anlamda "cahil halk" kalıbına soktuğumuz, günümüz tabiriyle "göbeğini kaşıyan" kitleden bahsetmiyorum.
cahillikle suçladığım kitle, maddi manevi imkansızlıklarla yaşayan "cahil halkımız" değil; tam aksine her türlü imkana sahip olan "cahillerimiz"
çocukluktan ve okumayı sökmesinden itibaren, okumayı sökmekle kalan, sadece televizyon izleyen, hayatında hiç kitap okumamakla övünen, ne yaşadığı topraklarla ne de dünyayla ilgili en ufak bi fikre sahip olmayan, ergenliği sadece tv dizilerini takip ederek, boş sözlerle dolu şarkılarla geçirip, gençliğe erişip, akabinde dershane takviyeleriyle bir üniversiteye kapağı atan ve yine ezberleye ezberleye hocalara yalakalıkla mezun olup bomboş, vizyonsuz, en kısa yoldan köşeyi dönme çabası içindeki sorgulamayan üniversite gençliğidir bahsettiğim.
erkekse mevz-u bahis gencimiz, mutlaka futbolla yatıp futbolla kalkar.
spor,onun için sadece futboldan ibarettir. olimpiyatmış, atletizmmiş hiç ilgisini çekmez. atletizm ile ilgili tek bildiği usain bolt’un rekorlardan sonra yaptığı dansıdır.
uzman olduğunu iddia ettiği futbol hakkında ise herhangi bir takımın taraftarıdır, oyunun değil.
"biz 6 tane koyduk, biz sizi beşledik, biz sizi kalecisiz yendik"den öteye gidemez tartışma seviyesi. en sevdiği spor olan futbol, sadece "turkcell süper lig hiiiç bitmesiin" ve iddaa'nın bülteninde yer alan maçlardır. ne bir dünya kupası kültürü’ne haizdir, ne de panenka, kempes, fontaine kimdir haberi vardır.
bir kitap bile okumamıştır futbolla ilgili. ama elinden fotomaç'ı düşürmez asla.
kız ise, demet akalın'a "hafif kadın" der ama onun şarkısıyla coşar, onun gibi giyinir, onun gibi konuşur . dalga geçtiği esra-ceyda gibi kızları taklit ederek artık "oha olmadan" duramayan bir organizmaya dönüşür. sırf yakışıklı diye kendisine zerre değer vermeyen adamlarla "takılır". "çıktığı" çocugun ona karışması hoşuna gider, yeri gelir küfür yer ama "beni ne kadar da sahipleniyor canım benim" diye sevinir.
okur okur(!) sonra hayırlı bir kısmet bekleyip, evde çocuk bakma hayalleri kurar.
siyaset mi ?
milliyetçi ise sadece "ya sev ya terk et" olur mottosu.
konuşamazsın anlatamazsın ona milliyetçiliğin aslında ne olduğunu.
"ben türk'üm senin gibi vatan haini değilim ulan"dır sana cevabı.
"iyi de ben de türk'üm kardeşim ama bak milliyetçilik böyle bir şey değil ki" diyemezsin. çünkü o da bilmez neyi savunduğunu. öyle görmüştür, öyle aşılanmıştır. bir taraf seçmesi ve o tarafı sorgulamaması öğretilmiştir. kendi okumaz, kendi anlamaya çalışmaz neyi savunduğunu. orhan pamuk piçtir göttür, hrant dink, "ermeni tohumunun tekidir" ona göre.
"peki sen okudun mu hiç bu adamları" dersin.
"okumaya gerek var mı yoksa bu herifleri mi savunacaksın bana" olur cevabı.
yani daha karşısında olduğu şeyin ne olduğunu bilmeden geçmiştir karşı tarafa.
"bu videoyu paylaşmayan türk değildir" ona göre, "grubunu davet etmeyen bizden değildir" onun için.
mevlana ile övünür ama "ne olursan ol gel" diyen adamın topraklarında " beğenmiyorsan git başka yerde yaşa" narası atar. anlatamazsın türklük bu değil diye..
solcuysa , parka giyip kirli sakal bırakmaktan öteye gidemez vizyonu.
deniz gezmiş'i ağzından düşürmezken "bu adam ne için canını verdi acaba ben de yapar mıydım aynısını davam uğruna" diye bi an olsun sormaz kendine. bir kere de "şu karşıt görüşü dinleyeyim de neye karşı olduğumu anlayayım" demek gelmez içinden.
"ben sosyalistim kahrolsun emperyalizm" der, ingilizce yazılı tişörtünü giyip, nike marka ayakkabısını fırlatır emperyalistlere.
muhafazakarsa, hep kendi haklıdır, hep kendine demokrasi ister, demokrasinin ne olduğunu bile bilmiyorken hem de.
türbanla üniversiteye girememenin ne kadar aşağılayıcı, dışlanmanın ne kadar iğrenç bir şey olduğunu görür, ama "kız arkadaşınla el ele tutuştun" diye seni taciz etmekten de kaçınmaz. "müslümanım" diyip, "acaba inandığım şeyi ne kadar biliyorum, hadisleri, kutsal kitabı, mevlana'yı ne kadar içime sindirebildim" deme zahmetine girmez bile.
inandığı dinde zorlamanın olmadığı hiç gelmez aklına.
nikahsız yaşayan çiftlere laf atar ama 13 yaşında kızla evlenen adamın arkasında durmaya devam eder.
nutuk'u okumadan "ben atatürkçüyüm" diye dolanır.
atatürk'ün de insan olduğunu, onun da sevinçleri, üzüntüleri, zaafları, alışkanlıkları olduğunu, onun da sigara içmek gibi keyifleri olduğunu anlatan adamı "atatürk düşmanı" ilan eder.
atatürk'ü aslında tamamen karşısında olduğu bir yere oturtur, öyle düşünmeyenleri de atatürk karşıtı ilan edip, atatürk dini'ni yaratır laik düzende.
muasır medeniyetler seviyesine gelmeyi, özgürce fikrini belirtmek değil de sadece mini etekle gezebilip, sevgiliyle rahatça öpüşebilmek olarak algılar.
"ödp'yi destekliyorum ama; barajı geçemez nasıl olsa, oyum boşa gitmesin" diyip küfür ettiği deniz baykal'a oy verir.
"ulan bu tayyip yine iyi sayılır ha, hem istikrar lazım" diyip çiftçiye küfür eden, "üniversiteli olan herkes iş bulmak zorunda değil" diyen adamla istikrarı sağlar.
tüm siyasi dayanağı "şehitler ölmez vatan bölünmez, apo'yu asalım" olan, seçmeni iki metre ip ile kandırmaya çalışan, şehit kanını emen vampirleri destekleyerek ülkeye sahip çıktığını zanneder.
kültür - sanat mı ?
zeki müren'in, barış manço'nun, aşık veysel'in, mahsuni şerif'in, bülent ortaçgil'in müzik yaptığı topraklarda; ney'in, kabak kemane'nin, kemençe'nin, ud'un, bağlama'nın hayat bulduğu ezgileri değil " zaten 8 tane nota var, kaç farklı şarkı yapılabilir ki" diyen adamcıkların "binlerce dansöz var" şarkılarıyla kendinden geçer.
sevdiğine, "güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa" diyen adamın değil, "allah belanı versin, allah seni kahretsin" diyen adamın şarkılarını ezberler.
"yalnız ve güzel ülkesi" için film yapıp ödüller alan adamın filmleri için değil, "memen koluma değdi, panik oldum" diyip osurukla güldüren(!) adamın filmleri için sinema salonlarına akın eder, gişe yaptırır, köşe döndürür.
bahsettiğim türk gençliği,önceki nesillerin aksine internet, televizyon, gazete, dergi, kitap gibi her türlü imkana sahiptir. ama onları daha dolu biri olmak için değil, "daha ne kadar boş bir birey olabilirim" diyerek kullanır.
..ve işte bu yüzden üniversitelerde yapılan anketlerde bile idol olarak kendisine polat alemdar'ı, şahan gökbakar'ı, acun ilıcalı'yı görür.
türkiye'nin en güvenilir insanı olarak seda sayan'ı seçer.
ve işte tüm bunların olduğu ülkede kitap okumak, dünya hakkında, hayat hakkında en ufak bir bilgi sahibi olmaya çalışmak hor görülür, aşağılanır. "uğraşma oğlum bunlarla" denir.
aptal videoları paylaşan adamlar sen bir şeyleri okuyorsun, izliyorsun diye seni "senin boş vaktin çok" diyerek eleştirir (!) akılları sıra.
entel kelimesinin hakaret olarak kullanıldığı bu ülkede, aslında normal bir bilgiye, vizyona, birikime sahip olmak " her boku bilmek" olarak görülüp aşağılanır.
cahilliğe kulp takılır.
"ama darbe dönemi sonrası içi boşaltıldı gençliğin" bahanesine sığınılır.
böyle gittiği sürece de hiç bir şey değişmez.
farkında olmak, sorgulamak, okumak, araştırmak out,
cahillik ise in olmaya devam eder.
alıntıdır.
Tanım: mutlaka okunması değil de okunsa güzel olur denilesi yazılardır. okumak herşeydir. Farklı bakış açılarını görmeyi, insanları anlamayı sağlar. Okumak bilgidir, medeniyettir.
bir oda, yerde kitaplar,işlevsiz plaklar, kül rengi bir gramafon, tabure köşelerinde özensiz çıkarılmış birkaç parça kazak pardesü..
''gitmek'' kelimesinin hayatında bir yansıması olmayan kimse gördün mü? ardında bırakmak , arkada kalmak, arkasından bakmak ya da...?
-''gördüm evet!'' diye sert bir çıkışla kalktı doğrulduğu yatağından.
-''gördüm ya sende!dedi bu kez , aynadaki belli belirsiz suretine.
-''gitmek senin gibiler için önemsiz değil mi?'' sanki küçümser bakışlar attığı kendisi değildi. arkasında bırakacak bir şeyleri olmayanar gitmekten, terk etmekten korkmazlardı çünkü.
her temas iz bırakırdı ruhta. bomboş ruhlar boşa geçmiş hayatlardı. amaçsız, sevgisiz , duygusuz geçen yıllar...
hayatın ne olduğunu bilmiyorum demek yersiz olur ama benim dünyamda yarattığı izlenim koca bir boşluk..'' diye geçirdi fikrinden..
bir anlamı yoktu, bir boşluktu evet diyerek göz göze geldi bu kez suretiyle. çünkü ben çimen kokusunu içime çekmedim. ters akıntılarla dolu bir labirentte yolumu kaybetmedim. yüksek topuklu kadınlar girmedi hayatıma. günahın kendi ekseni etrafında dönen suretinden hiç haz etmedim.
hayat herkes için aynı şeyi ifade etmek zorunda hissetmedi kendini. bazısına gücü, bazısına egoyu, bazısına boşluğu tattırdı. başını kaldırıp ona hesap soran çıkmadı. ya da çıkan, hayatı değiştirecek gücü sihirli değneğinde bulamadı. hayatın anlamını sorgulamaya odakananlar ise ana rahminde doğmayı bekleyen bebek kadar sabrı ortaya koyamadı. ne gökten yere üç elma düştü ne de filmin esas oğlanı masum prensesine kavuştu.
ayağa kalktı , kendi etrafında birkaç adım attı. masadaki kül rengi gramafonu yokladı. duvardaki panoya uzun uzun bakıp , ümitle olan düşmanlığını tazeledi birkez daha. yüzüne nadiren yerleşen gülümsemesiyle içinden bir iyilik geçirdi. kabus karası perdelerini sonuna dek açtı. sabah yüzüne vuran güneşle uyanmayı diledi ilk kez, gecenin koynunda dalarken uykuya...
"Ben tavan arasındayım sevgilim!" diye bağırdı delikten aşağı doğru. "Eski kitaplar bugünlerde çok para ediyor. Bir bakmak istiyorum onlara." Son sözlerimi duydu mu? "Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim." iyi. Durgun bir gün. Bütün hayatım boyunca sürekli bir ilgi aradığımı söylerdi birisi bana. Gülümsediğimi gösteren bir ayna olsaydı; biraz da ışık. "Bir yerini kırarsın karanlıkta." Delikten yukarı doğru bir el feneri uzandı. Fenerli elin ucundaki ışık, rastgele önemsiz bir köşeyi aydınlattı; bu eli okşadı. El kayboldu. Ne düşünüyor acaba? Gülümsedi: Yine mi düşünüyor?
Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korku; fakat yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi. Benden bir karşılık beklemiyor. Ona yardım etmek mi bu? Bilmiyorum, bazen karıştırıyorum; özellikle, başımda uğultular olduğu zamanlar. Onun gibi düşünmeyi bilmek isterdim. Bana belli etmemeye çalışarak izliyor beni. Çekiniyor. Acele etmeliyim öyleyse. Feneri yakın bir yer tuttu; annesiyle babasının resimleri. Aralarında eski bir ayakkabı torbası, kırık birkaç lamba. Neden hiç sevmediler birbirlerini? Ölecekler diye öylesine korkmuştum ki. Torbayı karıştırdı: Tuvaletle gittiğim ilk baloda giymiştim bunları. Her gecve biriyle dışarı çıkardım, dans etmek için Aman Allahım! Nasıl yapmışım bunu? Ellerinin tozunu elbisenin üstüne sildi. Mor ayakkabılarına baktı: Buruşmuşlar, küflenmişler. Sol ayağına giydi birini: Ölçülerin hiç değişmemiş. Utandı, yine de çıkaramadı ayağından. Topallayarak bir iki adım attı. Sonra resimlere yaklaştı, diz çöktü, yan yana getirdi onları. Dirseğiyle tozlarını sildi biraz. Beni de kendilerini de anlamadılar. Ne kadar ağlamıştım. Aşağıda onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda sandık odasında... Saçmalıyorum. Onları unutmadım, onları unutmadım. Babasının yüzünde gururlu bi rsomurtkanlık vardı. Aynı duvara asamam onları. Evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi. Yan yana olmak istemezlerdi; mezarda bile. Resimlerden birini aldı; feneri yere bırakmıştı, hangi resmi aldıüğını bilemedi. Yüksekçe bir yere koydu onu. Biraz telaşlanmıştı; dizini bir tahtaya çarptı. Sendeledi, yere düştü; hafif bir düşüş. Kalkmaya cesaret edemedi; emekleyerek fenerin yanına gitti. Bir torba daha. Boşalttı: Eski fotograflar! Amacından uzaklaşıyordu. Bana baskı yaptığını düşünmemeliyim. Yüzüne karşı söylesem bile, içimden geçrimemeliyim bunu. Acdeleyle resimleri yere yaydı, el fenerini dolaştırdı tozlu karartılar üzerinde. Başka bir eve çıkmış olabilirdim, bir daha hiç görmeyeceğim birine bırakmış olabilirdim bütün bunları. Resimleri karıştırdı: Ne kadar çok resim çektirmişim yarabbi! Çoğu da iyi çıkmamış. Gülümsedi: O zamanlar ne kdar uzunmuş etekler! Çirkin bir uzunluk. Duruşlar da gülünç Kim bilir hangi filmden? Arakamı dönüp yürüyormuş gibi yapmışım da birden başımı çevirmişim. Kime bakmışım acaba? Aynı elbiseyle bir resim daha. Yanımda biri var. Resim çok tozlanmıştı. Tozlu da olsa tanıyor insan kendini. Parmağını ıslattı diliyle; tozlar önce çamur oldu, sonra... ilk kocasının gülümseyen yüzünü gördü parmağının ucunda. Aman yarabbi! Bir zamanlar evliydim ben de... sonra yine evliydim. insan bir günde varamıyor bir yere, ne yapalım? Nereye? Tanımlayamadığım, bir ad veremediğim duygular yüzünden ne kdar üzülmüştük. Eğildi, bir avuç resim aldı yerden: Bu resim çekilmeden önce, nasıl hiç yoktan bir mesele çıkarmıştım, sonra da yürüyüp gitmiiştim. Sonra ne olmuştu? Sonra... Buradasın ya... bu evde. Demek sonra ghiçbir şey olmadı onunla ilgili. Ne kötü, ne de iyi bir şey: demek ki hiçbir şey. Ama bunu hissetmedim; geçişler öyle sezdirmeden oldu ki... Hayır, düşüncelerin karıştı; basit anlamıyla sözlerin... Bununla ne ilgisi var? Fakat ben... ondan kaçarken, nasıl oldu da birden başımı çevirip bu resmi çektirdim. Hep böyle mi durdum resimlerde? Yükzekçe bir yere oturdu, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Onun da yüzü kim bilir nasıldı? Herhalde ben suçluyum, resim çekilirken değil... belki o sırada haklıydım, muhakkak haklıydım. Çok daha önce... çok daha önce...
Bir an önce kitaplara ulaşmak istedi, geriye doğru bu sonsuz yolculuk bitsin istedi. Eski balo ayakkabısını ayağından çıkarmaya çalıştı. Sonra arkası kapalı yumuşak terliklerini bulamadı bir türlü. Sendeleyerek el fenerine doğru yürüdü. ilerdeki köşede olmalıydı kitap sandığı. Fakat orada kitap sandığına benzemeyen karanlık çıkıntılar vardı. Feneri bu garip yığına doğru tuttu. Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda, oturan buir. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ver resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı ayrılmış, boşlukta. Dizleri titredi, dişleri birbirine çarptı, ayağının altından kayıp gitti döşeme; kayarken de ayağına çarpan resim masası devrildi. Kol yine boşlukta kaldı: Örümcek ağlarıyla tavana tutturulmuştu. Bu eliyle ne yapmak istedi:? Bir şeyler mi yazmaya çalıştı? Ne yazık, hiçbir zaman bilemeyeceğim. Sol yerdeydi., bir tabanca tutuyordu. Ah! Kendini mi öldürdü yoksa? Olamaz!Bir şey yapsaydı ben bilirdim; her şeyi söylerdi bana. Öyle konuşmuştuk. Beni bırakmazdı yalnız başıma.
Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. ikisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba. Gülümsedi Bu biraz sözüne kızardı. Onu tavan arasında bırakıp sokağa fırlamıştı. Öleceğini hissediyordu. Peki ama neden? Bilmiyuordu; duygunun şideeti kalmıştı aklında sadece. Sonra 'onu' görmüştü sokakta: Bütün mutsuzluğuna, kendini zayıf hissetmesine, ölmek istemesine rağmen 'onun' gözlerindeki ilgiyi, insanıalıp götüren başkalığı fark etmişti nedense. O gün eve yalnız dönmüştü tabii. Ne kadar daha çok gün eve yalnız döndüm onda sonra da. Şimdi karşımda konuşsaydı. 'Ne kadar dah çok' olur mu? Deseydi. Titreyen dizlerinin üstüne çöktü, el fenerini tutu onun yüzüne: Gözleri açıktı, canlıydı. Bakamadı, başını karanlığa çevirdi. Sonra baktı yine; onu, ölüm kalım meselelerinde yalnız bırakmayan gücünden yararlandı yine. Hiç bozulmamış; geç kalmasaydım böyle olmazdı belki. Üzüldü. Fakat hiç değişmemiş; son gördüğüm gibi, gözleri bile açık. Yalnız, gözleribn bu canlılığında bir başkalık var: Her şeyi bildiği halde duygulanamayan bir ifade. Görünüşüme bakma, içim öldü artık diye korkuturdu beni. inanmazdım. Öyle şeyler bulup söylerdi ki öldüğü halde. Belki beni izliyor yine. Yerini değiştirdi. Benimle ilgili değilsin diyerek üzerdim onu. Hayır bakmıyor bana. Belki de düşünüyor. Birden konuşmaya başlardı. Bütün bunları ne zaman düşünüyorsun diye sorardım ona.
Ne zaman düşündüğünü bir türlü göremiyorum. Hayır, gerçekten ölmedi; çünkü ben yaşayamazdım ölseydi. Bunu biliyordu. Bu kadar yakınımda olduğunu bilmiyordum ama sen bir yerde var olursan yaşayabilirim ancak demiştim. Nasıl olursan ol, var olduğunu bilmek bana yeter demiştim. Bunu kavgadan çok önce söylemiştim asma çalışmamızın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordu. Sonra onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde, tavan arasına bir türlü çıkamadığım halde onu düşündüğümü, onsuz yaşayamayacağımı biliyordu. Sonra neden aramadım? Bür türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni se4sler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. Oysa biliyordu: Aramızda, hiçbir yeni varlığın önemi yoktu; konuşmuştuk bütün büunları. Ben de onun inmesini beklemiş olmalıyım. Beni üzmek için inmediğini düşündüm önceleri. Sonra... Bir türlü olmadı işte. Çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği 'onun' bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması. Orada tavan arasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii). Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğüraştım. Tavaqn arasında bu kadar kalacvağını da düşünemedim herhalde. Bir yolunu bulup gitmiştir diye düşündüm. Başka nasıl düşünebilirdim? Yaşamam için, onun her an var olması gerekliydi. Başka türlü hissetseydim, ölmüştüm şimdi. Ayrıca, kaç kere tavan arasına çıkmayı içimden geçirdim. Hele kendini öldürdüğünü duysaydım, muhakkak çıkardım. Dargın olduğumuza filan bakmazdım.
Duydum mu yoksa? Bir keresinde yukarıda bir gürültü olmuştu galiba, rüzgar bir kapıyı çarptı sanmıştım. Fakat nasıl olur? Onun tavan arasına çıkmasından günlerce sonra duymuştum bu sesi. Ve ben günlerce bir köşeye büzülüp kalmıştım. Hiçbir yere çıkamamıştım. Ateş etmişti demek. Yoksa kalbine... Titreyerek eğildi: Kalbine bakmalıyım. Elbisesinin sol yanı çürümüştü; elinin hafif bir dokunuşuyla dağıldı. içinden bir sürü hamamböceği çıkarak ortalığa yayıldı. Onun bakımıyla ilgilenmedim, elbiselerini hiç gözden geçirmedim; belki de dikmedğim bir sökükten yemeye başladılar hamamböcekleri onu. Deliği büyüttüler sonunda. Eliyle elbisenin altını yokladı. Neyse iç çamaşırlarından öteye geçememişler. Derisi olduğu gibi duruyor. Teni çok sıcak sayılmaz ama kalbi yerindedir herhalde. Korkara göğsünün sol yanına dokundu: işte orada biliyorum. Başka türlü yaşayamazdım çünkü. (Çünkü'yü cümlenin başında söylemeliydim, şimdi kızacak. Evet, her an onun sözlerini düşünürek yaşadım, şimdi acaba ne der diye düşündüm.) Yalnız bu kadarı çürümüş. iyi. Şimdi onu nasıl inandırabilirm bütün bu süreyi onunla birlikte yaşadığıma? Onun unutmuş gibi yaşarken onu düşündüğüme?Anlamaz, görünüşe kapılır, anlamaz. Başkasına rastladığım için, bu yeni ilişlkinin her şeyi unutturduğunu düşünür.Oysa her şeyi hatırlıyorum; tavan arasına çıktığı gün bu elbiseyi giydiğini bile. El fenerini ölünün üzerinde dolaştırdı: Örümcek ağlarının gerisinde sesli bir görünüşü var.
Yalnız ağların arasından elimi, onun kalbine götürdüğüm yer biraz karanlık. Rüya gibi bir resim. Birlikte hiç resim çektirmemiştik. Bir sürü şey gibi bunu da yapamadık nedense; bir türlü olmadı. Bir koşuşma, durmadan bir şeylerle uğraşma... Neden koşuyorduk, acelemiz neydi? Tavan arasına çıktığı güne kadar, bir şeyin arkasından hep başka bir şey yaptık, hiç durmadık, hiç tekrarlamadık. Sonra köşemde kaldım günlerce; ne yedim ne düşündüm. Sigara içtim durmadan. Evi yaşanmaz bir duruma getirdim sonunda. Bir savaş sonu kargaşalığı sardı her yanı. Düzen içinde yaşamayı bir bakıma sevdiğim halde, dayanılmaz bir pislik ve pasaklılık içinde çırpındım. Belki de böylece kendimi cezalandırmış oldum. Sokağa fırlamak, 'ona' gitmek için, öldürücü bi rümitsizliğe düşmek istedim. Kim bilir? Belki de, kendim için böyle kötü şeyler düşünmemi istersin diye söylüyorum bunları. Fakat senin öleceğini, kendini öldüreceğini hiç düşünmedim. Uzak bir yerde, hiç olmazsa görünüşte sakin bir yaşantı içinde olacağını hayal ettim senin.
Işığın altından kaçmaya çabalyan bir hamamböceği takıldı gözüne, kendine geldi. El feneriyle izledi böceği: Çirkin yaratık, yukarı çıkmaya çalışıyordu ağlara takılarak. Böceğin ayakları, elbiseyi parçalar diye korktu. Yıllar geçmişti, küçük bir dokunuşa dayanamzdı, kim bilir? işte, boynundan yukarı doğru çıkıyor, yanağında biraz sendeledi: Sakalı biraz uzamış da ondan; zaten her gün tıraş olmayı sevmezdi. Yanaktan ukarı çıkan böcek, şakağa doğru gözden kayboldu. El fenerini oraya tutsam mı? Hayır. Korktu; fakat yarı karanlıkta kurşunun deliğini gördü. Titreyerek geri çekildiği sırada, aynı delikten çıktı hamamböceği: Bacaklarının arasında küçük, pürüzlü bir parça taşıyordu. Dehşete kapılarak feneri deliğin içine tuttu: Işınlar, kafatasının iç duvarlarında yansıdı. Eyvah! Böcekler beynini yemişlerdi, en yumuşak tarafını. Belki de hamamböceği son parçayı taşıyordu. Kendini tutamadı: "Seni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim?" dedi. Aşağıdan, başka bir deliğin içinden sevgilisinin sesini duydu.
"Bir şey mi söyledin canım?"
Elini telaşla kitap sandığına soktu. "Hiç" diye karşılık verdi aceleyle. "Kendi kendime konuşuyordum."