Ariflerin, neden cahillere cevap vermediğini açıklayan güzel bir sözü vardır.
Şöyle ki:
--spoiler--
Cahiller onlara hitap ettiklerinde "selam" derler. (Furkan-25/63)
--spoiler--
Cahil gizli ve açık olmak üzere Allah'a şirk koşan kişidir. Arifler ise cahil insanların onlara nereden hitap edeceklerini ve mertebelerinin ne olduğunu bilirler. Cahillere cevap vermeye kalksalardı , cehalet yolunda onlara katılmış olurlardı. (Muhyiddin ibn Arabi)
Sınanmanın sebebi, kimden meydana gelirse gelsin iddianın varlığıdır. iddia her nerede bulunursa, sınanma orada gerçekleşir. Kim kendini bir özellikle nitelerse o özelliğe göre sınanır.
ilk entrylerde okuduğum gibi sadrettin konevi mevlananın şeyhi değildir. mevlana döneminde konevii konya müftüsüydü ve tanınmış bir alimdi. mevlananın da cenaze namazını kıldırdı.
nice allah dostları , bir diğer allah dostunun manevî dostlarıdırlar. muhyiddin-i ibn arabî hz.nin manevî kardeşi ise uşşakî cemaatinin büyüğü olan hacı eşref sırrı sultan'dır. allah adetlerini çoğaltsın. onlara layık etsin bizleri.
Yavuz Sultan Selim, 24 Ağustos, 1516 tarihinde Mercidâbık savaşını kazandıktan sonra Haleb'e girmiş, iki hafta sonra da oradan ayrılıp Eylül ayı sonunda Şam'a ulaşmıştı. Buradan Mısır'a geçmeden önce de 15 Aralık'a kadar Şam'da kalmıştı. Yavuz Şam'da kaldığı sıralarda, Muhyiddin Arabî Hazretleri'nin bir kitabında geçen ''Sin Şın'a girince Mim'in kabri ortaya çıkar.'' şeklindeki bir ifadeyi, büyük alim Kemal Paşazade ile birlikte incelemişlerdi. Burada Sin'in Selim'e, Şın'ın Şam'a, Mim'in de Muhyiddin'e işaret olduğu kanatine varılmıştı.
Yavuz Selim, Şam ve civarında bazı islâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret ediyordu. Çok saygı duyduğu Muhyiddin Arabî Hazretleri'nin yeri ise hiç kimse tarafından bilinmiyordu. Çünkü asırlar önce, eserlerini yanlış anlayıp karşı çıkan bazı Suriye alimlerinin de etkisiyle kabri harabeye çevrilip kaybolmuştu. Yavuz Selim, bir gece rüyasında Muhyiddin Arabî Hazretleri'ni kendisine şöyle derken görür:
''Ya Selim! Senin gelmeni beklerdim. Safa geldin, hoş geldin. Mısır gazanı sana müjdelerim. Sabahleyin bir siyah ata bin. O seni bana götürür. Beni hâk-i mezelleten (horluk topragından) kaldır. Bana bir türbe, bir cami ve imaret yapıver. Yürü işin rastgele, Mısır fethi müyesser ola!'' Yavuz sabahleyin bir siyah ata biner. At gider, Salihiyye Mahallesi'nde bir çöplükte durup eşinmeye başlar. Orası açılınca büyükçe bir taş çıkar. Üzerinde Arapça olarak ''bu Muhyiddin'in kabridir'' yazısı görülür. Yavuz Selim orayı temizleterek kabri ortaya çıkarır. Yavuz, 22 Ocak 1517 tarihindeki Ridâniye Savaşı ve Mısır'ın fethinden dokuz ay kadar sonra, ekim ayında tekrar Şam'a gelir ve dört aydan fazla kalır. Bu süre içinde Şeyhin kabrine türbe, yanına ise bir cami ve aşevi yaptırır. ilk cuma namazıyla da açılışını yapar.
kendisine "fırıldak" ve "kafirlerin şeyhi"* diyebilmek ve bunu ona reva görmek için kişinin öncelikle bir kendisine bakması gereklidir. sen, ben, o veya şu şahıs eğer islamı, kur'an ilmini ve tasavvufu aşmışsak, idrakine varmışsak ve hatta eser verebilecek raddeye gelmişsek bir yere kadar anlarım bu tanımlamaları, ve fakat velhasıl-ı kelam "donundaki boku" duran adam ibn arabi'ye bu yakıştırmaları yapıyorsa ya aklından şüphe ederim ya da sarhoş olduğuna kanaat getiririm. nokta.
tanım: endülüs'lü mutasavvıf, alim.
gazali ile beraber allah inancı açısından çernobil etkisindedir. düpedüz panteisttir ve panteizm allah'ın islam açısından algısına veya açıklanmasına tamamen zıt bir görüştür. tamamen allah'ın rahmetine muhtac olarak varolan kainatın allah'ın kendisine denkliği ve/veya dönüşebilirliği ya da içiçeliğini düşünmek küfürdür. teknik olarak da adamı müslümanlıktan çıkarır.
peki bu adama son dönemde gösterilen iltifat niye?
horasanlı mevlana'yı kürt yapan, tutmayınca hüsamettin çelebi'yi hem kürt hem de mevleviliğin banisi diye kakalamaya çalışan, süleyman konevi denen taşralı esnafdan "sufi" biçmeye çalışan kesimce "evangelist stayla" yeni bir müslümanlık yaratılmaya çalışılıyor.
peygambersiz, hristiyanlıktaki "birlik" esasına dayalı ve töre esaslı amorf bir din.
bu adam tasavvuf ehli ise sabetay sevi ya da hasan mezarcı da peygamberdir.
ayrıca islamdan çok ebcedle uğraşmış orta çağ'da çok sık rastlanan (her dinden) fırıldak din adamlarındandır.
Vahdeti vücud ekolünün onculerindendir. Saadetin konevinin annesiyle evlenmiştir. Saadettin konevi'yi de yetiştirmiştir. Zamanında onu anlayamayanlar kafir damgası vurmuşlardır. Öldüğünden sonra anlaşılmıştır nice insan tarafından alim olduğu.
dejavu olayını ilginç bir yaklaşımla ele almıştır.şöyle ki;ona göre dejavu denilen olay külli iradenin yani allah'a mahsus olan olmuş ve olacak her olayı bilme özelliğinin cüzi iradeye yani biz insanlara ufak bir sinyal çakmasıdır.bu yaklaşıma göre dejavu olduğumuz anda nasıl herşeyi her ayrıntısıyla hatırlıyorsak allah'da bu şekilde tüm olacak olayları önceden biliyor ve dejavu aracılığıyla bizlere bunu gösteriyor.
eğer allah'a inanıyorsanız dejavunun bundan daha mantıklı bir açıklaması yoktur.
hazret-i şeyh'le (ibnü'l arabî) karşılaşmam, çok bunalımlı bir anıma rastlar.
çok uzun sürmüş bir psikoz hali yaşıyordum.
birdenbire, gizemli bir biçimde şeyh'in bir eseriyle, füsus-ul hikem'in ingilizce nüshasıyla karşılaştım.
büyük bir hayrete düştüm.
çünkü o güne kadar bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu ve eğitimimle ilgili referansların tümünü sıfıra indirdi. çünkü fizikötesinden bahsediyordu ve benim öğrenimim tamamen pozitivist, materyalist bir öğrenimdi. dolayısıyla önyargılarımdan sıyrılmam, bütün bilgilerimi bir anda gözardı etmem, hepsinden sıyrılıp taptaze bir sayfa açmam ve yeni bir gözle onun anlattığı aleme dikkatimi çevirmem gerekti.
o, âlemin varoluşunu ve devamını bir aşk ve hikmet temasıyla anlatır. yani kainatın temeli aşk ve hikmettir.
o güne değin, kainat bana tümüyle bir fizik olarak anlatılmıştı, yani alem fiziksel olarak anlatılmıştı.
allah ile bağı kurulmamıştı.
bu, tabiî ruh için korkunç bir şey. insan ruhu, mânâyı özlüyor. insanın fıtratı mânâyı arıyor, anlamı istiyor.
işte hazret-i şeyh'in füsus'ta tasvir ettiği âlemi gördüğüm zaman, bütün yaşamım boyunca hasretini çektiğim anlam dünyasının özünü, özetini gördüm. yıldırım gibi bana çarpan, beni büyüleyen şey buydu.
sadrüddin konevi hazretleri, talebelerinden birine füsus'u anlatıyormuş. o zat şöyle demiş:
"bu anlatmak filan değildi, sanki kalbimi açtılar, füsus'un anlamını içine koydular."
bende füsus'un yaptığı etki, biraz buna benziyor.
kafam yorgundu, karmakarışıktı.
böylesi bir zihinle, bu ruh haliyle, böyle bir kitabı anlayabilmemi, ilahi tasarrufla açıklayabiliyorum.
çünkü bu zihinsel bir çabayla varılabilecek bir idrak değil, ancak kalple, kalp ayağıyla ulaşılabilecek bir algı düzeyi. müthiş teskin edici, müthiş ferahlatıcı bir etkisi var üzerimde.
şimdilerde adını her hatırlayışımda hazret-i şeyh'in, bu ilk izlenimin etkisiyle, ilk müspet şokun etkisiyle adını her anışımda o ışık denizini tekrar görüyorum.
Bir gece rüyasında peygamber efendimiz ona görünmüş ve demiş ki:
"Ey Arabi'nin oğlu, bildiğin hakikatleri halka açıkla." Kendisi ise bu olayın üzerine en meşhur eseri Füsus'ul Hikem'i kaleme almıştır.
kimi tayfanın küfre saptığını düşündüğü ancak kendisinin o böceklerden çok yükseklerde olduğunu bildiğimiz (bilmesek kaç yazar) nefs-i kamile hudutlarını arşınlayan alimlerden birisidir. hayır madem kafan karışıyor, zihnin almıyor ne diye çamur atıyorsun derler adama.