gözlerini açtığında etrafta ne bir ses ne de bir nefes vardı. hiç olmadığı kadar yalnız ve hiç görmediği kadar biçâre..
kurtuluştu...
kaçıştı...
dibe vuruştu...
korkularından sığınmak için bir liman bulmalıydı, lakin o kadar yabancıydı ki gizlenecek hiçbir yer bilmiyordu...
bilmemek...? belki de en iyi şeydi kim bilir? yahut en kötü şey. bildiğin zaman yapman gerekenlerin kulesi yükseliyordu bir bir... ne olacaktı ya şimdi?
bir ay yükselsin istiyordu gecesini aydınlatmaya dair...
hayata dair... umuda dair, bir nebzecik olsun bir ışık görmek istiyordu. bir minicik parlak bir yıldız... her zaman gökyüzünü süsleyen yıldızlar yoktu. bir tanesi olsaydı yeterliydi. bir samanyolu istemiyordu ki...
yorgundu, gözlerinin altında oluşmuş çizgilerden ve çöküklükten belliydi ve uykusuzdu... gözlerini faltaşı gibi açsa da katran karası gecelerden dolayı hiç olmuştu...
kiralık vermişti isteklerini ve duygularını bir valize koymuş ucuna taş bağlamıştı... yapacağı tek şey onları denizin en derin yerinde salıvermek... onun için bile gidecek tek cıkış yoktu...
gitmek ve bir daha hiç gelmemek isteği...
kendinden gitmek ve bir daha dönmemek...
kendinden coook uzaklara taşınmak, göçmek... hicret...
ben...
ben aslında yoğum diyebilmek içindi tüm bunların hepsi...
güneşten uzakta suyun dibinde, ağaçların en gölge köşelerinde çaresizliğe terkedilmiş insanları anımsatır. bir yudum güneşe hasret... o haliyle bile bir yön gösterir, soğuktur, donuktur, nemlidir hep gözleri... bakışları sabittir, yüzünün de güldüğünü hiç görmedim ben.
çilesi ne zaman bitecek hiç bilmem... yerinden koparıp güneşe sersem, ölür... o artık kendi çaresizliğiyle yaşamaya alışmış, alıştırılmıştır. başka hayat bilmez... başka hayatlara gelmez.
olanlara anlam veremiyordu. nereye gideceğini bilmiyor ama hiç durmadan yürüyordu. bir ses duydu '' nereye gidiyorsun?!''. arkasına bakamadı, korktu ve yurumeye devam etti...
hayat bir rüya mı diye düşünürken buldu kendini... etrafında güvenebileceği hiç kimse yoktu. doğrunun ne olduğunu soramazdı. gerçeğin sadece kendinde olduğunu biliyordu. ancak o gerçeğe ulaşmanın zorluğunu da biliyordu. kafasını kemiren sorular uykularını kaçırıyordu.
bir sabah bambaşka biri olarak uyandı. evet artık dönüm noktasına gelmişti. artık sadece kendini kendi için sevmeyi öğrendi. o da düzene ayak uydurmaya karar verdi. insanları sadece mutlu olmak için kullanacağına dair söz verdi kendine. işine yaramayan insanları hayatından çıkaracaktı. böyle olması gerekiyordu. artık daha bir mutlu, kendinden emin ve daha fazla gülümseyerek karşılıyor hem geceyi hem gündüzü, hem mutluluğu hem hüznü....
senin için dünyaları yakarım dedim yak dedi. üzerine benzin döktüm.* tam ateşe verecekken napıyorsun dedi. benim dünyam sensin dedim. öyle bi göt olmak ki.
selam verip seccadesinden doğruldu.. gece 03:00 sularında her zamanki gibi balkondaydı namaz kılarken, gökyüzünün hemen altında... kafasını kaldırdı uzun uzun gökyüzünü seyretti yıldızlar hiç olmadığı kadar parlaktı... kendini orada rabbine daha yakın hissediyordu...
bağdaş kurup seccadesine oturdu, ellerini gökyüzüne açtı ve tam kalbinin hizasındaydı... hiçbir şey söylemeden öylece orada saatlerce durdu... elleri kalbine yakındı cünkü artık konuşmaya takati kalmamıştı... kalbiyle rabbi arasına bir köprü kurmuştu elleriyle yüreğindeki konuşamadıklarını ulaştıran.. hiç olmadığı kadar yorgundu...
ellerine defalarca baktı, soğuktan çatlamış ve çalışmaktan nasırlaşmış ellerine, aslında o doğduğu günden beri yorgundu...
gidip kuytu bir köşede içtim senden sonra. iki kadeh şarap içtim. Yine 2 kadeh şarap içtim. Kendi ellerimle gömdüm toprağa. iki kadeh şarap daha içtim.zor yolu varken yine kolayı seçtim. Öyle sanıyordum. Artık her gece şarap içiyorum, her gece öyle sanıyorum. Seni anıyorum.
yıldızlar
onu aklına getiren gecelerde hava almak için açtığı penceresinin karşısında gördüğü parıltılardı, onun gözlerini andıran... gecenin ortasında bir kaç küçük nokta, esmer tenindeki parlak gözleri gibiydi...
bir incir yaprağı..
bir damla su..
iki damla mürekkep..
ya çok kısa ya çok uzun bir zaman dilimi yolculuğu;
gözlerimizi dünyaya açtığımızda bütün arzumuz masal tadında hayatlar yaşamak için olsa bile hiçbir şey bilinmeyen o dünyada bir iç çığlıkla hınca hınç ağlarız... düştüğümüz o bahçenin bilincinde olarak, geldiğimiz o sıcacık ve rahat kuytunun derinliğinden söküp çıkartan yaşamadır başkaldırımız. tüm hayatımız boyunca ararız yaşamak zorunda olduğumuz hayatta geldiğimiz o muhteşem sıcaklığı ve rahatlığı... kâh ışıltıyla bakan bir çift gözde, kâh anlam veremediğin bir şekilde hissettiğin yürek kıpırtısında..
önce ağlarız, ağlamak özümüzde bize doğar doğmaz bahşedilen tek bilinçdışı gerçek. sonra öğreniriz gülümsemeyi, tebessüm etmeyi, tanımayı... büyük şefkatli gözlerin bize her baktığında yaşama sımsıkı tutunma isteği geçer içimizden. avuçlarımız sımsıkıdır, ruhumuzda ve bedenimizde kaybetmek istemediğimiz ayrıntıları tutarız öylece kaçmasın diye... her rahatsızlığımızda dünya yanıyor gibi ağlarız, gözlerimizden acımasız gerçeklere ağıt nehirleri taşar... büyüdükçe her geçen gün, o ilk ağlayışın neden olduğunu anlatır yaşam bize. büyüdükçe yaşamın ortasına atıp adımlarımızı sonra düştüğümüz o azgın nehrin sularında yüzmeye çalışırız kollarımız yorulana dek...
bazen bir türkü tuttururuz işte tam bu esnada, öyle yanık, öyle içten öyle...
acımasız gerçeklerin varlığını bilerek; umut kesmeden, ümitleri tüketmeden, yeise düşmeden, hep bir diriliş türküsüyle soyunuruz hakk'ın gerçeklerine... yâr kucağı diye sarıldığımız şefkatli omuzları gerçek zannettiğimizde değişir işler. oysa farkına varsak işte o zaman o 'ilk ağlayış'taki erdemin sırrına erebilirsek ve hatırlayabilirsek 'elestü bi rabbiküm' sorusunun cevabını kevser ırmaklarının tadını tadmadan görebilirsek, evrilip devrilir zaman ve mekân üstümüze, bir aydınlık güneş doğar ki üstümüze unutturur bize yaşamın yavan acı gerçeklerini...
işte o zaman taa ilk günkü gibi, bir incir yaprağı,
bir damla su..
ve iki damla mürekkep dostun olur..
kökleri büyük bir uçurum kenarında olan asırlık söğüt gölgesi...
çok yüksekte bir tepedeydi meskeni, birbirlerine bağlılık yemini edenler o söğüdün gölgesinde söz verirdi. yolu öyle dar, öyle keskin virajlı öylesine tek adımlıktı ki herkesin cesaret edip bir tek adım dahi atacağı cinsten değildi...
iki ayrı köyün genci karar verdi o söğüdün gölgesinde gölgelenmeye, kuzeyin oğlu ve güneyin kızıydı... ikisi de gençliğinin vermiş olduğu deli cesareti başında, yoksa mümkün mü başka türlüsü...
bir gece sabah bozuyla birlikte yürümeye başladılar yola sırtını verip, aşağıya bakmadan o tek adımlık dar geçitten yürümeye başladılar...
agacın gölgesi yeryüzünün katmanlarının en derinine kadar uzanıyordu sanki, gökyüzüne doğru uzanan kısmından beş kat daha derin ve dağılmıştı... uçurumdan görüntüsü köklerin yarı kısmının dışarda kalanıydı.. nice kasırgalar, nice yağmurlar görmüştü söğüt kökleri ve gölgesiyle birlikte gece yıldızlara eşlik ederek duruyordu yerinde yeniden gelip söz verecekler için...
kuzeyin oğlu güneyin kızının gamzelerinde bulmuştu kendini kaybettikten bir süre sonra, saçlarından bağlama yapmıştı gönül mabedinin en mahrem yerine saklamıştı, ara sıra çıkartıp dertli dertli söylerdi karşı dağlardan sesi gelirdi... güneyin kızı, kuzeyin oğlunun gözlerinde boğulmak üzereyken çırpınıp zor kurtarmıştı kendini tabi buna kurtulmak denirse. mest etmişti onu gözlerindeki girdaplara iyice dalmadan kaçırıyordu bakışlarını hani az daha baksa ölüp gidiverecekti...
bir yanı uçurum olan dolambaçlı yollardan nihayet vardılar son ara uçurumu geçmesi için kuzeyin oğlu elini uzattı güneyin kızına ve rahat geçmesi için ayağını uçurumun diğer yanına koydu;
- gamzelerinde kaybolduğum, gamzelerinde kaybolmaktan medet umduğum tut ellerimden, seni asırlık söğüt gölgesine vardırayım, aşkımız da asırlık olsun...!
- gözlerindeki girdaplarda boğulduğum sana bakamıyorum, biraz daha baksam alıp gidivereceksin tüm bedenimle birlikte ruhumu sana teslim edeceğim şuracıkta, al ellerim senin olsun... asırlarca...
asırlık söğüt gölgesinde bağdaş kurup oturdular, kuzeyin oğlu gamzesinden yüz çevirdi sevdiceğinin, güneyin kızı gözlerine bakmaktan mahcuptu...! işte bu haldeyken birleşti elleri ve kuzeyin oğlu güneyin kızının ömrünü verebileceği yanağına bir buse kondurdu... acı hayatlarının en tatlı busesi buydu...!
ikisinin de dudaklarından bir kaç karmaşık kelime süzüldü, öyle ılık bir bahar akşamıyken birden sağanak boşalan bir yağmur sesi gibi coşkundu... çöl sıcaklığı kadar yakıyordu...bir söğüt gölgesi duydu, bir rüzgâr o kadar...
soğuk, kendine getirici bi' duşun ardından şekersiz sıcacık kahvesini koyduğu bardağını iki eliyle kavradı. şimdi inanmak istediği tek şey; her şeyin daha iyiye gideceğiydi.
Sınav salonuna girdi. pek heyecanlı değildi, çalışmamıştı. Kağıtlar dağıtılırken' bir umut belki bir şeyler yaparım' diye geçirdi içinden, yaşadığı çok daha ciddi olayların uyandırmasıyla insanoğlunun en manasız umutlara nasıl ihtimal verdiğinin farkındalığını, derin bir nefesi sigara dumanı üfler gibi üflerken 'boşver ya' diye ekledi hemen sonuna.
Kağıdı aldı, soruları gördü. Bir anda ayağa fırladı, amfinin kapısına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Salondaki görevli asistanların ve sınıfta sınava giren diğer herkesin dikkatini çekmişti, herkes ona bakıyordu. Hocayı karşısında şaşkın şaşkın gözlerini ona dikmiş vaziyette görünce 'beni buldular hocam! Kan davalılarım' Diye bağırdı dehşetle ve aynı inandırıcılıkla hocanın kem kümleri henüz başlamamışken yanından rakibini çalımlayıp geçen bir futbolcu gibi kıvrılarak geçiş kapıdan çıktı. çıkarken arkasında ne olup bittiğini anlamaya çalışan 60 kişi ve uğultulu bir amfi bırakmıştı.