woody allen'ın avrupa'ya gelişi, vicky cristina barcelona'da da olduğu gibi bol görselli, müzikli devam ediyor. ama bu filmde vicky cristina barcelona'ya göre fark filmde başrolü woody allen oynamış. filmde resmen allen, owen wilson'a kendi gençliğini, oyunculuğunu, histerik tavır ve hareketlerini, hızlı ve telaşlı konuşmasını ve mimiklerini enjekte etmiş. ilk başta gelen görüntüsüz sesli kısımda bile sanki allen konuşuyordu. bunun bence kesinlikle üstünde durulmuş ki woody allen'ın en detay hareketleri bile owen wilson da can bulmuş. woody allen'in; yakın zamanda, sabah gazetesinde yayınlanan röportajıyla ve filmdeki bir diyalog da allen'nın kendisinin de karaktere yakınlığını ispat eder gibi..
- bu, yönetmen olarak 42. filminiz. kariyerinizde sizi en fazla gururlandıran şey nedir?
- altı ya da yedi tanesinin gerçekten iyi olduğunu söyleyebilirim. o filmleri utanç duymadan kurosawa'ya ya da bergman'a gösterebilirdim. ama dürüst olmak gerekirse, hiç başyapıt çektiğimi düşünmüyorum. sonuçta filmlerimin çoğu vasattır.
- pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı?
- kurosawa, bergman, ozu, dreyer gibi ustaların herhangi bir filmi kadar iyi, tek bir film bile yapamamış olmak. bir tek başyapıt bile yaratamamış olmak. ve sanırım artık çok geç.
- neyin başyapıt olduğunu gösteren zamandır...
- bu soruya cevap olarak bir hikaye anlatayım. amerikan yüksek mahkemesi'nde bir yargıç varmış. bir pornografi davasına bakarken şöyle demiş: 'pornografinin ne olduğunu tarif edemem ama gördüğümde neyin pornografi olduğunu anlarım.' ben de başyapıtın ne olduğunu tarif edemem ama rashomon'un bir şaheser olduğunu biliyorum, bisiklet hırsızları'nın da...
-you were you coming to the cinema last night.
-we saw an american movie,
brilliant and hilarious.
-whom he starred?
-oh, i don't know. i have forgotten the name.
-great but have forgotten.
-reminds me of a movie i saw.
-sure her wrote i.
-good. i know that it was idiotic and childish,
without the minimum of credibility.
-but john and i laugh
despite that.
woody allen'in filmleri, genellikle kendisinin; etkilendiği, saygı duyduğu, beğendiği sanatçı/kişilerle ilgili kimi zaman çok net, kimi zaman bir diyalog içinde geçen övme/onore etmelerle doludur.(filmlerinde geçen isimleri araştırarak çok şey öğrendim:). bu filmde bu isimler, filmin konusuyla da doğru orantılı, direk can bulmuştur. bu bence biraz riskli bir durum. filmin süresi itibariyle de karakterler çok yüzeysel geçilmek zorunda kalınır. bu kişileri tanımayanlar/az tanıyanlar için, kişilerin çok bilindik özelliklerini/davranışlarını abartarak kullanmak gerekir ki woody allen'da abartıyı çok sevdiğinden direk öyle yapmış. bu o kişileri bilenlere, sevenlere itici gelebilir. hiç tanımayanlara ise ya sıkıcı gelir ya da abartıdan dolayı komik gelebilir. neyse bundan neden bahsettim bende anlamadım. ama allen'ı bilenler, sevenler abartıya alışmıştır, açıktır. ben şahsen onu öyle seviyorum.
filmin müziklerine gelince, woody allen herşeyi yapar, filmde kötü/uyumsuz müziğe müsade etmez, neyi, nasıl, hangisini kullancağını bilir." woody allen bu filmde kötü müzik seçimi yapmış, müzikler kötüydü" hiç bir zaman diyemezsiniz. cole porterana temalı müzikler çok güzel olmuş.
genel olarak filmin konusundaki orjinallik, fantastik yapısı birazda olsa bana purple rose of cairo'yu anımsattı. bu fantastik yapıyı çok güzel kullanıyor allen,bu yapı resmen izlerken heyecanlandırıyor insanı.
sonuç olarak benim aklım hala woody allen'ın başyapıt veremediğinden yakınmasında, pişmanlık duymasında kaldı. 42 tane film yapmışsın woodyciğim, çoğunu izledim, hepsinin bende ayrı ayrı yeri vardır, ayrı ayrı severim. yapma etme senin gibi; kendine has, komik, entellektüel, müzisyen, oyuncu, senin kadar sevimlisi var mı yahu! boşver sen, yapabildiğin kadar film yapta zevkle izleyelim...
--spoiler--
Man Ray: Başka zamandan bir kadına aşık olan bir adam. Fotoğrafı görebiliyorum
Luis Buñuel: Ben filmi görüyorum.
Gil: Ben aşılmaz bir sorun görüyorum.
Salvador Dalí: Bense bir gergedan görüyorum.
--spoiler--
oldukça hoş bir woody allen filmi. filmde gertrude stein, fitzgerald, zelda ve hemingway'e denk gelmek fazlasıyla güzeldi. okuduğum bir kitaptan öğrenmiştim aralarındaki ilişkiyi ve dostluğu. tabi picasso, dali ve daha nicesi için de öyle.
filmin woody allen'a ait olduğu fazlasıyla belli oluyor. filmdeki başkarakter tipik bir woody allen karakteri. şahsen izlerken gözümün önünde hep allen'ın gençliği canlandı. Gençliği oynasaydı eminim çok daha güzel olurdu.
filmin değindiği nokta çok güzel bir nokta. daha önce üzerine sıkça düşündüğüm bir şeydi. ben de kendimce bu çağa ait olmadığımı düşünürüm. hangi zamanda yaşamak istediğim sorusunu sorarım kendime. kendime verdiğim cevap hangi zaman dilimi olursa olsun daima savaş ve gözyaşı. daha edebi, daha sanatsal olabilir elbette. fakat daima savaş ve gözyaşı.
sonra ben de filmdeki gil'in farkına vardığı şeyin farkına vardım.
tanpınar beş şehir'de eski istanbul'u yaşamak istediğinden bahseder. ben ise tanpınar'ın yaşadığı istanbul'u yaşamak isterdim.
hesiodos milattan önce 750-650 yıllarında yaşamış. o da çağlar öğretisi'nde kendi yaşadığı çağın en kötü çağ olduğundan bahseder. çok eski bir zaman dilimi olmasına rağmen.
yani hangi zaman diliminde yaşarsak yaşayalım, bu düşünce daima oluyor.
filme dönecek olursak, başkarakterimiz gil, bu durumun farkına varıp yaşadığı zamanın keyfini çıkarmakta buluyor çözümü filmin sonunda.
bense henüz bunu yapabilmiş değilim.
izlediğim en mükemmel filmlerden biridir. Sanata ilgisi olan herkesin mutlaka izlemesi tavsiye edilir. Coco chanel, Hemingway, picasso ve daha niceleriyle muhteşem bir kurgu oluşturulmuş, farklı bir olay örgüsü var. izlerken çok farklı bir dünyada gibi hissetmiştim kendimi.
manhattan ve annie hall'in yanına koyarak saç ayağı oluşturulabilecek woody allen filmi. onlardan farkı, yakın dönemden olması.
filmi, 3 temel olgu üzerinden ele almak en iyisi.
1)bir kere (film içinde en mühim olgu) sanata spesifikleştirerek edebiyata, sinemaya, müziğe, eleştirmenliğe vs. her şeye dair herkes tarafından gönül mutabakatıyla sonuçlanan isimler üzerinden bir resmi geçit sunarak hakkı teslim etme çabası. entelektüel bir çaba. sanatsal derinliği olan yer yer gözümüzde büyütüp kahramanlaştırdıklarımızın hikayesi. bu bölümü salt izleyici açısından düşünürsek bir yerlerden bir şeyleri yakalama durumunun mutlak tarafından söz konusu olabileceği. kimi için luis bunuel büyük derttir (olumlu mana da)diğeri için de monet. bazısı hemingway 'le bütünleşir diğeri salvador dali'ye laf söyletmez. hayat bütünüyle bakarsan bazılarını yakalama bazılarını da ıskalama serüvenidir. yakalamak ve ıskalamak yani keşfetmek ya da edememek gayet yaşamsal bir sıradanlık silsilesi. (en azından bache öyle düşünüyor.)
2)ilk 15 dakikada manhattan'a benzer zirve yapan ukala içi boş entel tiplemesine bir ilişki üzerinden ziyadesiyle gönderme yapmak. aslında bu pencereden kadın-erkek ilişkilerinin çetrefilliğini masaya yatırmak. tamam bir ego savaşımı fazlasıyla mevcutta, ondan çok erkeğin bulunmak istemediği bir ortamda bulunmak zorunda bırakılması, kadının ukala enteli övüp durması ve onu zihninde en tepeğe çıkarmış olması hatta eşinin yazdığını değerlendirtme/eleştirtme düşüncesi ne olursa olsun kişinin kendi eleştirmenin öncelikle kendi olması gerekliliğini göze sokuyor. hewingway'in dediği gibi. yumuşak olma, yazdığını en iyi bul, beğen, kendin gibi ol, ama mümkünse bu benim yakınımda cereyan etmesin.:) filmin sonunda gil yağmurda ıslanmasına rağmen bundan keyif alan bir hatun buluyor ki, bu manhattan'daki gibi kendisine düşüncesine/ değer verenin yanında olmasını betimliyor.
3)bir diğer mevzumuz filmin temel alt metni. sen 1920'lere ışınlanmak istersin, ben progessive rock a olan ilgim ve hippilik icabı 1960'ların sonuna dönmek isterim. herkes bir şeyler ister de aslolan şuan yaşadığın dönemdir. geçmişe duyulan özlem mühimdir ama o ışınlanma isteği o dönemki insanların farklı bir döneme dönme isteğidir aslında. bazısı için altın çağ diğeri için rönesans olmazsa olmaz olabilir ve bu işin pekte sonu yoktur. yani hewingway dersin ama onun da gayet insani bir şekilde ring lardner 'den etkilendiğini es geçersin.
woody allen'ın ingmar bergman takıntısı nı değil genel olarak entelektüellik takıntısını ve bir o kadar da kültürel beslenme yerlerini ortaya çıkaran kesinlikle izlenmesi gereken sevimli bir film.
10 üzerinden 8!
evet gil'in söylediği gibi bence bu da bir anekdot , külliyata dair: ben kendisine dair hala manhattan'dayım mesela. al bir takıntı daha. 1979 falan. sen bas bas annie hall daha iyi dersin, kabul etmem bildiğimi okurum.:)
sürekli eskide yaşamak isteyen ve düşleyen ben'de tokat etkisi yaratmıştır.
sürekli geçmişin daha güzel, daha mistik olduğunu düşünür dururuz ama peki o dönemde yaşayanlar ne düşünüyorlar ? bizlerden farklı değil.
gece yarısı çalan çanın ardından halen tarihi yapısını koruyan paris'in dar bir sokağında kendini gösteren taksi.. okuyup hayran kaldığımız yazarları, gıptayla baktığımız tabloların usta fırçalarının fizik, ses ve karakter bakımından eksiksiz sunulması izlerken kişide oraya aitmiş hissi uyandırıyor.
birçok kişiden filmin sonunun çok sönük kaldığını duysam da aynı fikirde olduğumu söyleyemem; karşılaştıkları yer, hava durumu ve aralarında geçen kısa diyaloğa dikkat kesilenler ne dediğimi daha iyi anlayacaklardır.
let's do it. let's fall in love. dilime dolandı izlediğimden beri sanırım filmin etkisini,güzelliğini,büyüsünü ve diğer güzel sıfatlarını atamadım üzerimden o yüzden.
izlendiğinde the grand budapest hotel mutluluğu veren film. masalsı. ayrıca izleyiciyi, filmde geçen sanatçıları araştırmaya sevk ettirmesi de ayrı bir güzelliği.