ünlü fransız deneme yazarı montaigne bir yazısında, '' en çok korktuğum şey korkudur '' der.
korkudan korkmak..
neden korkalım, korkudan ? bizi bir takım densizliklere ittiği için mi ?
sağduyumuzu yok ettiği için mi ?
korkudan korkmayalım diyorum ben.
yeter ki korkunun ne olduğunu, nereden geldiğini bilelim..
Kendini yüzlerce kitapla birlikte Fransa'daki kalesine kapatıp düşüncelere dalan kişidir. Deneme türünün yaratıcısıdır. tüm denemeleri 'Denemeler' isimli kitabında toplanmıştır.
"ufacık bir toprak davası için halkın içinden 15 kişi seçmeyi akıl ediyoruz sonra en önemli davamızı tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve kararsızlığın anası olan halkın 'oy'una bırakıyoruz. akıllı bir insanın hayatının, düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakılması akıl karı mıdır" şeklinde elitist diye nitelenebilecek bir söze sahip önemli şahsiyettir. * aysu kayacı buna benzer bir şey demeye çalışmıştı bi ara, olduramadı. aysu kayacı da bi olmadı o.
avrupa septiklerinden, en bilinir olanlarındandır. michel, bilimadamlarına güvenmez ve saygı duymazmış. ona göre bilimadamı; "saçmasapan işler ve deneyler peşinde koşan, bayağı insan"dı.
zira, bilimadamlarının ortaya attığı tezin, ileride çürütülmesi ihtimali de halihazırdadır. "copernick'e neden inanayım?", "galileloe'ya inanıp, gerçek kabul edersem; o yakın gelecekte bir başka araştırmacı tarafından çürütüldüğünde ne olacak?" der..
o yüzden, varolan aklıkıtlığa, bilgisizliğe razı olunması, gidilebildiği yere değin gidilmesinden yanadır.
'' Bre zavallı insan, az mı derdin var ki kendine yeni dertler uyduruyorsun? Az mı kötü haldesin ki bir de kendi kendini kötülemeye özeniyorsun? Ne diye yeni çirkinlikler yaratmaya çalışıyorsun, içinde ve dışında o kadar çirkinlikler var ki... O kadar rahat mısın ki rahatının yarısı sana batıyor? Doğanın (tabiatın) seni zorladığı bütün yararlı işleri gördün bitirdin, işsiz güçsüz kaldın da mı başka işler çıkarıyorsun kendine? Sen tut doğanın şaşmaz, hiçbir yerde değişmez kanunlarını hor gör, sonra o senin yaptığın, tek yönlü, acayip kanunlara uymaya çabaLa. Üstelik bu kanunlar ne kadar kendine özgü, dayanıksız, gerçeğe aykırı olursa gayretlerin de o ölçüde artıyor senin. Mahalle papazının sana emrettiği gündelik işlere sıkı sıkıya bağlanırsın; Tanrının, doğanın emirleri umurunda değildir. Bak, bir düşün bunlar üstünde, bütün hayatın böyle geçip gidiyor ( denemeler, kitap 3, bölüm 5, aşk üstüne).
(bkz: lucretius) başta olmak üzere
(bkz: pulius syrus)
(bkz: ovidius)
(bkz: juvenalis)
(bkz: gallus)
(bkz: seneka)
(bkz: horatius)
birçok düşünürün sözleriyle zenginleştirmiştir o efsane eserini. herkesin kendinden bir özelliği bulabilmesi (bkz: denemeler)'i daha bir çekici kılıyor. anlatımında zamanı değersizleştirerek daha evrensel bir boyutta ve tüm zamanlara hitap eden üslubu kullanmasıyla "denemeler" adeta ölümsüzleşiyor.
"Okumak beni çekildiğim bu inzivada avutuyor; hem aylaklığın ağırlığından hem de sohbetleriyle canımı sıkan misafirlerden kurtarıyor. Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse, okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor. Tatsız düşüncelerden kurtulmak için tek yapmam gereken kitaplara başvurmak."
insanlara yol gösteren, araştırmaya, düşünmeye ve şüpheye yönelten, insanın doğal olması gerektiğini düşünen, yalnız büyüyüp sadece kısa süre bir dostu olduğu için dostluğun önemine değinen yazar.
'Avrupa'ya serbest düşünmeyi öğreten adam ' dersek herhalde abartmış olamayız Montaigne için. Fransız müellif Gustove Lanson onun için ' Fransız rönesansını bitirip klasik çağı haber veren adam ' diye niteler
Gerçekten de Montaigne daha sonraki çağlarda yaşayan aydınlar için bir 'ışık' olmuştur. Özellikle Aydınlanma Çağı'ndaki bir çok münevver onun tesirinde kalmıştır.
Denemelerinde bir sürü farklı düşünceyi dile getirir , bazen devrimlere karşı çıkarken , bazen çocuk tahsili konusunda fikir verirken bazen de insanı merkez alan hümanistlik bir yaklaşımla göz önüne çıkar. Denemelerinde sık sık kadim tarihten iktibaslar yapar , Antık Yunan ve Roma medeniyetine neredeyse aşıktır.
Ayrıca Osmanlı ve Türkler hakkında da denemelerinde bir çok yorumu vardır. Kâh Türkleri över kâh sert bir şekilde tenkit eder onları
Montigne'nin bazı fikirleri yanlış olsa da okunması ve analiz edilmesi gereken kişilerin başında gelir bu ünlü Fransız. Ünlü filozof Nicholas Malebranche'nin de belirttiği gibi ' Montaigne'nin fikirleri yanlıştır fakat hoştur ' .
insanın hayatının her döneminde kendisine hitap eden Tolstoy gibi Balzac gibi Kafka gibi yazarlar vardır. Bir de montaigne gibi ancak belli bir zaman geldiğinde insana hitap eden yazarlar vardır. 20li yaşların başında okuduğunuzda pek bir esprisi yok gibi gelmesinin temel sebebi de budur.insanı insanda aramaya karar veren bu yazar için Nietzsche şöyle demiştir "Bir zamanlar böyle bir insanın yaşamış olması, bugün şu yeryüzünde yaşamanın hazzını gerçekten artırıyor"
Yazarla ilgili kaynaklarda pek rastlayamadığım ve bana ilginç gelen montaignenin babasının eğitim hususundaki tavrıdır.Detay vermek gerekirse Montaigne'nin babası oğlunun eğitimini her yanıyla ele alır.Başlangıçtan itibaren oğlunun daha insani ve toplumsal anlamda olağanüstü bir eğitim alması için Montaigne beşikteyken şatodan uzaklaştırılıe ve en alt kesimden insanların,küçücük bir köyde yaşayan yoksul bir oduncu ailesinin yanında verilir.Amaç azla yetinmeyi ve sadeliği öğrenmesidir.Montaigne burada yaşamayı başarır ve çocuk yaşta sade yemeklere çok alıştığını, bu nedenle reçel kurabiye yerine hep köylülerin sıradan yiyecekleri olan siyah ekmeği,füme eti ve sarımsağı yeğlediğini yazmıştır.Ve babasına bu sebeple ömür boyunca şükran duymuştur.
Diğer bir detay ise; o dönemde imparatorluğun anahtarı latincedir. bu sebeple montaigne'nin babası bu sihirli anahtarı oğlunun eline verebilmek için büyük paralar ödeyerek bir Alman bilgin getirir.Bu bilginin en temel özelliği tek kelime fransızca bilmemesidir.bunun dışında montaigne ile fransızca konuşmak yasaklanır bu sebeple henüz 4 yaşındaki montaigne'nin ilk öğrendiği kelimeler latincedir.Montaigne'nin eş zamanlı olarak anadili olan Fransızca'yı öğrenmesi Latince'nin ağırlığını yitirmesine sebep olacak diye çevresine görünmez bir duvar örülür.Annesi , babası ya da uşaklar bir şey söylemek istediklerinde önce öğretmenden söylemek istediklerinin latincesini öğrenmek durumundadır.6 yaşına geldiğinde Montaigne anadilinde tek bir cümleyi doğru dürüst kuramazken latinceyi yetkin şekilde konuşmaktadır.
Yazarın gerek yazdıkları gerek yaşadıkları okunduğunda hakikaten Montaigne'nin kendi hayatını parçalara ayırıp üzerinde düşünmeye çabaladığı görülecektir.Akla gelebilecek hemen her konuda yazmış bu yazarın özünde çok yerinde tespitlerle hayata dair eleştirilerini kaleme aldığı denemelerinin tekrar tekrar okunması da belki bu yüzdendir.
niçe'nin 300 yıl önce yaşamış ve delirmemiş hali.ikisininde önyargılardan kolayca sıyrılmaları ve insanın doğal taraflarını kabullenmeleri en çok benzeyen yönleri.montaigne'nin fikirlerinde niçe kadar ileri gitmeyişi ise kanında delilik taşımayışının sonucu.
Zarif bir anlatımı olan yazar. Deneme türünün kurucusudur. Felsefeye yeni yeni başlayanların okuması gerekir.
" Nasıl sis içinde her şey olduğundan daha büyük görünüyorsa hırs içinde de suçlar büyüdükçe büyür."
" istediğimiz kadar yüksek sırıklar üstüne çıkalım, yine kendi bacaklarımızla yürüyeceğiz; dünyanın en yüksek tahtına da çıksak yine kendi kıçımızla oturacağız."
gibi sözleri de olan güzel insandır.
Yani facebookta, twitterda orda burda özlü sözleri kopyala yapıştır yapan tipler farkında olmadan bol bol faydalanır kendisinden.
denemeler eserindeki yamyamlar üzerine olan bölümü onlarca kez okunası yazar. gerçekten hiç böyle bakamamıştım yazar 500 yıl önce benden daha ileri daha farklı bakmış. okudukça şaşıyorum.
Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize
benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana
onları her bakımdan aşmaktayız. Savaşları soylu ve yiğitçe bu
insanların. Savaş denilen bu insan hastalığını biz haklı ve güzel
görebiliriz de onlar niçin görmesinler? Kaldı ki onlarda savaş
yalnız değer kıskançlığından ve yarışmasından doğuyor. Yeni
topraklar kazanmak için savaşmıyor bu Yamyamlar; çünkü doğanın
bereketi onlara her şeyi, çabasız, çilesiz öyle bol bol sağlıyor ki
topraklarını genişletmenin bir gereği kalmıyor. Henüz doğal isteklerini
doyurmakla yetindikleri mutlu bir dönemde yaşıyorlar: Bunun
ötesindeki her şey gereksiz onlar için. Herkes kendi yaşında olanlara
kardeş, kendinden genç olanlara evlat diyor ve bütün yaşlılar herkesin
babası sayılıyor. Yaşlılar bütün varlıklarını hiç bölmeden herkese
birden miras bırakıyorlar; doğanın bütün yaratıklarına verdiği her şey
böylece herkesin oluyor. Komşuları dağları aşıp kendilerine saldıracak
olurlarsa ve savaşı kazanırlarsa, zafer, onurdan başka bir şey
sağlamıyor onlara; değer ve erdem bakımından üstünlüklerini
göstermiş oluyorlar yalnız. Yenilenlerin malına mülküne ihtiyaçları
olmadığı için kalkıp yurtlarına dönüyorlar ve orada hiçbir şeyin
eksikliğini duymadan kendi varlıklarının tadını çıkarmasını,
onunla yetinmesini biliyorlar. Savaşı berikiler kazanırsa onlar da öyle
davranıyor. Tutsaklarından bütün istedikleri yenildiklerini kabul etmeleri
yalnızca; ama yüzyılda bir olsun buna yanaşan çıkmıyor
sözleri, davranışlarıyla yiğitliklerine en küçük bir toz kondurmaktansa
ölmeyi yeğ görüyor hepsi. Öldürülüp etlerinin yenilmesini daha
onurlu sayıyorlar. Tutsakları özgür bırakıyorlar ki, yaşamayı daha tatlı
bulsunlar; nasıl ölecekleri, ne işkencelere uğrayacakları, nasıl
parçalanıp yenilecekleri anlatılıyor, bunun için yapılan hazırlıklar
gösteriliyor kendilerine. Bütün bunlar ağızlarından bir tek gevşek,
onur kırıcı söz alabilmek, kaçmaya heveslendirip onları korkutmuş,
dirençlerini kırmış olma üstünlüğünü kazanmak için! Çünkü, iyi
düşünülürse, gerçek zafer budur aslında:
victoria nulla est
Quam quae confessos animo quo que subjuga hostes. (Claudianus)
Zafer zafer değildir
Yenilen düşman yenilgiyi kabul etmedikçe.
Pek yaman savaşçı olan Macarlar düşmanlarına aman dedirttiler mi
daha ilerisine gitmezlermiş. Canlarına kıymadan, baç istemeden
bırakır çok çok bir daha kendilerine karşı savaşmayacaklarına söz
verdirirlermiş.
Düşmanlarımıza karşı kazandığımız üstünlüklerin birçoğu
kendimizin olmayan eğreti üstünlüklerdir. Kol bacak sağlamlığı
yiğitliğin değil hamallığın şanındandır gürbüzlük cansız, bedensel bir
değerdir; düşmanımızı şaşırtmak, güneşin ışığıyla gözlerini
kamaştırmak bir talih işidir eskrimde üstünlük korkak ve değersiz
bir adamın da elde edebileceği bir ustalık, bir bilgidir. Her insanın ölçüsü,
değeri yüreğinde, istemindedir asıl. Yiğitlik, kolun bacağın değil,
yüreğin, ruhun sağlamlığındadır atımızın, silahlarımızın değerinde
değil, kendi değerimizdedir. Yüreği yılmadan düşen dizleri üstünde
savaşır, der Seneka. Ölüm tehlikesi karşısında kılı kıpırdamayan, can
verirken düşmanına yiğitçe yukarıdan bakan bize değil talihe alt
olmuştur yenilmiş değil öldürülmüştür.
En yiğit kişiler en mutsuz insanlardır kimi zaman... Biz yine
hikayemize dönelim: Bu tutsak yamyamlar bütün korkutmalar
karşısında aman dilemek şöyle dursun, iki üç aylık bekleme sırasında
güleryüzle dolaşıyorlar düşmanlarını, yapacaklarını bir an önce
yapmaya kışkırtıyorlar; meydan okuyor, küfür ediyorlar onlara,
korkaklıklarından, yitirdikleri savaşlardan sözediyorlar. Bir tutsağın
söylediği türkü var bende; şöyle sözler ediyor içinde: Gelin hepiniz
yiğitçe, toplanın yiyin beni; yiyecek olduğunuz kendi babalarınız,
atalarınızdır, çünkü onların etleriyle beslendi bu bedenim benim.
Bu pazılar, bu et, bu damarlar sizin, zavallı budalalar; atalarınızın
özünü görmüyor musunuz onlarda? Tadına bakın, kendi etinizin tadını
bulacaksınız onlarda...
Bu yamyamlardan üçü, bizim düşkünlüklerimizi öğrenmenin rahatlık
ve mutluluklarını ne ölçüde kaçıracağını, yenilik hevesiyle kendi
güzelim göklerini bırakıp bizimkilerin altına gelerek bizimle ilişki
kurmanın başlarına neler getireceğini, bugün bir hayli ilerlemiş
olduğunu sandığım yıkılışlarını bilmeyerek Fransa'nın Rouen şehrine
gelmişlerdi; rahmetli kral Charles da oradaydı o zaman. Kral uzun
uzun konuştu onlarla. Yaşayışımız, zenginliğimiz, güzel bir kent
örneğimiz gösterildi. Sonra bizimkilerden biri ne düşündüklerini, en
çok neyi beğendiklerini sordu. Üç şey söylediler; üçüncüsünü ne yazık
ki unutmuşum. En başta şaştıkları şey sakallı, güçlü kuvvetli, silahlı
bir sürü adamın çocuk yaşındaki bir krala bekçilik, uşaklık ettikleri,
niçin bunlardan birinin kral seçilmediği olmuş. ikincisi, kendi
dillerinde bir tek bedenin eli kolu, parçaları birbirinin yarısı olarak
anlatılan insanlardan kimilerinin neden bolluk, rahatlık içinde keyif
sürüp de birçoklarının dilenciler gibi kapılarda, açlık ve perişanlık
içinde yaşadıkları olmuş. Nasıl oluyor da demişler, bu yoksul yarımlar
böylesi bir haksızlığa katlanıyor, öteki yarımların boğazlarına
sarılmıyor, evlerini ateşe vermiyorlar!