Artık kimse ,mektup yazmıyor mu
Güller vardı, kimse kurutmuyor mu
Sen yaz yinede, gül kokan ellerinle
Koy bir zarfa, dudaklarınla mühürle
Ellerinin kokusu, sinmiş ah mektuplara
saçının bir teli, kalmış hala yastığımda
sana aldığım gülleri ,kuruturdun başucunda
Bana bıraktın dünleri ,kaldım eski zamanlarda
Artık kimse, mektup yazmıyor mu
Güller vardı, kimse kurutmuyor mu
Sen yaz, yinede gül kokan ellerinle
Koy bir, zarfa dudaklarınla mühürle…
bazen bir his... adını bilmediğim için his diyorum çöreklenip kalıyor içime. kuzularını kurdun kapmasından korkan bir çoban gibi ürkek oluyorum aynı zamanda bir o kadar cesur ve savunmaya hazır kalelerimi... neden böyle oluyor billmiyorum. sanırım gördükçe daha çok özlüyorum seni bir sonraki gün yanımda olmayacağını bilerek...kendimi tutmaktan yoruldum bu kez de. sussam bir türlü konuşsam başka...konuşamıyorum zaten yazmazsam patlayacağım...uzun zaman oldu benden yana çok uzun... iki aydır bir damla günışığına muhtaç, rutubetli bir köşede susuz kalmış ot gibi yaşıyorum tabiri caizse...beni durduran ne diye düşünüyorum, köklerimi alıp gitmeme engel olan ne? gitmem ya da kalmam için birşey yapmıyorsun ki! yokluğunda daha çok konuşuyorum seninle, fotoğraflarına bakıp gülümsüyorum uzun uzun, senin yerine cevap bile veriyorum kendime. yokluğunu bile bu kadar var hissetmenin nedeni sen misin ben miyim ikimizin de söylemekten korktuğu başka birşey mi yoksa?
en azından hayatımın güzel bir köşesinde oturuyor olmanı dilerdim oysa sen hep ayaktasın eşikte...gideceksin! ben yanlış birşey yapacağım ve sen gideceksin diye öyle korkuyorum ki, sessiz kalma hakkımı kullanıyorum bu yüzden...korkarım susmak alışkanlık yapacak, beni tekrar görmek isteyeceğin günü hayal ediyorum da "olmayacak" gibi geliyor. seni şıp diye sevdiğim aşk maskeli bir heves sanıyordum...geldiğin gibi geçeceğini düşlerimden gerçekten kopup bir kabusa dönüşmeden ben...ama çok başka birşey olmuşsun sen, çoktan yıkılmış setlerim, kırılmış kabuğum. öyle birşey olmuşsun ki sen bende, yokluğunda da varlığında da yerden yere vuruyorsun beni ve ben haz duyuyorum bundan...yani bunlar benim şu an ki düşüncelerim yalnızca. biliyorum aslında ama bu oyunu oynamazsam mutsuz olacakmışım gibi geliyor.sen dengem oluyorsun çoğu zaman ara sıra dengesizliğim.
oyunbozanlıktan nefret ettiğim ölçüde yalandan da nefret ediyorum. hissetmiyormuş, düşünmüyormuş, özlemiyormuş, beklemiyormuş...muş, muş ,muş! hepsi yalan, hepsi palavra! içimde bir yerlere gömdüm seni, seni düşündükçe derinleşen içimde bir yerlere... ve gömen ben değilmişim gibi her gün mezarını kazıyorum tırnaklarımla, tırnaklarıma dolan toprağın kokusunu çekiyorum içime... nasıl bir histir bu bilmiyorum...kendimi kandırmam imkansız sen zaten kanmıyorsun bu yeniyetme isyanlara. her ne haltsa bitmiyor işte, aşık oldum diyemiyorum, sevdim diyemiyorum, alıştım diyemiyorum...benimle bir daha görüş diyemiyorum, benimle bir daha görüşme diyemiyorum... beklemekten vazgeçemediğim gibi ummaktan da vazgeçemiyorum...sana uzaktan bakmak bile öyle güzel ki başımı olmadığın herhangi bir yöne çevirsem de görüyorum seni...toparlandım sanıyordum, herşey iyiye gidiyor sanıyordum bana göre değilmiş bacaklarım yok ama kollarım var zırvaları... şimdi ne yaptım da böyle oldu bile demeden uzaklaşacaksın benden belki... olsun...
dayanamıyorum...sana bugüne dek kazanılacak bir zafer, varılacak bir hedef olarak bakmadım ki...yolun kendisiydin sen, mutluluk koydum adını...neşe gibi gürültülü ve gelip geçici olandan değil... öyle değil ...içime dolan ve bir daha çıkmayan mutluluktan bahsediyorum...
sen beni kovalamıyorsun ben senden kaçamıyorum. dipsiz bir kuyusun sen, bana karanlığı bile sevdirecek kadar haykırdıkça kendi sesimin yankısından başka hiçbir karşılık vermeyen dipsiz bir kuyu...böyle de güzel, düşmek istiyorum... biliyor musun sevgilim diyemediğim birine bu kadar sadık olmam kızdırıyor beni en çok. bir gün ben seni böyle yelkenler fora beklerken başka bir limana demirlemeyi tercih edeceksin ve ben gülümseyerek o yalancı iyimserliğimle el sallayacağım ardından... belki kurtuluşum olacak o gün , belki de o zaman kızacağım sana, evet evet gerçekten kızacağım. keşke beni de diğerleri gibi görseydi diyorum bazen, keşke bir kez olsun gözlerimin içine bakarak -yanında olmaktan mutluyum- diye yalan söylese de ben de çok büyütmüşüm gözümde deyip arkamı dönüp gitsem... güzel insan, yürekli insan, beni gerçekten anlıyorsun sen. bu yüzden adamakıllı kızamıyorum sana, anlamak sevmeye yetmez biliyorum. keşke daha çok konuşsak seninle, keşke daha çok yürüsek birlikte...keşke susmasak bu kadar...
kendimi öyle değersiz hissediyorum ki sırf bu yüzden bana ihtiyacın olsun istiyorum...bir gün öylesine kullan, at beni...ama bunu yalnızca istiyorum, yapsan kırılırdım herhalde... görüyorsun değil mi hiçbir tutarlı yanı yok içimdeki bu hissin, yalnızca sana biraz daha yakın olmayı hayal ediyorum, sende kaybolacak kadar yakın olmayı... biraz daha dahil olmayı... zorla güzellik olmayacağını bile bile bencilce zorlamak istiyorum seni bu güzelliğe... zaman akıp gidiyor gözlerimin önünden, nereye gitsem bir gün diyorum bir gün onunla... elele olmasa da geleceğim bu yerlere o yokken bunları hayal ettiğimi anlatacağım...susmak daha çok yoruyormuş, anladım. sen aldırma bana... yarın seni görünce istemsizce çekilir yanaklarım kulaklarıma doğru, birkaç gülücük, bu mektup da unutulur gider... zaten öylesine yazdım, birşeye de benzemedi, içimdeki his gibi, sen gibi karmaşık ben gibi tutuk kaldı biraz,biraz da sonsuz...
yarından haber yok, dün bitti...
(tarih düşülmemiştir zaten zaman bizim yarattığımız bir kavram)
Öyle içimdesin ki. Yanağımda dolaşan rüzgardan daha gerçek dokunuşların. Küçük, ürkek, kesik dokunuşlarınla, belki de her zamankinden daha yanımdasın. Yani öylesine, o kadar bensin ki. Ah nasıl anlatsam. Boşuna bu çabalarım, doğru kelimeleri aramalarım. Ne kitaplar yazıyor, ne de sözlüklerde karşılığı var. Yalnızca hissediyor insan, yaşıyor. Kelimeler eksik, kelimeler yaralı. Kelimeler
cılız.
Taşımıyor, anlatmıyor, tanımlamıyor bu duyguyu. Ben de. Çok başka bir şey. Sevginin ortasında, derin acılar hisseder mi insan? Aydınlık gülümsemelerin içine, hüznü yerleştirir mi durup dururken? Gözlerine buğu,diline sitem, yüreğine burukluk, çöreklenir kalır mı asırlarca?
Gelmeyeceğini bildiği mektup için, posta kutusunu hep aynı heyecanla açar mı? Dedim ya, başka bir şey bu. Ne kadar yalnızsam, o kadar seninleyim şu günlerde. Belki de en başta, tutup seni en derinlere koydum diye oldu bunlar. Kimseler ulaşmasın diye, kimselerin bilmediği, bulamayacağı yollara götürdüm seni. En derinlerde tuttum. Bana sakladım. Derine, hep daha derine.
Seni yapayalnız, bir tek bana bıraktım. Paylaşamadım yanlış yaptım. Sana ulaşan yolları kaybettim diye bütün bu şaşkınlıklar. Kendimi oradan oraya vurmam. Sağımda, solumda, ne zaman dikildiğini bilmediğim duvarlara çarpmam, hiç görmediğim çukurlarla boğuşmam. Denizlerin, gürültüyle gelip vurduğu dehlizlerin, acılı duvarları gibiyim.
Duvarlarım yosunlu, duvarlarım kaygan, duvarlarımdan hiç tükenmeyen sular sızıyor. Tutunamıyorum. Renklerim, gün içinde değişiyor. Soluyorum, soğuyorum. Güneş ulaşmıyor içerilerime. Küfleniyorum, yaşlanıyorum. Yalnızlıklar peşimde. Dokunduğum her ıslak duvardan, pis kokulu bir yalnızlık bulaşıyor üstüme. Yapış yapış, vıcık vıcık bir yalnızlık bu. Biliyorum, bütün bunlar, hep benim suçum.
Seni sakladığım yere ulaşamaz oldum. Yollar, gitgide uzadı ve karıştı. Ümidimi ısıtacak, parlatacak, kımıldatacak bir şeylere ihtiyacım var. Ah onun ne olduğunu biliyorum. Sonu sana geliyor her cümlenin. Her şeyin başı içinde ve sonundasın. Bu değişmiyor. Öyle içimdesin ki. Birden aklıma geldi, tuttum sana bir mektup yazdım dün.
Çok mutluydum. Gün içinde neler yaptığımı, nelere kızıp, nelerle mutlu olduğumu, tek tek anlattım. Mevsimlerin ve insanların nasıl karışık ve beklenmedik olduklarını yazdım.
"Yine zamansız yağmurlar" dedim, "Daha önce, hiç bu kadar zayıf değildi güneş ışınları" dedim, "Gerçekten buradaki şarkıları hiç öğrenmeyecek, bilmeyecek, söylemeyecek misin?" dedim. Çok uzun bir mektup oldu. Başından sonuna kadar okudum da.
Neler yazmışım diye merakımdan.
Sonra çekmecemden bir zarf çıkarıp, adını yazdım. Büyük harflerle, yalnızca adını. Adresini bilsem gönderir miydim, bilmiyorum. Mektup cebimde. Cebim yüreğime yakın. Yüreğim sende. Sen yüreğime yakın. Öyleyse mektup sende.
ah nerde o eski mektuplar el emegi göz nuru el yazısı ama muhteşem bir el yazısı mürekkepli kalem özenilmiş bir sayfa yazı allah bee şimdi e mail var ee yani nerde bunun duygusu nerde kokusu..unuttugumuza pişman olmamız gereken detaylardandır.arada bir bir sevdiceginize (illa sevgili olmak zorunda degil tabiki) mektup yazarsanız alacagınız tepki bir mailden alacagınız tepkiden çok daha güzel olacaktır.şahsen şahit olunmuştur yaşanmıştır ..
ölümüne yazdığın mektuplarını
kimse açmayacak
kimsesizliğe gönderdiğin anılarını okumaya
bir şahit bulmayacaksın
kelimelerinle işlediğin
ve bir daha olmayacak duygularının ucunu yakmaya
hiç ateşin olmayacak
yaşama hırsı alınacak ellerinden
sönecek umutların
çünkü mum alevi değdi saçlarının teline
ve dağıldı hayallerin
her yanı yanıp gitti
kül kül mektupların....
90 sonrası yetişen gençliğin ne olduğunu ancak edebiyat derslerinden bileceği ama anlamını bir türlü idrak edemeyeceği içindeki kelimelerle hasret taşıyan değerli kağıt parçası.
Bugün Çarşamba, Kasımın biri.
Bu gün beş bin yıllık Çin bastı dört yaşına.
Pekinde geçilmiyor türkü sesinden.
Yollara döküldü millet
yediden yetmişine,
hepsin de mavi işbaşı elbiseli.
Pekinde fağfur kulelerde güneş
kırmızı sütunlarında ak güvercinler.
Li-Çan-Çen'le konuştum, Ahmet,
Hunan köylülerinden.
Uzun aksakallı tel tel,
alnı Çin yazısı gibi kırışık.
Dedi ki bana:
toprağım yoktu,
var.
öküzüm yoktu,
var.
insandan sayılmazdım,
insanım artık.
Daha da güzel günler göreceğiz, diyorlar,
yalan değil.
göreceğiz.
işte ben
Li-Çan-Çen
yoklar geri dönmesin
varlar yok olmasın
daha da güzel günler görelim diye
oğlumun birini okula yolladım
öbürünü Kore'ye...
Li-Çan-Çenin oğlu bu yüzden orda,
ya sen?
Pekin günlük güneşlik,
Korede yağmur mu yağıyor Ahmet?
Yüzükoyun sürünüyor musun çamurda
peşince namlunun?
Elâ gözlerin dumanlı,
kabarmış damarları alnının
kimi öldürmeğe gidiyorsun?
Yedi deniz ardında kaldı Anadol
hane halkıyla beraber.
Onlar bu yıl vermedi vergiyi.
öldü sarı öküz,
dayı oğluna göründü gurbet
kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?
Yedi deniz ardında kaldı Anadol
Köy halkıyla beraber.
Onlar bu yıl toprak istedi Ali bey çiftliğinden.
Dövüşüldü candarmalarla.
Dursun vuruldu,
yaralandı koca anan,
hapise düştü millet.
Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?
Şu ellerine bak,
sapanın sapından koparılan ellerine.
Akşamları sofrada, çıra ışığında
bazlamayı bölen onlardı.
Sarı öküzün ve Ayşe kızın yüzünü
onlar aynı şefkatle okşardı,
ve ağanın karşısında çaresizlikten, öfkeden,
enseni kaşırlardı.
Köy kıyısından geçen yolculara
kaç kere yol gösterip su verdiler
ve en kederli.
en yorgun
en tembel günlerinde senin
senden ayrı yaşayıp düşünmekte devam ederdiler.
Onlar,
ellerin
şimdi kan içinde bileklerine kadar,
kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?
Başka bir orduyu da gördü bu memleket.
Büyük Kuzeydendiler.
Japon zulmünü yendiler.
Diktiler yemiş fideleri gibi bu toprağa
bahtiyarlığın imkanlarını,
hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden.
Sonra dönerken evlerine
şu sözlerle uğurlandılar:
"- Bağışlayın bizi kardeşler
dilediğimiz kadar
kılamıyorsak âşikâr
minnetimizi sözlerimizde.
Yaşayacak hâtıranız, kardeşler,
fabrikalarımızın tüten bacalarında,
sırmalı dağlarında ekinimizin
ve içi gülen gözlerimizde.
Hani bahar sabahları vardır, Ahmet,
çıkarsın evden
karşında bir müjde gibidir dünya.
işte böyle bir dünyaydı artık Kuzey Koreli için
her sabah
her akşam
her gece memleket.
Söz hürriyetindi.
Toprağı bölüşmüştüler.
Demiryolları
altın,
gümüş,
kömür,
ovada yağmur,
dağda rüzgâr,
deniz
bulut,
güneş,
çocuk bahçeleri, hastaneler, okullar
ve fabrikalar milletindi.
Bahtiyardılar.
Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet?
Bu toprakta gerçekleşen kendi hasretini mi?
Korede yağmur mu yağıyor?
Evini yaktığınız çocuk
anasının ölüsüne kapanarak
haykırıyor mu altında yağmurun?
Yoksa onu görmüyor musun bile?
Yoksa artık kanıksadın mı?
Yoksa, Amerikan askeri Sin-Şana girdiğinde
sen de beraber miydin?
Gördün mü insanların çırılçıplak soyulup
benzinle yakıldığını?
Sen de Japon palasıyla kelle kestin mi?
Belki de Samvandaydın?
Ağaçlara saçlarından asılan insanlara
nişan aldın mı sen de?
Gebe kadınların ırzına geçip
sonra dövdün mü öldürene kadar?
Biliyorum,
San-Sen Ri'de gözlerini oydukları çocuğun
fotoğrafını çektiler
hâtıra diye.
Bu hâtıranın sende de bir kopyası var mı?
Biliyorum.
Vu-Mal-Şoyu alnından mıhladılar duvara,
bir kâatla beraber.
işçiydi, on bir çocuk babasıydı.
Ve geniş alnıyla birlikte mıhlanan kaat
emek kahramanlığı diplomasıydı.
Bilmiyen var mı?
Yaktınız ekinleri,
şehirleri uçurdunuz.
Ve onların en ucuz ölüm aleti sendin, Ahmet,
vebalı farelerinden de ucuz.
Kore'de yağmur mu yağıyor?
Dinecek.
Ya defolup gideceksiniz,
ya denize dökecekler sizi.
Ne halt edeyim? deme Ahmet,
teslim ol.
Hâneni,
köyünü,
memleketini seviyorsan şu kadarcık,
teslim ol.
Hâneni,
köyünü
memleketini,
seni, celebe satanlara
söylenecek bir çift sözün varsa Ahmet,
teslim ol.
Yitirmedinse insanlığını
çoluk çocuk naşıyla dolu bir çukurda,
teslim ol.
Biz Türkler yiğitizdir.
Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,
teslim ol.
Teslim ol ananın başı için,
teslim ol Türk halkı adına,
Ahmet, kardeşim,
kardeşlerine teslim ol.
haluk levent in hapisteyken çıkardığı albüme ismini veren şarkısı. sezen cumhur önal uzun bir süre ' şarkıyı benden çaldı' diye feveran etmişti. sonra ne oldu, nasıl bağlandı o iş hatırlamıyorum. ahan da sözleri:
Eski bir mektup geldi senden
Hasret dolu senelerden
Yazından ben hemen tanıdım
Gönlüm sarsıldı sevgiden
Sandım beni unutmadın
Sonunda aşkını yazdın
Açtım anılarla dolu zarfı
inan öptüm her satırı
Mektubun hoş geldi
Bana umut verdi
Yanlızlığımı aldı yar
Yılların gölgesi
Düşmüş satırlara
Gözlerinden öperim yar
günümüzde yerini bilgisayara,internete, cep telefonlarına ve bilimum benzeri teknolojiye bırakmıştır. postacının gelip kutunuza attığı kimi zaman rengarenk kimi zaman sade beyaz zarfları özlemenize neden olmuştur bu durum. italyan mektup arkadasınız artık e-mail atmayı tercih eder olmuş, zarfların içine koyduğu ufak tefek kartpostallardan, alakasız futbolcu kartlarından mahrum bırakmıştır sizi.
parmak izini taşır. senin izini taşır. yazarken dokunursun o kağıda, kokun siner. yazdığın her harf içinden gelmese de sendendir. elin gitmiştir o kelimelere. özlemdir mektup. beklemektir. yazdığın kelimelerin ona ulaşacağı an için sabırsızlanmaktır. mektup ulaştığında cevap alacaığnı bilmektir. yazdığın sana yazmasa da, okuduğunda içinden cevaplasa da; bilirsin kelimelerinin boşa gitmediğini.
hele bir de cevap gelirse ondan... değme keyfine.
işte yine günün belini kırıyor akşam
ve sen kırlara benzersin günün bu saati
çıkarmamışsan çiçekli elbiseni.
ı
hatırla ve sıkı tut:
korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden.
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine.
ıı
şaşkınım, şehir açmıyor beni
ve namım yürümüyor burada
çünkü tuhaf burada her şey;
denizi sel basıyor hayret
hayret şehir sığmıyor taksiye
ve terör estiriyor rüzgar
kaldırıyor dağın eteklerini bile.
ve burada sensiz bahar
hem yatalak hem öpmeden geçiyor
bir jeton
yanağıma getiriyor da yanağını
kokunu rüzgara salsan
bana getirmiyor.
ııı
yoksun ya
güvercin avlıyor avluda kedi
kızlar gülüşüyor bahçede
gül üşüyor -gül üşür-
yoksun ya, bezden anne
yapıyor öksüz
öpmek için kendisine.
kent henüz ıssızlığa boğulmuş değil. can çekişen bir iki kişi daha sokağa hayat katmakta lakin silik tavırlarla. gölgenin kıyısına sığınmış iki mahçup aşık liseli cilveleşiyor geceye direnen gün batımında. ve ben derin nefes alıp seni doldururum, seni çektim ciğerlerime, düşüncelerime, hissiyatlarıma. ayrılık bu denli zormuş meğer dedim fısıltıyla kendi kendime. bir uçtan bir uca yaşamak bu olsa gerek dedim sonra hayıflanarak. senden ayrılalı tam tamına üç gün oldu.
az sonra saati çoktan geçmiş lakin adı kalmış olan beş çayımı demleyip, hüzünlü kadın ve erkeklere dair yazılmış aşk şiirlerini okuyacağım. muhtemelen bir zaman sonra sıkılacağım ve elimden kitabı bırakıp seni düşünmemek için televizyona sarılacağım. o da beni ve düşünce yoğunluğumu doldurmayacak, şimdiden besbell; kalkıp balkona çıkacağım, beraber baktığımız yerlere bu defa tek kendi gözlerim ve hissiyatım ile bakacağım. an olacak, ıssızlık ürperti halinde her yerime nakşedecek.
miyadını doldurmayı bekleyen bir kağıt daha alacağım elime, kendisini tüketmesini beklediğim kalemle ellerim haşır neşir olacak, hislerim akacak kağıt ve kalem ikilisinin arasında sana, sana ulaşmaya, sana anlatmaya, sana sarılmaya dair. özlem kavursa da, vuslat telkinleri bir şekilde ayakta tutacak beni.
şimdilik kısa aralı veda ediyorum.
mektubumu burada sonlandırırken, seni sevdiğimi unutma diyorum.
sadece benim dokunduğum satırlara sende dokunacaksın diye yazdım. uzun uzun yazdım. okurken sadece beni düşün istedim. satır aralarında bul istedim. deniz kızım senindir biliyorsun da susuyorsun. beyaza büründüm avuçlarına düştüm şimdi ister sarıl bana ister yırt parçala. seninim.
mektup; kişinin kendine sakladığıdır, kendine sustuğu başkasına açtığı tüm kağıtlardır.
Mektuplar yazanın degildir biliyorsun degil mi diyen biri de olunca acaba o mektuplar bana ait değil mi diye düşündüm.
madem senin oku ve boğul içinde.
sadece seni çok özlediğimde yazıyorum sanki yazarken sana daha yakın olacakmış gibi. ama bu mektuplar hep bende kalıyor sen bilmiyorsun.
tanım: bir tür ilaçtır. kişinin yaralarını tamir eder.
(#2784684)