baba ve anne olmalarından vazgeçtim; birey olmak ne demek onu da bildiklerini hiç sanmıyorum. birbirlerine yaptıkları kötülüklere tahammül etmeye çalıştıkça zamanla kendi sabırlarını zorladılar. demem o ki, “aile saadeti” okunan, ama bir türlü hayata geçirilemeyen söz öbeğinden başka bir şey değildi bizim için.
kimse ilişkilere göre bireylerin törpülenmesi gerektiği bilincini aşılamadı bizim oralarda. kardeşlik, arkadaşlık, sevgililik, karı kocalık… hepsinin törpüsü ayrı ayrı olmalı bana kalırsa. törpülenmeyi yanlış anlayıp, ömür törpüsünü hep cebimizde taşıdık. oysaki birbirlerinin eksiğine ya da fazlasına göre törpülenince daha kolay olabilir ilişkiler. törpülenmeyi bilenmek sandık. en mühimi de kime hangi yüzümüzü göstermemiz gerektiğini de bilemedik… bilemediler... yani kimse tek yüzlü değil. bunu yermek için söylemiyor, sadece gözlemlediğim şeyi paylaşmak istiyorum. çok yüzlüyüz hepimiz. şimdi bana gülümseyen kişi, aynı yüzü rakibi olduğu kişiye de gösteriyor mu ya da hakir gördüğü kişiye? kırmızı ışıkta elini açıp dilenen ve senin vicdanını sömürmeye çalışan kir pas içindeki dilenciye gösterdiği yüzü de bana göstermiyor, gösteremiyor. kim kime hangi yüzü uygun görüyorsa ona bürünüyor. içinden geldiği gibi değil de öğretildiği gibi… dolayısıyla kimsenin gerçek yüzü ya da sahte yüzü yok... o da gerçek, bu da. istisnai durumlarda, o çok yüzlü insanlar, bazı kişiler için yüzsüz oluverir. annemle babam gibiler mesela. annem, eşine kadın yüzünü takamadı misal, babam da karısına koca yüzünü. hep birbirlerine kırmızı ışıktaki dilenciye gösterdikleri yüzü gösterdiler. birbirine dilenen, ama hiç sadaka vermeyen…
gençliğini sallanan bir ipte asılı tutan kenan, kitap kurdu olan bir fahişe sokratpare, sahte bir krallığın içinde çocukluğunu yitiren erol, prenseslikten gerçek hayata terfi eden amber, gizemini huzur köyü’ne yuvalayan kırıkçı abdullah ve hayatın “ahlâk”ı anlatılıyor “şey”de.