Dağınık kaşlarınızın sınırlarını çizdiği o ışıltılı gözlerinizden bir pırıltı uçuverdiğini sanki görüyorum.
Aşkı aşk yapan duygunun, bütün kadınların peşine düştüğü o suçortaklığının tadını tadıyorsunuz.
Bu yazı size bir suç armağan ediyor.
Sanırım Stefan Zweig'ı pek okumadınız, zaten şu sıralarda pek moda değil... Eğer, Zweig'ı okusaydınız, onun bu yazının başlığının tam tersi bir başlık taşıyan muhteşem hikâyesini bilirdiniz... Hani şu 'Meçhul Bir Kadından Mektuplar' isimli şaheserini.
inanin, o hikâyeyi çok severdiniz.
O, her kadının içinde saklı olan 'meçhul bir kadın' olma arzusunun bütün yakıcılığını, çekiciliğini ve acısını bir tek hikâyede yaşardınız.
Zweig'ın karısıyla birlikte intihar ettiğini de bilmiyorsunuz tabii.
Niye intihar ettiğini tahmin edemezsiniz.
Dünya Savaşı çıktığı ve insanlar birbirini öldürdüğü için, böyle bir dünyayı daha fazla paylaşmaya tahammül edemeyip kendini öldürdü. Halbuki o sıralarda, Latin Amerika'da savaştan epeyce uzakta ve güvenlikteydi.
Ama başkaları ölürken, kendini güvende hissetmeye dayanamayacak kadar ilgiliydi başkalarının hayatlarıyla. Bu ilgiyi kendi hayatıyla ödedi.
'Ne kadar aptalca, ' demeyin ne olur, beni çok kırarsınız.
Zweig'ın karısının niye intihar ettiğini ise hep merak etmişimdir. Savaşa dayanamadığı için mi kocasıyla birlikte öldü, yoksa kocasını ölüme gönderirken yalnız bırakamadığı için mi? Dünyanın yanması mı o kadına daha çok acı veriyordu yoksa sevdiği bir erkeğin acı çekmesi mi?
Bütün yazarlar ölüme karşı Zweig gibi davranmaz elbet.
Zweig'ın görmeye tahammül edemediği savaşa Hemingway gönüllü gitmişti.
Eğer ikisi de bugün Türkiye'de yaşasalardı, Hemingway Güneydoğuda bir savaş muhabiri, Zweig istanbul'da kendini vurmak için elden düşme bir tabanca arayan mutsuz bir yazar olurdu.
Graham Green buralarda olsaydı, istihbaratçıların, teröristlerin, kaçakçıların ortaklaşa gittikleri, sınır yakınlarında bir kerhanenin romanını yazardı.
John Le Carré, Türk, Alman ve Amerikan casusları arasında geçen görüşmeleri, yapılan anlaşmaları, ikili çalışan casusların psikolojisini anlatır, savaşsız ve düşmansız bir ortama kavuşan gelişmiş dünyanın, kendisini konusuz bırakan sıkıcılığından Türkiye sayesinde kurtulurdu.
Savaş ve ölüm, yazarların ilgisini çektiği kadar kadınların da ilgisini çekiyor mu sizce?
Avrupa'nın, PKK'yı desteklemekten vazgeçerek, PKK'yı güçsüzleştirirken Türkiye'deki darbe sevdalılarını da güçsüzleştirmesi günlük tartışma konularınız arasında mı?
Eğer içtenlikle konuşursak, bunlarla çok da fazla ilgilendiğinizi sanmıyorum.
Aşk sizin daha çok ilginizi çekerdi.
'Acaba beni seviyor mu' sorusu, 'savaş çıkacak mı' sorusundan daha heyecan verici gelirdi size.
Sevildiğinizi öğrenseniz, bu kez de 'yeteri kadar sevilip sevilmediğinize' takılırdı aklınız. Ah, biliyorum, hiçbir kadın 'yeterince' sevilemez. Sarah Bernard, boşuna 'Aşk oburluktan ölür,' demiyor.
Biliyor musunuz, Tanrı erkeklere 'yaşanan günü', kadınlara ise geçmişle geleceği armağan etti.
Siz yaşanan anla pek ilgilenmezsiniz, geçmişin hesaplaşması ya da geleceğin endişesi vardır sizde. Onun için size 'o an' hiç yetmez. Siz geniş bir zamana yayıldığınız için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.
Zweig gibileri ise ne o ana sığarlar, ne de geleceğin kancalarına takılırlar.
Onların hayatı, karanlık bir boşluktan, arkalarında ışıklı bir iz bırakarak ölüme atlamakla geçer.
içinden geçtikleri boşluğu yazılarıyla ve bazan da aşklarıyla doldururlar.
Zweig'ı mutlaka okumalısınız.
Yazarların, nasıl yazı yazdıklarını incelediği bir denemesi var.
Müthiş bir tevazuyla kendini de sıradan insanlar arasına koyarak şöyle diyor:
'ilk bakışta onlar da sizin benim gibi insanlardır.'
Yazarların da herkes gibi yaşadığını, herkes gibi giyindiğini, herkes gibi dolaştığını anlatıyor.
'Bizim yaptıklarımızı yaparlar, ' diyor, 'sonra da masanın başına geçerler ve bizim yapamadığımız bir şeyi yapıp yazı yazarlar.'
Aklına su soru takılıyor elbette!
Bize bu kadar benzeyen insanlar bizim yapamadığımız bir işi nasıl yapıyorlar?
Zweig'a göre, bir yazar yazı yazarken kendisinden başka bir şey oluyor. Ne yaptığını aslında kendisi de fark edemiyor.
Yazıyı yazdıktan sonra, ona yazıyı nasıl yazdığını sorsanız, o size, 'işlediği cinayeti bilmeyen bir katil' gibi bakacaktır.
Aynı sizin kimliğiniz gibi, yazının nasıl yazıldığı da meçhul kalıyor.
Meçhul kalan yalnızca bu değil ki...
Dağlarda birbirlerini öldürenler, bir insan öldürürken ne yaptıklarını biliyorlar mı, bir insan başka bir insanı öldürürken tam manasıyla kendinde mi? Herkes gibi âşık olan, herkes gibi seven, herkes gibi gülen biri, tüfeğini bir insana çevirdiği anda hâlâ kendisi midir, yoksa o anda başkası mı olur?
Cinayetin, yazının ve aşkın arasında garip bir ortaklık var gibi.
bu üçünü de yaparken insanlar kendilerinden başka biri oluyorlar.
Âşık olan biri, kendinin âşık olmayan halinden ne kadar farklı.
Cinayeti işleyen, öldürmediği andaki kimliğinden ne kadar uzak.
Yazıyı yazan, yazmadığı zamanki yapısından ne kadar değişik.
Bir insanin, kendinden başka biri haline geldiği anı çok merak ediyorum. Tüfeği kaldırdığı, kalemi tuttuğu, özlemden yandığı anda ne değişiyor içinde?
Cinayet, yazı ve aşk, insanın tanrısallığa en çok yaklaştığı üç durum.
Biri öldürerek tanrısallaşıyor, biri yaratarak, biri de kendini çoğaltarak.
Cinayet, aşk ve yazı birbirine benziyor, ama Zweig cinayetlere dayanamadığı için kendini öldürüyor, Yesenin ise aşka dayanamadığından vuruyor kendini.
Siz Yesenin'i de bilmiyorsunuz.
Ben bütün bunları, size anlatabilmek için biliyorum.
Yesenin, Sovyet Devrimi sırasında yaşamış serseri bir şairdi. Herkes de onun serseri olduğunu söylerdi zaten.
Bir şiiri, yanlış hatırlamıyorsam, şöyle başlıyordu:
'Bilmiyorum niçin bana su Yesenin rezili
Bilmiyorum bana şu şarlatan diyorlar.'
Devrime içi pek ısınamadı nedense, devrimciler de onu pek sevemediler.
Sonra, Isadora Duncan adlı o dans büyücüsüne aşık oldu. Onun peşinden dolaştı durdu dünyayı.
Devrimin katılığına ayak uyduramadığı gibi, aşkın acısına da katlanamadı.
intihar mektubu yerine bir şiir bırakarak vurdu kendini.
Biliyor musunuz, mutlu yazar pek yoktur.
Mutlu katil ve mutlu âşık pek olmadığı gibi.
Mutluluk daha sıradan olanlara mı nasip acaba, yoksa daha sıradan olanlar mutsuzluğa daha kolay mı dayanıyor.
Siz soruları seversiniz, bütün kadınlar gibi... Cevapları sanki sorular kadar sevmiyorsunuz, sanki cevapsız soruları keşfetmenin peşindesiniz.
Erkekler cevapları arar, siz soruları ararsınız.
Siz sorularınızla huzursuz, erkekler cevaplarıyla SIKICIDIR.
Huzursuzluklarınız ve huzursuzluğunuza duyduğunuz merak, aşkı doğurur.
Siz Zweig'ı mutlaka okumalısınız.
Zweig, sevgilisiyle birlikte intihar eden bir Alman şairi olan Kleist'in biyografisini yazmıştı. Şöyle diyordu Kleist için:
'Bazan, ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şair yaratabilen biri de bulunmalıdır.'
Yazdığı kitaptaki gibi, ölümden bir şiir yaratarak öldü kendi de.
Ölümlerin bu kadar çok olduğu ülkemizde, ölümden şiir yaratanların çok az olduğunu biliyorum. Ölümü, şiirinden soyduğumuz ve sıradan acılara, manasızlıklara çevirdiğimiz bir zamanda yaşıyoruz.
Ölümün manasızlaştığı yerde aşk da ölüyor.
Ben ölümden değil, şiirsiz bir ölümden kurtulmak için âşık oluyorum.
Zweig, ölümün manasızlaşmasına dayanamadığı için ölüyor.
Siz ise... Evet, biliyorum, siz mutlu bir gelecek var mı, diye merak ediyorsunuz. Ve, hep aynı soruyu soruyorsunuz kendinize:
'Ne olacak? '
Dağınık kaşlarınız altında ışıldayan gözleriniz her yerde bu soruyu yaşıyor.
Zweig öldüğü ve ben âşık olduğum sürece mutlu bir gelecek var.
Zweig ölerek, ben âşık olarak, kendi geleceklerimizi yaksak bile...