lösemili bir çocuğum

entry1 galeri0
    1.
  1. tek istediğim bir bardak su, diye haykırmıştım. oysa karşımdaki insan ne istediğimi tekrarlamamı istemişti. su, diyebilmiştim bu kez. her ne kadar haykırdığımı sansam da, sesim bir sineğin vızıltısı ile aynı desibeldeydi. tek heceli bir kelime kullandığımdan olsa gerek, bu kez hasta bakıcı ne istediğimi anlamıştı. yatağımın başucundaki komodinin üzerinden bir su şişesiyle, yine aynı komodinin çekmecesinden çıkardığı, bir bardağa doldurduğu suyu bana uzattı. bardağı tek elimle kaldıramayacak kadar güçsüzdüm. iki elimle kavradığım bardağı dudaklarıma kavuştururken suyun döküldüğünü gören hasta bakıcı, önce elimdeki bardağı aldı ve sonra ensemi avuçlayarak kendisine doğru çekti. su içmeme yardımcı olurken, suyunuzu da biz içiririz, götünüzü de biz temizleriz, diye serzenişte bulunuyordu. hiçbir şey diyememiştim. çünkü istediğimi bana vermişti. sadece bir yudum su!
    alışkındım. sövülmeye, dövülmeye, acınmaya, sahte gülücükler görmeye, her şeye alışmıştım artık. kısacası hayata alışmıştım. oysa sıradan bir insanın hayata alışabilmesi hiç mümkün değildir. burada yetmiş yaş üzerinde olup da, ölürken bile şaşıran insanlar tanıdım. hepsi gözleri açık ölmüştü. büyük bir şaşkınlıkla! alışkın değildi, hiçbiri hayata! hayat alışkanlıkları olsaydı, hiçbiri şaşırmazdı. ölüm olmasaydı, hayat olur muydu? hayatta kalmak deyimi kullanılır mıydı? hayatını kaybetti derler miydi? ben bunlara da alıştım. hepsini tek tek düşünüp, hesapladım. hayatımı ve ölümümü! her yaptığım hesapta hayat, ölümden büyük çıkıyor ama, ölüm karşısında etkisiz elemanı oynuyordu.
    on bir yaşımda başladı bütün kaybedişlerim. ya da on bir yaşımdayken kayboldum. evet, evet! ben bir şey kaybetmemiştim. ben kaybolmuştum. çünkü annem, babam ve diğer kardeşlerim hala birlikteler. kaybolan bendim ve kaybolduğum günü çok iyi hatırlıyordum.
    iki yıl önceydi. zayıf, güçsüz bir çocuktum. kemiklerimin ve eklemlerimin ağrımasının nedenin bu olduğunu söylerdi annem. yemek ye, öleceksin zayıflıktan, derdi. annemin sürekli yedirmeye çalıştığı makarnayı yemekte güçlük çekerdim. her öğün makarna yapılırdı bizim evde. bense makarnadan nefret ederdim. zaman ilerledikçe kemiklerim daha çok ağrımaya başladı. anneme göre nezle olmuştum. babamsa terli, terli su içtiğimi söyler ve bana kızardı. bense giderek kötü oluyordum. burnumdan sürekli kan akıyor, vücudumun bazı yerleri morarıyordu. annem her ikisinin teşhisini de koymuştu. vitaminsizlikten burnumun kanadığını, kardeşlerimden ettiğim kavgalar sonucunda, aldığım darbelerden vücudumun morardığını söylüyordu. keşke annem haklı çıksaydı. belki onu daha çok severdim. bir gün bayılmışım. beni hastaneye götürmek zorunda kalmışlar. ben hatırlamıyorum. hatırladığım tek şey, hastaneden çıkışımızdı.
    hastaneden ayrılırken ağzımda bir maske vardı. annem, yemek yemediğim için güçsüz olduğumu için diğer insanlardan hastalık kapmayayım diye bu maskeyi bana taktıklarını söylemişti. ona inanmıştım. çünkü hastaneden çıkarken, gördüğüm iki maskeli çocuğunda saçları yoktu ama, benim saçlarım vardı. demek ki, hasta olan o çocuklardı. ben değildim. bana hastalık bulaşmaması için maske takıyordum. sadece o kadar!
    hastaneden çıktıktan sonra , yürüyerek otobüs durağına gitmiştik. beklediğimiz otobüs bir türlü gelmemişti. o sırada babam sigara almak için yanımızdan ayrılıp, karşı kaldırımdaki büfeye doğru yürüdü. annem elimi sıkıca tutuyordu. eğer o zaman hayatı şimdi ki kadar iyi tanısaydım, annemin elimi son kez tuttuğunu anlar ve beni bırakmaması için boynuna sarılıp, ağlardım. babam gözden kaybolmuştu. biraz zaman geçti. annem bana duraktan ayrılmamam gerektiğini söyleyip, babamın arkasından gitmişti. ben annemi bekledim. babam belki gelmezdi diye, akşama kadar annemi bekledim. gelecekti ya da ben geleceğini sanıyordum. gelmedi. iki yıl oldu hala gelmedi.
    hava kararmıştı. ben hala bekliyordum. yanıma yanaşan bir kadın, orada bir başıma ne yaptığımı sormuştu. annemi bekliyorum demiştim. sonra kadın biraz uzaktaki polislerin yanına gitti. polislerle birlikte bana doğru yürüyorlardı. korkmuştum. çünkü annemin söylediği bir şeyi yapmadığım zamanlarda, annem beni hep polislere şikayet etmekle tehdit ederdi. o yüzden korkmuştum. korkum gereksizmiş. polisler bana babamdan bile daha sıcak davranmışlardı. karakola gittik. oradan tekrar hastaneye gittik. sabah gittiğim hastaneye… bu kez hastane bana daha bir ürkütücü gelmişti. çünkü yanımda annem yoktu. polislerle birlikte hastanede bekliyordum. içlerinden bir tanesi yanımızdan ayrılıp, bir zaman sonra yanımıza geldiğinde, elinde büyük bir poşet vardı. hayatımda ilk defa dürüm yemiştim o akşam. o polis sayesinde. ve yine hayatımda ilk defa bir oyuncak arabam olmuştu. hem de uzaktan kumandalı!
    o gece hastanedeki ilk gecemdi. sabahında güler yüzlü, gözlüklü, şişman ve saçı olmayan bir adam gelmişti. kendisine umut amca dememi isteyen bir adam. söyleneni yaptım. o zamanlar umut isminin ne anlama geldiğini bilmiyordum tabi ki… o gerçek anlamda da benim umudum olmuştum. sadece benim değil, benim gibi birçok çocuğun umut amca’sıydı o!
    benim kaybolma hikayem bu. her ne kadar ailemi bulup, benim lösemi tedavimin karşılanacağını ve bana sahip çıkmaları gerektiğini söyleseler de, babam korkmuş. cebinden bir kuruş çıkmasından korkmuş. bir akşam meyhaneye gidememekten, arkadaşlarıyla kumar oynayamamaktan korkmuş. annemi de benim yanıma gelmemesi için tehdit etmiş. dövmekle, öldürmekle korkutmuş. annem için de güzel bir bahane olmuş. ben her ikisini de özlüyorum. hatta beni döven kardeşlerimi de!
    ben alışkınım. beni görüp, benim için üzülen insanlara alışkınım. terk edilmeye de alışkınım. hayatın bana verdiği umut amca karşılığında, serzenişte bulunurcasına ailemi benden almasına da alıştım. yaşıtlarım oyun oynarken, değil onlar gibi oyun oynamak, onları izleyememeye bile alıştım…
    ben hayata alıştım. ölüm her an gelebilir. ona da alışkınım. hem şaşırmam da! o kadar çok ölü gördüm ki bu hastanede, insanların ölmesine de alıştım…

    http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=23309013
    0 ...
© 2025 uludağ sözlük