insanların yeme eylemini eğlenceye çevirmek için kullandıkları en popüler yöntemlerden biridir. yerken kendisiyle bu kadar oynayıp rezil ettiğimiz başka yiyecek var mı diye düşünmeden alamıyor insan kendisini. bi' de küçükken düdüklü şekerler vardı herkes yerken ben birkaç saat öttürüp çöpe atardım. sanırım bu yüzden çocukluk arkadaşlarıma göre daha sağlıklı, dinç ve kaslı bir vücuda sahibim.
oldukça eğlencelidir. bir de başka birinin havaya attığını yakalamak vardır ki ilk başlarda o daha da çok zevk verir. tabi sonra o kişi hemen sululuk yapıp "yakala oğlum,tut oğlum aferin aferin ver patiyi" gibi espriler yapmaya başlayınca tövbe edersin leblebi yemeye.
uzun yıllar boyunca, havada portakal çevirme ile birlikte, yetenek yoksunu memlekette büyük yetenek olarak gösterildi bu eylem. ben de çok cebelleştim o yüzden bunu yapmak için. serde beğenilme tutkusu var, naparsın?! o sebep, günümü gündüzüme kattım, yetmedi geceleri herkeslerden gizlice kalktım, peder yakaladı terliknen dövdü, zorlan yatağa soktu falan, büyük olaylar yaşadım havaya attığım leblebiyi ağzımla tutucam diye. gel zaman git zaman insan bir şey olur de mi? ben olamadım. ne ettiysem olmadı, olduramadım. yapamadım. o leblebi, o kapçuk ağzıma girmedi, giremedi, girdiremedim. ben de sonra pes ettim, "ulen" dedim "yere batsın leblebisi de hesap makinası da amına koyim" dedim. sonra portakala verdim kendimi. o daha kolay lan dedim. sonra bizim sabit maaşlı peder, evdeki portakalları da benim zayi ettiğimi anlayınca, bu kez baba şefkatini fazlasıyla gösterip, kemeri ile yakınlaşmamı tercih etti. hep söylemişimdir; farklılıktan yana, tekdüze bir hayattan hazetmeyen bir babaya sahibim! uzun lafın kısası, ne leblebi ne de portakaldan yana şansım gülmedi, gülemedi, güldüremedim.
tüm bunlardan seneler sonra, çorum'a bayram tatiline giden iş arkadaşım bir poşet leblebi ile çıkıp geldi. görgüsüzce avuç avuç yedim, o ayrı. ziyadesiyle doyduktan sonra, müsriflik bakidir, işi oyuna döndürmekte hiç de geç kalmadım. elime aldığım irice bir çifte kavrulmuş leblebiyi bilye atar gibi yukarı fırlattım ve dakikalar, bozma evet dakikalar sonra havada martı gibin süzülen o leblebi, o gebeş ağzıma çat diye giriverdi. yıllardır beklediğim o an, hiç de ummadığım bir zamanda gelivermişti. aman allahım, o ne mutlu, ne şerefli bir andı. bunu görenler, ayağa kalkıp, senfonik orkestra dinlemişcesine beni alkışlamalıydı. yüzümde bunun verdiği gururla, ofis arkadaşlarıma dönüp baktım. hiçbir çift gözü bırak, tek gözün bile üzerimde olmadığını gördüm. yıkıldım. vakit, milliyet.internet okumak ya da markafoni'den sepete çiçekli çorap atma zamanı mıydı? haa, sorarım, zamanı mıydı? neden bu yeteneğimi hasır altı ediyorsunuz a dostlarım? kırgınım! fazlasıyla kırıldım! bu durumumu müdürüm de farketti.
***
- heayy, posei doon! hadi dostum, neyin var? seni kaç yıldır tanırım, bana güvenebilirsin ahbap, hadi anlat.
- yu nov, bilirsin, bazen... bazen sevdiklerimiz... yani onlar, bilirsin dostum. ouuvv, hadi sana bir içki ısmarlayayım.
- lanet olsun, saat henüz 10 pose! hem bana içmeyi bıraktığını söylemiştin.
- hey sakin ol ahbap taam mı! bıraktım... yani bırakmaya çalıştım. lanet olsun bilirsin, hadi birer içki içelim.
- bilemiyorum dostum. toparlanman lazım. ne dersin, biraz dinlenmeli misin? mericeyn'i de al, birlikte güneye gidin.
- hayır dostum, hayır. yani bilirsin leblebi falan. hem burada kalsam ve işimin başına dönsem daha iyi olacak. lanet olsun, madırfakır, heay, sağol!
tam bir gerizekalı işidir.
soluk boruna kaçsa ciğerine yapışır lan öküz, gençliğine doyamadan eşek cennetine gidersin.
hüri de vermezler senin gibi mala. atayizikler, yanacanız olm cayır cayır, bari tehlikeli hareket yapmayın da ölmeden önce kelimei şaadet getirecek vaktiniz olsun.
hıyartolar.