namı diğer kızılcık şurubu yahut kızılcık hoşafı.
kızılcık; tek başına tatsız ve öyle yenecek bir meyve değil ancak bu meyvenin kaynatıldıktan sonra şekerinin eklenmesiyle yapılan şerbet, enfes olur.
Az önce rüyamda bir kediyle muhabbet ettim.
Bir yerde tel örgülerin arkasından bir maç izliyordum. Çok garipti. Halı sahayı bilardo masasına çevirmişler. iki adam sahada amerikan bilardo oynuyorlardı. Saha delikleriyle falan bildigin bilardo masası. Toplar da bir sürü renkli ve numaralı futbol topu. Böyle bir oyun varmı bilmiyorum.
O sırada tel örgünye tutunmus bir kedi bana seslendi.
Kedi: acsana abi kapıyı.
Mr why: ne yapacaksın iceride oradan da goruyorsun işte.
Kedi: ya sen bi aç ne olursun.
Gittim açtım. Kapı açılınca o anda bacagıma sarıldı.
Mr why: dur lan pençelerin batıyor.
Kedi: pardon abi
Sonra yanıma oturdu. Beraber macı izliyoruz.
Oyunculardan birisini patisiyle işaret ederek.
Kedi: çok seviyorum ya ben bu adamı.
Mr why : gidip kendisine söylesene oğlum.
Kedi: sen de gelll. Ne olur sen de gel.
Mr why: ya git işine ne işim olur...
Gibi şeyler söylerken uyandım.
Balkonda sigara yakıp bir kızılcık şerbeti açtım.
Meğer soğuk şerbet beni çağırıyormuş.
balıkhane kasrına atılan idam mahkûmları hayatla ölüm arasında birkaç gün yaşarlardı. eğer mahkûmun idam kararı divanda tasdik edilmişse, üçüncü günün sonunda zindanın demir kapısı hıçkırarak açılır, görevi, mahkûma şerbet sunmak olan zebella gibi bir bostancı kapıda belirirdi. bostancının kapıda belirmesiyle mahkûmun gözü, bostancının tepsi üstünde taşıdığı bardağa dikilirdi. her şeyi o bardağın içindeki şerbetin rengi belirlerdi: eğer şerbetin rengi beyaz ise, mahkûm affedildiğini anlar, derin bir nefes alır, kuyuda soğutulmuş şerbeti afiyetle yudumlar, ardından bostancının eşliğinde sahile iner, yalı köşkünün önündeki bostancı kayıkhanesinde hazırlanmış çektiriye binerek sürgün yerine giderdi. (idamdan affedilen sürgüne gönderilirdi.) ama eğer kıpkırmızı kızılcık şerbeti gelmişse, işte bu ölüm şerbeti demekti o an bostancı susar, mahkûm susar, sadece bardağın rengi konuşurdu. ölüm şerbeti getiren bostancı, mahkûma karşı saygıda asla kusur etmez, hatta biraz aşırıya bile kaçardı. bu hayata karşı duyulan saygının bir yansımasıydı. ecel şerbetini zar-zor içen mahkûm, yine bostancı eşliğinde, infaz için, topkapı sarayının bab-ı hümayunla babusselam arasında kalan cellat çeşmesinin önündeki cellat taşının yanına getirilirdi.
karlı dağlar gibi dik tut başını,
gösterme yaranı çat kaşlarını.. kızılcık şerbeti içtim söyle,
kan kussan bile diren zalime.
*
beni benden almış bölümüdür şarkının.
ölmeyi yazmak ile ölmek aynı şey değildir diyemedim hiç, dememe rağmen..
gözün, ruhun gördüğü çürümeden, sözcükler ile kaçılmaz diyemedim hiç, dememe rağmen..
dönüp dolaşıp gideceğin yer orasıdır dedirtmemelisin kendine,
madem ki bunca dil ile yürek cambazlığına soyunmuş isen, diyemedim hiç..
bildiniz.. dememe rağmen..
hem orospu hem prenses olunmaz diyemedim..
hem perilere inanıp hem o özlediğin düşlediğin prensin, kişi başına düşen milli gelir hesabını yaptığında cazip bulmayacağın bir ülkenin prensi olmasını yargılayamazsın diyemedim..
kızılcık şerbeti ile kan kusmuş empatisi geliştiremezsin diyemedim..
Kapamışlar seni beyaz hücreye
Konuşmak gülüşmek uzaktır sana
Bir bedenin kalmış bir de inancın
Silah olmuş sana demir bir dolap
Demir bir ranza silahtır sana
"Karlı dağlar gibi dik tut başını
Gösterme yaranı çat kaşlarını
Kızılcık şerbeti içtim söyle"
Kan kussan bile diren zalime
Koparılıp götürülmüş dostun yoldaşın
Türkülerle ulaşır sıcak selamın
Bir direncin katığıdırgür haykırışın
Sonuna dek savaşılıp yıkılır hücren