bu ne mutlu başlayan bir hikaye ne de mutlu biten bir masal. bu; hayata tutunmaya çalışan minicik bir elin, kalbin sınırlarını zorlayıp gözden söze damlayışı. bitmeyen bir şarkı, başlamayan bir şiir...
herkese merhaba! benim adım mercan. tam beş buçuk yaşımdaydım. babam kız kardeşime ve bana her akşam kitap okurdu. kardeşimin elini henüz tutamıyordum. çünkü o annemin koca göbeğinin içindeydi. ama yakında oradan çıkacaktı ve o zaman ona sarılabilecektim. onu çok merak ediyor, görmek için sabırsızlanıyordum. oturma odamızdaki koltukta babamla birlikte film izleyerek uyuduğumuz bir gece, yatak odasındaki annemin acı dolu sesine uyandık. babam koşarak yatak odasına giderken ben de onu takip ettim. dünyalar güzeli annemin su yeşili gözleri yaşlarla dolmuştu. iki kişilik yatağın ortasında kıvrılmış karnını tutuyordu. gözünden bir damla yaş süzülüp yastığına damladığı an, kapıda donup kalmış olan babam kendine geldi ve annemin yanına koşup annemi kucağına aldı. bana da arabanın ve evin anahtarlarını almamı söyledi. ardından her şey çok hızlı gelişti. aceleyle evden çıktık, babam annemi arabanın arka koltuğuna yatırdı, bana emniyet kemerimi takmamı söyledi ve çok kısa bir süre sonra eve en yakın olan hastanenin önüne gelmiştik. babam saniyeler içinde annemi tekrar kucakladı ve hastanenin kapısından girdi. hemen babamın yanına koşan sorumluluk sahibi iki doktor annemi bir sedyeye yatırdılar ve gözden kayboldular. o gece babamla birlikte hastanede kaldık. sabah, dün gece bize yardım eden doktorlardan kısa boylu olanı yanımıza geldi. hayatımda duyduğum en güzel cümleyi söyledi doktor. bir kardeşim olmuştu. milyarlarca insanın yaşadığı bu kocaman dünyada bana benzeyen biri daha olmuştu. tanrı bana hayatım boyunca yanımda olacak bir arkadaş armağan etmişti. babam benim kadar mutlu görünmüyordu. suratı asıldı, yüzü düştü, ne diyeceğini bilemedi. olduğu yere çöktü. sonra kendini biraz toparlayıp benden biraz uzaklaştı ve doktora bazı sorular sordu. tekrar yanıma geldiğinde neden mutlu olmadığını sordum. bana kozadan erken çıktığı için ölen bir kelebeğin hikayesini anlattı babam. yine de ben kardeşimin beni görmek için erken doğduğuna inanmak istemiştim.
bu sefer doktorla konuşma sırası bendeydi. başka bir hastayla konuşmaya giden doktorun peşinden koştum. kardeşimi görmeyi ne kadar çok istediğimi ve onun gelmesini nasıl da sabırsızlıkla beklediğimi anlattım ona. kardeşime dokunmak, onun kokusuyla sarmalanmak istiyordum. sözlerim doktorun kalbine uzanabilmiş olmalı ki kısa bir süre de olsa kardeşimi görmeme izin verdi. doktorun ardından yürüdüm gittikçe uzayan aydınlık koridorda. işte şuradaki. dedi doktor ince bir camın arkasında yatan bebeklerin arasından en şirin olanını işaret ederek. yan taraftaki kapıdan içeri girdim hemen. gösterdiği bebeğin yanına koştum. pamuk prensesin tabutuna benzeyen etrafı camla kapatılmış küçük bir yatakta yatıyordu. yoksa benim kardeşim pamuk prenses miydi? etrafıma baktım. buradaki tüm bebekler pamuk prenses miydi?
ne kadar da minik bir kardeşim vardı. normal bir bebekten daha minikti. bir nefesle uçacak kadar narin görünse de aksini iddia etmek istercesine ellerini yumruk yapmış hayatla savaşıyor izlenimi veriyordu. öyle sevimliydi ki sevilmeliydi, sevmeliydim onu. sımsıkı yumduğu o gözleri sevmeliydim. sevdim de... o incecik gözkapaklarının altında beni bekleyen bir çift sıcak çikolata rengi göz olduğuna emindim. elimde olmadan gülümsedim. eğer kardeşim de gülümseseydi insanı hayata bağlayacaktı gülüşü. orada kalıp asırlarca onun gülümsemesini bekleyebilirdim. ve hatta ona gülmeyi bile öğretebilirdim. ama doktor amca yanıma gelip artık babamın yanına dönmemiz gerektiğini söyledi. tam kapıdan çıkmadan dönüp son kez baktığım kardeş diye adlandırdıkları o küçük kız sanki bir anlığına gülümsedi. babamın yanına gittim. annem ve yeni doğan küçük kız kardeşim biraz daha burada kalmalıymış ama babamla biz eve dönecekmişiz. çok yorgun düşmüş olmalıyım ki eve girdiğimiz an uyuyakalmışım. uyandığımda yanımda anneannem vardı. babam tekrar hastaneye gitmişti. sonraki üç hafta ne annemi ne de kardeşimi görebildim. sadece arada babam geliyor ve evden annemin bazı eşyalarını alıyordu. bu arada bizimle tek bir kelime bile konuşmuyordu. anneannem hala bizde kalıyordu. her sabah bu sefer kesin gelecekler umuduyla kalkıyordum ve akşama doğru yüzüm yavaş yavaş düşüyordu. niçin küçük kız kardeşimi, benim diğer yarımı da alıp eve gelmiyorlardı?bir akşamüzeri kapı çaldı. anneannem yemek yapıyordu, kapıyı ben açtım. karşımda annem duruyordu. vakit kaybetmeden boynuna atladım. annemi ne kadar da özlemişim. geri çekilip daha dikkatli bakınca annemin bembeyaz olduğunu gördüm. önceden de beyaz tenliydi ama bu beyaz tenin ötesindeydi. yanaklarında artık pembe bir tatlılık yoktu. baktığınızda belgrat ormanlarında kaybolduğunuzu sanacağınız yeşil gözlerinin etrafı açık morla çevrelenmişti. bakışları sabitleşmiş, gülüşü değişmişti. bu, üzüntünün yorgunlukla karışıp dışa vurmasıydı.annemin ardından içinde annemin eşyaları olan çantalarla babam girdi kapıdan. eve döndükleri için çok mutluydum ama kardeşim neredeydi? beyaz bir kelebeği andıran ama beyazdan bile temiz olan kardeşim neredeydi? uçtu. dedi annem cennete uçtu.
o günün üzerinden tam 15 yıl geçti bugün. zaman zaman ben de kardeşimin yanına uçmayı istedim. ama sadece bir kere gördüğüm o küçük bebeğin bir anlık gülümsemesi beni hayata bağladı. yanılmamıştım, hayata sımsıkı bağlıyordu gülüşü. ayrı değildik biz zaten hep rüyalarıma geldi o. annem ve babamın ne düşündüğünü bilmem ama ben ona hep rüya diye seslendim. her gece rüyamda saçımı okşadı, gözlerimi okudu ve bana hep aynı masalı anlattı. bembeyaz bir kelebek oldu, hayalimde parmaklarıma konan.
tekrar merhaba! benim adım mercan. yirmi yaşımdayım. tam 15 yıl önce bugün benim kardeşim öldü. en kötü tarafı onu sadece bir kez görebilmiş olmamdır. en iyi tarafı o öldükten sonra benim en sevdiğim rüyam olmasıdır. fillerin gökyüzüne uzanmış hortumları benden kardeşime bir mektuptur. gece ışıldayan yıldızlar gökyüzünde bir gözü açık uyuyan fillerin parlayan gözleridir. o yıldızlar kardeşimden bana birer mektuptur. bir balinanın suda sıçrayışı benim kardeşime seslenişimdir. balinalar şarkı söylemiyor, çünkü kardeşime sesleniyorum. balinalar şarkı söylüyor, çünkü bir şarkıları var.
Ben yirmi yaşımdayım ve hala her gece pinokyoyu dinlemeden uyuyamıyorum. kardeşim her gün gelmiyor artık. o gelmediğinde internetten dinlediğim mekanik bir kadın sesiyle doldurmaya çalışıyorum yerini. dolmuyor. kimse pinokyoyu benim kardeşim gibi anlatamıyor.
ben yirmi yaşımdayım. kardeşimin olmayışının acısıyla yazıyorum. ben tam 15 yıl sonra, bugün bu acıyı içimde tutmuyorum. bu gece hissettiğim ve hissedemediğim her şeyi bir filin hortumuna dolduruyorum. ben bugün dayanamıyorum. bu gece o gece değil. ben, ben değilim. bu gece, gece üç mü, sabah dört mü? kestiremiyorum. sabaha karşılar, akşamüstleri her şey birbirine karışıyor. dünya duruyor ve tersine dönmeye başlıyor. bugün çocuklar doğuyor, çocuklar ölüyor. midemde filler ayaklanıyor. hepsinin hortumu gökyüzüne uzanmış. her biri farklı birer şarkı söylüyor. bugün güneş doğmuyor dünyada. ya da ben görmüyorum. ben bugün kardeşimin yanına gidiyorum. kardeşimin 15 yıl önceki bir anlık görüntüsü zihnimde sürekli başa alıyor kendini. çok eski bir gülüş 15 yıl sonra bile hayata tutunmamı sağlıyor. bu gece fillerim ve balinalarım sakin olacaklarına söz veriyorlar. oturup zayıf bir mum ışığında düşlerime mektuplar yazıyorum ve uçan bir filin ayak bileğine bağlayıp rüyaların en güzeline gönderiyorum. nerede geceyse oraya uçuyor fil, tüm küçük çocukların rüyasına pembe zarflı bir mektup bırakabilmek için. dışarıda yağmur başlıyor. bu, senenin ilk yağmuru. bu, benim kız kardeşim. kız kardeşim damla damla yeryüzünü yıkıyor. pembe düşler ülkesinde dolaşan her çocuk benim hikayemi biliyor. bir sonbaharın ilk yağmuru olmanın masalsı duygusallığını tüm çocuklar biliyor. ayağa kalkıyorum. yanık kokan bir kadın olmamak için önce içimin sonra odamın pencerelerini açıyorum. kendime ve kardeşime sıcak çikolata yapıyorum. pencerenin önündeki masada yağmur sesi ve balina şarkıları eşliğinde içiyoruz çikolatamızı. benim gözlerim de kardeşimin gözleri de çikolata renginde. büyüdükçe bana benziyor. ben mi oyum, o mu ben ayırt edemiyoruz. oturduğu sandalyeyi itip yerinden kalkıyor. yanağıma minicik bir öpücük kondurup sabah güneşinin ilk ışığı yere düşmeden gidiyor. bir insan ancak bu kadar çabuk kaybolabilirdi. o gidince ben uyanıyorum. yanağıma uzanıyorum. hafif öpücüğü hala hissediyorum. gülümsüyorum. sabaha güneşin kaldığı yerden ben devam ediyorum. kız kardeşimin hikayesini şimdi herkes biliyor. sadece bir cümle bütün mektuplarıma yetiyor aslında. bütün dualarım bir tek cümlede toplanıyor.
tanrım, yağmur yağdır bütün ölü kelebeklerin üzerine!
bugün ankara'nın grisini yine iliklerime kadar hissettim, havadan ötürü sanırım, hava yağmurlu, aklımda yine sen.
üç vakittir bu acıya bir tarif arıyor, yazarak içimi serinletmek istiyordum. ama aradığımı bulamadım. bir kopuş oldu sadece.
kız kardeşimin son nefesine yetiştim. nabzı parmak uçlarımda son kez attı. teninin renk değişimini, gözlerine konan o öte alem bakışlarını, ellerimle onu toprağa verişim...
ruhu teninden, özü teninden ayrıldı. bir köz kaldı ondan geriye. söz sustu, gözyaşı konuştu. yaşamdan ölüme uzanan yolun noktası nihayet buldu. kız kardeşim virgüldü, noktalandı, göçtü, ötenin seferine çıktı. çocukluğumun çocukluk hikayesi böylece bitti. bize üç nokta büyüklüğünde bir acı yaşamdan kader oldu. büyüdüm ben. kız kardeşim benden büyükçe bir şey yaptı. bir makbere uzandı. onu sarmalayan beyaz karanfilin düğümlerini ellerimle çözdüm... ölene değin unutmayacağım seni kardeşim. kız kardeşim koca alemdi: ama o küçük makbere sığıverdi.