ortaokul yıllarında bir çocuk adı: murtaza. murtaza içine kapanık, dersten başka bir şey düşünmeyen bir çocuktu. futbol oynamasa da dersten yarım saat önce gelir okulda top oynayan arkadaşlarını izlerdi. sınıfta herkesle konuşur şakalaşırdı. sınıf arkadaşlarıyla okul dışında da görüşüp gezerlerdi. ama murtazanın zaafları vardı. gazetelerin arka sayfa güzellerini kesep bir defterde toplardı. bir nevi koleksiyonerdi. haftada bir iki kez bakar iç geçirirdi. şimdi bu çıtırları hangi pezevenk düdüklüyor diye düşünürdü hep. bir de komşu kızı şaziye. ah şaziye ah. yaktı çocuğun başını. murtaza buna anadan doğma aşıktı. kızın ablasıda fena değildi ama şaziyeye tutulmuştu bir kere. boş zamanlarında şaziyeye asılır ona sarkıntılık yapardı. ama şaziye liseli gençlerle takılır, murtazaya yüz vermezdi.
peki dedi kadın, ben gelince yalnızlığına ne olacak, bavulu toplayıp uzaklaşacak mı dünyandan? yada, yada kalabalık bir yalnızlığın mı olacak? adam birden suspus oldu. kadına cevap veremedi. ortam birden soğudu. kutupaltı iklim özelliği görüldü. kadın kılıcını çekmişti artık ve yeps yeni bir soru daha: beni mi daha çok seviyorsun yoksa yalnızlığı mı? adam o ara buz tutmuştu artık. kadın kılıcını kaldırıp adamın boynuna vuracaktı sanki. elindeki çantasıyla adamı dürttü ve sana söylüyorum salak konuşsana dedi. salak konuştu: "ben gidiyom amk."
geldiği yere göre daha soğuk olan bu şehre bir türlü ısınamıyordu. konuşacak, hal hatır soracak kimsesi yoktu burada. amcası zaten akşama kadar çalışıyor, eve gelince hemen uyuyordu. dershane başlasın diye can atıyordu. belki orada arkadaşlarım olur diyordu kendi kendine. koca şehirde, binlerce insanın olduğu yerde, yapayanlız geziniyordu. bazen günlerce dışarı çıkmıyor, televizyon manyağı olmuş şekilde, kanepede uzanıyordu. kadın programları izlemekten kafası bulanıyor ama izleyecek başka bir şey bulamıyordu.
zaman böyle sıkıla sıkıla geçti. derken dershane başladı. ilk gün seviye sınavı yapıldı, sınavın soncuna göre herkesin sınıfı belirlendi. murtaza'nın sınavı iyi geçmediğinden gideceği grubun en zayıf sınıfına verdiler. sınıfı öğrenince heyecanlandı. yeni arkadaşlar edinecek, yeni insanlar görecekti. belki, belki tekrar sevecekti...
derslerin başlayacağı gün büyük bir heyecanla gitti dershaneye. sınıfa girdi ve gözlerine inanamadı. sınıfta 19 erkek ve 3 kız vardı. bir hayal kırıklığı daha yaşadı...
çarşıda pazarda gezerken bir yerde soluklanma ihtiyacı hissetti murtaza. bir kafeye uğradı bir çay söyledi en demlisinden. çay geldi ve bir sigara yaktı en camel'inden. boş boş yoldan geçenlere bakarken radyoda eskiden duyduğu ama dinlemediği bir şarkı çalmaya başladı. şarkı çok hoşuna gitmişti. birden o günleri hatırlayıverdi.
yoldan geçen insanlara baktı, etraftaki binalara her şey ne çabuk değişmişti. aklına "değişmeyen tek şey değişimdir." diyen zat-ı muhterem geldi. pek hayırla olmasa da onu yad etti. dünyada tek gerçek ölümken insanoğlunun bu çabası neydi acaba. hepimiz bir gün buraları bırakıp gidecekken ne için uğraşıyorduk ki? madem ölümü öldüremiyorum, bu kadar çaba harcamadan hayatımızı sürdüremez miydik? hergün köpek gibi çalışıp 3-5 saat uykuyla yaşamaya mecbur kalmak zorunda mıyız? daha insani yaşamak için çok fazla para mı gerekir? çok fazla soru vardı kafasında. bir çoğunun cevabını düşünmek bile korkutuyordu onu. çok fazla kafa yormaya da gerek yoktu zaten. insanların alıştığı ritmi bozmamak lazımdı, kurulu düzene karşı gelmemek gerekirdi.
çayını içip hesabı ödedi ve karşı yolda yürüyüş yapan insanların peşine takıldı. aklına "insanlar, para kazanmak için sağlıklarını kaybederler, sonra da sağlıklarını kazanmak için paralarını kaybederler." diyen vatandaş geldi. içinden "hay ağzını öpeyim patron." dedi. adam haklıydı. bu insan denen canlıyı anlamak zordu. 3 günlük hayatlarımız kısır döngüler içinde savrulup gidiyordu.
bu kadar kafa patlatmadan sonra murtaza'nın karnı acıktı. ilk gelen dolmuşa binip eve attı kendini. yemekten sonra caddeye çıktı. bakkaldan sigara aldı. yolda mahallenin gençlerini gördü onlarla şakalaştı. sokağa gelince şaziye'nin evden çıktığını gördü, önce gitmek istemesede peşinden gitmeye karar verdi. sokak biraz uzaklaşınca şaziye'ye yaklaştı ve selam verdi. şaziye pek oralı olmadı. murtaza da oralı olmasa hemşeri sayılacaklardı ama murtaza tekrar selam verdi. şaziye, murtazanın artık çok değiştiğini ve onu eskisi gibi sevmediğini söyledi. bir daha onunla görüşmeyeceğini ve onun karşısına bir daha çıkmamasını söyledi. murtaza şok oldu. hiç beklemediği bir anda böyle bir tepki almak çok zoruna gitmişti. ama bir yandan da haklı buldu kızı o söylemese murtaza bitirecekti nede olsa.
bir kaç ay geçmeden şaziye başkasıyla nişanlandı. murtaza çok duygusal bir öküz olmuştu bir anda. buna dayanamayacağını düşünüp başka bir şehre gitmeye karar verdi. ailesiyle konuşup anlaştılar. murtaza amcasının yanına gidecek, orada üniversite hazırlık kursuna kaydolacak ve sınava hazırlanacaktı. murtaza ayrılmadan önce son bir kere şaziye ile konuşmak için fırsat kolladı ama şaziye yüz vermedi. murtaza bavulunu toplayıp amcasının yanına, yeni maceralara yelken açmak için, gitti.
rüzgar gibi geçti günler. bakkalda, manavda, parkta, bahçede buluştular konuştular hep. aşk dedikleri o duyguyu nirvanaya çıkardılar. her gün 1-2 saatlerini beraber geçirdiler. murtaza daha düzgün bir adam olmuş, çevresinde saygı değer bir yer etmişti. artık anneler çocuklarına onu örnek gösteriyor, yeni doğan bebelerine murtaza adını vermekten gurur duyuyorlardı.
murtaza bir gün şaziye'den sıkıldığını farketti. popüler kültür onuda esir almıştı.amerikancı olmuştu, belkide elitist. şaziyenin her kıyafetine, her hareketine bir kusur buluyor günden güne ondan uzaklaşıyor, onu kendinden uzaklaştırıyordu.
günler murtaz için daha güzel olmaya başlar. onun sevgisine ufakta olsa bir gülümsemeyle karşılık veren birini bulmuştur sonunda. gülizarla muhabbetleri hal hatır sormanın dışına çıkmamıştır henüz. murtaza ne zaman açılacak olsa gülizarın hafif yollu kardeşi şaziye oracıkta bitmektedir. ulan bir türlü kurtulamadım bu karıdan diye düşünüp durur murtaza.
günler rüzgar hızıyla geçer gider. gülizarın güzelliği günden güne murtaza borsasında prim yapar. gün gelir murtaza gülizarı tenhada kıstırır. ve ona hayatın akışını bozacak bir teklifte bulunur. benimle çay içmeye gelir misin? çok masum bir sorudur bu, altında hiç bir kötü niyet yatmamaktadır. sadece oturup çay içmek ve bir iki kelam etmektir niyeti. gülizar daha önce böyle bir teklif almadığından yüzü kızararakta olsa olur dedi. parkın dereyi gören masalarından birine oturdular ve 2 çay söylediler. murtaza lafa nasıl başlayacağını bilemiyordu ama bir yerden başlaması lazımdı. çok güzelsin, güzelliğin beni büyülüyor, seni görünce elim ayağım birbirine dolanıyor, her zaman yanında olmak, varlığını hep hissetmek istiyorum dedi gülizara. gülizar çok utandı yüzü kıpkırmızı oldu. heyecandan az daha masadan kalkıp gidecekti. aynı zamanda da çok sevinçliydi bu onun aldığı ilk resmi teklifti sonuçta, bonservisi elinde olduğundan isterse kabul edebilirdi. teşekkür ederim murtaza dedi gülizar. bu söylediklerin gerçekten çok güzel ve ben de senden hoşlandım. arasıra görüşürsek ben de çok mutlu olurum dedi. murtaza az kalsın ağlayacaktı mutluluktan ama çaktırmadı. gülizara teşekkür etti ve akşam olmadan seni evinize bırakayım diyerek ayağa kalktı. evlerinin önünde ayrıldılar.
murtaza akşam eve sığamadı. kendini sokaklara attı. bir marketin önünde mahallenin gençlerini gördü. onlarla takıldı. saat epey ilerleyince eve dönmek için ayrıldı. yolda gelirken okulun duvarındaki resimler geldi aklına. insan nasıl hayal kurup öyle resimler yapabilirdi ki? kesinlikle yetenek işi bu dedi kendi kendine, yoksa isteyen herkes güzel resimler yapardı. o zamanda ressamların bir özelliği kalmazdı. belki de resim insanın kendini ifade etme biçimidir dedi. çoğu resmi kelimelerle anlatamazsın ama hepsinin anlattığı bir öykü olmalı içinde. ressamda romancı gibi, ama kelime yerine fırça kullanır, o resimler herkese başka hikayeler anlatır. çünkü anladıklarımız geçmişte yaşadığımız, gördüğümüz, dinlediğimiz şeylerle bağlantılı olarak idrak edilir.
murtaza köprüden geçerken etraf o kadar güzeldi ki, bir resmin içinden geçer gibi hissetti kendini. bu değişik bir duyguydu. eve geldiğinde ahali çoktan uyumuştu. bir film cd si alıp vcd ye yerleştirdi ve yatağına uzandı. dila hanım izleyerek uykuya daldı.
pazartesi yine bir gün hayatta. sanki bitmeyen çöl kumu günlerden biri. köpek kılı kadar çok olduğundan günler, çoğu bir birbirinin aynı sayılır. o güne heyecan katmazsan yaşamadın say dedi murtaza. heyecan, aksiyon ve birazda aşk olursa filmler gişe yapar. akşamüstü bakkalın önünde bir meyve kasasında oturup düşünürken gülizarın fırına gitmesi müthiş bir heyecandı murtaza için, onun peşinden koşarak ona yaklaşmak en feci aksiyon ve onunla bir iki kelam edip varlığını ona hissettirmek mükemmel bir aşktır. bu eş kenar üçgeni oluşturmaksa hayatı farklı kılmak, günü sürüden ayırmak ve o anı ölümsüzleştirmektir. bu hikayede geçen meyve kasası ise sadece bir aksesuardır. gerçek kişi ve kurumlarla alakası yoktur.
gülizar fırından ekmekleri alıp eve dönerken murtaza hafif karanlık sokakta peşinden koşar, ona yaklaşır ve hal hatır sorar. bu gülizarın hoşuna gider murtazaya gülümseyerek bakar. artık aşkın fitili ateşlendi ve geri dönüş olmaz. gülizar ve murtaza sokağa beraber girerler ve kapıda ayrılırlar. gülizarın aklı murtazada, murtazanın hayatı gülizardadı9r artık.
murtaza eve gelir ve kapıyı açan annesini öperek içeriye girer. annesi anlar bu deli oğlana bir haller olduğunu ama üstelemez. murtaza yemekten sonra evlerinin yakınındaki parka çay içmeye gider. çay içerken parkın içinden akan dereye bakar ve düşünmeye başlar. kocaman gemiler suyun üstünde durabilirken neden küçücük taşlar hemen batıyor. denize dökülen sular tuzsuzken denizler neden tuzlu. bu kadar insan susuzluk çekerken bu parktaki çimenler neden günde 3 defa sulanıyor.
bunların hiç birine cevap bulamadan garson geldi ve çay parası istedi. murtaza parayı verip oradan uzaklaştı. yolda evsiz kedilerin fotoğrafını çekti ve eve döndü. babası televizyon izlemekteydi, annesi örgüyle uğraşıyordu. babasına selam verip odasına geçti. teyibin fişini taktı ve kaset kaldığı yerden çalmaya devam etti. şimdi odasında rafet el roman - bir melek diliyorum çalıyordu, o da şarkıya eşlik etti.
murtaza bir daha şaziye ile ilgili hayal kurmadı. şaziye artık bir hiçti, yoktu. şaziyenin ablası gülizar vardı artık murtazanın düşlerinde.
gülizar bu güne kadar hiç bir erkekten resmi bir teklif almamıştı. menejerler aracılığıyla gelen bir teklifte yoktu. o kardeşinin gölgesinde kalmış, adeta yedek kulübesine mahkum olmuştu. bir gün oyuna girebileceğini de düşünmüyordu. hayatla olan tek bağı ayakkabılarındaydı. gülizar keşfedilmeyi bekleyen bir deve dikeni gibi bekliyordu köşesinde. hani pikniğe gittiğimizde yalın ayak dolaşırken ayağımıza batan dikenler var ya ondan işte.
murtaza, gülizara açılmaktan çekiniyor acaba sülalemize mi niyetlendin puşt? der mi diye korkuyordu. şaziyeyi tam olarak gömdükten sonra ruhuna bir mevlüt okuyup, gülizara niyet etmeyi planlıyordu. kafası gene karıştı oğlanın. gene bir kaosa sürüklendi. akvaryumdaki balıkları düşündü. bizim dünyamızdan çok farklıydı onların hayatları. 5 litre suyun içinde dolanıp duruyorlardı. yem atmazsak aç kalıyorlar kendi yemlerini bulamıyorlardı. hayat herkes için, her şey için aynı olanakları sunmuyordu maalesef.
muratza oturduğu yerden kalkıp salona gitti ve televizyonu açtı. o gün pazardı ve bizimkiler başlıyordu.
kış mevsimi çok şiddetli geçer buralarda. bir yağmur başladımı iki gün durmadan yağar. bir yerde on dakika bekleyelim yağmur durunca gideriz muhabbeti olmaz onun için. alt yapı iyi olmadığından yetenekli futbolcuda çıkmaz, etraftaki yağmur suları da gitmez bi yere. murtaza yağmuru sevmez pek. o daha çok karı sever. karı sevmeyen yoktur zaten. karı kız da murtazayı sevmez arada böyle bir karambol var. allahtanki daha kış gelmemişti, o gün yağmurda yağmıyordu. yağsa ne olurdu sanki? artık dolmuş var zaten.
muratza öyle paradokslar, öyle kriptolar içindeydi ki aklına bir gün sonra tom hanks'in oynadığı cast away * filmi geldi. birden şaziyeyi unutup önünden geçtiği çay ocağından bir iskembe çekip oturdu. bir kuş burnu söyledi. kuş burnunu içerken, burdaki kuş burnunun gerçek anlam mı, yan anlam mı, mecaz anlam mı olduğunu h,ç düşünmeden içti. haklıydı da sonuçta parasını verecekti. hayatta bazı şeylere fazla anlam yüklememek gerekirdi. mesala papatya sadece bir ottur, asıl çiçek olan nergistir. murataza bu kadar fikri muhasabeden epey yoruldu. içtiğinin parasını ödeyip olay mahallini terk etti. arkasında hiç bir iz bırakmadan.
karanlık, soğuk ve çok dar bir yerde yatıyordum. sanırım buraya hiç ışık girmemiş. nefes almakta güçlük çekiyorum. kollarımı, ayaklarımı, ellerimi oynatamıyorum. sanki bir şeyle beni sarmışlar ve ben... tam uykuya dalacakken bir meleğin sesiyle uyandım "kalk yeğenim." yanında bir melek daha vardı. etraf ışıl ışıl olmuş, yattığım bu dar yer 50 metre karelik bir çalışma ofisine dönüşmüştü. iki melekte karşımdaki çalışma masasında oturuyordu, ben tahta bir sandalyenin üzerinde çömelmiş vaziyetteydim. bana ne zaman öldüğümü sordular, "kusura bakmayın ilk defa ölüyorum biraz heyecanlıyım." dedim. melekler kendi aralarında gülüşerek "tamam sakin ol nasıl olsa vaktimiz var" dediler.
zannımca dershaneden eve dönerken yolda kaza olmuştu. ben kaza zedelere yardım için yanlarına gittim. iki araba çarpışmış çarpmanın etkisiyle arabanın biri otobüs durağına dalmış. akşam vaktiydi, durak baya kalabalıktı, 5-6 kişi yola fırlamış. bende olayı görünce yardım edeyim dedim. bir adam vardı beni çağırdı "delikanlı, yardım ette insanları kenara taşıyalım, ambulans gelene kadar bekleyelim." dedi. yaralının birini yolun kenarına çekiyorduk, o arada bir kamyonun üzerime geldiği gördüm. sonra burda uyandım ve ölmüş olabileceğimi düşündüm sonra da siz geldiniz efendim.