aşk mı, ondan da yoruldum, saçma sapan insanlara gereğinden fazla ilgi göstermekten, onları pohpohlamaktan, çöp gibi sevgilerinden, aşklarından, zamana ayak uydurmuş hareketlerinden, kokan nefeslerinden, saçlarındaki boyalardan, ter kokusundan beter kokularından ve bitmez tükenmez özgürlükleri içinde kendilerini mahvetmelerini izlemekten yoruldum.
en önemlisi de her defasında kendimi, onlara kötü bir mal pazarlıyormuş gibi hissetmekten yoruldum.
peki ben kimim?
ben, ukala adamım, bencilim, bazen birini öldürünceye kadar dövmek istiyorum, bazen nefret ediyorum son model arabayla yanımdan geçen birinden, konut reklamlarını seyrederken "keşke" diyorum, güzel kalçalı birini görünce onunla sabaha kadar sevişmek istiyorum, aptal filmler izleyip başka birine "izleme" diyorum, kitap okuyorum yahut okumuyorum, hayaller kuruyorum, planlar yapıyorum, büyüyorum, küçülüyorum, düşüyorum, yükseliyorum, yağmurda ıslanıyorum, aldatıyorum, aldatılıyorum, yazıyorum, siliyorum, şakalar yapıp çatlayıncaya kadar gülüyorum, bazen şakanın kahramanı oluyorum, sigara içiyorum, bırakmayı deniyorum, bırakıyorum tekrar başlıyorum, sarhoş olup yanımdaki kadına sarkıntılık yapıyorum, kusuyorum, ayılıyorum, ağlıyorum, bağırıyorum, duvarları yumrukluyorum, duvarları boyuyorum, çiçek bakıyorum, çiçekleri kopartıyorum, başını okşuyorum bir köpeğin, gece yarısı köpek korkusundan cebime taşlar dolduruyorum, yalan söylüyorum, gerçeği söylüyorum, utanıyorum, utanmaz oluyorum, kılına zarar gelmesin dediğim kadını tokatlaya tokatlaya düzüyorum, sonra tekrar ona sarılıp dünyanın en güzel uykusunu uyuyorum, uyandığımda tek oluyorum, çift oluyorum, beş oluyorum, on oluyorum, hiç oluyorum, baba oluyorum, anne oluyorum, kısır oluyorum, ibne oluyorum, seksomanyak oluyorum, iktidarsız oluyorum, zengin olup tepeden bakıyorum, fakir olup zengin bana bakıp küfrediyorum, çocuğum için köpek gibi çalışıyorum yahut çocuğumu cami avlusuna terk ediyorum, saç ektiriyorum, kel oluyorum, dalga geçiyorum insanlarla, dalga geçiliyorum, herkesin baktığı, yüksek yerde durup nutuklar atıyorum, yahut o kalabalıkta sıkışmış herhangi biri oluyorum, canını ortaya koyup kahraman oluyorum, yahut korkak oluyorum kaçarken, özlüyorum, özleniyorum, nefret ediyorum, nefret ediliyorum, birinin hayatını kurtarıyorum, bazen kurtaramıyorum kendi hayatımı, tanrıyı arıyorum, onu reddediyorum, isyan ediyorum, inanıyorum, inanmıyorum, kendimi kandırmayı seviyorum, sevmiyorum, yanlış seçimler yapıyorum sonra doğruyu ararken bitiriyorum hayatımı, başka yerleri merak ediyorum, gidiyorum, gidemiyorum, uyuyorum bazen ayakta, bazen yatakta, çevreyi kirletiyorum, eylemlere katılıyorum, birinin arkasından gidiyorum, bazen benim arkamdan geliyorlar, yalnız kalıyorum, unutuluyorum, unutuyorum, kalabalıktan biri oluyorum, kalabalıkta hiç oluyorum, aranıyorum, soruluyorum, umursanıyorum, umursanmıyorum, itilip kakıyorum, itip kakıyorum, kıyafetler alıyorum, alamıyorum, markaları seviyorum, markalardan nefret ediyorum, sağcı oluyorum, solcu oluyorum, yahut nefret ediyorum hepsinden, bir bok sanıyorum kendimi, bazen gerçekten bok oluyorum, aynalara bakıyorum, aynalardan kaçıyorum, kahve içiyorum, zemzem içiyorum, içki içiyorum, uyuşturucu kullanıyorum, masumiyeti çalıyorum masumiyetim çalınırken, dişi oluyorum, erkek oluyorum, yaşlı oluyorum, genç oluyorum, doğuyorum ve ölüyorum yaşam denen düz çizgide giderken.
telefonu her zamanki gibi meşgul. sırf onu sinir etmek uğruna defalarca arayıp o sinir bozucu "dıt dıt" sesini duymasını sağlıyorum. saatler geçiyor ve vazgeçiyorum artık, kendimi yatağımın huzurlu soğuğuna bırakırken.
tam kapanmak üzereyken gözlerim, mesaj geliyor "iyi geceler aşkım"
tüm o sinirim, nefretim, kafamdaki komplo teorileri yerini bırakıyor düşüncesizliğe ve aptallığa. elim de gitmiyor "bitti, hoşça kal" demeye.
bir süre bekliyorum, sanırım bu 10 saniye sürüyor ve arıyorum.
yorgun bir sesle: "alo" diyor.
kızgının ve haklıyım, onca saat kiminle konuşuyorsun?
suskunluğumun üzerine çöküyor gündüzü gece yapan bir bulut gibi sesi.
bir kız arkadaşıymış arayan, dertleri bol olanlardan hani, mutluluğu yakalayamayanlardan.
erkek arkadaşıyla olan problemleri, iş hayatındaki olumsuzluklar, babasının ona ilgi göstermemesi, görünüşüyle ilgili problemler, dedikodular, gülüşmeler, eğlence, ve biraz ben. tüm konuşmaları bundan ibaret ve hepsini anlatıyor bana. ve bu o kadar uzun sürüyor ki, insan delirmemek için kandırıyor kendini ve kabulleniyor. saatler süren bu tek taraflı görüşmeye "aşkım" diyerek son verirken karşıdan gelen tepki aynen şu "neee?"
insan böylesine aşıkken alınan bu tepkiyi önemseyemiyor haliyle.
ve devam ediyorum konuşmaya herhangi bir tepki göstermeden. onu nasıl sevdiğimi, ne kadar sevdiğimi, aşkımın büyüklüğünü, cesaretimin yüceliğini ve aslında ne kadar da gurursuz ve aciz bir canlı olduğumu anlatıyorum ona.
sesinin titrememesinden, yüksekliğinden ve rahatlığından anlıyorum ki acizliğimi hissediyor ve korkmuyor benden.
her defasında "bu kez ben kapatacağım" telefonu dememe rağmen, başaramıyorum ve "uykum geldi, görüşürüz" diyerek kapatıyor telefonu.
- ben bu hafta sonra gidiyorum, görüşelim mi?
- olur görüşelim, daha önce de planlamıştık ama olmadı, bu kez görüşelim.
- tamam mekanı sen ayarla, şarap içeriz.
- pek ortam insanı sayılmam, senin bildiğin bir yer var mı?
- maalesef yok, buluşalım neresi uyarsa oraya gideriz?
- tamam, neden olmasın.
buna benzer bir diyalog ile başladı bitişin başlangıcı. alkım, kör gözlerimi su ile silip açmaya çalışsa da nafile, onu hep istemiştim ve istiyordum. kim engelleyebilirdi ki ona gidişi mi, belki sadece ölüm.
ölmedim ve oradaydım o gün.
işte geliyor karşıdan, saçlarıyla sevişiyor rüzgar, gözlerinde yemyeşil bir dünya, yürüyüşünde başka bir şey var, anlatamam, işte geliyor karşıdan.
bu onu ilk görüşüm, beline usulca dokunup, çaktırmadan koklayarak öpüyorum yanağından.
yüzüme bakamıyor, ben bakınca da "n'olur bakma utanıyorum" diyor gerçekten utanarak.
yürüyoruz...
bir süre sonra, bir yere oturup bira istiyoruz garsondan.
bir başlangıcı ve bitişi olan bir şey için fazlaca özen gösterip, karıştırdığımız, anlaşılmaz hale getirdiğimiz şey, ama ne?
asıl sorun da bu zaten. sürekli çözmeye çalıştığımız bir problem. hatta problem bile değil, problem arayan yapımıza uygun bir sorunun cevapsız halidir hayat.
bir cezaevine gözleri kapalı halde getirilen birine haydi bize cezaevini anlat demek kadar da hastalıklı bir soru. cevabı ise, cevabı arayanın ruh haliyle ilişkili. bazen kurtuluş, bazense yok oluş
herkese göre farklı ama aslında tekdüze, kurallı/kuralsız oluşum. kurallarına uyulduğunda önünüze bilinmezliğe ait ödüller sunan bir bağışlayıcı, uyulmadığında da yanacaksın! diye kükreyen bir kötülük!
hangimiz bilmiyoruz ki bu oyunu?
bir yaratıcının bahsi geçiyor her yerde. aklımız almıyor onu, öyle öğrettikleri için. düşünmemize bile izin verilmiyor, bu yüzden düşünmeye çalışıp, kimsenin bilmediği günahlar işliyoruz geceleri.
belki yalvarıyoruz en çaresiz halimizde ona duy beni lanet olası!
duymuyor, çıt çıkarmıyor, öyle sessiz ki, bir ölü gibi.
o an öldürüyoruz bağışlayıcıyı, yargılayıcıyı, yaratıcıyı
peki bu bizi kötü yapar mı?
öyle demişti ya, bize kendi nefesinden üflemişti. belki kendi de birine isyan etmişti zamanında, onu da biz kaptık nefesinden bir hastalık gibi.
şimdi gözleri bağlı cezaevini anlatmaya çalışan o mahkum gibi, öksüre öksüre yaşamaya çalışıyoruz.
ne kadar da gereksiz. hayat bizi umursamazken, biz onu böylesi umursuyoruz.
biralarımızı içmeye devam ediyoruz. o kadar güzel ki yüzü, sürekli bakıyorum yüzüne. utanıyor.
bir boşluğumuza denk getirip, öpüşüyoruz. köhne bir barın en üst katındayız, garson bile uğramıyor, kimse yok. daha da ileri gidiyoruz, göğüslerine dokunuyor elim, tüm gençliğinin enerjisi dolu sanki içinde.
hiçbir şey düşünmeden çıkıyoruz bardan. bol soğanlı balık ekmek yiyip bana gidiyoruz.
öyle anlamlar yüklemişim ki ona eve geldiğimizde saf aşıklar gibi mumlar yakıp, bir kadeh uzoyu getirip koyuyorum önüne.
birden sarılıyor, öpüşüyoruz ve tüm zarifliğini seriyor kucağıma.
yataktayız, sevişirken aşkım diyor, nolur bırakma beni, hep senin kadının olayım
biraz daha içiyoruz, değişiyor muhabbet.
-hayvan gibi sikiyorsun!
-orospun olayım, sadece beni sik!
-ben senin küçük fahişenim, öldüresiye sik beni!
o konuştukça ben, aşkım diyerek daha da şiddetli sevişmeye devam ediyorum. boğazını sıkıyorum, kalçalarını tokatlıyorum, vajinasından çıkarttığım penisimi bir ağzına, bir götüne sokuyorum. kasıla kasıla boşalıyor, boşalıyorum.
aramızdaki o samimiyet terk ediyor bir anda odayı. yatağın bir ucundayım, diğer ucunda da o.
beline sarılıp çekiyorum kendime doğru. saatler öncesinde kucağıma verdiği ağırlığını bu kez yatağa verip direniyor. umutsuzca çekiyorum elimi, omzunu öpüyorum usulca, kendini geri çekiyor.
susuyoruz bir süre.
sormadığım halde garip yaşanmışlıklarını anlatmaya başlıyor canımı yaka yaka.
kendinden çok büyük biriyle, bir doktorla yaşamış ilk birlikteliğini.
ona olan ilgisinden, sevgisinden bahsedip duruyor. umursamazlığı yatağın ucuna kadar itiyor beni, aşkım olmasa düşerdim. uzanıyorum tekrar, tutuyor elimi.
-haydi sevişelim.
en azından dokunabileceğim sana, iğrençte olsa sevişmemiz, ağzına yakışmasa da küfürler beraberiz.
hüzünlü bir gülümsemeyle öpüyorum dudaklarını. gidip gelmelerin sarsıntısında oynayan göğüslerine bakarak. anlattıklarını düşünüyorum bir yandan, o kadar uzun sürüyor ki
-artık boşal!
tekrar yatağın köşesindeki yerlerimizi alıyoruz. parayla sevişmenin verdiği o acizliği hissediyorum her yanımda. yüzüme bakmıyorsun, işimiz bitti, artık gidebilirsin tavrında hareketlerin.
kalkıp gidiyorsun sonra yataktan, elinde bir kadeh şarapla geri dönüp, yanıma oturuyorsun. hiç ses etmeden, usulca düşüyor başın göğsüme.
-sen de diğerleri gibi yapacaksın değil mi, beni bırakacaksın?
-beni bırakma sakın, sadece senin kadının olurum, sadece senin
gözyaşlarını silmeye çalıştım elimle, itip elimi bir tokat attı.
-hayır, sen de onlar gibisin, hepiniz aynısınız. bir gecelik sevişirsiniz, sonra gidersiniz.
ne desem fayda etmiyor, sürekli ağlayıp içiyordu. sonra susmaya karar verdim, hiçbir şey demeden öylece durup seyrettim onu. itti, tırmaladı, bana küfürler etti. hiç konuşmadım yorgun düşüp yatağa yığılıp kalana dek.
sonra uzandım yanına, loş ışıkta belli belirsizdi gözlerinin yeşili. alkol, ter ve parfüm karışımı hoş bir kokusu vardı.
-haydi, sikmelisin beni. sabaha kadar senin orospunum ben!
mumlar halen yanıyordu ve biz o mumlara inat hiçte romantik değildik.
bacaklarıyla kenetlenip, tırnaklarını sırtıma geçirdi. ben de var gücümle en derinine kadar indim. bir süre hiç öpüşmedik, ellerimle boğazına bastırıp hareket etmesini, konuşmasını engelleyip gidip geldim. odada duyulan tek ses kesik nefesimizdi. öpüşmek için uzanmaya çalıştı, engelledim. neden böyle davrandığımı bilmiyorum, sanki kızgındım ve bu da o kızgınlığın cezası gibiydi. sadece içindeydim, o kadar. başka hiçbir şey yapmıyorduk, sevgili değildik.
konuşma sırası bendeydi.
-işte şimdi orospumsun.
gülümsedi,
-evet öyleyim.
ter damlalarım vücuduna damlıyordu. içinden çıkıp, saçlarından tutup aktım dudaklarının arasına.
yatağın üzerine yığılıp kaldım. o da kalkıp banyoya gitti.
döndüğünde halen derin derin nefes alıyordum. yanıma uzandı. bu kez hiçbir çaba harcamadım ona yaklaşmak için. öylece yattım ve tavanı seyrettim. kaçtım aklımca, buna inandırdım kendimi, işte şimdi koşmalıydı peşimden, işte şimdi inanmalıydı aşkıma.
sabah erkenden uyandım alkolün uykusuzluğuyla. aşkın garip halleri içinde kahvaltı hazırlamalıyım dediğimi hatırlıyorum. usulca, onu rahatsız etmeden kalktım yataktan.
çayı koydum, ekmekleri kızartırken giyinmiş bir şekilde yanıma geldi.
-gidiyorum ben.
-kahvaltı yapalım öyle git.
-aç değilim ve gitmek istiyorum, hoşça kal.
gitme demem neye yarardı ki, gidecekti benimle yahut bensiz. hızla üstüme bir şeyler geçirdim ve yanına geldim.
-neden geliyorsun benimle?
-zaten geç olmuş ben de çıkayım artık evden.
gerçekleri söyleyemesem de, o neden gelmek istediğimi elbette biliyordu. evden çıkıp yürümeye başladık. halen alkolün etkisindeydi ve yalpalıyordu. o her yalpaladığında ben, onu tutmaya çalışıyordum, o da her seferine biraz daha uzaklaşıyordu benden. neredeyse iki yapancı gibi yürüyorduk artık, kaldırımın bir ucunda o, diğer ucunda ben.
üstünde ince bir t-shirt vardı, yağmur yağıyordu o esnada. üstümdeki yağmurluğu çıkartıp verdim. bir şey demeden giydi ve otobüs beklemeye başladık. otobüs geldiğinde, onunla beraber binmek için hareket ettiğimde, eliyle göğsüme dokunup:
-sen gelme, yağmurluğun yeter bana.
elini çekip göğsümden:
-aynı yöne gidiyoruz, ben de geleceğim.
öyle güçsüz düştüm ki, öyle bir baktı ki bana durakta öylece kaldım. bindi ve uzaklaşırken bir öpücük gönderdi. gülümseyemedim bile. cebinden telefonunu çıkarttı ve ben ona bakarken , bir kere daha dönüp bakmadı bana.
sonra arkanı döner ve gidersin geldiğin yerin yalnızlığına.
saçım başım darmadağın, gözlerim bile iyi görmüyor sanki, zorla açıyorum kapıyı.
içeri girdiğimde o lanet sigara, içki kokusu. mutfakta tepeleme bulaşık, sağa sola atılmış iç çamaşırları, kıyafetler, köşelere toplanmış kıl yumakları, yatağın üzerinde seks rengi lekeler
öylesine zor ki bu evde beş dakika daha geçirmek.
kendimi leş gibi bir eve temizlik için gelen temizlik görevlisi gibi hissediyorum. ağzımda ona uygun küfürler var. her şeyi temizlemek, hatta evin ortasına toplayıp yakmak var aklımda.
yerden topladığım tüm kıyafetleri renklerine bakmadan tıkıyorum makineye. ardından tüm çarşaflar ve yastık kılıflarını. bir de kendimi tıkabilsem keşke!
en uzun programı açıp, tüm gözlerini tıka basa deterjanla dolduruyorum.
sonra bulaşık!
en zor olanı da şarap bardaklarını yıkamak, lanet olsun!
kendime kızıyorum bulaşık makinesi almadığım için. sonra sakinleşip, özensizce yıkıyorum hepsini ne de olsa ben kullanıyorum diyerek. yerlere şöyle bir göz gezdirip, yine erteliyorum evi süpürme işini.
tüm odalardaki prizleri kontrol edip, doğalgazı kapatıyorum.
dolaptan muzlu süt kapıp, atıyorum kendimi dışarı!
deli gibi yağıyor yağmur. yağmurluğum da onunla gitti. belki kendime gelirim diye tekrar dönmüyorum eve ve ıslanıyorum olabildiğince. yere her bastığımda ayakkabımın bağcık deliklerinden sular fışkırıyor. öyle keyif alıyorum ince saçlarımdan yüzüme akan suyun gezintilerinden.
nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilmeden sadece yürüyorum. düşünüyorum, elimi attığım her ne varsa kuruyor. bu bir lanet olmalı, doğduğum günden beri üstüme çöreklenen kara bulutları dağıtamadı hiçbir rüzgar. kalabalıkların, yalnız kişisiydim hep ve hep aşkımdı yalnızlık, sevdiğimden değil, mecburiyetten.
hep savundum kendimi,
bir kişi her şeydir, iki kişi bir şeydir, üç kişi hiçbir şeydir
ve ekledim,
dünyanın hiçbir yerinde toplumlar adına yapılmış anıtlar yoktur, anıtlar hep kişiler için yapılır, icatları kişiler yapar, toplumlar değil.
sonra korkarak sordum kendime,
ne ürettin şimdiye kadar?
zaman kaybından başka bir şey üretmedim. o zaman kaybının çoğu da isyan etmekle geçti. biri duysun diye beni, bir tanrı ürettim, ona bağırdım, çağırdım, küfürler ettim. umutsuzca dualar ettim en zor anımda. küçük şeylerin mutluluğunu da ona yükledim, şükrettim.
kimse yoktu işte, bu yüzden yalnızdım. insanlara bir şeyler anlatmayı seçtim bir dönem. benimle üzüldüler, yanlarından ayrıldığımda kendi hayatlarının başrollerindeydiler.
insan birinin acısına dokunabiliyordu ama onu kaldıracak cesareti asla bulamıyordu. kaldırması da gerekmiyordu zaten.
nasıl geldiğimi bilmiyorum ama fındıklı sahilindeyim.
çok seviyorum burayı. solumda boğaz köprüsü, karşımda kız kulesi, sağımda da mimar sinan üniversitesi.
yeni bir yılın ilk gününde yalnızlıktan erkenden uyumuş, erkenden uyanmış ve bu köprüye koşmuştum. işte bir kez daha şükrediyordum tanrıma, sislere gömülmüş anadolu yakasının el sallayan haylaz çocuğuydu o ve ben onun en güzel fotoğraflarını çekmiştim o gün. sıcak yataklarında uyuyanlar o sabahı göremediler.
kız kulesinin çok daha farklı bir hikayesi vardı. klasiği aşamamış düşüncemle ben, sevgilimle ilk yemeğimizi hep orada yemeyi düşündüm. olmadı. kuleyle ilgili öğrendiğim tüm mitolojik hikayeleri hep unuttum ve biz hep evde yedik ilk yemeğimizi sevişmenin ardından.
ve mimar sinan, çocuk aklıma girip kopardılar beni oradan. arkeoloji istiyorum dediğimde, beni bir amele olarak gördüler ya ona yanıyorum. oysa ben o kadar da sabırlıydım, uğraşırdım küçük bir heykeli tekrar güneşe kavuşturabilmek için. bu lanet ömrü tüketebilmek için çok daha acısız olurdu bu. dışımın kirliliğini görür, belki bu kadar üstüne düşmezdim içimin kirliliğinin. saçımı sakalımı bu kadar dert etmez, bir taşa aşık olur, sessizliğinde ve hep aynı yüz ifadesinde mutlu olurdum.
gariptir buranın insanları, gelip gezenlere farklı anlamlar yüklerim oturduğum yerden. sanki onları buraya getiren bir son var, boğazın soğuk sularında kaybolup gitmek istediklerini düşünürüm. çünkü ben ne zaman kaybolup gitmek istesem hep buraya gelirim. şimdi de buradayım, kaybolup gitsem ya. kimse de gelmese ardımdan ve alkışlasalar kurtardı kendini diyerek. yapmazlar, sadece acıya dokunur onlar, beni denizden çıkartırlar neyin var, neden yaptın derler. ben de gülümserim bir şey anlatmadan denizi çok seviyorum derim.
sanki benim yaptığımı çok saçma buluyormuş gibi içlerinden geçirirler deli midir nedir? diye. öylesine korkarlar ki kendileriyle konuşmaya, bu nedenle yalnızlıklarının ağzına kalabalıklar doldurup sustururlar, öldürmeye çalışırlar onu. deli gibi çalışırlar, yorgunluktan düşünemeyecek kadar çok çalışırlar hem de. yatağa yığılıp kalırlar, yalnızlıktan kaçarlar akıllarınca, ama yalnızlık hep yakalar, bir sabah akşamdan yığılıp kalan cüsse uyanamaz sabaha. yutulan tüm kalabalıklar kusulur, cesedinize omuz verenlerin üzerine.
yağış azaldı, hava parça parça açılmaya başlarken, öğle molasına çıkanlar doldurmaya başladı sahili.
tek tek baktım yüzlerine, çoğu bir zevkin ürünüydü, bazıları ise planlı projeli düşünülmüştü. kimi grupla gülüyor, eğleniyor, kimi tek başına oturuyordu. kimi uzun saçlıydı, kimi kel kimi göbeğini saklıyordu kızlardan, kimi mini eteklerinden taşan bacaklarını elleriyle örtmeye çalışarak ilgi çekiyordu. kimi çözmüştü sanki hayatın anlamını, ıslak bir bankın üzerinde umursamazca yatıyordu, ıslak ayakkabıları nöbet bekliyordu sanki başucunda.
bir yudum daha alıp çayımdan devam ettim seyretmeye.
yan masada gürültücü bir grup vardı. kel kafalı göbekli biri sürekli bir şeyler anlatıyor, hep beraber gülüyorlardı. gözümün ucuyla seyrettim, dinlemedim sadece seyrettim!
kulaklığımı takıp gentle waves açtım, seyrettim onları, sadece seyrettim. gürültülerinden arındırdım hepsini, sessiz ve hareketli birer et yığınına dönüştüler. öylesine eğleniyorlardı ki, dakikalarca onlardan kaçırmadığım gözlerimi bile fark etmediler.
bulutlar geçiyordu üzerimden, bir tankerin dalgaları yeni ulaşıyordu sahile.
yalnızlık dedim, sen varken ben asla yalnız kalmam!
grup dağılmaya başladı, hatta herkes gitti, bir o kaldı. hiç konuşmuyordu şimdi, çayından bir yudum aldı ve daldı gitti kız kulesinin yalnızlığına. yüzünden düşüp paramparça oldu kahkahalar. işte o an fark etti ona baktığımı. gülümsedim, başımla selam verip. kayıp ifadelerinde kaybolup gitti, çevirdi başını boğazın en ıssız noktasına.
işte benim gibisin şimdi dedim kendi kendime, bir yudum daha çay aldım. neler geçiyordu acaba şimdi kafasından. kimi düşünüyordu, neydi yanlış yaptığı, neyin cezasıydı bu yalnızlık, neyin ödülü?
halen onu izliyorum. resmen çırpınıyor, sahilde yürüyen herkesin gözünde gözü. biri selam verse, merhaba, boş mu burası, oturabilir miyim? dese ve keşke kurtarsa onu böylesi hazırlıksız yakalandığı yalnızlığından. onun bu acınası haline bir orospu bile yaklaşmaz biliyorum, ihtiyacı olduğu halde. birinin yalnızlığına çare olmaktansa, kalabalıkta tükenmek ister yalnızlıklar
sonra, her yalnızın yaptığını yaptı o da. telefonunu çıkardı ve rehberde dolaşmaya başladı.
kimi arayabilirdi?
telefonlarımız ne kadar da acı yüklü, her çaresizliğimizde hazırda bekleyen insanlarımızın olduğunu düşünüp, yalnızlıklarımızı onunla yamamaya çalışıyoruz. eski sevgililer, bir gecelik aşklar, sessizce bizi dinleyip sırtımızı sıvazlayan biri, özlediğimizi yalnız kalınca fark ettiğimiz bir aile üyesi sanki hepsi bıraktığımız gibi duruyorlar, zaman bizi ezip geçti, onlar bir şey yaşamamış gibi.
şimdi başlamalı birinden, ya eski sevgiliyi arayacaksın bir umutla, ya eski bir dostu. ne annen çare olur yalnızlığına, ne baban, ne kardeşin. güzel sözlere ihtiyacın var senin, ilgiye, sıcak dokunuşlara ve belki sevişmeye
bir süre daha oturup bir hışımla kalkıyor oturduğu yerden ve hızla uzaklaşıyor. ardından mutlu mutlu gülümsüyorum. ben de yalnızım oysa, tek başıma oturuyorum, bir yanımda istanbul var, kolumda çaresizliğime çare olmuş yalnızlığım, düşünüyorum. neden bu kadar ürkütücü yalnızlık ve biz neden bu kadar çok korkuyoruz kendimizle baş başa kalmaya?
sanki toplamamız gereken bir puan varmış gibi, heyecanlı heyecanlı hep birilerine kavuşma telaşı içerisindeyiz. yalnız uyuyamıyor, yalnız yemek yiyemiyoruz, eğlenemiyoruz bile yalnızken, gülemiyoruz.
yalnız doğuyoruz oysa, her şey tek başımıza o ilk nefesi alabilmekte. ağlayabilmekte tek başımıza, ilk acıyla, ilk yalnızlıkla
yalnız ölüyoruz oysa kalabalığın tüm müdahalesi yetersiz geliyor bir an, sonra hissetmiyoruz elimizi tutan eli, göğsümüzde ağlayan birini, işte yalnızlık bu. tek başımıza başlayıp tek başımıza bitirdiğimiz yarışın teması bu!
ondan kaçtıkça daha da zorlaşıyor hayatımız. çünkü hayat her zaman tek başına kaldığımız anlar çıkartıp duruyor karşımıza. küçük ipuçlarına benziyor bu anlar.
fısıldıyor kulağımıza bak bu bir şans, ister kalır kendini ararsın, ister gider kendinden kaçarsın.
kaçtı biraz önce. kalıp, hayatında bir kez olsun dinlemedi kendi kalp atışını, nefesini
kız kulesine kendi gözünden bakamadı bir kez olsun. bir kez olsun, birine dokunmadan omzu, ayakta durmayı denemedi. yalnız uyumak zorunda kaldığı gecelerde, içip sızarak kaçtığı gibi yalnızlığından kaçtı şimdi.
çok sürmeyecek, biliyorum. sırf kurtulmak için sevmediği, dayanamadığı birine katlanmak zorunda kalacak, onun gibi olacak biraz, bir refleks gibi komik bulmadığı şeylere gülecek, sevmediği şeyleri yapacak, sevdiği şeylerden de uzaklaşacak. ve tekrar yalnızlık bulacak onu, cesareti varsa o gün, ayna karşısında savuracak kendine gün yüzü görmemiş küfürlerini.
bir kavga gibi görünse de aslında bu ilk tanışma, ilk el sıkışma, ilk öpüşme, ilk kucaklaşma. yıllar önce biten güçlü bir aşkın tekrarı gibi, işte o şiddetli sevişme bu. biraz acılı, sancılı, ifadesi zor bir duygu karmaşası. ama yaşanmalı bu, hayatta ilk kez tatmasak da, ikinci kez tatmalıyız, sevişmeliyiz onunla. işte o zaman değişiyor hayata bakışımız. biraz daha zorlaşıyor belki, biraz daha karışık, biraz daha acılı ama tutarlı ve yere sağlam basıyoruz. göremediklerimizi görmemizi sağlıyor yalnızlık, bakamadığımıza bakmamızı. kaçtıklarımızın peşine düşüyoruz bir süre sonra keyifle. çözmek değil, kendi yalnızlığımıza nedenler arıyoruz kovaladıklarımızın ardından. sonra herkesin umursamadıklarını umursamaya başlıyoruz. isyan bizi, dikenli yollara sokup, doğru yollara perperişan atıyor. kimse olmuyor o yollarda, yine yalnızlık, yine tek olma duygusu. ve şüpheler, neden kimse yok, doğru yol bu ise derken, dikenler batıyor ayağımıza, birinin kötü nefesi kokuyor, bir ten dokunuyor tenimize, ağızlarda iğrenç laflarla sevişip, kapı dışarı ediyoruz insanlıktan çıkmış o canlıyı. kapının kapanırken çıkardığı o ses, sanki kalbimizi bir neşterle ortadan ikiye bölüyor, nefesimiz kesik. sanki aşık olduk, sanki sevdik birini, keşke diyerek uzanıp yatağa, yalnızlıkla baş başa derin derin nefes almaya çalıştıkça, parça parça dökülüyoruz ayaklarımızın bastığı son yere.
bildiğin ağrıyordu memelerim. sanki birileri meme ucumdan sıkıyormuş gibi. sonra bir baktım ki arif abi, gerçekten de bana acı verecek şekilde memelerimi sıkıyor. sonra, bir de osurdu... o osurdu, ben değil... hem de osurduktan sonra, "içimde mi patlasaydı" falan dedi...
kırık kitap böyle birşeydi işte... herkes işyerinde okuyor ya da yazıyordu. sözlükte bir başlık altına sığınıp kitap yazmaya çalışmaktı mesela...
herneyse...
popom ağrıyor...
sanki birileri bana pandik atıyordu... sonra bir baktım...
yalnızlığın arkasına saklanıp, onu savunup güçlü kılıyordum kendimi mutsuzluğumda.
kim severdi ki böylesine yalnızlığı?
ben, elbet ben severdim, mecburdum onu sevmeye. çünkü kalabalıklar bana bahşedilen mutluluğu getirmedi hiçbir zaman. hep acıydı kalabalıklar, kötü bakışlardı, kötü sözlerdi. yahut acımaydı, ben anlamıyor muydum sanki, küçük bir çocukken bile anlıyordum olan biteni. o acıyla, o bakışlarla, o laflarla piştim ben. susmayı öğrendim, tek bakışta tanımayı öğrendim insanları, bir sonraki hareketlerini hep bildim, kendilerine kurdukları yalan dünyalarda batıp yok olmalarını seyrettim. bu nedenle yalnızlıktan ördüm duvarlarımı, öyle çok yüksek ve heybetli de değildi bu duvar. isteyen aşabilirdi ama kim isterdi yalnızlığımda yalnız kalmayı?
deneyenler oldu, o yalnızlığa girip, beni tanımak isteyenler oldu. dayanamadılar. hayatın onlara öğrettiklerinden fazlası ağır geldi, taşıyamadılar. sonra gitmek istediler, bir umuttu benim için, sıkı sıkı tutunmaya çalıştım, bırakmak istemedim, gittiler.
isyanla biten gecelere tekabül ediyordu bu gidişler. kapımı kilitleyip, tanrımla kavga ettiğim günlerdi. hiç sesini çıkartmazdı, onun bu sessizliği beni daha da isyankâr kıldı, yalnızlaştırdı. onun gibi yalnızlığı seçip, kendi sınırlarımı belirledim ben de. o yoktu ama artık onun bir rakibi vardı!
yaptığım buydu, şirk koşuyordum birilerinin ifadesine göre. karşısına dikilip yaratıcının neden! diye haykırıyordum ve o, eliyle ağzımı kapatmaya bile tenezzül etmiyordu. ona olan nefretimde bile yalnız bırakıp beni, sessizliğinde sadece mutluluğu hak edenlere rahmet olup yağıyordu sanki.
öyle bunalmıştım ki artık, çok parası var ama o da ölüyor gibi şeylerle kandıramıyorum kendimi. etrafıma baktıkça, insanları ve yaşayışlarını gördükçe, başımı kaldırıp gökyüzüne neden izin veriyorsun ki buna? diye soruyorum ve o yine susuyor. bazen onun çok çaresiz ve zavallı olduğunu düşünüyorum. sanki yarattığı şeyin hakimiyetini elinden kaçırmış ve onun kölesi olmuş gibi. bu yüzden cevap vermiyor bana, bu yüzden değerli bir vazo kırmış bir çocuk gibi saklanıp sessizliğe gömülmesi. ne kadar acı, hızlı bir araba yapıp, o arabayla hızla giderken duvara çarpıp ölmek gibi kara mizah yüklü
o en sevdiğim sahilden, her zamanki tuhaf duygularım, arınmışlığım ve zaferimle kalkıyorum.
sıkıntıdan patlayan o can çoktan karıştı şehrin ıssız kalabalığına. muhtemelen biriyle göz göze gelmeye, biriyle muhabbet etmeye çalışıp, yalnızlığını unutmaya çalışıyor şu an.
peki mümkün mü bu, yalnızlığı unutabilmek mümkün mü?
ondan kaçabilmek, onsuz ve sürekli bir birileriyle olup, kendi sesimizi bastıran seslerden bir dünya kurabilmek mümkün mü?
sanmıyorum.
en önemli kararlarımızı bile tuvalette yalnız aldığımızı unutuyor gibiyiz. hatta biri kapıyı zorlayıp içeri girmeye çalıştığında, hiddetle dolu! diye bağırıp, o en mahrem yalnızlığımızın bozulmasına izin vermiyoruz. farkında bile değiliz bunun, yalnızlığın aslında ne kadar zevkli ve dayanılmaz olduğunun farkında değiliz. kimse sürüden ayrılmamızı istemiyor, bir araya gelip katliamlar yapmak, yakıp yıkmak hep çok daha cezp edici birileri için. hem beraber olunca bize daha kolay satıyorlar her istedikleri kötülüğü