bu sarkı dilden dile anlatılan bir efsanenin hikayesidir:
Diyarbakır yakınlarında bulunan Kırklar Dağı civarındaki bir köyde Süryani bir aile yaşarmış. Bu aile, aile olalı yıllar olmasına rağmen çocukları olmamış. Ne yola başvurmuşlarsa kolları, kanatları kırılmış, hayalleri suya düşmüş, ümitleri kırılmış. Müslüman bir ailenin tavsiyesi ile Kırklar Dağının arkasındaki Kırklar Ziyaretine gitmeye karar vermişler. Varıp ziyarete adaklar adamışlar, dilek tutmuşlar... Bir süre sonra nur topu gibi bir kız çocukları doğmuş, Suzan adını vermişler. Bundan sonraki her yıl, Kırklar Ziyaretini ihmal etmemiş, kurban kesmeye devam etmişler.
Hanım kızımız büyümüş, serpilmiş, hurilere taş çıkartaracak bir güzelliğe ulaşmış. Bizim Adil oğlan da yakışıklı mı yakışıklı, suyu sıktı mı taş edecek kuvvete sahip bir delikanlı imiş. Eee boyu boyuna, huyu huyuna derler ya, Suzan kıza vurulmuş. O zamanlar platonik aşk icat edilmediğinden, kız da karşılık vermiş, iki gönül bir olmuş, samanlık seyran olmuş. Günler ayları, aylar yılları kovalamış. Suzan kızın doğum günü yaklaşmış. Olacak ya! Suzan kızın annesi de hastalıktan yatağa düşmüş. Adağı yerine getirmek için hizmetçileri göndermiş Suzan kızla beraber Kırklar Dağı’na. Adil Beyimiz yerinde durur mu? O da peşlerinden gitmiş. Hizmetçiler dua ile, adak ile uğraşırken; iki kor yürek sıyrılmış aradan. Bir tenhada can cananı bulmuş, iki can bir olmuş. Tenler tanışmış, dudaklar kaynaşmış, bedenler vurulmuş...
Bu olaydan dolayı, ziyaret çarpmış derler ki; Suzan kız, amansız bir hastalığa yakalanmış. Ne hekimler çare bulmuş, ne alimler isim koymuş bu derde. Akıl başından uçmuş, Adil Beyim de dahil, kimseyi tanıyamaz hale gelmiş. Diclenin kenarından kapılıvermiş sulara. Adil Beyi&mizin de ne aklı, ne de yüreği kaldıramamış bu ayrılığa. Suzanına kavuşmak için o da bırakmış kendini Dicleye...