bu sıkıntılı geceden bir şey mi umuyorsun
sıcak su gibi sarmış çevreni
yıldızlı bir kuyuya düşmüşsün
ya da içinde yıldızlı bir kuyu var
gömleğinin düğmelerini çözmüş
ağzında sulu yaz meyvelerinin ballı tadı
terlemiş göbeğini yaz rehavetiyle sıvazlıyorsun
kalbin pırıltılı bir cevher değil senin
ah! kalbin morarmış vesvese içinde
duru ruhun miskin ve de çamur
her akşam çay bahçelerinde
avuntusuz denizin seyrine dalıyorsun
çayı değil denizi karıştırıyorsun
yalnızlığın tadı pek acı
lanetlenmiş bir kuyunun içinde boğuyor seni
aklı kör ve fikri şaşmış bir adam
pervane dönüyor beyni oyun yapıyor ona
ışığın aldatıcılığı gibi
sürüklenmiş bir sandığın içinden
hiç görmediği şeyler çıkıyor sanki
insanların gözleri ona köpekbalığı
güçlerini hissediyorum onların
güç bir elmastır
parıltısı insanları körleştirirken
köleleştiriyor bir yandan
ben de gücümü kınında saklanmış
bir kılıç gibi tutuyorum kalbimde
düşmanımı seçemiyorum pusudadır belki
kim bilir belki sevgili suretinde gözükür
kirpikleri kanıma batmış
belki de eşyanın içinde gizlidir
kim bilir bir diktatörün
altın kaplama dişidir
Ey Tanrım!
bir düşman mı arzuluyorum yoksa
kurulmuş bir saat gibi gergin
şüphelenip her şeyde görüyorum onu
sadece kutsal toprağımın
yeşil başakları içinde
kılıcımı saplamak istiyorum.
halka ve türevleri hiç çekilmemiş olsa bile bilinçaltında çocukluktan yetişkinliğe taşıdığımız ürkünç sembollerden biri..tabi bunda içinde yaşadığı öne sürülen yaratıklardan çok, kuyunun üstünü kapatmaya üşenip, emanet edilen veletler çok yaklaşmasın diye içine düşüp sır olan çocuk hikayeleri döktüren anneanne/babaanne ve türevlerinin emeği vardır..
efsanelerin, masalların; serin, ıslak, sessiz, karanlık ve gizemli dünyası.kuyu cinlerinden tutun, sihirli lambalara, ortada olup yanından geçilen kuyulara, delinin birinin karanlığa fırlattığı taşın arkasından elli akıllının atlamasına, hayatın dipsiz bir kuyu olmasına kadar gider bu kuyu meselesi. sinemada daha çok bir korku unsuru olarak tercih edilir. piyano piyano bacaksız filmindeki o sihirli kuyu en güzelidir ama.
Türk sinemasının medar-ı iftiharı metin erksan hocanın 1968 yılında çektiği filmdir.
Daha önceden film hakkında yazmış olduğum bir yazıyı, bazı eklemeler ve kesintilerle tekrardan burada da paylaşmakta sakınca görmüyorum. Yazının bazı bölümlerinde spoiler vereceğim, filmin önem arz eden kısımlarını, belki daha sonra filmi izlemek isteyecek olan arkadaşlar bilmek istemez, o kısımları atlayarak okurlarsa daha iyi olur.
Evet, başlayalım.
Bazı filmlerin, izleyen için apayrı yerleri vardır. Kuyu da böyle bir film benim için. Filmin bendeki hikâyesi Rahmetli Ahmet Uluçaya kadar dayanır. Beyoğlu Aksanatta Kısadan Uzuna isimli bir festival düzenlenmiş, Uluçay da oraya konuşmacı olarak katılmıştı. Rahmetliyi iyi tanıyanlar, nasıl bir sinema aşığı olduğunu iyi bilirler: Kamyon şoförlüğü yaparken, evine geldiğinde uykusundan vazgeçip, küçük kamerasıyla kısa filmler çekebilecek kadar büyük bir aşktan bahsediyoruz hem de. Bu yüzden, genç sinemacılar ya da sinemaya gönül verenlerin hafızalarında her zaman bir kahraman olarak yer almıştır Ahmet Uluçay.
Lafı fazla uzatmadan, Kuyu filmiyle olan bağlantısına geçelim. Konuşmasında, onu yorgun düşüren hastalığına inat, hala içindeki sinema sevgisiyle geçmişte onu sinemaya bu denli bağlayan filmlerden bahsetmeye başlamıştı. Ukala bazı sinema öğrencileri, onu Felliniden uzak kaldığı için eleştire dursun, Uluçay, sinema yapma isteğini tek bir filme bağlamıştı: Metin Erksanın Kuyu filmine.
Senelerim bu filmi aramakla geçti diyebilirim. Günün birinde umudumu yitirmiş, Antalyada avarelik yaparken Tanrı, Kuyu filmini karşıma çıkarttı.
Şimdi bu film hakkında, birkaç cümle söyleyebilirsem, Rahmetli Uluçaya borcumu ödemiş hissedeceğim.
Kuyu, Metin Erksanın kendini ispat ettikten sonra çektiği bir film. Keza filmografisinde, Yılanların Öcü, Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı gibi filmleri geride bırakmış, ustalığını ispat etmiş bir döneminde çekmiş bu filmi.
Konusunu gerçek bir hikâyeden alan Kuyu, bir Anadolu Kadınları anlatısı (ağıtı) sayılabilir. Köyde bir eşkıya tarafından dağa kaçırıp, tecavüze uğrayan, genç bir Anadolu kadınının hikâyesidir kısaca Kuyu.
Kötü adamımız Hayati Hamzaoğludur ve gerçekten rolünün hakkını verir. Aslında Hamzaoğlu, Anadoludaki baskın erkek figürünün kısaca bir yansımasıdır filmde. Genç kızı sever ama güzellikle istediği olmayınca zorla elde etmeyi tercih eder. Filmdeki diğer erkek figürleri, eşkıya değildir belki ama genç kıza (kadınlara) bakışları, davranışları aynıdır.
Filmin ana fikri bu baskın erkek dünyasına bir eleştiri olduğu kadar, islam dininde kadının yeri ve bunun algılanışıdır. Keza filmin anlatı dili, açılış sahnesiyle, derdinin ne olduğunu bizlere gösterir. Kurandan bir Ayetle: Kadınlara iyi Davranın der film. Algıda ise bambaşka bir yerdedir kadın. Özellikle eşkıyanın genç kıza tecavüz ettikten sonra ona Kadın kısmı erkeğin aşık kemiğinden yaratılmıştır, Cenab-ı Mevlam neden ilk önce erkeği yaratmış da kadını, erkeğin küçücük bir kemiğinden yaratmıştır? Erkeğin sözünden çıkmasın diye böyle yapmıştır ( ) diyerek, küçük bir bilgi vermesinden sonra, belinden ipe bağlayarak gittiği yere götürmesi, algının nerede olduğunun büyük bir göstergesidir.
Kadının bir meta olarak algılanışı, filmdeki tüm erkek figürlere ait bir düşüncedir. Genç kızın namusunu temizlemek (!) için yaşlıca bir adamla evlendirilmesinin ardından, kızın ortadan kayboluşunu: itin kokladığı et yenmezmiş! diyerek yorumlayan ağa, kadına ne gözle baktığını bizlere göstermiş olur.
Özellikle filmin final sahnesi, estetiği ve ışığın, kameranın kullanışı ile Türk sinemasında tektir denilebilir. Genç kızın kuyuya su almak için inen Hayati Hamazoğlunu taş atarak öldürmesi, kuyu içindeki çekimler ve genç kızın kuyunun yanındaki intihar sahnesi, Metin Erksanın ne kadar büyük bir sinema estetiğine sahip olduğunu anlamamıza yeter de artar bile.
Kuyu filminde, minimal bir kamera anlayışını benimseyen ve anlatının heyecanından da bir şey kaybetmesine izin vermeyen rejisör, gerçek bir şaheser ortaya koymuştur. Özellikle bu temponun ve heyecanının düşmemesinde, filmdeki müzik kullanımının da yeri vardır. Müzikler büyük bir uyumla, sahnelere işlenmiş; notaların sahibi de Orhan Gencebay olunca, tek bir kusura rastlanmaz.
(Saygı Duruşu: Filmi keşfetmemde önemli bir yere sahip olan Ahmet Uluçay, Metin Erksan, Hayati Hamzaoğlu, Orhan Gencebay)
Bu vesile ile bir kez daha sevgili metin erksan'ı ve sevgili üstadım ahmet uluçay'ı rahmetle anıyorum.
Yukarıdan bakana bir dipsizlik, aşağıdan bakana bir sonsuzluk olarak görülen çukurdur. Yukarıdan bakan altında kaldığı göğün etkisiyle bakar ha bakar. Bir taş atıp onun yankısını dinler. Aşağıdan bakana altında kalan çamurla her yan "insan" olarak görünür. Artık kaburgasından sökülen Havva'ya değil o havanın günahkârlığını soyunur.
metin erksan'ın mülkiyet üçlemesinin pek bilinmeyen halkası. susuz yaz'da su, yılanların öcü'nde toprak mülkiyetini ele alan erksan bu filminde insan mülkiyetini ele alır. zincirin iki halkası kadar bilinmeyen bu film bana göre onlardan daha etkileyicidir. filmde tutkulu bir aşık olan erkek, kendisini asla sevmeyen ve aslında pek de güzelliği olmayan -tabi film icabı pek güzel değil, rahmetli nil göncü epey güzel bir kızmış- kızı tam üç defa kaçırır, kaçırma sahnelerinde bol bol orman, su, bana her nedense rahatsız edici gelen gencebay bağlaması, kuş sesleri ve jandarmalar bize eşlik eder. filmin bu kısımları afyon dinar'da çekilmiştir... ve sonra en nihayetinde unutulmaz final gelir, kız elini yüzünü yıkamak için kuyuya inen aşığını üzerine attığı büyük taşlarla öldürür, sonra da su çekmeye yarayan mekanizmaya kendini asar. spoiler veriyorum ama bu tür filmler sonu için izlenmez.
Hayvanın içine düştüğü çukuru ona ad olarak vermek de, ona yarasını tekrar tekrar hatırlatmak gibi bir şey.
Neyse ki kuyu, güzel olayları da beraberinde getirmiştir.
Düştüğü yerden fen lisesi öğrencilerinin yaptığı robotik kolla kurtulmuştur. Bizi ancak eğitimin, bilimin kurtaracağını bir kez daha görmemizi sağlamıştır kuyu.