Apollo'nun aya ilk gittiği günlerin hemen ertesinde başladım okula. 60'lı yılların sonuydu.
Sabah mahmurluğundan henüz kurtulamamış çocuk bedenimi dik bir yokuşa vurmanın ve katettiğim her metrede biraz daha ağırlaşan çantamın etkisi ile eziyete dönüşürdü okula gidişlerim.
Kısa kış günlerinin erkenden kararan havasındaki dönüşlerim ise; sağ-sol çatışmalarının yoğun olarak yaşandığı bu semtte, çocuk aklımla, serüvenlerle dolu bir eğlence gibi gelirdi bana. Laf aramızda, çoğu kez korkudan, kendimi seyranbağları'nın dik yokuşundan aşağı saldım mı olgunlar sokağın köşesindeki evimize dakikalar içerisinde ulaşırdım.
O dönemde, öylesine tehlikeli bir yerdi ki burası; evimizin önünden geçen bülbülderesi caddesi, sağ ve sol silahlı grupların bulunduğu küçükesat ve seyranbağları semtlerini birbirinden ayıran bir sınır çizgisi gibiydi. Biraz aşağıda Ahmetler bölgesindeki Çorum, Yozgat ve Sivas öğrenci yurtlarında kalan üniversite öğrencileri sağ görüşlülerden oluşuyordu. Seyranbağları tarafında ise solcular hakimiyetlerini ilan etmişlerdi. Bu durumda, taraflar nadiren gündüz saatlerinde ama çoğunlukla geceleri sınırı geçerek diğer grupların toplandıkları kahvehaneleri kurşun yağmuruna tutuyorlar, her iki taraftan da ölenler ve yaralananlar oluyordu.
Sürekli gündemin ilk sırasını alan siyaset dışında, o günlerde bir önemli konu daha vardı; Apollo'nun aya gidişi. Evde, okulda, çarşıda-pazarda, kahvehanelerde, radyoda ve gazetelerde konuşulan, tartışılan; 'insanoğlunun aya ilk ayak basışı'.
Hangi çocuk, okuldan geldikten hemen sonra yatıp da uyumak ister?
Ben isterdim. Yatağa girdiğimde, çocukca hayallerim kısa süre sonra düşlere dönüşerek devam eder ve Apollo'nun ay serüvenleri ile şekillenirdi. Renkli düşlerimdeki baş kahraman daima bendim. ilk aşkım, sınıf arkadaşım; yonca baş kadın oyuncu, yan binada bulunan simit fırınının sahibi Ferit usta'nın oğlu Mahmut ise baş-belalım.
Aya ilk ayak basan astronot bendim. uzay aracının modüllerini başarıyla birbirine kenetleyen, Yanımda yonca, ay aracı ile gezinti yapan, hatta, türk bayrağını ayın yüzeyine ilk diken, yine ben. Düşünün bir kez, tüm dünya beni izliyor! Yüzbinlerce göz ülkemden gıpta ile milyonlarca göz ise dünyadan kıskanç bakışlarla. Belalım, kel Mahmut ise hasetinden çatır-çatır çatlıyor.
Sabahları, anacığım beni öperek uyandırmaya çalıştığında, yonca tarafından öpülmekte olduğumu görerek ve gülümseyerek uyanırdım.
- "O kadar mutlu bir yüz ifaden var ki seni uyandırmaya kıyamıyorum oğlum!"
derdi annem. Nasıl olmasın ki? yanımda yonca ay aracımla dolaşırken, yakınından geçtiğimiz ya bir lolipop ağacından lolipop, ya da bir gül lokumu ağacından lokum koparıp ona her sunuşumda bir öpücük konduruyordu yanağıma.
ilk aşkımdı o benim. Zayıf, kısa boylu, kısa siyah saçlı, küçücük ve daima gülümseyen beyaz yüzünde kocaman gri gözleriyle içime işleyen derin bakışları vardı. Düşen ön süt dişleri nedeniyle 'te' leri tıslayarak söylerdi ve bu sevimli durumu, çocuk aklımla beni daha çok etkilerdi. Kapı tarafında en ön sırada otururdu sınıfta. Hemen önümdeki sırada, Semra ile birlikte. Kıskanırdım Semra'yı. O'nun yerinde olmayı isterdim hep.
Sarı saçlı, mavi gözlü, ufak-tefek bir çocuktum ben de. 'Tıfıl' deyip takılırdı arkadaşlarım. Belalım kel Mahmut haricinde kim söylerse söylesin pek etkilemezdi beni. Zaten, bu lakap da o'nun sayesinde yapışıp kalmıştı yakama.
Mahmut, on-onbir yaşlarında, bizlerden üç-dört yaş kadar büyük bir çocuktu. Üç numaraya vurulmuş saçları arasında, kafasının arkasında derin beyaz bir çizgi vardı. Muhtemelen, benim gibi köyünde de birilerini kızdırmış ve o kişi tarafından taş kafası yarılmıştı. iriydi. Hatta, öylesine iriydi ki sürekli bana takılmasına rağmen ağzının payını vermeye hiçbir zaman cesaret edememiştim.
Aslında sessiz ve içine kapanık bir çocuktu ama konu yonca olduğunda, kabak çiçeği gibi aniden açılıp-saçılıyordu. Sabahları babasının fırınından getirdiği simiti yonca'ya armağan etmesi ise beni deli ediyordu. Yonca'nın ona özel bir ilgi gösterdiğini ya da yakınlaştığını hiç görmedim. O'nun armağan ettiği simitleri alıyorsa da sırf nezaketinden alıyordu. Ailesi ile birlikte köyden-şehre, iki-üç yıl kadar önce göçmüş, köyünde okula hiç gitmemiş, şehirde ise babası; Ankara'daki yakınlarının baskısı sonucu onu okula yazdırmak zorunda kalmıştı.
Bizler, harfleri yeni-yeni hecelerken, o çat-pat okuyabiliyordu ve bu durum beni tarif edilemez bir biçimde kızdırıyordu. Sırf o'na inadımdan, o'ndan daha iyi okuyabilmek adına, babama yalvarıp cin ali kitapları aldırmıştım. Artık çok sevdiğim uykularımdan fedakarlık edip akşamdan, gecenin ilerleyen saatlerine kadar süren okuma çalışmalarına başlamıştım;
Zavallı babacığım! Gösterdiğim bu azmin gerçek nedeninden habersiz, anneme dönüp, " bu çocuk adam olacak! hanım." dermiş.
O dönemlerde, öğretmen kadın ise kürsüsünün üzerinde bir vazo bulunur ve içinden çiçek hiç eksik olmazdı. Ekonomik olanaksızlıklara rağmen her öğrenci kah çiçekçiden bir demet papatya, kah bahçesinden bir karanfil ya da gül getirir ve vazonun içerisine özenle yerleştirirdi. Bu, öğretmene duyulan saygının da bir gereği olarak görülürdü. Vazo, her hangi bir nedenle boş kalırsa, küçük yaşımıza rağmen görevini yerine getirememiş olmanın verdiği eziklikle garip bir utanç duyardık.
O gün yonca, bir demet kırmızı karanfille girdi sınıfa. Kitaplarını sabırsızca sırasına koyarken, karanfil buketini elinden düşürdü. Hemen eğilip buketi yerden aldım fakat baş aşağı yere düşen buket içerisindeki bir karanfil sapından kopmuştu. Bir çocuk titizliğinde buketi yeniden düzenleyip yonca'ya uzatırken diğer elimle de sapı kopuk karanfili ona sundum.
"o sende kalsın." dedi.
O günün nasıl geçip akşam olduğunu hatırlamıyorum. Yonca, bana bir karanfil vermişti. Ne nedenle verdiği önemli değildi, ne şekilde verdiği önemliydi. Göz-göze geldiğimiz o an, o derin gri gözlerindeki ışıltıydı önemli olan. Kırk iki yıl sonra bugün dahi gözlerimde izleri kalan.
Eve döner dönmez, önce onu gizli gizli öpüp okşadım ve sonra kütüphanenin her anlamda en ağır kitabı olan, kamus-ı fransavi *'nin arasına koyup kaldırdım.
Bu itici güç ve azimle, güzel ve akıcı okumayı kısa sürede söktüm. Kadriye öğretmenim, kırmızı kurdeleyi sınıfta ilk bana taktı. Hiç unutmam! Siyah önlüğümün üzerinde nasıl da pırıl pırıl parlıyordu.
insanın genzini yakan isli bir cumartesi gününün öğle saatlerinde, bayrak töreni için okulun bahçesinde toplanmıştık. O zamanlar, cumartesi günleri yarım gün öğretim vardı. Öğrenciler sınıflarda, önden arkaya doğru boy sırasına göre oturtulurdu ve bayrak töreni de aynı nizamda yapılırdı. Yani yonca, yine hemen önümde duruyordu. Bizler henüz küçük olduğumuzdan istiklal marşını ezbere bilmiyorduk ve bu nedenle de üçüncü sınıfta okuyanlardan itibaren, ağabeylerimiz/ablalarımız marşı okurken bizler, hazır-ol! vaziyetinde sessizce onları dinliyorduk.
işte! tam da bu sırada, kulaklarımızı çınlatan dört-beş el silah sesiyle irkildik. Marş yarıda kesilmiş, çığlık sesleri etrafı kaplamış, tüm öğrenciler ya yere çömelmiş ya da yatmıştı. Başını ellerinin arasına almış olan ben de çömelenler arasındaydım. Silah seslerinin devam etmediğini anlayınca gözlerimi açtım. Yonca, ayaklarımın üzerinde yüzükoyun yatıyor ve uzun-beyaz boynundan dantelli beyaz yakasına kan sızıyordu.
Dondum kaldım! Bağırmak istedim, bağıramadım. Kesildi, sesim-soluğum. Yanı-başındaki Semra durumu fark ettiğinde çığlık-çığlığa bağırmaya başladı. Onu kucağıma almak, çocuk aklımla kollarımda hastaneye yetiştirmek için kavrayıp-kaldırmayı denedim; olmadı. Gücüm yetişmedi. Tüm gücümle bunu bir kez daha denedim ama yine olmadı.
Başımı hırsla havaya kaldırırken mahmut'la burun-buruna geldim. Kollarımın arasından kaptığı gibi kavrayıp kucakladı yonca'nın hareketsiz bedenini ve etrafında dönerek bağlar caddesindeki taksi durağına doğru koşmaya başladı. Ardında ben; tıfıllığıma belki de ilk kez lanet ederek elli metre kadar koştuktan sonra Oktay öğretmen ardımızdan yetişti. yoncayı mahmut'un kollarından aldı ve taksi durağına doğru koşmaya devam etti. Mahmut yere çöküp kalmıştı bense, Oktay öğretmen'in ardından inatla koşmaya devam ettim. Taksi durağına geldiğimizde, Oktay öğretmen, durakta bekleyen 56 Chevrolet' nin arka kapısını açarak yonca'yı koltuğa itinayla yerleştirdi ve bana dönerek;
- "hemen okula dön! Hadi, hemen!"
diyerek kapıyı çekti. bozuk asfalt yolda salına salına giden 56 Chevrolet' nin ardından öylece baka-kaldım.
Aya ilk ayak basan, ay aracına sevdiği kızı atıp dünyaya caka satan büyük kahraman gitmiş, o'nun yerine zavallı, çaresiz bir ben gelmişti. Sevdiğim kızı, üstelik bana en çok ihtiyaç duyduğu anda kucağıma almayı bile becerememiştim. Tarifi mümkün olmayan büyük bir yıkımdı bu benim için. Kelimenin tam anlamıyla dibe vurmuştum, yerlerdeydim.
Kendimi biraz olsun toparlayıp okula doğru geri döndüğümde, mahmut'un halen düştüğü yerde olduğunu fark ettim. Yanına gittiğimde, bir sırtlan gibi soluyordu. Anlaşılan, o da var olan gücünü sonuna kadar kullanmış ve bitap düşmüştü.
O gün ve o gece bir türlü bitmek bilmedi.
Ertesi gün Pazar olduğundan okul yoktu ama içim-içimi yiyordu. Yonca'nın durumunu mutlaka öğrenmeliydim. Israrlarıma dayanamayan babam okul müdürlüğünün telefonunu buldu ve aradı. Uzun-uzun telefonu çaldırdı ve nihayet karşıdan bir sesin cevap vermesini sağlayabildi. acı haberi okulumuzun yaşlı hademesi vermeşti. Yonca, bitkisel hayattaydı. Anlamını bilmediğim bitkisel hayatın ne olduğunu en ince ayrıntısına kadar öğrenmeden, babamın yakasını bırakmadım.
Küçüktü evet! Ancak yine de bir umut vardı.
Pazartesi günü, okula annemle birlikte gittik. Giriş kapısının önünde bir kalabalık vardı. Hemen tüm öğrenciler, o gün velileri ile birlikte gelmişlerdi okula. Kalabalığa yanaşıp ne olduğunu sorduğumuzda,
- " muavin, bugün okul olmadığını söylüyor."
dedi bir bayan ve devam etti;
- " vurulan kızcağız ölmüş! lanet olası sağ-sol kavgası, günahsız bir yavrucağın daha canını aldı."
Önceleri psikolojik tedaviler, ardından iştahsızlık giderici iğrenç balık yağı şurupları, vitamin iğneleri, bitmek-tükenmek bilmeyen anne-baba çırpınışları ve zaman, ilaç oldu. Bütün bu uğraşlara rağmen, kendimi toparlamam çok ama çok uzun sürdü. ikinci dönem, okula devam edemediğimden yıl da kaybetmiştim üstelik.
sonra, büyüdüm!
evlendim, çoluk-çocuk sahibi oldum, olgunlaştım ve artık yaşlanmaya yüz tuttum ama;
ilk aşkımı asla unutmadım!
Kamus-ı fransavi'nin arasında özenle kurutulmuş kırmızı karanfil, bir bankanın kiralık kasasında ve içi kırmızı kadife kaplı bir mücevher kutusunda saklanıyor şimdilerde. Arada bir gidiyor, kutunun kapağını açarak havalanmasını sağlıyorum. Uzaktan koklamak serbest ama dokunmayı yasakladım kendime; yaşlılıktan mıdır, nedir bilmem ama artık kırılganlaştı iyiden iyiye.