iman gücüyle kazandığımız zafer olarak bize öğretilmiştir. iman gücüyle savaşıp kurtulan bir ülkenin şimdi imanın ''i'' sini ağzına alanı rejim düşmanı olarak görmesi kafalarda soru işaretleri bırakmaktadır.
Kurtuluş Savaşı neden yapılmış ki? Cumhuriyeti kurmaya ne gerek vardı? Mondros, Sevr bizleri Avrupa ve Avrupa devletleri ile bütünleştiren, bizi onlarla birleştiren anlaşmalar ve belgeler değil miydi?
Avrupa içimize girmişti. Siyasetiyle, şirketiyle, okullarıyla, gazetecileriyle ve tabii askeriyle... Tam olarak bütünleşmiştik. Elitimiz, siyasetçimiz, iş çevrelerimiz bu bütünleşmeyi büyük ölçüde onaylamışlardı.
Yabancı orduların askerleri ile futbol maçları yapıyor, turnuvalar düzenliyorduk. Biz Avrupa'ya daha o zaman girmiştik. Elitimiz onlarla daha o zaman iç içe, kucak kucağa oturmuştu. Türkiye bölünmüş de ne olmuş sanki? Ermeni'si, Rum'u ve diğerleriyle gül gibi geçinip gidiyorduk.
Bu bütünleşmeyi bozmaya ne gerek vardı. Hazır bütünleştiğimiz Avrupalıları ülkemizden çıkarmak için onlarla savaşmaya ne gerek vardı? Şikâyet edecek ne vardı ki? Avrupalılar biz ne zarar vermişlerdi ki? Elitimiz memnundu, gerisi de hiç önemli değildi. Köylü, gariban kimin umurundaydı ki?
- Şirketleri buradaydı: Ne güzel, iç ticaretimizi, dış ticaretimizi, dokumamızı, tütünümüzü, gazımızı, elektriğimizi, demiryollarımızı, denizyollarımızı onlar idare ediyorlardı. Bütün bunlar Batılılaşmanın, Avrupalılaşmanın unsurları değil miydi sanki?
Bu Avrupalı ve Batılı şirketleri kovarak suyu, elektriği, gazı, demiryollarını millileştirmeye ne gerek vardı? Daha sonradan özelleştirerek tekrar aynı şirketlere satmaya çalışacağımıza en baştan onlara hiç dokunmamak daha uygun olmaz mıydı?
- Sonra ne gerek vardı Mustafa Kemal 'in misyoner okullarını kapatmasına, onların faaliyetlerini yasaklamasına? Şimdi teşvik etmiyor muyuz? Devlet liselerini, üniversitelerini bile ingilizce, Fransızca, Almanca dili ve hocalarıyla donatmıyor muyuz?
- Mondros ve Sevr bu bölgeyi ve insanlarını Avrupa'nın ve Amerika'nın himayesi altına bir güzel sokmuştu. Şimdilerde, onların ordularını içimize sokmak için Meclis'lerden karar çıkarmaya çalışıyoruz. Karar çıkmıyor, adamlar bize kızıyorlar. O zaman hazır gelmişler, yerleşmişler; karar çıkartmaya bile gerek yoktu ki.
Gül gibi geçinip gidiyorduk. Esnaf memnun, kiliseler dolu, Avrupa ve Amerika parası akmayacak mıydı? Beyoğlu'nun eğlence yerleri de dahil olmak üzere...
Kim demiş 'Kurtuluş Savaşı' diye?
Kim çıkarmış bu Kurtuluş Savaşı'nı? Adamları kovmuşuz, hem de savaşarak. Yalnız askerlerini değil şirketlerini, misyonerlerini, okullarını da göndermişiz. Cumhuriyet diye, bağımsızlık diye, Atatürk ilkeleri diye kopmuşuz Batı'dan.
Utanmadan şirketlerini ve okullarını bile millileştirmişiz. Halbuki biz Tanzimat'la birlikte, Avrupa'yla bütünleşmek için ''Gayri millileşmeyi, bir milli politika olarak benimsememiş miydik''?..
Avrupa'yla bütünleşmek istiyorsan ulusal değil ''gayri milli'' olacaksın.
- Bak, bazı büyük sermaye çevreleri ne güzel söylüyorlar; her şey gayri milli olmalı diyorlar. Mallar dışarıdan gelsin, akıl, kültür ne varsa dışarıdan gelsin. Din, eğitim dışarıdan gelsin demiyorlar mı?
- Bazı tarikatlar da bu görüşü savunmuyorlar mı?
Ulusal bir şey yoktur, bize Avrupa ve Amerika himayesi gerekir demiyorlar mı? Bizim askerlerle olmaz, bize onların askerleri uyar diye düşünmüyorlar mı?
1919-1923 arasında ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yaptığımız hataları şimdi düzeltiyoruz.
- Balta Limanı Antlaşması'na rahmet okutan Gümrük Birliği belgeleri imzalıyoruz.
- Avrupa Birliği'ne bir güzel, ''tek yanlı bağlanıyoruz'' .
- Eğitimimizi gayri milli hale getirip misyoner okullarına destek veriyoruz.
- Türk Hava Yollarımızı, Tekelimizi, denizyollarımızı, sigaramızı, telefonumuzu yeniden yabancı şirketlere teslim ediyoruz.
- Kısacası yeniden Avrupa'nın ve Amerika'nın himayesi altına giriyoruz. Aynen işgal yıllarında olduğu gibi, aynen Mondros, Sevr yıllarında olduğu gibi Batı ile bütünleşiyoruz.
Evet değerli sözlük kullanıcları/yazarları bütün bu yazdıklarıma ''Bu bir cennet'' diyenler var; bu, ''Yeniden cehennemin içine girmektir'' diye düşünenler var.
fatma hatunun düşmandan gizli cepheye ekmek taşırken, kucağında ağlamaya başlayan bebeğini, düşman onları fark edip cephe yerini öğrenmesin diye, kendi elleriyle şehit ettiği savaş, bunun gibi binlerce örneğe, modern zamanlarda modern sevrler imzalayarak,pek de güzel teşekkür ettiğimiz savaş..
filminin yapılmasını şiddetle arzuladığım savaş. hatta bizzat türk yapımcılar yapsa ama yeterli imkan ve bütçe olmadığı için zor gibi şimdilik. yapsak bile düdük bir filmden öteye geçemez gibime geliyor. braveheart, the patriot, gladiator, the last samurai, troy ve benzerleri gibi birçok tarihi savaş filmi çekmiş ve hali hazırda malzeme arayan hollywood yapımcıları, bizim kurtuluş savaşımızı da keşfederlerse kıllı parayı ve oscarları götürecekler. atatürk'ü de gerard butler canlandırır. demedi demeyin.
Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır.
Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için
ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın,
daha küçük kaldığı için
ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten
evimize, aşkımıza ve kendimize dair
sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını
seyrediyordu Kocatepe'den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.
Düşman üç saatlik yerdedir
ve Hıdırlık-tepesi olmasa
Afyonkarahisar şehrinin ışıkları gözükecek.
Küzeydoğuda Güzelim-dağları
ve dağlarda tek
tek
ateşler yanıyor.
Ovada Akarçay bir pırıltı halinde
ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var :
Akarçay belki bir akar su,
belki bir ırmak,
belki küçücük bir nehirdir.
Akarçay Dereboğazı'nda değirmenleri çevirip
ve kılçıksız yılan balıklarıyla
Yedişehitler kayasının gölgesine girip
çıkar.
Ve kocaman çiçekleri eflâtun
kırmızı
beyaz
ve sapları bir, bir buçuk adam boyundaki
haşhaşların arasından akar.
Ve Afyon önünde
Altıgözler Köprüsü'nün altından
gündoğuya dönerek
ve Konya tren hattına rastlayıp yolda
Büyükçobanlar Köyü'nü solda
ve Kızılkilise'yi sağda bırakıp
gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam
kaynakları ve yolları düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu,
yalnız, Yunan'dan önce ve Seferberlik'ten evvel
Selimşahlar Çiftliği'nde ırgatlık ederken Manisa'da
geçerdi Gediz'in sularını başı dönerek.
Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.
Saat 3.30.
Halimur - Ayvalı hattı üzerinde
manga mevziindedir.
izmirli Ali Onbaşı
(kendisi tornacıdır)
karanlıkta gözyordamıyla
sanki onları bir daha görmiyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer :
Sağda birinci nefer
sarışındı.
ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi
fakat bölükte
yoktu onun üstüne şarkı söyliyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı
tezkere alıp Urfa'ya girdiği akşam.
Altıncı,
inanılmıyacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtıyar bir muhacir karısına bıraktığı için
kardeşleri onu mahkemeye verdiler
ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona «Deli Erzurumlu» derdiler.
Yedinci, Mehmet oğlu Osman'dı.
Çanakkale'de, inönü'nde, Sakarya'da yaralandı
ve gözünü kırpmadan
daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci,
ibrahim,
korkmıyacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp
birbirine böyle vurmasalar.
Ve izmirli Ali Onbaşı biliyordu ki :
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar.
Saat 4.
Ağzıkara - Söğütlüdere mıntıkası.
On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, makanizmalar üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı
mevzideki biricik silâhsız adam :
ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru,
durdu boyun büküp
el kavuşturup
sabah namazına.
içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.
Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenâbı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat 4.45.
Sandıklı civarı.
Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri
kuyruğunu karanlığa vuruyordu :
dizkapaklarında kan,
kantarmasında köpük...
ikinci Süvari Fırkası'ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.
Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.
Karşı dağlar ardında, düşman elinde kalan
bir başka horoz vardır :
baltaibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar herhal onu çoktan kesip
çorbasını yapmışlardır...
Saat beşe on var.
Kırk dakka sonra şafak
sökecek.
«Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak».
Tınaztepe'ye karşı Kömürtepe güneyinde,
On beşinci Piyade Fırkası'ndan iki ihtiyat zabiti
ve onların genci, uzunu,
Darülmuallimin mezunu
Nurettin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynıyarak
konuşuyor :
-Bizim istiklâl Marşı'nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın :
«Gelecektir sana vaadettiği günler Hakkın.»
Hayır,
gelecek günler için
gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz
vaadettik kendimize.
Bir şarkı istiyorum
zaferden sonrasına dair.
«Kim bilir belki yarın... »
Saat beşe beş var.
Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı :
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp
ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes mâcereda,
ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzımı Hasan'ın
yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi,
kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük,
öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki
bütün ömrünü ve hâtırasını
ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.
Yüzbaşı sordu :
- Saat kaç?
- Beş.
- Yarım saat sonra demek...
98956 tüfek
ve şoför Ahmet'in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün âletleriyle
ve vatan uğrunda,
yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle
Birinci ve ikinci ordular
baskına hazırdılar.
Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,
beygirinin yanında duran
sarkık, siyah bıyıklı süvari
kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nurettin Eşfak
baktı saatına :
- Beş otuz...
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz...
Sonra.
Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
Bunlar :
Karahisar güneyinde 50
ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
Sonra.
Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini ihâta ettik
Aslıhanlar civarında
30 Ağustosa kadar.
Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyı külliyesi imha ve esir olundu.
Esirler arasında General Trikopis :
Alaturka sopa yemiş bir temiz
ve sırmaları kopuk frenk uşağı...
Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nurettin Eşfak'ın ayağı.
Nurettin dedi ki : «Teselyalı Çoban Mihail,»
Nurettin dedi ki : «Seni biz değil,
buraya gönderenler öldürdü seni... »
Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü
ordularımız izmir'e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan
Deli Erzurumluydu.
Devrildi.
Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı,
baktı karşıya.
Gözler hayretle yandılar :
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü
ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.
Sonra...
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden
ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden
yüzlerini toprağa döndüler...
Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı.
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız
ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor
yaratıyordu da.
Ve kılıçların,
nalların,
ellerin
ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.
Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü
ve şu türküyü duydu :
«Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim...
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim... »>
Sonra.
Sonra, 9 Eylülde izmir'e girdik
ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinden gelip
öfkeden, sevinçten, ümitten ağlıya ağlıya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber
seyretti izmir rıhtımından Akdeniz'i.
Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların mâcereları vardır...
ingiliz baskısıyla ordu komutanlığından alınan mustafa kemal,askerlikten istifa eder..gerçekçilikten uzaklaşmadan,hayale kapılmadan,büyük bir sabırla,bütün anadolu'yu yurtseverlik ve bağımsızlık bayrağı altında toplamaya koyulur...mustafa kemal atatürk önderliğindeki ordumuz ve yine onun bir araya topladığı halkımızın elde avucta hiçbir şey yokken,galip devletlere,yunan ordusuna,ermenilere karşı silahlı mücadeleye girişmeyi cılgınlık sayanlar coktur..silahları elinden alınmıs türk ordusu nun bu tarihteki gücü 35-40 bin kişidir..oysa türkiye deki işgalcilerin sayısı 400 bin i bulacaktır..yoksul,bitik anadolu,o kadar işgalciyi ve onbinlerce icerdeki haini yenmeyi başaracaktır...milli mücadele işte bu mucizenin,bu onurlu çılgınlığın adıdır... *
bunlara, bu başlıklara rağmen, hatta durumumuzu ve yapmamız gerekenleri baştan sona açıklayan atatürk'ün gençliğe hitabesi'ne rağmen, başımızdakilerin yaptıklarını görmemize, bilmemize rağmen sessiz kalmak, birşeyler yapmamak ve olacakları beklemek, kısacası %47... "nankörlük" ten başka bir şekilde nitelendirilebilir mi...
bu ülkenin topraklarında yaşamamla gurur duyduğum birçok şeyden biri. Okudukça,izledikçe kendimden geçtiğim, ağladığım ve yeniden doğmanın ne olduğunu şu anda anladığım yegane kahramanlık türküm. Sarışın kurtlarım, kara osman'larım, istanbul'lu azınlıklar, Mehmet Çavuş, makineli tüfekler, mermi taşıyan kağnılar hepsi, benim gerçekliğim. Kaçanlar, kalanlar, ölenler, yaralananlar hepsi benim acım.
dünyanın en büyük savaşı diyeni ilk defa gördüm. haa doğru aslında saldırmak için önce sallama çay gerek.
onu temel alıp kendi fikrini benimsetmeye çalışmak gerek.
kurtuluş savaşı emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk savaştır. bu savaş sadece türk insanına değil,
dünyadaki her ezilen millete örnektir.
ingiliz mandasına hasret olanların ne bok yemeye bu topraklarda yaşamaya hakkı var onu da anlamıyorum.
1. dünya savaşı sonrası işgal edilen topraklara bakıldığında ne olduğu ortada olan savaştır. yıllar boyu anadolu'yu çorak bırakmış, ilgilenmemiş, sırtını dönüp sadece savaşlarda hatırlamış osmanlı'nın tarihe gömülüp vatandaşını temel alan bir ideolojik sisteme sahip türkiye cumhuriyeti'ni doğuran savaştır.
anti-emperyalist oldugu iddia edilen kurtulus savasi esnasinda emperyalist fransa ile antlasma imzalanmistir. en az rte kadar icli disli bir durum varmis.
yunanistan'da anadolu mağlubiyeti nedenleri devamlı aranmakta ve işlenmektedir, yüzlerce eser yayınlanmıştır bu konuda ve sürdürülmektedir... 1925 doğumlu yazarın tek kitabıyla kurtuluş savaşı öğrenilmez...
efendiler biz askeri değil, milleti giydiriyoruz. elbiseyi alan üç gün sonra firar ediyor.
fevzi cakmak 1920
bu milletin övüneceği bir tek kurtuluş savaşı var, anılarımı yazıp onun da tadını kaçırmayayım.
rauf orbay
kurtuluş savaşı tarihi aslında bildiğimiz gibi değildir
atilla ilhan
annem izmir'de yandi.
panionis-galatasaray macindan bir pankart
cerkez ethem'ín milli davanın kazanılmasında çok emeği vardır.onun o akibete sevk edilmesinde ismet inönü'nün tahriklerinin rolü büyüktür.
riza nur
sonuç belli olmuştu. ordu, 1643 şehit, 4.981 yaralı ve 374 esir vermiş, 18 top, 47 ağır, 34 hafif makinalı tüfek kaybetmişti. elde yalnız 28.825 tüfek kalmıştı. gerçek buydu. 'kaçak sayısı?' 'tam sayı belli oldu. Şaşırmaya hazır ol:30.809 'neee? 'Üstelik bunların 30.122'si de tüfeği ile kaçmış. o yüzden elimizde az tüfek kaldı.
Bir avuç asker tarafından kazanıldığını herkesin itiraf ettiği kaçanların vs. sayılarını vererek, ama nedense bunda herkesin bir hiciv aradığı savaş...
Evet, bir avuç asker tarafından kazanıldı, hatta Rauf Orbay'ın anılarından hareketle, subaylar cephe gerisinde ellerinde beylik tabancaları ile kaçmaya çalışanları tek tek vurdu, sonuç olarak yine de kazanıldı...
Ancak yok kapitalis fransa ile antlaşma imzalandı, Rusya'dan silah alınarak kazanıldı, zaten yunanlar kendileri kaçtı gibi ısrarlı ısrarlı yorumlar yapanlarımız var, neye hizmet anlamıyorum o da...
Aklı az çok yerinde olan ve biraz karşılaştırmalı tarih okuyan (ilkokul 3 tarih kitaplarından okumayan) herkes anlar ki, büyük taarruz denilen o aktiviteye kadar, zaten sırasıyla Toros dağlarının bir ucundan diğerine, kimilerinin yine bu sözlükte "Mahalle savaşı" diye adlandırdığı kuvay-ı milliye'nin gerilla taktikleri, etkisini göstermiş zaten yunanların direncini kırmış bu topraklarda artık kendi istedikleri o ülkeyi kuramayacaklarını anlamalarını sağlamış, götün götün geri de çekilmelerini sağlamıştır...
Hatta bunda da anıları merak edilen Çerkez Ethem'in katkısı büyüktür. Çerkez Ethem'de o dönemin en sağlam Mafyasıdır... Evet Mafyası, onun da düzenli bir ordusu falan yoktu yani, komutan değildi, çetesi vardı ve insanların elinde kalan tüfekleri vs. de zorla alınmasını sağladı, kurulan kısıtlı düzenli orduya verilmesini sağladı...
Yani analarımız, nene hatunlarımız cephedekilere kurşun doldururken babalarının hayrına doldurmadı evet, Çerkez Ethem'in ve Atatürk'ün yakınlık kurduğu bazı Mafyaların korkusundan doldurdu...