kuran ı kerim in mucizevi ayetleri

entry1 galeri0
    1.
  1. Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, sözü söyleyen, hükmü veren, mührü basandır.

    Kur'ân'ın, bazıları yeni yeni anlaşılan âyetleri, ilmin ulaşabileceği son ufka işaret etmektedir ki, ilim, hangi sahada olursa olsun vardığı son noktada Kur'ân'ın bayrağını görecek; ihtimal pek çok alanda yine de o bayrağa ulaşamayacaktır.

    Meseleyi aydınlığa kavuşturmak için birkaç âyeti arz etmekte fayda görüyorum:

    1- "Doğrusu davarlarda da sizin için deliller vardır: Zira size, onların karınlarında olan ile kan arasından hâlis bir süt içiriyoruz ki, içenlerin boğazından afiyetle geçer." (Nahl sûresi, 16/66)

    Allah'ın varlığına, birliğine emare ve delillerden birisi de hayvanlardır.

    Allah, içtiğimiz hâlis ve tam gıda olan sütü, hayvanların içinde kan ve fışkı arasından hâsıl etmektedir.

    Artık ilmen sabittir ki, canlının yediği gıda, midede ve bağırsaklarda sindirilir. Atılacak artık madde bağırsaklarda kalır; sindirimle hasıl olan kan ise bir kısım guddeler tarafından emilir ve kan damarlarına sevk edilir. ilk tasfiye böyle yapılır. Bunun ardından, süt guddelerine gelen kanın bir kısmı bu guddelerdeki hücrelere besin, bir kısmı da memeler musluğunda süt haline gelir. Modern ilim, hayvanın yediklerinin süt haline gelebilmesi için, onun midede sindirilmesini müteakip önce fışkıdan, pislikten ayrıldığını ve sonra da kandan ayrıldığını söylüyor. Kur'ân'da, "min beyni fersin ve demin" ifadesiyle, "Kan ve fışkı arasında iki tasfiyeye tabi tutularak, meme musluklarında süt haline gelir." buyuruyor. Bunu, 14 asır öncesinde Kur'ân'la haber veren Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şahsen bilmesi şüphesiz mümkün değildi. Bunu ona, Kur'ân vasıtasıyla öğreten Allah'tı.

    2- "Hâsılı, Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini islâm'a açar; kimi de saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki o kişi göğe yükseliyormuşçasına dar ve tıkanık yapar. işte Allah, bu şekilde imana gelmeyenlere rüsvaylık verir." (En'am sûresi, 6/125)

    Kur'ân, dalâlet ve küfür bataklığında göğsü daralan, hiçbir zaman iç sıkıntısından kurtulamayan, Allah, Kur'ân, din, iman denilince de daraldıkça daralan bir insanın durumunu bir temsille, yani, bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şeyle anlatıyor. "imansızlığı kendisini sıkan, din ve iman denince de hafakanlara giren insanın hali neye benzer, biliyor musunuz?" diyor ve bu insanın halini şöyle tasvir ediyor: "Sanki zorla semaya doğru çıkıyor gibidir o." Kur'ân, "dağa doğru" demiyor, "semaya doğru" diyor. Semaya, yani göğe çıkma, çok yakın bir zamana kadar bilinen bir şey değildi. Özellikle semaya çıkıldıkça teneffüsün zorlaştığı, oksijen darlığı sebebiyle göğüsün sıkışacağı hiç bilinmezdi. Kur'ân, iman adına ortaya koyduğu bir temsille bu gerçeği, yine 14 asır öncesinden bildirmektedir.

    3- "Aşılayıcı olarak rüzgârlar gönderdik. Derken, gökten yağmur indirip onunla sizi suladık. O suyu, hazinelerde depolayan da sizler değildiniz." (Hicr sûresi, 15/22)

    Eski bazı tefsirciler, bu âyeti gerektiği ölçüde ve çok güzel anlamışlardır. Meselâ, bundan 11 asır önce yaşamış bulunan ibn Cerir et-Taberî'nin (ö. 311/923) bu âyeti tefsiri, sanki ona ait bir keramet gibidir. Bu konuda o, önce, ibn Abbas'a, "rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik demekle Allah ne kasdediyor?" diye sorulduğunu ve ibn Abbas'ın verdiği cevabı kaydeder; sonra da şunu ekler: "Rüzgârlar, evvela nebâtât âleminde aşılama yaparlar; sonra bulutlarda da aşılama yaparlar."[1] Daha sonra gelen tefsircilerin pek çoğu, hatta 20'nci asırda yaşayanları bile âyetteki bu mânâyı görememiş ve rüzgârların sadece bitkileri aşılamadaki rolüne temas etmişlerdir. Halbuki âyet, rüzgârların aşılayıcılığını zikretmesinin hemen ardından yağmurdan söz etmektedir ki, ibn Cerir'in buradaki maksadı görmesi gerçekten şâyân-ı takdirdir. Bulutların elektrik yüklü olduğu, ancak rüzgârların onları sürmesi ve bulutlardaki eksi ve artı kutupların birbiriyle buluşması neticesinde meydana gelen kısa devre sebebiyle yağmurun yağmaya başladığı bilimin yeni buluşlarındandır. Kur'ân, bunu 14 asır öncesinden haber verdiği gibi, ibn Cerir de onu 11 asır önce anlamış ve rüzgârların bulutları aşılamasından söz etmiştir.

    ikinci olarak, âyette "aşılayıcılar" şeklinde tercüme ettiğimiz kelime ile, "dölleme" mânâsındaki telkih kelimesi aynı kökten gelmektedir. Demek ki, bitkilerde de, bulutlarda da artı-eksi, erkeklik-dişilik söz konusudur. Çünkü aşılanma veya döllenme ancak bunlar arasında olur. Kur'ân, bunu yine 14 asır öncesinden haber vermektedir. O, zaten daha başka âyetlerinde de her şeyin çift yaratıldığından söz etmektedir (Yâ Sîn sûresi, 36/36; Zâriyât sûresi, 51/49). Bu da, Kur'ân'ın bir başka mucizesidir.

    4- "Baksana Allah, bulutları sevk ediyor, sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. işte görüyorsun ki, bunların arasından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlar büyüklüğünde bulutlardan dolu indirir de, onunla dilediğini vurur, dilediğini de ondan korur. Bu bulutların şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri alıverecek!"(Nur sûresi, 24/43)

    Âyet, bulutların terâkümünü (üst üste gelmesini) ve bunların bir kısmının dağlar heybetinde arz-ı dîdâr ettiğini anlatıyor. Uçakla havaya çıkmadan, bulutların dağ şekline geldiğini de bilemiyorduk. Âyet, yağmurun bulutların arasından geldiğini anlattığı gibi, burada üzerinde durmak istediğim asıl husus, âyetteki "O, gökten, orada dağlar büyüklüğünde bulutlardan dolu indirir." ifadesidir. Uçaklarla oraj bulutlarının (fırtına bulutları) içine girdiğimiz zaman, çok defa -ki, pilotlar bunu çok iyi bilirler- orada buz yığınlarının oynaştığını görürüz. Ve bunlar, uçağın kanadına vuracak olursa, kanadı deler. Kur'ân, "O dağlar gibi bulutların içinde bir de dolu vardır." diyor ve "min beradin" ile, bu dolunun tamamının değil, bir kısmının aşağıya indiğini ifade buyuruyor. Kur'ân, bunu 14 asır öncesinden haber vermiş olmasına mukabil, daha düne kadar ilmen, ne bulutların dağlar gibi şekiller aldığını, ne o bulutlardan bazılarının oraj bulutları olup, içlerinde buzların kaynaştığını, ne de dolunun o bulutlardan gelip ve bir kısmının da bulutlarda kaldığını biliyorduk.

    5- "Göğü Biz, kendi elimizle kurduk. Ve yine Biz onu, durmadan genişletiyoruz." (Zâriyât sûresi, 51/47)

    1920'lerde Hubble'ın astronomi âlemine bir hediyesi oldu: Hubble katsayısı olarak anılacak bir buluşla o, bir kısım galaksilerin belli nispette bizden uzaklaştığını keşfetmişti. Daha sonra Belçikalı matematikçi Lamaitre, bunu 'mekân genişlemesi' olarak tespit etti. Meselâ, kova burcundaki bir galaksi bizden dakikada şu kadar milyon kilometre hızla uzaklaşıyorsa, daha uzak bir galaksi daha hızlı uzaklaşmaktadır. Bunun tespiti, spektrumlarla, yani ışığın dağılımına ve kırmızıya kayışına göre yapılmaktadır. James Jeans ve Eddington gibi çok önemli ilim adamları bu şekilde mekân genişlemesini kabul ve müdafaa etmiş, Einstein da buna temayül göstermiştir. Bu genişleme, ister galaksilerin kaçışı şeklinde olsun, isterse, Einstein'ın "Bilemediğim bir yerlerde değişik âlemler teşekkül ediyor" sözüyle ifade ettiği henüz meçhul bir genişleme şeklinde olsun, fark etmez.

    Âyet, semâyı, hiçbir sebebe, başka hiçbir tesire vermeden Cenab-ı Allah'ın kurduğunu buyurduktan sonra, isim cümlesiyle, "Ve Biz, durmadan genişletiyoruz" buyurmaktadır. Arapça'da fiil cümlesi, sürekli yenilenme, isim cümlesi ise, devam ve sebat ifade eder. "Ve Biz, durmadan genişletiyoruz" cümlesi, Türkçe'ye fiil cümlesi gibi çevirsek de, aslı isim cümlesidir ve genişletmenin devamına, sebatına işaret etmektedir. Kur'ân, bu durmaksızın mekân genişlemesini, diğer ilmî hakikatler gibi, yine 14 asır öncesinden bu şekilde haber vermektedir.

    Birkaç âyetle bu şekilde Kur'ân'daki bazı ilmî gerçeklere ve Kur'ân'ın bu yöndeki mucizesine işaret ettikten sonra, Kur'ân-ı Kerim'de anlatılan yaratılış gerçeğine geçebiliriz.

    Yazı için asıl kaynak:

    http://tr.fgulen.com/content/view/11783/147/
    7 ...
© 2025 uludağ sözlük