bugün

http://www.kurandakidin.com adlı internet sitesinin derlediği hurafe listesidir.

BUNLAR KURAN’DA = DiN’DE YOK

1-    Kuran’ın tek başına yetersiz olduğu iddiası

2-    Hadislerin dinin kaynağı olması

3-    Mezhep alimlerinin fetvalarıyla helal ve haram belirlenmesi

4-    Mezhep çıkarımlarına göre Kuran’dan ayet iptal etmek

5-    Mezhepleri dine eşitlemek, mezhep bağımlılığını farzlaştırmak

6-    Kuran’ı musiki kitabı gibi anlamadan okumak

7-    Kuran’ı ölüler için okunan bir kitaba çevirmek

8-    Peygamber’in hadislerle Kuran dışı hükümler, farzlar, haramlar oluşturduğu iddiası

9-    Tüm canlıların Peygamberimiz sayesinde yaratılmış olması

10-   Peygamberler’i yarıştırma, Peygamberimiz’i en üstün Peygamber ilan etmek

11-   Peygamberimiz’in, Peygamberlik öncesi hayatını bile taklide kalkmak

12-  “Kuran eksiktir, detaylar başka kitaplardadır” demek

13-  Bazı kimseleri evliya kabul edip Cennetlik ilan etmek ve mezarlarında dinin özüne aykırı saygı gösterileri yapmak

14-  Tarikat şeyhlerini aşırı yüceltmek

15-  Tarikatlardaki rabıta gibi uygulamalar

16-  Bir tek Sunnilerin veya bir tek Şiilerin Cennetlik olduğunu iddia etmek

17-   Şiilikteki gibi 12 imamın veya bazı tarikatlardaki gibi şeyhlerin hatasız olduğunu söylemek

18-  Dine Arap geleneklerini sokmak

19-  Şahsi görüşlerine uydurmak için dini, reformla değiştirmeye kalkışmak

20-  “Peygamber’in sünneti” başlığıyla, hayatın her alanıyla ilgili uygulamaları dinsel uygulamalara çevirmek

21-  Çoğunluğun her zaman doğru olduğunu savunmak

22-  Mezheplerin tarihsel sürecini mezheplerin doğruluğuna delil saymak

23-  Hanefilik diye bir mezhep

24-  Şafilik diye bir mezhep

25-  Hanbelilik diye bir mezhep

26-  Malikilik diye bir mezhep

27-  Caferilik diye bir mezhep

28-  Maturudiye, Eşariye veya itikadi herhangi bir mezhebin taklitçiliği, eleştirilmezliği

29-  Kuran’ın ezeli olduğu iddiası

30-  Mezhep değiştirenlere sopa veya herhangi bir ceza öngörmek

31-  Aklı inkar etmek, taklitçiliği üstün tutmak

32-  Bilim düşmanlığı

33-  Sanat düşmanlığı

34-  Buhari diye bir hadis kitabına Kuran gibi uymak

35-  Müslim diye bir hadis kitabına Kuran gibi uymak

36-  Kütübü Sitte veya başka hadis kitaplarına Kuran gibi uymak

37-  Şiilikteki gibi taklit mercilerinin varlığını savunmak

38-  Sahabelerin (Peygamberimiz’i gören herhangi bir Müslüman) hangisine uyarsak uyalım doğruya erişeceğimiz iddiası

39-  Saçları örtme zorunluluğu (bu konu tartışmalı. anlayan anladığını uygulamakta özgürdür. madde alıntıladığım listede yer aldığı için dokunmuyorum.)

40-  Peçe takmak

41-  Haremlik-selamlık uygulaması

42-  Kadının tek başına seyahat edememesi

43-  Kadının, erkeğin tüm vücudu irinle dahi kaplı olsa, o vücudu yalayarak temizlese, yine de erkeğin hakkını ödeyemeyeceği düşüncesi

44-  Allah’tan başkasına secde edilseydi, kadının kocasına secde etmesinin gerekeceği iddiası

45-  Kadının yönetici, devlet başkanı olamayacağı

46-  Kadının yöneticileri seçme hakkının olmadığı

47-   Kadının sesinin erkek tarafından duyulmaması gerektiği

48-  Kadının Cuma namazını kılmaması

49-  Kadının aybaşılıyken namaz kılmaması, oruç tutmaması

50-  Kadınların aybaşılıyken Kuran okumaması, camiye girmemesi

51-  Kadınla erkeğin el sıkışma yasağı

52-  Kadının kalktığı yere soğumadan oturulamayacağı

53-  Kadının kapalı bir yerde, erkekle baş başa kalmasının haram olması

54-  Kadının, köpek ve domuzla beraber namazı bozan unsurlardan olması

55-  Kadınların çoğunun Cehennemlik olması

56-  Kadınların şerli olması

57-  Kadınların eksik akıllı olması

58-  Kadınlara evde hapisvari hayat yaşatmak

59-  Kadınların kocası dışında erkeklerin duyacağı koku sıkmasının haram olduğu

60-  Kadınların kaş aldırmasının haram olduğu

61-  Kadının kocasına her işte itaatinin farzlaştırılması

62-  Kadının kocasının  cinsel çağrısına her seferinde cevap vermesinin mecburi olması

63-  Şahitlikte, “bir erkek eşittir iki kadın” ilkesinin uygulanması (bakara 282. ayet hariç. bu madde hakkında aşağıdaki linkte yer alan 'kadınların şahitliği' başlığını okuyunuz: http://www.kurandakidin.c...-uydurulan-dinde-kadin-2/ )

64-  Kadının ailesinden izin almadan evlenmesinin yasaklanması

65-  Zina edenin taşlanarak öldürülmesi

66-  Zina ayetinin bir keçinin yemesiyle yok olduğu iddiası

67-  Maymunların bile zina edenleri öldürdüğüne dair izahlar

68-  Erkeklerin altın takmasının haram olması

69-  Erkeklerin ipekli giysiler giymesinin haram olması

70-  Yemekte altın, gümüş takımların kullanılmasının yasak oluşu

71-   Heykel yasağı

72-  Resim yasağı

73-  Satrancın yasak oluşu

74-  Müzik enstrümanları ve müzik dinleme ile ilgili yasaklar

75-  Midye, karides gibi deniz ürünlerinin haramlaştırılması

76-  At, eşek, vahşi hayvan etlerinin haramlaştırılması

77-  Böbrek gibi bazı organların mekruh sınıfına sokulup, yenmesinin çirkin gösterilmesi

78-  Sigaranın haramlaştırılması

79-  Mekruh diye haramlardan ayrı Kuran’da olmayan yasaklar listesi ve belli oranda mekruhların harama eşit olacağı izahı

80-  Cinsel ilişkinin örtü altında olmasının gerekliliği

81-  Eşlerin cinsel ilişki esnasında bile birbirlerinin cinsel organlarına bakamayacağı

82-  Mastürbasyonun yasaklanması

83-  Doğum kontrolünün yasaklanması

84-  Yıkanırken bile kişinin cinsel organının açıkta olmaması gerektiği, meleklerden utanması gerektiği, peştemalle yıkanmak gerektiği

85-  Erkeklerin sünnet olması

86-  Kadınların sünnet olması

87-  Sakal bırakmanın sevaplığı

88-  Sakal kesmenin haram olması

89-  Saçları ortadan ayırmada sünnet sevabı arama

90-  Saçları yağlamanın sevaplığı

91-  Saçlara, sakala kına yakmanın sevaplığı

92-  Erkeklerin sürme çekmesinin sevaplığı

93-  Yüzükoyun yatmanın yasaklanması

94-  Yer yatağında yatmak

95-  Sağ ayakla evden çıkmak, eve girmek, yatağa girmek

96-  Sol ayakla tuvalet gibi pis yerlere girmek

97-  Tuvalet yaparken konuşma yasağı

98-  Oturarak küçük tuvalet yapmak

99-  Tuvaletin kıbleye karşı yapılmasının haram olması

100- Sol elle yenenleri şeytanın yemesi

101- Sarık sarmak

102- Misvak kullanmak

103- Cübbe giymek

104- Entari giymek

105- Şalvar giymek

106- Beyaz, yeşil, siyah renkli giysilerde sevap aramak

107- Sarı, kırmızı renkler giymemek

108- Hurma, kabak gibi yiyeceklerde sünnet sevabı aramak

109- Yemeği yer sofrasında yemek

110- Yemeği aynı kaptan yemek

111- Elle, üç parmakla yemek

112- Suyu üç yudumda içmek

113- Suyu oturarak içmek

114- Yemeğin bitiminde parmakları yalayarak veya yalatarak temizlemede sünnet sevabı aramak

115- Alkollü koku sürmemek

116- Kolonya kullanmamak

117- Kara köpekleri öldürmek

118- Köpekleri eve sokmayı yasaklamak

119- Geceleri aynaları kapamak

120- Kuran’la veya Kuran’sız büyü yapmak

121- Muska yazmak, taşımak

122- Kuran’ı üfürük kitabı gibi kullanmak

123- Islık çalmanın şeytan işi olması

124- Tahtaya vurmaktan, nazar boncuğundan hayır beklemek

125- Falcıları, cincileri dindar hoca sanmak

126- Kurşun dökmek veya merdiven altından geçmemek

127- Kara kediyi, kara köpeği uğursuz saymak,

128- Çamaşırı belli günlerde yıkamanın, cinsel ilişkiye belli günlerde girmenin gerekliliğini iddia etmek

129- Mevlit

130- Ölünün 7., 40., 52. günlerinde törenler yapmak

131- Kabir azabı ile ilgili hikayeler, kabir azabının kendisi

132- Sırat köprüsünün kıldan ince olduğu, kesilen kurban üzerinde sıratın geçileceği izahları

133- Üzerine idrar sıçratanın en çok kabir azabı çekecek kişi olması

134- Ölünün yerine oruç tutmak

135- Ölünün yerine Hacca gitmek veya birisini göndermek

136- Ölünün arkasından ağlayınca ölüye azap olması

137- Kıyametin saati hakkında açıklamalar (bu madde hakkında bu listeyi hazırlayandan farklı düşünüyorum)

138- Mehdi’nin gelmesi

139- Mehdi’nin Kufe’de, Şam’da veya istanbul’da çıkacağı iddiaları

140- Mehdi’nin Deccal’i öldürmesi

141- Deccal’in gelmesi

142- Deccal’in ölüleri diriltmesi

143- Dabbenin fil kulaklı, hınzır gözlü, öküz başlı olduğu

144- Dabbenin Hz. Süleyman’ın asası, Hz. Musa’nın mührüyle gelmesi

145- Hz. isa’nın yeniden yeryüzüne geleceği

146- Hz. isa’nın Mehdi ile buluşması

147- Yecuc ve Mecuc’un Türkler olması

148- Yecuc ve Mecuc’un yerin altında bir karışlık adamlar olması

149- Yecuc ve Mecuc’un kulaklarını yatak ve yorgan yapmaları

150- Evrenin sonunda Güneş’in batıdan doğacağı

151- Önünden birinin geçmesiyle namazın bozulacağı

152- Namazda el bağlama şeklini, ayakların kaç santim aralıklarla duracağını belirlemek

153- Orucu kasten bozanın iki ay kesintisiz oruç tutması gerektiği

154- Haccı birkaç güne sıkıştırıp insanları perişan etmek

155- Kurban bayramında kurban kesmek mecburiyeti

156- Belli haramların Hacdan sonra başladığı veya haramlık derecesinin arttığı düşüncesi

157- Zemzem suyunda, okunmuş şeker, tuz gibi maddelerde sevap aramak

158- Zekatın ancak para elde bir sene durursa farz olduğu iddiası

159- Abdesti kanın bozduğu iddiası

160- Abdestin sırasını farzlaştırma

161- Abdestte ve boy abdestinde ağız burun çalkalamayı farzlaştırma

162- Namazda gülmenin abdesti bozduğu

163- Boy abdestinde önce sağ, sonra sol tarafa üçer defa su dökmek gibi teferruatlarda sevap aramak

164- Abdestin namaz dışında Kuran okumak için de mecbur tutulması

165- Boy abdestsiz atılan her adımın günah olması

166- Diş dolgusu olanların abdest veya boy abdestinin geçersiz olması

167- Dövmesi olanların abdestinin ve boy abdestinin geçersiz olması

168- Deprem ve selde ölenlerin şehit olması

169- Karın ağrısından ölenlerin şehit olması

170- Dünya’nın öküz ve balık üstünde olduğu

171- Depremin bu balığın sallanması sonucu olduğu

172- Güneş’in batışının, Güneş’in secde etmek için kaybolması olarak açıklanması

173- Güneş batarken namaz kılmamak gerektiği

174- Boğa, aslan, kartal suretinde meleklerin var olduğu iddiası

175- Cebrail’in 600 kanadına ilişkin açıklamalar

176- Allah’ın cennette baldırını açması

177- Allah’ın Peygamber’in sırtına dokunması

178- Allah’ın özel günlerde yeryüzüne inip, insanlarla tokalaşması

179- Peygamber’in Allah’la pazarlığı sonucu namazı elli vakitten beş vakite indiği

180- Halifelik müessesesi

181- Arap dilini cennet dili, harflerini cennet harfi diyerek kutsallaştırmak

182- Arap ırkını üstün görmek

183- Her asırda bir müceddid geleceği iddiası

184- Evreni yöneten kutupların, gavsların varlığı

185- Tarikat şeyhleri gibi kimselere özel şefaat kontenjanları ayrıldığı iddiası

186- Darül harp iddiasıyla kendi dışındakilere şiddeti meşrulaştırmak

187- Darül harp iddiasıyla kendi dışındakileri soymak, haklarını çiğnemek

188- Namaz kılmayanı öldürmek veya dövmek

189- Orucu zorla tutturma, tutmayanı dövme

190- Makyajlı veya açık kadınları dövmek

191- Araba kullanan kadınları engellemek

192- Müslümanlığı bırakanları (mürtedleri) öldürmek

193- Savaş açmamış olsa da Müslüman olmayan milletlere savaş açmak

194- Farklı mezhepten olduğu iddiasıyla Müslümanların kanını malını helal saymak

195- Sırf ganimet için fetihlere kalkışmak

196- islam’a hakareti öldürme sebebi görmek

197- Berberlere sakal kesme yasağı getirmek

198- içki içenleri dövmek

199- Baskıyla dini yaymak

200- Baskıyla dini yaşatmak

alıntı:http://www.kurandakidin.c...-dine-ilavelerin-listesi/
sadece 200 tane miymis bence rahat 2000 hurafe cikar.
Kuran dini diye bir din yoktur. Din islam dır. islam dini ise kitap sünnet, icmai ümmet ve kıyası fukaha dır. Ehli sünnetin inkarı, mezheplerin inkarı, hadislerin inkarı ve sünneti rasulullahın (s.a.s.) reddi, islami değildir. Esas hurafe budur. Bidat budur. Dinsizlik budur. Hz peygamberin devre dışı bırakıldığı ve din diye lanse edilen her ne varsa islam değildir. Bu islama imanın temel şartı ve imani esasların şartıdır. Bu kabul edildiği taktirde iman dairesine girilmiş olunur ancak.

Zaten bu tezgah islamı yıkmak için tertip edilmiştir. Sünneti seniyyeyi, sahabei kiramın bildirdiklerini yani icmayi ümmeti, tabiin imamlarınının uygulamalarını komple red etmeden islamı yıkamayacaklarını pekala biliyorlar. Bunlar vatikan-siyonizm-deccaliyet üçlüsünün dünya üzerinde tesis etmek istedikleri ılımlı islam projesidir. Bu dış islam düşmanlarının beslediği yerli satılmış ilahiyatçı proflar da bunların paralı askerleridir.

Kuran hz peygamberin (s.a.s) gönlüne indirildi. Sünneti inkar eden, allahın rasulünü yalanlamıştır. Her kim, kaynakları sahabeyi kiram efendilerimiz olan kaynakları belli ve güvenilir kabul edilmiş hadislere ve hadis imamlarına ve eserlerine dil uzatırsa, onlarları yalanlarsa, inkar ederse, red ederse, kabul etmezse, dinden islamdan çıkmıştır. Bunu bilerek yapanlar hem islama hem allaha hem peygambere hem müslümanlara hem de aziz milletimize düşmandırlar ve bunu ustalıkla gizlemektedirler. Yerli hainleri allaha havale ediyoruz. Bilmeden bu işlere karışanlara gelince, akıllarını başlarına alsınlar. Din kimsenin babasının malı değildir. Din adına konuşmadan önce kuran sünnet hadis tefsir kelam akaid fıkıh sarf nahiv gramer tarih mantık matematik fizik kimya astronomi biyoloji gibi belli başlı en az 80 kadar ilimde bilgi sahibi olmak gerekir. Yoksa Bu işler, ehli sünnet düşmanı vehhabi kafalı mezhepsiz 3-5 kaynaktan sözde bir takım görüşler aktarmakla olmaz.

Bu işin vebali günahı büyüktür. Cezası ağırdır. Kimse boyundan büyük işlere kalkışmasın. Yoksa cenabı allahın yedi kudret elinden yakasını kurtaramaz. Hesabını veremez. Yüzüstü cehennemi boylar. Onu kimse de kurtaramaz. Din işlerinin şakası bile olmaz. Bilmediğiniz işlere burnuzu sokmayın...
Gelenekselci ve mezhepçi güruhun Kur'an'dan çok iman ettiği hurafelerdir. Kur'an evrenseldir, rivayetlerler yöreseldir. Rivayetler Arap tarihidir, Kur'an evrensel bir bildiridir. Kur'an tamdır, tamamlanmıştır ve detaylandırılmıştır. Rivayetler çelişki dolu, akla ve mantığa aykırı, Allah'a ve resulüne iftiralar, hakaretler içeren metinlerdir. Başka hiçbir kaynağa gerek duymadan Kuran'dan çıkarılabilecek bu düşünceye karşı olan insanların, belirli başlı menfaatleri ve makamları ellerinde bulundurmak istediklerini de belirtmek isterim. Allah, peygamberle son kitabı gönderdi ve şefaatçi ve aracı bütün putları ortadan kaldırdı. Kırın putlarınızı! Yalnız Allah'a yönelin! Allah, Kur'an'ı tam gönderdi, eksik birşey bırakmadı, haşa unutmadı, ve yine haşa hiçbir canlıya ve onun katkılarına muhtaç değildir.
Şu liste bile müslümanların ne boş, ne abuk sabuk şeyleri kendilerine dert ettiklerini anlamak için yeter.
Mezhepsizler, konuyu başka noktalara çekerek mevzuyu bulandırmaya çalışıyorlar. Oysa ki bu konu tüm açıklığıyla Kur’an’da geçmektedir. Evet, islam’da mezhep vardır; O da Allah ve Resulunun izinden giden Ehl-i Sünnet (Hanefi, Maliki, Hanbeli ve Şafii) mezhebidir.

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulu-l emre itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa 59)

Bu ayette geçen “sizden olan ulu-l emre itaat edin” tabiriyle alimler vurgulanmaktadır. Yüzlerce alim bu görüşü benimsemiş ve bu konuda ittifak etmiştir. Ayetin devamında yer alan “herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün” kısmı da kıyasa delildir. Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmeyen meselelere kıyas ederek hüküm çıkarılması gerekir. Bu da içtihadı gerektirir. Hz. Muhammed’den sonraki dönemlerde içtihadı müçtehidler, yani “ulu’l emr” yapar.
Nitekim Peygamberimiz bazı dünya işlerinde kendi görüşünü ortaya koymuştur. Resulullah bazı konularda kendileri içtihad ederdi. Resulullah’tan sonra ashab devrinde de ashaptan biri, bir mesele hakkında çözüm bulamadığında onu bilen birine danışırdı. Ashab döneminde de içtihad vardı. Zamanla islam coğrafyası genişlemiş, ashab sayısı azalmış ve yeni meseleler de artmıştır. Tabiin devrine gelindiğinde ise farklı görüşleri tek bir çatı (ehl-i sünnet) altında birleştirmek için Resulullah’ın hadisleri toplanmış, tasnif ve tahlil edilmiştir. işte Tabiin dönemi alimlerinden biri de imam-ı Azam’dır. imam Malik, imam Şafiî ve Ahmed bin Hanbel gibi alimler de Tabiin dönemi alimlerinin yetiştirdiği Tebe-i Tabiin alimleridir. Bu alimler ufak tefek görüş farklılıklarına sahip olsa da temelde aynı çatı altında (ehli sünnet) birleşmiştir. Bu dönem alimlerinin içtihadlarına uymak da her Müslüman’ın vazifesi olmalıdır.
Nitekim Hz. Muhammed bir hadisinde der ki:“insanların en hayırlısı benim asrım(daki ashabım)dır. Sonra onlara yakın olan (Tabiîn)lerdir. Sonra da onlara yakın olan (Tebe-i Tabiîn)lerdir”(Buhar, Fedailü Ashabi’n Nebiyy, 1; Müslim, Fedailü’l-Ashap, 210-214; Ebû Dâvud, Sünne, 9; Tirmizî, Fiten, 45).
Sizler bu büyük alimleri ve içtihatlarını inkar ederek gerçekten çok büyük bir yanlış içerisindesiniz. Allah, ıslah etsin.

https://www.mumsema.org/s...kuran-ayet-var-midir.html
Mezhepler Dosyası - Birinci Bölüm

I. BÖLÜM

BiR MEZHEBE BAĞLANMANIN LÜZUMUNA DAiR AKLÎ DELiLLER

BiR MEZHEBE BAĞLANMAYI EMREDEN AYETLER

iCTiHAD VE BiR MEZHEBE BAĞLANMAK HAKKINDAKi HADiS-i ŞERiFLER

SAHABENiN iCTiHADLARI

PEYGAMBER EFENDiMiZiN (ASM) BiR ÂLiME UYMAMIZ HAKKINDAKi TAVSiYELERi

MEZHEPLERiN iHTiLAF SEBEPLERi

KUR’AN VE SÜNNET BiR iKEN, GÖRÜŞLER NiÇiN FARKLI OLUYOR?

AYETLERiN FARKLI ANLAMLARA GELEBiLMESi SEBEBiYLE OLUŞAN iHTiLAF

HADiSLERiN FARKLI ANLAMLARA GELEBiLMESi SEBEBiYLE OLUŞAN iHTiLAF

Bir Müslümanın Kur’an’ın getirdiği hükümleri kabul edip, yine Kur’an’ın emrettiği dinimizin temel kaynağı olan sünnet, icma ve kıyası reddederek mezhepleri inkâr etmesi oldukça şaşılacak bir şeydir.

Bütün hak mezhepler dinin temel esaslarında ittifak etmişler, ibadet ve muamelatta farklı içtihatlarda bulunmuşlar ve Müslümanlar da asırlar boyunca bu hak mezheplerden birine tabi olmuşlardır. Hatta 1400 seneden beri gelmiş geçmiş ilim ve irfan sahibi evliyalar, kutuplar, âlimler ve asfiyaların her biri içtihada heves etmeyerek, bu hak mezheplerden birine bağlanmış, selamet ve saadetlerini o büyük imamların yolunda gitmekte görmüşlerdir. Hal böyle iken bir kısım bedbahtlar, Kur’an’ı kendi görüşleriyle yorumlayıp mezhepleri inkâr etmiş, kendi rey ve düşüncelerini müctehidlerin görüşünden üstün görmüşlerdir.

Gaflet veya ihanetlerinden dolayı şer’î delilleri kabul etmeyip mezhebin zincirinden başlarını çıkaran bu bedbahtlar, maalesef Müslümanların zihinlerini de fazlasıyla karıştırmışlardır.

işte bu çalışmamızda:

* Niçin bir mezhebe tabi olmak gerektiğini,

* Mezheplerin arasındaki ihtilafın sebeplerini,

* ictihadın ne olduğunu,

* Müctehidlerin tabakalarını,

* Ve mezheplerle alakalı pek çok sorunun cevabını bulacaksınız.

Maksadımız: Müslümanları tehdit eden bu mezhepsizlik hastalığına bir set çekmek, bu hastalıkla yaralanmış gönüllere bir derman ulaştırmak ve bu mezhep imamlarının yolunu terk edip mezhepsizliğe davet eden bedbahtların, ne kadar yanlış bir yolda olduklarını akıl ve vicdan sahiplerine göstermektir. Yardım ve inayet Allah’tandır.

I. BÖLÜM

Bir mezhebe bağlanmanın mutlak gerekli olduğuna ve bunun ilahi bir emir olduğuna ait deliller ile eserimize başlıyoruz. Bu delilleri, “aklî deliller” ve “naklî deliller” olarak iki başlıkta inceleyeceğiz.

BiR MEZHEBE BAĞLANMANIN LÜZUMUNA DAiR AKLÎ DELiLLER

Cenab-ı Hakk’ın iki farklı ayeti vardır. Birincisi; kelam sıfatından gelen Kur’an’daki ayetler. ikincisi; kudret sıfatından gelen kâinat kitabı dediğimiz şu âlemde yaratılan ayetlerdir. Bir kuştan, ta yıldızlara kadar ve bir kelebekten tutun ta galaksilere kadar her şey, bu ikinci kitap olan “kâinat kitabı”nın birer ayetidir.

Bizler bu ikinci kitap olan kâinattaki ayetleri kendi aklımızla tam manasıyla anlayamamakta ve kâinat kitabını ders verecek muallimlere ihtiyaç duymaktayız. Mesela, gökyüzü sayfasında yazılan güneş, ay, yıldızlar ve galaksiler gibi ayetler için gök bilimcilerine başvuruyor ve merak ettiklerimizi onlardan öğreniyoruz. Yoksa teleskopu elimize alarak incelemeye başlamıyoruz ve zannımızla hükmetmiyoruz.

Ya da denizlerde yazılan balıklar, dalgalar, mercanlar ve diğer ayetler için deniz bilimcilerine başvuruyor ve işin hakikatini onlara soruyoruz. Yoksa hemen bir dalgıç elbisesi alıp, denizlere dalmıyoruz. Ve yeryüzü sayfasında yazılan ayetler için de fizikçilere, coğrafyacılara, doktorlara ve sözün özü o ilmin mütehassısı (uzmanı) olan insanlara başvuruyor ve onların bilgilerine ihtiyaç duyuyoruz.

işte aynen bunun gibi, birinci kitap olan Kur’an ayetlerini ve hadisleri anlamak için de bu işin mütehassıslarına ve âlimlerine başvurmak zorundayız ve onlara muhtacız. Bu âlimleri rehber yapmadan birinci kitap olan Kur’an’ı anlamaya çalışan kimse ile bilim adamlarını rehber yapmadan ikinci kitap olan kâinatı anlamaya çalışan kişinin durumu aynıdır. ikisi de yanılır ve ikisi de sadece zannıyla hükmeder.

Mesela, astronomi okumamış bir insan güneşi bir elma kadar zannederken, bir astronomi âlimi güneşin dünyadan 1.300.000 defa daha büyük olduğunu bilir.

Yine tıp ilmi okumamış bir insan kana baktığında sadece bir kırmızılık görürken, bir doktor kandaki alyuvarları, akyuvarları ve trombositleri temaşa edebilir.

Yine mühendislik okumayan birisi bir nehre baktığında yalnız su görürken, bir mühendis o nehrin arkasındaki barajı ve ondaki potansiyel elektrik gücünü görebilir.

Yine botanik ilminden haberdar olmayan birisi bir çiçeğe baktığında yalnız zahiri güzelliğini görürken, bir botanikçi o çiçekteki sırları görür ve o çiçek hakkında bir kitap yazabilir.

Misalleri çoğaltmamız mümkündür. Bütün bu misallerin ortak noktası şudur: Bizler Allah Teâlâ’nın kudret kalemiyle, kâinat kitabında yazmış olduğu ayetlerden çok azını anlayabilmekte ve doğru bilgiye ulaşmak için o ilmin uzmanına başvurmaktayız.

Acaba kâinat kitabında yazılan ayetleri anlamak için yapmamız gereken; o fennin uzmanına başvurmak işini, niçin birinci kitap olan Kur’an ayetlerini anlamakta yapmayalım ve bunu yapmayı niçin garipseyelim? Asıl garip olan; dünyada en küçük bir işte bile rehbere ihtiyacı olan insanın, âlemin en büyük işi olan dini anlamada bir rehber ve muallime ihtiyacı olmadığını zannetmesi değil midir?

“Ben kendi hükmümü kendim çıkarırım, dört mezhep âlimleri de Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarmış. Kaynak belli, öyle ise bunu ben de yapabilirim.” diyen kimseye bizde deriz ki; bir eczacı çiçeklerden ilaç yapar. Hal böyle iken “Bütün ilaçlar çiçeklerden yapılmıştır. Eczaneden almaya ne gerek var.” diyerek, dağlara tırmanmak herhalde akıl kârı değildir. Evet, ilaçlar çiçeklerden ve bitkilerden yapılmıştır. Ancak o ilacı yapmak için yıllarca kimya okumak ve uzman bir kimyager olmak gerekir. Herhalde kimya ilmini bilmeden dağdan topladığı çiçeklerle ilaç yapmaya çalışan kişi, kendisine zarar vermekten başka bir iş yapmış olmaz.

Aynen bunun gibi, bizler de manevi ilaçlarımız olan Kur’an’ın ve sünnetin hükümlerini, bu işin tabiri caizse eczacıları olan müctehid âlimlerden almak ve onlardan öğrenmek zorundayız. Çünkü bu ilim onlara ihsan edilmiştir. Demek dört mezhebi bir kenara bırakarak kendi bulduğu ile hükmeden kimse, misalimizdeki ilaç yapmak için dağa tırmanan kişiye benzemektedir.

Ya da bu kişi, şu sözü söyleyen kişiye benzer: “Bütün kanunlar anayasa kitapçığında mevcuttur. Ben bu kitabı baştan sona okudum mu, anayasa profesörü olurum. Artık anayasa profesörlerini dinlemeye ihtiyacım olmaz…”

Evet, nasıl ki bu söz manasızdır ve anayasa kitapçığını bir defa okumakla anayasa profesörü olunamıyor, aynen bunun gibi, Kur’an’ı da bir defa okumakla müctehid âlim olunamıyor.

Ya da bu kişi, şu sözü söyleyen kimseye benzer ki, “Ben fizik kanunlarını tek başıma keşfedeceğim. Einstein ve emsallerini taklide ihtiyacım yok. Çünkü onlar da benim gibi bir insandır. Onlar da rakamları kullanmış ve hesap yapmıştır. Ben de aynı rakamları kullanarak, aynı hesapları yapabilir ve sonuçlara ulaşabilirim.” Bu sözde doğru bölümler vardır. Evet, Einstein da onun gibi bir insandır ve mesleğinde rakamları kullanarak hesaplar yapmıştır. Yanlış olan ise, bu kimsenin kendisini Einstein’ın yerine koyması ve onun kadar yetenekli olduğunu zannetmesidir. Onun kadar yetenekli olmadığına delil ise, tarihin bir elin parmaklarından fazla Einstein’ları nakletmemesidir. Einstein olmak o kadar kolay olsaydı, herhalde binlerce emsalinin gözükmesi gerekirdi.

Demek mesele rakamlarda değildir; mesele, o rakamları kullanarak doğru neticelere ulaşmaktadır. Aynen bunun gibi, mesele Kur’an’ın ayetlerini ya da hadisleri okumada değildir. Mesele Kur’an ve yüz binlerce hadisin içinden doğru hükmü çıkarmadadır. işte bu özel yetenek de imamAzam, imam Şafi, imamMalik, Ahmed ibni Hanbel ve emsallerine verilmiştir.

Evet, bizler de iyi bir fıkıhçı ya da tefsir âlimi olabiliriz; ama asla bir müctehid âlim olamayız. Asla imamAzam’a ve emsallerine yetişemeyiz. Çünkü Allah onlara farklı bir ihsanda bulunmuştur ki, o asırdan bu asra kadar aynı ihsanın kendisine verildiği bir kimse gözükmemiştir.

Burada şu soru akla gelebilir: “Ben de âlimim. Niçin ictihad yapmayayım?”

Cevaben deriz ki; hakikatin mahiyeti bir olmakla birlikte, fertlerde tarz-ı tahakkuku farklı farklıdır. Mesela, sinek uçar ama kartal gibi değil. Buğday da sümbül verir, ama ağaç gibi değil. Ayna da güneşi gösterir, ama okyanus gibi değil… Aynen bu misaller gibi, ilim hakikatinin de tarz-ı tahakkuku fertlerde farklı farklıdır. ilmin, imamAzam ve emsallerinde tecellisi ile bu asırdaki bizlerde tecellisi bir olamaz. Evet, ikisi de ilimdir, ama mahiyetleri arasında yerden göğe kadar fark vardır.

Bu, şuna da benzer; ilkokulda matematik okunur, ama oradan mühendis çıkmaz. Çünkü ilkokulda okutulan matematik mühendislik için yeterli değildir. işte bu asır, o asra kıyasla ilkokuldur. içinde ilim okunur, âlim çıkar, ama müctehid çıkmaz. Çünkü bu asrın ilkokulu müctehid yetiştirmeye elverişli değildir. Müctehid âlimlerin nasıl emsalsiz bir yeteneğe sahip olduklarını ve onlara yetişmenin asla mümkün olmadığı bahsini, mezhep imamlarının mertebeleri başlığında ele alacağımız için bu bahsi şimdilik kısa kesiyoruz.

Sözün özü: Maddi âlem ve içindeki eşya hakkında doğru bilgi edinmek için nasıl o ilmin mütehassısına başvuruyor ve onun sözüne itimad ediyorsak, aynen bunun gibi dinî konularda da doğru bilgiye ulaşmak için bu ilmin mütehassıslarına başvurmak zorundayız. Bu kişiler de müctehid âlimlerdir.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
BiR MEZHEBE BAĞLANMAYI EMREDEN AYETLER

Mezhepsizlerin sıklıkla söyledikleri söz: “Biz Kur’an’a tabiyiz. Kur’an’da bir mezhebe bağlanma diye bir şey yok. Bu yüzden de hiçbir mezhep imamına uymayız.” sözüdür. Aslında bu sözleri, onların Kur’an’ı anlayamadıklarına bir delildir. Zira Kur’an’da bir mezhebe bağlanmayı emreden birçok ayetler vardır. Şimdi bu ayetlerden bir kısmının izahına geçiyoruz ki, onların mezkûr sözlerinin ne derece batıl ve hurafe olduğu anlaşılsın.

BiRiNCi AYET

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)

Ayette geçen “ulü’l-emr” tabirinden maksat; âlimlerdir. Bu mana, Kur’an’ı en iyi anlayan ibn-i Abbas, Cabir ibni Abdullah, imam Mücahid, imam Hasan, imamAta ve birçok âlim tarafından rivayet edilmiştir.

imam Kurtubi, tefsirinde imamMalik’in de aynı görüşte olduğunu nakleder.

imam Dahhak’a göre de ulü’l-emr; dini en iyi bilen fıkıh âlimleridir.

Celalettin Suyuti gibi 200.000 hadisi ezberlemiş büyük bir âlim “Itkan” adlı eserinde ulü’l-emrin din ve fıkıh âlimleri olduğunu bildirmiştir.

Şimdi Kur’an’ı en iyi anlayan ismini saydığımız ve sayamadığımız yüzlerce âlim, ayette “kendisine itaat emredilen” ulü’l-emrin din âlimleri olduğunda hususunda ittifak etmişlerdir. Onların bu ittifakına karşı mezhebi inkâr edenlerin sözü, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin vızıltısı gibi sönük kalmaz mı?

Hem bir kaidedir ki;

“Bir meselede, ihtilaf edilen bir hususta, o fen ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. O fenden ve sanattan olmayan birisi ne kadar da dahi olsa sözüne itibar edilmez.”

Mesela, küçük bir hastalığın keşfinde büyük bir mühendisin sözüne bakılmaz. Tıp konusunda söz doktorlarındır ve basit bir doktorun sözü, bu fenden olmayan büyük bir dâhinin sözünü tercih edilir. Hal böyleyken ibn Abbas gibi, ibn Abdullah, imam Malik gibi binlerin ittifak ettiği bir meseleyi hangi kuvvet çürütebilir ve hangi mezhepsizin sözü onların sözünü hükümden düşürebilir. Madem meselemiz dindir ve Kur’an’dır. Elbette bu meseledeki söz hakkı Peygamberimiz (asm)’in de övgüsüne mazhar olan bu âlimlerindir.

Ayette geçen ulü’l-emrin âlimler olduğuna bir başka delil de şudur: Allah Teâlâ bu ayet-i kerimede ulü’l-emre itaati katiyetle emretmiştir. Allah Teâlâ’nın bu şekilde katiyetle itaati emrettiği kişinin mutlaka hatadan masum olması gerekmektedir. Çünkü hatasız olmazsa, emir mutlak olduğu için Allah’ın ona hata halinde de uyulmasını emretmiş olması icap eder ki, bu mümkün değildir. Demek Allah’ın itaati emrettiği kişinin kesinlikle hatadan masum olması gerekir. Bu masum şahsiyet ise ya bu ümmetin fertleridir ya da ümmetin bir topluluğudur. Ümmetin fertleri olması mümkün değildir. Zira ümmet fertlerinin hatasız olması düşünülemeyeceği gibi, ümmetin böyle ender kimseleri bulup onlardan dini öğrenmeleri de mümkün değildir ve ümmetin bu konudaki acziyeti aşikârdır. Dolayısıyla ayet-i celilede geçen ulü’l-emrin bir topluluk olması gerekmektedir ki, bu da ümmet içerisinde fetva verme yetkisine sahip olan müctehid âlimler topluluğudur. Zira fertler hata yapsa da, islam âlimleri hata üzerinde toplanmaz. işte bu mütalaa neticesinde de ayette geçen ulü’l-emrin âlimler topluluğu olduğu sonucuna varılır.

Ayrıca âlimlere “ulü’l-emr” denileceğine şu ayette ispat eder:

“Müminlerin hepsinin birden topyekün savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah'ın azabından sakınırlar.” (Tevbe, 9/122)

işte bu ayet-i celilede âlimlerin korkutmasıyla diğerlerinin sakınmasın gerektiği belirtilmiş ve korkutulanlara âlimlerin sözünü kabul etmeleri vacip kılınmıştır. Bu itibarla âlimlerin ulü’l-emr ismini almaları çok isabetlidir.

Netice olarak diyebiliriz ki; mezkûr ayette Allah ve Resulü ile birlikte ulü’l-emre de itaat edilmesi emredilmiştir. Burada kastedilen ulü’l-emr; bu ümmetin müctehid âlimleridir. Zira:

1. ibn-i Abbas gibi bir âlim, Celalettin Suyuti gibi 200.000 hadisi ezberlemiş bir muhakkik ve bunlar gibi yüzlercesi ve binlercesi ulü’l-emrin âlimler olduğunda ittifak etmişlerdir ki, bunların sözü yanında başkalarının sözünün hiçbir kıymeti yoktur.

2. Kendisine itaat emredilen ulü’l-emrin mutlak manada masum olması lazımdır ki, her konuda kendisine itaat edilebilsin. Masum olmaması halinde, günahta da itaatin olması gerekir ki, bu caiz değildir. Hâlbuki peygamberler hariç hiçbir fert mutlak manasa hatadan masum değildir. O halde burada kendisine itaat emredilen ulü’l-emr, fert değil, bir cemaat olmalıdır. Zira fert hata yapsa da cemaat bir hatada ittifak etmez. Bu cemaat ise âlimlerden başkası olamaz. Zira sultan ve kumandanların böyle bir cemaati oluşturması mümkün değildir. Netice itibariyle âlimlerin ittifak ettiği bir konuda onlara itaat, ayetin emriyle lazımdır. Onlar ise bir mezhebe bağlanma konusunda ittifak etmişlerdir.

3. Ulü’l-emrin âlimler olduğuna, onların insanlar üzerinde emir ve komuta yetkisi olmadığı için itiraz edilirse, deriz ki, daha önce manasını verdiğimiz Tevbe suresi 122. ayette, âlimlerin korkutmasıyla diğerlerinin sakınmasının vacip olduğu bildirilmiş, hatta sırf âlimler korkutma vazifesi yapabilsin diye, onların savaşa çıkmaması gerektiği açıklanmıştır. Madem âlimlerin bir vazifesi; Allah’ın azabıyla korkutmaktır ve korkutulanlara ulemanın sözünü dinlemek vaciptir, o halde elbette âlimlere ulü’l-emr ismi kullanılabilir ve kullanılmıştır.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
iKiNCi AYET

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulü’l-emre itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa, 4/59)

Bir mezhebe bağlanmanın şart olduğuna dair bu 2. Delil de, bir önceki ayetin devamına bakacağız. Ayetin devamında “herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün.” buyrulmuştur. Bu kavl-i şerif, kıyasın hak ve şer’î bir delil olduğuna hüccettir. Şöyle ki; ayet-i kerimede, kendisinde ihtilafa düşülen bir meselenin Allah’a ve Resulüne götürülmesi emredilmiştir. Bir meselede ihtilafa düşmek için ise, o meselenin Kur’an’da ve hadislerde açıkça geçmemesi gerekmektedir. Zira kendisinde ihtilafa düşülen mesele Kur’an’da ve hadislerde açıkça beyan edilseydi, zaten onun hakkında çekişmeye gerek kalmazdı. işte böyle bir meselenin halli için takip edilecek yol, ayetin emriyle onu Allah’a ve Resulüne götürmek, yani Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmiş meselelere kıyas ederek hükmü çıkarmaktır.

Demek bu ayet ictihadı emretmiştir ki bu, hükmü açıkça belirtilenlerin arasından, hükmü belirtilmemiş olan bir meselenin emsalinin arayıp bularak, onları birbirine benzetip kıyas ederek hükmü ortaya koymaktır.

Şimdi sorumuz şu: Madem kıyas, şeriatın bir delilidir ve kıyas ile hükmü bulunacak meseleler çoktur. Acaba bu kıyası kim yapacaktır?

· Bir milyon hadisi ezberlemiş Ahmed ibn Hanbeller mi? Yoksa ezberinde yüz iki yüz hadis olmayan mezhepsizler mi?

· Ya da bir haftada Kur’an’nın tamamını ezberleyen imam Muhammed ve dört yaşında hafız olan Said ibn Uyeyneler mi? Yoksa Kur’an’ı sadece mealinden okuyup kendini âlim zanneden cahiller mi?

· Ya da imam Şafi’nin beyanına göre, bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan imamAzamlar mı? Yoksa fıkıh usulü ve kaidelerinden habersiz olarak sadece zannıyla hükmeden cahil cesurlar mı?

Hangisi kıyas edecek?

Bizler bir mezhebe bağlı olarak, “Bu işin erbabı ve üstadı olan mezhep imamları kıyas edecek.” derken, mezhepsizler “Biz de kıyas ederiz.” demektedirler. Hâlbuki kıyas edebilmek için, kıyas edilecek Kur’an ve hadisi çok iyi bilmek gerekmektedir. Mezhep imamlarının her biri beş yüz binden fazla hadisi, râvileri ile birlikte ezbere bilen dâhi zatlardı.

· Bu zamanda kendisini onlara kıyas edenlerin hıfzında acaba kaç hadis var?

· Kaç hadis râvisini tanıyorlar?

· Hadislerin cerh ve ta’dillerine, nâsih ve mensuhlarına, tarik-i vürudlarına vakıf mıdırlar?

· Yine bunlar, mezhep imamlarının son derece vakıf olduğu, Kur’an-ı Kerim’in şer’î ve lugavi manaları ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi’l- ibare, dall-i bi’l- iktiza, dall-i bi’l- işare, nâsih, mensur vesaire aksam ve manalar, bunlarda meleke halinde midir?

· Boş verin meleke halinde olmasını, onlar bu saydıklarımızın manalarını biliyorlar mı?

Hâl böyleyken, hangi cesaretle ictihada kalkıyorlar? Allah’ın razı olmadığı bir hükmü vermekten korkmuyorlar mı? Çıkardıkları hükmün hadislere zıt olmasından ve Peygamberimiz (asm)’e muhalefet etmiş olmaktan endişe edip titremiyorlar mı? Herhalde cesaretlerini cehaletlerinden alıyorlar.

Allah böyle cahil olmaktan ve böyle cahillerin peşine takılmaktan bizleri muhafaza eylesin…

ÜÇÜNCÜ AYET

وَاِذَا جَٓاءَهُمْ اَمْرٌ مِنَ الْاَمْنِ اَوِ الْخَوْفِ اَذَاعُوا بِه۪ۜ وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَاِلٰٓى اُو۬لِي الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذ۪ينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْۜ وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلَّا قَل۪يلاً

“Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde, onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu peygambere ve kendilerinden olan ulü’l-emre götürselerdi, onlardan sonuç çıkarmaya gücü yetenler, elbette onu bilirlerdi. Allah'ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız.” (Nisa, 4/83)

Ayetin mealinde “sonuç çıkarmaya gücü yetenler” olarak mana verdiğimiz “istinbat” kelimesi, ayette geçen ve kendisine müracaat edilmesi emredilen “ulü’l-emrin” müctehid âlimler olduğuna delalet etmektedir. Şöyle ki; “istinbat” lafzının aslı, “nebt”tir ki, nebt; kuyudan ilk çıkan suyun ismidir. Bir fıkıh âliminin ictihad yaparak hadis ve ayetlerden hüküm çıkarması, zorluğu ve güçlüğü bakımından kuyudan su çıkarmaya benzetildiği için “istinbat” diye isimlendirilmiştir. işte “Onlardan istinbat edenler elbette onu bilirlerdi” ayet-i celilesindeki “onlar” zamiri, ulü’l- emre râcidir ve ictihada delildir. Demek bu ayetin ifadesiyle istinbat ulü’l-emrin sıfatıdır ve Allah ulü’l-emre müracaat edilmesini emretmiştir.

Bu ayette geçen emrin götürüleceği kişiler yani ulü’l-emr; Fahreddin-i Râzi gibi bir allameye göre de ilim ve ictihad sahibi âlimlerdir. Aynı manayı asrımızın en büyük fıkıhçılarından ibni Abidin Hazretleri de nakletmiş ve görüşüne Hz. Ayni’yi de delil yapmıştır. Hazin tefsirinde de ulü’l-emrin ictihad yeteneği olan allameler olduğu bildirilmiştir. Ve daha yüzlerce âlim, ayette geçen istinbat vasfı olan ulü’l-emrin müctehid âlimler olduğunu bildirmişlerdir.

Fahreddin-i Râzi Hazretleri; “Bu ayet dört şeye delalet etmektedir” der ve şöyle sıralar:

1. Hükmü açıkça belirtilmeyen meselelerde istinbat ve ictihad yapılması gerektiğine,

2. istinbatın yani ictihadın şer’î bir delil olduğuna,

3. Resulullah (asm)’ın istinbatla görevli olduğuna,

4. Müctehid olmayan avamın -yani bizlerin- fıkhî hükümlerde müctehid âlimleri taklitlerinin vacip oluşuna delalet etmektedir. Zira ayette meselelerin hükümlerine vakıf olmayanların ehl-i istinbata yani müctehid âlimlere başvurmaları gereği beyan edilmektedir.

O halde netice olarak diyebiliriz ki:

1. Ayette “ulü’l-emr” tabiri geçmekte ve ulü’l-emre müracaat emredilmektedir. Ulü’l-emrin âlimler olduğu mütalaasını 1. ayette yaptığımızdan burada tekrarına ihtiyaç görmüyoruz.

2. Fahreddin Râzi, ibni Abidin ve Aynî emsali yüzlerce âlim, ayetteki ulü’l-emrin ictihad sahibi âlimler olduğunu bildirmiş ve bu konuda ittifak etmişlerdir. “Bir meselede, ihtilaf edilen bir hususta, o fen ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. O fenden ve sanattan olmayan birisi ne kadar da dâhi olsa sözüne itibar edilmez” kaidesince, bu âlimlerden birisinin görüşü bile, Kur’an ve hadis ilmine vakıf olmayan yüzlercesinin görüşünü hükümden düşürmeye yeterken, nerede kaldı ki, bu zatların ittifak ettiği bir meseleye muhalefet edilebilsin ve onların ittifakına karşı çıkılabilsin!

3. Ayette geçen “istinbat” kelimesi, ulü’l-emrin âlimler olduğu görüşünü desteklemektedir. Çünkü istinbat; Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarma işidir ki, bu da ulü’l-emre yani ictihad sahibi âlimlere mahsustur.

4. istinbat ehli olmayan bizlerin, istinbat ehline uymamız ayette emredilmiştir.

Bütün bu izahlardan sonra mezhepsizliği tercih ederek; “Ben de istinbat ehliyim” diyene biz de deriz ki:

· Hıfzında kaç hadis var?

· Bu hadisleri kimlerden öğrendin?

· Senedlerindeki râvilerden kaçını tanıyorsun?

· Hadislerin cerh ve ta’dillerine, nâsih ve mensuhlarına, tarik-i vürudlarına vakıf mısın?

· Ve en önemlisi; hadis hafızı olarak 100.000 hadisi, senedleriyle birlikte ezbere bilen zatların, imam Gazalilerin, imam Rabbanilerin, imam Serahsilerin, Celalettin-i Suyutilerin cesaret edemediği istinbat ve ictihad işine hangi cesaretle soyunuyorsun?

DÖRDÜNCÜ AYET

وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا

“Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisa, 4/115)

imam Şafi Hazretleri, icmanın (islam âlimlerinin bir mesele hakkındaki ittifaklarının) şeriatta bir delil olduğuna ve hakkında icma olan bir hükme muhalefet etmenin haram olduğuna, bu ayet-i kerimeyi delil göstermiştir. Olayın detayını imam Mûzenî Hazretleri şöyle nakleder:

Bir gün imam Şafi’nin yanında bulunuyordum. Üzerinde yün elbise, elinde asası olan bir zat onun yanına geldi. imam Şafi Hazretleri duvara yaslanır bir vaziyette iken, o zatın heybetinden doğruldu ve elbiselerini düzeltti. O zat kendisine:

“Allah Teâlâ’nın dininde en büyük delil hangisidir?” diye sordu.

imam Şafi bu soruya: “Kitabıdır.” diye cevap verdi.

Bunun üzerine o zat: “Sonra hangisidir?” dedi.

imam Şafi de: “Resulullah’ın sünnetidir.” buyurdu.

O zat tekrar: “Daha sonra hangisidir?” diye sorunca, imam Şafi:

“Ümmetin âlimlerinin bir hükümde ittifakı, yani icmadır.” dedi.

O zat: “Bu sonuncusunu nereden buldun? icmanın Allah’ın kitabında yeri var mıdır?” deyince, imam Şafi, bir mezhebe bağlanmanın şart olduğuna dair gösterdiğimiz bu ayeti okudu:

“Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir gidiş yeridir.” (Nisa, 4/115)

imam Şafi Hazretleri, bu ayetin nasıl icmaya delil olduğunu şöyle izah etti: Bu ayet-i kerimenin beyanıyla “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” yasaktır ve haramdır. O halde müminlerin yoluna uymakta vacip olmalıdır.

Hem Cenab-ı Hak, bu ayet-i kerimesiyle müminleri iki şeyle tehdit etmiştir:

1. Allah’ın Resulüne muhalefet etmek,

2. Müminlerin yolundan başka bir yola uymak.

Hâlbuki sadece peygambere muhalefet etmenin de böyle bir tehdidi gerektirdiği kat’i delillerle sabittir. Dolayısıyla, “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” tek başına tehdidi gerektirmemiş olsaydı, o zaman bu, tehditte herhangi bir tesiri olmayan şeyin, bu tehdidi tek başına gerektiren bir şeye lüzumsuz olarak ilave edilmiş olması demek olurdu ki, böyle bir şey caiz değildir ve belagat ilmine zıttır. Hâlbuki Kur’an, belagat yani söz söyleme sanatında zirvededir.

O halde, hem peygambere muhalefet etmenin, hem de “müminlerin yolundan başka bir yola uymanın” tek başlarına tehdit sebebi olduğu meydana çıkmış olur. Bununla da, hakkında ittifak edilmiş bir hükme yani icmaya muhalefet etmenin haram olduğu ve icmaya uymanın vacip olduğu sabit olur.

Zira “müminlerin yoluna uymamak” ifadesi, “müminlerin yolundan başka bir yola uymak” demek olur ki, müminlerin yolundan başka bir yola uymak haram olunca, müminlerin yoluna uymamanın da haram olması gerekmektedir. Müminlerin yoluna uymamak haram olunca da, müminlerin yoluna yani icmaya uymak vacip olur. Çünkü bu iki zıt tarafın dışına çıkılmaz.

Madem bu ayet, icmanın şer’î bir delil olduğuna ve islam âlimlerinin ittifak ettiği bir meselede onlara muhalefet edilemeyeceğine aşikâr bir şekilde delildir. O halde mezhepsizlik haramdır. Çünkü islam âlimleri, müctehid olmayan Müslümanların bir mezhebe bağlanması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu meselede âlimler arasında en küçük bir ihtilaf yoktur. Hiçbir Ehl-i sünnet âlimi mezhepsizliği ders vermemiş, hatta imam Gazali’den tutun, imam Rabbanilere; “imamların güneşi” lakabıyla meşhur imam Serahsi’den tutun, imam Kurtubilere kadar, asırlarını güneş gibi aydınlatan âlimler dahi fıkhî meselelerde biz mezhep imamının peşinden gitmiş ve onu taklit etmişlerdir.

Elhasıl: Tefsirini yaptığımız ayet-i celile, bizleri iki şeyden menetmekte ve tehdit etmektedir.

1. Peygamberimiz (asm)’e muhalefet etmek,

2. Müminlerin yolundan başka bir yola tabi olmak.

Madem bir mezhebe tabi olmak müminlerin yoludur ve mezhepsizlik, müminlerin yolundan başka bir yoldur, o halde müminlerin yolu olan bir mezhebe bağlanmak vacip olup, mezhepsizlik haramdır.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
Bu listeyi yayınlananın ateşi bol olsun. içinde yanlış maddeler de var.
okuycam. reserved.
O halde mezhepsizler, kendi mezhepsizliklerini doğru gösterebilmek için şu iki şeyden birini yapmak zorundadır;

1. icmanın delil olmadığını ispat etmeleri gerekir. Zira ispat edemezlerse, icmayı şer’î bir delil olarak kabul etmek zorunda kalırlar. Bir mezhebe bağlanmak hakkında da islam âlimlerinin icması olduğunu göre, icmayı kabul etmek, aynı zamanda; bir mezhebe bağlanmayı kabul etmek demektir. Bu da, mezhepsizliğin icmaya muhalefet olduğundan dolayı caiz olmadığı neticesini verir.

Bunu yapmaları, yani icmanın şer’î bir delil olduğunu inkâr etmeleri ise mümkün değildir. Zira tefsirini yaptığımız ayetin, Kur’an’da icmanın delil olduğunu bildiren diğer ayetlerin ve bu konudaki hadislerin delaletiyle, icmaya uymak vaciptir ve kimse ayet ve hadislerin beyanını çürütemez.

2. icmanın delil olduğunu çürütemezlerse ki, çürütemezler, o halde mezhepsizliğin hakkında da bir icmanın olduğunu göstermek zorundadırlar. Zira bunu da yapamazlarsa, icmaya muhalefet ettiklerini kabul etmek zorunda kalacaklardır.

Bunu yapmaları da mümkün değildir. Zira on dört asır boyunca islam âlimleri ve Ehl-i sünnet uleması, mezhepsizliğin haram olduğu konusunda ittifak ederek büyük bir icmayı oluşturmuştur.

O halde mezhepsizliğin ve mezhepsizlerin yolu kapanmıştır. Kim bu ayetin beyanını işitir, icmanın vacip olduğunu öğrenir ve icmadan kendi görüşüne delil getiremeyerek, bile bile icmaya muhalefet ederse, işte onlar ayetteki tehdide muhataptırlar ve mezhepsizler bu tehdidin birinci safta muhataplarıdırlar.

BEŞiNCi AYET

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللّهِ

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız.” (Al-i imran, 3/110)

Bu ayet-i celile, bu ümmetin bir vasfı olan; “iyiliği emretmesi ve kötülüğü nehyetmesi”ni beyanla, mezhepsizliğin haram ve bir mezhebe bağlanmanın vacip olduğunu ispat etmektedir. Şöyle ki:

· Madem bu ümmet ve bu ümmetin âlimleri, Allah tarafından, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmekle vasfedilmiştir. O halde, ittifakla emrettikleri şeyin; iyilik, ve nehyettikleri şeyin de; kötülük olması gerekmektedir. Aksi olamaz. Yani iyiliği men edip, kötülüğü emredemezler. Zira bu, Kur’an’ın mezkûr beyanına muhalif olur ki, bu mümkün değildir.

· Ve madem bu ümmetin âlimlerinin emrettiği şey; hayır, ve nehyettiği şey; kötüdür, o halde, elbette mezhepsizlik haram ve bir mezhebe bağlanmak vacip olmalıdır. Zira bu ümmetin âlimleri on dört asır boyunca mezhepsizliğin kötü bir şey olduğunu söyleyerek, mezhepsizliği nehyetmiş ve bir mezhebe bağlanmayı emretmiştir. Şimdi bu beyanlardan bir kaçını nakledelim:

imam Gazali (ra):

“Müctehid olmayanın, bir mezhep imamına tabi olması gerekmektedir. Mukallidin, yani Kur’an’dan ve hadislerden hüküm çıkarma gücü olmayanların, taklit ettiği ve uyduğu mezheb imamının sözü dışına çıkması caiz değildir. Çıkar diyen kimse de yoktur. Her yönden ona uyması gerekmektedir. Uyduğu mezhep imamına muhalefeti çirkin bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyle günahkârdır.” (ihya, Dokuzuncu Kitab, ikinci Bab, Emir ve Nehyin Şartları, II/803)

“Bu asırda yaşayanlar içinde müctehid yoktur. Müctehid olmayanlar da, kendilerine sorulan meseleye, ancak bağlı bulundukları mezheb imamından naklederek cevap verirler. Mezhep imamının ictihadını terk etmesi caiz değildir.”(ihya, Birinci Kitab, Dördüncü Bab, Hilaf ilmi ve Münazaranın Afetleri, I/113)

Ahmed bin Muhammed Tahtavi Hazretleri:

“Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Kurtuluş yolu; Ehl-i sünnet ve’l-cemâat denilen dört mezhebde toplanmıştır. Bu dört mezheb; Hanefi, Maliki, Şafiî ve Hanbelî’dir. Bu zamanda bu dört hak mezhebden birine tabi olmayan, ehl-i bid’a olup, cehenneme gider.”

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri:

“Hakikat namazında kıblen dört mezheb olsun.”

Abdülgani Nablüsi Hazretleri:

“Bugün dört mezhebden başkasına uymak caiz değildir.”

imam Rabbanî Hazretleri:

“Mezhebden ayrılmak ve mezhepsiz olmak ilhad, yani küfürdür. Dört mezhepten birini terk eden, boynundan islam ipini çıkarmıştır.”

ibni Melek:

“Şimdi yeryüzünde yaşayan bütün Müslümanlar, mukallittir. Yani taklit ehli olup, bir mezhebe bağlanması gerekmektedir. Bir mukallid, ne kadar âlim olursa olsun, ictihadda bulunamaz. Ancak müctehidlerin bildirdikleri hükümleri naklederler.”

ibn-i Abidin ve Şevâhidü’l-Hak Hazretleri şöyle buyuruyor:

“islâm âlimleri, sözbirliği ile bildiriyorlar ki; hicretin dördüncü asrından sonra, tek başına ictihad yapabilecek âlim dünyaya gelmedi. Şimdi bütün Müslümanların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır. Çünkü şimdi, Kur’ân-ı Kerim’i ve hadis-i şeriflerin tamamını anlayıp, bunlardan ahkâm çıkarabilecek ilim sahibi yoktur. Zaten bir mezhebe uyulursa, Kur’ân-ı Kerim’e ve Resulullah (asm)’ın sünnetine uyulmuş olur.”

Celâleddîn Süyûtî gibi büyük bir âlim, müctehid olduğunu söyleyince, zamanındaki âlimler, Suyûtî Hazretlerine bir soru sordular ve ona;

“Önceki âlimler bu mesele hakkında iki farklı cevap vermişlerdir. ictihadın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen müctehid isen, bunlardan birini seçip bize haber ver.”

dediler. Suyûtî Hazretleri, Allah’tan korktuğu için, isabet edememe endişesinden dolayı birini seçmeğe cesaret edemedi.

ibni Hacer Hazretleri bu olay üzerine der ki:

“En aşağı derecedeki ictihâd olan, iki haberden birini tercih etme işi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlaşılmalıdır.”

Şeyhü’l-islâm Zekeriyyâ buyurdu ki:

“Mezhep imamları, kapalı olarak bildirilen hadis ve ayetleri izah edip açıklamasalardı, bunların hiçbirimiz anlayama ya da yanlış anlardık.”

Büyük âlim Muhammed Hadimi Hazretleri “Berika” kitabında buyuruyor ki:

“Şer’î delillerin; kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak dört olması, ictihad mertebesindeki müctehid âlimler içindir. Mukallidler, yani müctehid olmayanlar için delil ve senet; bulunduğu mezhebin hükmüdür ve mezhep imamının görüşüdür. Çünkü mukallidler, ayet ve hadisten hüküm çıkaramaz. Bunun için bir mezhebin bir hükmü, ayet ve hadislere uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü ayet ve hadisler tevili gerekebilir, neshedilmiş ve hükmü kalkmış olabilir. Bunu da ancak müctehid âlimler anlar.”

imam Şafi Hazretleri:

“imamAzam Ebu Hanife’nin görüş ve ictihadını beğenmeyene, Allah Teâlâ lânet etsin! Çünkü bütün müctehidler, imamAzam Ebu Hanife’nin çocukları hükmündedir.”

Taceddin Sübki Hazretleri buyuruyor ki:

“Peygamberlerin varisi olan mezheb imamlarına karşı edepli olmalıdır. Din imamlarına dil uzatan, felakete gider. Onların her sözü bir delile dayanır.”

Abdülgani Nablüsi Hazretleri:

“Bugün dört mezhebden başkasına uymak, icmadan ayrılmak olur ki, bu caiz değildir.”

imam Gazali Hazretleri, bir ara müstakil bir mezhep kurmak istediği, ancak kendisine rüyada ikaz edildiği için bundan derhal vazgeçtiği sahih kaynaklarda nakledilmektedir. Evet, imam Gazali gibi bir Hüccetü’l-islam, mezhep kuramamış ve fıkhî hükümlerde imam Şafi’yi taklit etmiştir. Acaba zamanımızın mezhepsizleri, imam Gazali’den daha mı âlimdir? Ya da ondan daha mı yeteneklidir? Belki de aradaki fark; Bunların, imam Gazali kadar Allah’tan korkmamaları ve isabet edememe endişesini taşımamalarıdır.

Yine islam hukukunda söz sahibi olan ve “Sadrü’ş-Şeria” yani “Şeriatın Kalbi” unvanıyla meşhur olan, Abdullah ibni Mesud-ül Mahbubi Hazretleri de beşinci bir mezhep kurmak istedi. Bunun üzerine rüyasında, Cebrail aleyhisselamı gördü. Kendisine, dört kapısı ve üzerinde dört penceresi olan çok güzel bir cami göstererek; bu güzel mabedin, ahenk ve nizamını, mimari özelliğini bozmadan, camiyi yıkılma tehlikesine maruz bırakmadan bir kapı ve bir pencere açmasını teklif etti. Ne kadar uğraştıysa da, sayılan bu özelliklere riayet ederek, yeni bir kapı ve pencere açma cesaretini gösteremedi. Bunun üzerine, Cebrail aleyhisselam, yeni bir kapı açılması halinde, mevcut ahengin bozulacağını, islam’ın zarar göreceğini ikaz ederek, bu teşebbüsünden vazgeçmesini kesin bir şekilde ihtar etti. Bu önemli ikaz üzerine, “Sadrü’ş-Şeria” hatasını anlayıp bu teşebbüsünden hemen vazgeçti. Daha sonra da kimse böyle bir teşebbüste bulunma cesaretini gösteremedi. Zaten buna ihtiyaç da yoktur. Zira dört mezhep, dinimize ait bütün meseleleri çözmüş, ileride çıkabilecek meselelerin de çözüm yollarını göstermiştir.

Muhammed Zahid el- Kevseri:

“Mezhepsizlik, dizsizliğe giden köprüdür.”

Şehristani ve Yusuf en-Nehbani:

“Hak olan, doğru olan dört mezhebin itikadları, yani imanları aynıdır. Dördü de, Ehl-i sünnet itikandındadır. Mezheplerden birine uymayan bidat ehli sayılır ve mezhepsizdir.”

Tahtavi:

“Ehl-i sünnetin onlarca mezhebinden dört tanesi kitaplara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Müctehid olmayanların, bütün hareketlerinde ve ibadetlerinde bir müctehide tabi olması, yani bu dört mezhepten birinde bulunması gerekmektedir.”

Abdurrahman Silheti, imamNablusi:

“Mezheb taklit etmek, Kitap ve sünnetten ayrılmış olmak demek değildir. Bilakis mezheb imamının Kitap ve sünnetten bildiklerine uymak, Kitap ve sünnete uymak demektir.”

Bu meselede söylenen sözlerin tamamını nakledecek olsak, hususi bir kitap olabilir. Zira on dört asır boyunca her âlim bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu ve mezhepsizliğin caiz olmadığını beyan etmiştir. Bizler meseleyi daha fazla uzatmamak için bu kadar nakille yetiniyor ve son olarak diyoruz ki;

Tefsirini yaptığımız ayet-i kerime; bu ümmetin, hayırlı bir ümmet olarak insanlar için çıkartıldığını ve hayırlı ümmet olması altında yatan ana sebebin de “iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek” olduğunu bildirmiştir. Demek iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek, bu ümmetin bir vasfıdır. Ve bu ümmet, Efendimiz (asm)’in;

“Ümmetim, asla dalâlet üzerinde birleşmez.”

ifadesiyle, asla batılda ittifak etmeyecektir. O halde şu muhakemeyi yapabiliriz:

· Madem Kur’an’ın ifadesiyle bu ümmetin vasfı iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmektir.

· Ve madem Peygamberimiz (asm)’in beyanıyla; bu ümmet asla batılda ittifak etmeyecektir,

· O halde, hakkında ittifak edilen bir mesele batıl olmayıp, hak olacaktır.

· Ve maden hakkında ittifak edilen mesele hak olacaktır, o halde bir mezhebe bağlanmak da hak olmalıdır. Zira zikrettiğimiz gibi, islam âlimlerinin tamamı bu meselede ittifak etmiş ve hepsi bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu beyan etmişlerdir. Hatta sadece beyan ile yetinmeyip, yüz bin hadisi, senedleriyle birlikte bilen, o büyük âlimler bile dört mezhepten birine tabi olarak, fıkhî konularda o büyük mezhep imamlarını taklit etmişlerdir.

O halde diyebiliriz ki, bir mezhebe bağlanmanın gerekli olmadığını söyleyen cahiller, hem Efendimiz (asm)’in;

“Ümmetim, asla dalâlet üzerinde birleşmez.”

hadisini inkâr etmekte, hem de tefsirini yaptığımız;

“Siz insanlar için çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder ve kötülüğü nehyedersiniz.”

ayetini inkâr etmektedirler.

Zira onların mezhepsizliği savunması, bu ümmetin dalalet üzerinde birleşebileceği fikrini ve bu ümmetin iyiliği emretmeyip, kötülüğü emrettiği neticesine varmaktadır. Çünkü eğer mezhepsizlik caiz ise, bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğin haram olduğunu söyleyerek hem batılda ittifak etmişler, hem de iyiliği değil, batılı emretmişler, demektir. Çünkü onlar mezhepsizliğin caiz olmadığını söylemişlerdir.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
Mürted Edip yükselin takipçilerinin zırvası olan ikiyüzlü madde bunlara hurafe diyen islam dinini reddetmiş nefsinin kulu olmuştur.
O halde yol ikidir:

1. Ya Efendimiz (asm)’in; “Ümmetim, asla dalâlet üzerinde birleşmez” hadisini ve “Siz insanlar için çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder ve kötülüğü nehyedersiniz.” ayetini kabul edeceğiz ki, bunu kabul ettiğimizde mezhepsizliğin haram olduğunu da kabul etmek zorundayız. Çünkü islam âlimleri mezhepsizliğin haram olduğunu bildirip, bu konuda ittifak etmişlerdir. Onların bu konudaki ittifakları, hadisin beyanına göre asla dalalet olamaz. Çünkü dalalette ittifak olmaz. O halde bu ittifak hidayettir.

2. Ya da mezkûr hadis ve ayetleri inkâr ederek, mezhepsizlerin sözünü dinleyeceğiz.

Biz, Kur’an’a ve hadise kulak vermeyi tercih ediyoruz.

ALTINCI AYET

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ

“Hâlbuki onun (müteşabih ayetlerin) tevilini (izahını) Allah'tan ve ilimde râsih olanlardan başkası bilmez.” (Al-i imran, 3/7)

Bu ayet-i kerimede; Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını, sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bileceği, Allah ve râsih âlimlerden başkasının ise, Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayamayacağı beyan buyrulmuştur. O halde diyebiliriz ki; Kur’an’ın müteşabih kısmını anlayabilmek için tek yol; ilimde râsih olmak ya da ilimde râsih olanlara başvurmaktır.

Müteşabih: Manası gizli olup, zahiri manasından başka manaya gelen ayetlerdir.

“Râsih” kelimesinin lügat manası ise; ilim ve fennin derinliğine vukufiyet, sağlamlık, tam manasıyla sabit olmak ve yerleşmek demektir.

“ilimde râsih olmayı” imam Rabbani Hazretleri şöyle izah eder: Râsih âlimler, nefislerini tam manasıyla mutmain etmişler ve bu sebeple, Efendimiz (asm)’e uymanın hakikatinden ibaret olan şeriatın hakikatini kazanmışlardır. Bu kemal, başkalarında bulunmaz. Biz burada, “ulema-yı râsihin”in bir alametini açıklayalım ki, zahiri bilen herkes, ilimde derinleştiğini iddia etmesin ve nefs-i emmaresini, nefs-i mutmainne zannetmesin. Râsih âlim o kişidir ki; onun için kitap ve sünnetin müteşabih kısmının tevil ve izahında büyük bir nasip vardır. Ayrıca onlar için, Kur’an-ı Kerim’in surelerinin başlarında bulunan mukattaa harflerinin sırlarından da büyük bir hisse vardır.

Demek ilimde râsih olanlar; ilim ve amel ayaklarıyla ilimlerin madenlerine ulaşarak, kesbi -yani çalışarak elde ettikleri- ilimlerini, Allah tarafından verilen ledünni ilimlerle birleştiren kimselerdir.

ilimde râsih olmak hususunda çok sözler söylenmiş ve pek çok izahlar yapılmıştır. Biz meselenin bu cihetini daha fazla uzatmamak için bu kadarla iktifa edip, ayetimizin mezheb imamlarına uymayı işaret eden bölümüne geçiyoruz. Şöyle ki:

Bu ayet-i kerimede iki hususa dikkat çekilmiştir;

1. Kur’an’da müteşabih kısmın varlığına,

2. Bu müteşabih kısmın manalarını, sadece Allah’ın ve ilimde râsih olanların bildiğine.

Şimdi sorumuz şu: Madem Kur’an’ın müteşabih kısmı var. Ve madem bu müteşabih kısmı, sadece Allah biliyor ve ilimde râsih olanlar anlayabiliyor. O halde ilimde râsih olmayanlar, Kur’an’ın bu müteşabih kısmını anlayabilmek için ne yapacaklar?

Elbette cevap; ilimde râsih olanlara başvuracaklardır. Eğer ilimde râsih olanlara başvurmayıp, kendi başına Kur’an’ın müteşabih kısmının manasını anlamaya çalışsa, ya anlayamaz, ya da yanlış anlar ve kendine yazık eder. Çünkü Allah Teâlâ, bu kısmı sadece ilimde râsih olanların anlayabileceğini bildirmiştir. ilimde râsih olmanın da ne demek olduğunu izah etmiştik.

Ayrıca Kur’an’ın müteşabihi olduğu gibi, hadislerin de müteşabihi vardır. Ve bunlar Kur’an’dakinden çoktur. O halde hadisin müteşabihini anlamak için de; Kur’an’ın müteşabihi anlamak için başvurduğumuz yola başvurmak, yani onu da râsih âlimlere sormak ve işin aslını onlardan öğrenmek zorundayız.

ilimde râsih olmayan bizlerin, Kur’an’ın ve hadislerin müteşabihini anlamak için, ilimde râsih olanlara başvurması gerekliliği ayan beyan belli olduktan sonra, şu soruları soruyoruz:

· Acaba, bir milyon hadisi, senedleriyle beraber ezbere bilen Ahmed ibn-i Hanbel Hazretleri mi ilimde râsihtir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan ve kendini âlim zanneden zavallılar mı?

· Acaba, Kur’an-ı Kerim’in şer’î ve lügat manalarını ve bunların kısımları olan hass, âmm, müşterek, sarih, kinaye, zahir, nass, hafi, müşkil, müteşabih, dall-i bi’l-ibare, dall-i bi’l-iktiza, dall-i bi’l-işare, nasih, mensuh ve diğer aksamı, kendilerinde meleke haline gelmiş mezhep imamları mı râsih âlimdir? Yoksa Kur’an’ı ancak yüzünden okuyabilen cahiller mi?

· Acaba, sadece bir haftada Kur’an’ın tamamını ezberleyebilecek kadar zeki olan imam Muhammed mi ilimde râsihtir? Yoksa kalbinde, Kur’an’dan toplam on sayfa bile olmayan nasipsizler mi?

· Acaba bir kitabı okurken, eliyle okumadığı sayfayı kapatan ve “Niçin böyle yapıyorsunuz?” sorusuna; “Gözüm o sayfaya ilişince sayfanın tamamını ezberliyorum.” diyerek cevap veren ve bir sayfayı sadece bir defa görmekle ezberleyebilen imam Şafi gibi bir deha mı ilimde râsihtir? Yoksa unutkanlık hastalığına müptela olmuş, bırakın okuduğunu ezberlemeyi ve ezberlediğini unutmamayı, daha bir gün önce yediği yemeği bile unutan kişiler mi?

· Acaba, daha on yaşlarında iken, kırk senede tahsil edilebilen bir ilmi, sadece üç ayda tahsil ederek, doksan cilt kitabı kelime kelime ezberleyen Bediüzzaman Said Nursi mi ilimde râsihtir? Yoksa okuduğu kitabı bile anlamakta zorlanan cahiller mi?

· Acaba imam Şafi’nin beyanıyla; bütün fıkıhçıların babası hükmünde olan imam Azam mı ilimde râsihtir? Yoksa bu büyük âlimlere hakareti kemal bilen zavallılar mı?

Soruları çoğaltmak mümkündür. Bizim bu sorulara verdiğimiz tek cevap; başta dört mezheb imamı ve onların yolundan giden o büyük âlimler ve allemeler ilimde râsihtir. Ve biz hem Kur’an’ın, hem de hadislerin müteşabihini onlardan öğreniriz. Bu zamanda, ilimde râsih olduğunu iddia eden mezhepsizler, bırakın ilimde râsih olmayı, bu zatların rahlesinde talebe bile olamazlar.

YEDiNCi AYET

وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ

“Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.” (Yusuf, 12/76)

Zikrettiğimiz bu ayet, diğer ayetler gibi, bir mezhebe bağlanmanın gerekliliğini ispat etmektedir. Şöyle ki; her meslek dalında, ‘bilgi birikimini’ ifade eden unvanlar vardır. Asistan, doktor, doçent yardımcısı, doçent, profesör gibi kavramlar, bilgi birikimini ve bilgi yeterliliğini ifade eden unvanlardandır. Her meslekte bu tür unvanlar olduğu gibi, fıkıh ilminde de, fıkıh âlimlerinin mertebe ve derecelerini bildiren unvanlar vardır. Her bir unvan, o mertebedeki fakihin bilgi seviyesini bildirmektedir. Fıkıh ilmindeki bu unvanlar ve bilgi mertebeleri yedi kısımdır. Bu mertebeler şunlardır:

1. Müctehid-i fi’ş-şer: Mutlak müctehid olan âlimlerin mertebesidir. Bu âlimler, dört delil olan; “Kur’an, sünnet, icma ve kıyas”tan hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koymuşlar ve koydukları kaidelere göre hükümler çıkarmışlardır. imamAzam, imam Şafi, imamMalik ve Ahmed ibni Hanbel Hazretleri, bu tabakadaki âlimlerdendir.

2. Müctehid-i fi’l-mezheb: Mezhepte müctehid olanlardır. Bunlar, hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koyamamışlar, mezhep imamının koyduğu kaidelere göre dört delilden hüküm çıkarmışlardır. imamYusuf, imamMuhammed ve benzerleri bu tabakadadır.

3. Müctehid-i fi’l-mesele: Sadece bazı meselelerde ictihad yapabilen âlimlerdir. Bunlar, mezhep imamının bildirmediği ve hakkında ictihad yapmadığı meselelerde, mezhebin usul ve kaidelerine göre hüküm çıkarırlar. Ancak bu hükmün, mezhebin kaidelerine göre çıkartılması şarttır. imam Tahavi, Ahmed b. Ömer, imam Serahsi ve benzerleri, fıkıh ilminin bu tabakasındadır. Demek, imamSerahsi gibi, “Şemsu-l Eimme” yani; “imamların Güneşi” lakabıyla meşhur bir âlim bile, mezheb imamının ictihad yaptığı bir meselede, kendi fikrini ileri süremiyor ve ictihad yapamıyor. Sadece, mezheb imamının hakkında ictihad yapmadığı bir meselede, mezheb imamının belirlediği usul ve kaidelere göre ictihad yapabiliyor. Acaba, imamların güneşi olan imam Serahsi, böyle ictihad yapamaz ve mezheb imamının sözünden dışarı çıkmazsa, günümüzdekilerin ictihad yapmaya hakkı olur mu?

4. Ashab-ı Tahric: ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı kısa ve kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Bunlar delillerden hüküm çıkarmamışlardır. El- Cessas lakabıyla meşhur; Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi bu tabakadaki bir âlimdir. Evet, meşhur el- Cessas, sadece bir mukallid olup, ictihad yapamamıştır. Günümüzdeki ictihad heveslilerinin kulakları çınlaya! Acaba onlar, el-Cessas’tan daha mı âlim ki, onun kalkışamadığı bir işe cüret ediyorlar?

5. Ashab-ı Tercih: Müctehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birini tercih edebilen âlimlerdir. Bunlar mukalliddir ve ictihad yapamazlar. Mukallid; taklit eden, demektir. Ashab-ı tercih, fıkhî hükümlerde ictihad yapmamış, bağlı bulundukları mezheb imamını taklit ederek, onun hükmüyle amel etmişlerdir. Bunlar sadece aynı meselede yapılan bir kaç ictihaddan birisini tercih edebilirler. Ebu-l Hasan Kudûri ve emsalleri bu tabakadadır.

6. Ashab-ı Temyiz: Bu mertebede bulunanlar da mukallid olup, bir mezheb imamına bağlıdırlar. Bunlar, bir mesele hakkında gelen çeşitli rivayetleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivayet bulunmaz.

7. Ashab-ı Fetva: Zayıf haberleri, kuvvetlilerinden ayırabilen ve bir mezheb imamına bağlı olan mukallidlerdir. Bunlar, okuduklarını iyi anladıkları ve anlayamayan diğer mukallidlere açıkladıkları için, fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır.

Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri, “Hukuk-u islamiye ve Istılahat-ı Fıkhîye Kamusu” isimli eserinde, müctehidlerin bu yedi tabakasını izah ettikten sonra, ibn-i Abidin Hazretlerini yedinci tabakaya misal vermektedir. ibn-i Abidin Hazretleri ise, dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fıkıhçılarından olup, her bir cildi dokuz yüzü aşkın sahifeden oluşan altı ciltlik “Reddü-l Muhtar” isimli fıkıh eserinin sahibidir.

Yani, günümüzdeki bütün fıkıhçıların kaynak kitap olarak kullandığı “Reddü-l Muhtar” isimli eserin sahibi olan, dokuzuncu asrın o büyük fakihi; ibn-i Abidin Hazretleri, sadece mukallid olup, ictihad yapamıyor ve fıkhî meselelerde imamAzam Hazretlerini taklit ediyor, ona tabi oluyor.

Hâl böyle iken nasıl olurda, ibn-i Abidin Hazretlerinin yapamadığı ictihadı, O’nun yazdığı eseri okumaktan ve anlamaktan aciz olanlar yapabilir?

ictihad yapmanın ne kadar zor olduğunu şu gelecek misallerle de anlayabilirsiniz:

“insanların ve cinlerin müftüsü” lakabıyla meşhur olan Şeyhülislam Ebu Suud Efendi, asrının güneşi olan ve “Hüccetü’l-islam” yani “islam’ın Delili” lakabıyla meşhur olan imam Gazali hakkında şöyle der:

“ictihada ait meselelerde, müctehid olmayan imam Gazali ve emsallerinin sözlerine itimat caiz değildir.”

Düşünün bir kere, imam Gazali gibi bir Hüccetü’l-islam, ictihad yapamıyor ve fıkhî meselelerde imam Şafi’nin mezhebine girerek ona tabi oluyor. Ve Ebu Suud Hazretleri; “imam Gazalinin, kendi mezhebine ters düşen bir sözü olursa, ona itibar edilmez.” buyuruyor.

Şimdi sormak gerekir: imam Gazali gibi asrının güneşi olan bir âlim bile ictihad yapamazken ve imam Şafi Hazretlerine tabi olurken, bu asrın insanına ne oldu da ictihada heveslendi? Ve kendisini ictihada ehil görmeye başladı? Acaba imam Gazali’den daha mı âlim ki, imam Gazali’nin girişemediği bir işe girişiyor?

Celaleddin-i Suyuti Hazretleri, değişik ilimlerde tam dört yüz eser yazmıştır. işte böyle bir zat, ictihad yapmak istediğinde, zamanının âlimleri;

“ictihad devri geçmiştir, sen ictihad yapmaya muktedir değilsin.”

diyerek, O’nu ictihaddan menetmişlerdir.

Şimdi yine soralım: Böyle dört yüz değişik eserin müellifi olan bir zat, ictihad yapamıyorsa, bu zamanın insanlarına ne oldu ki, Celaleddin-i Suyuti’nin yapamadığını yapmaya çalışıyorlar? Acaba, kendilerini Suyuti Hazretlerinden daha mı âlim zannediyorlar? Ya da O’nun muktedir olamadığı ictihada, bunlar mı muktedir oldular? Hâlbuki bunlar, Suyuti Hazretlerinin eserlerini anlamaktan bile acizdirler. Nerede kaldı, ona yetişmek ve onu geçmek! Geçtiğini zanneden ancak zannıyla hükmeder ve vehmiyle geçer. Hakikatte ise, zamanımızın sahte müctehidlerinin boğulduğu yerde, bu zatın topuğu bile ıslanmamıştır.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de ictihadın zorluğunu şöyle anlatır:

“Bir usul kaidesidir ki, fakih olmayan, velev ki usul-ü fıkıhta müctehid dahi olsa, icma-ı fıkıhta muteber değildir. Çünkü onlara nispeten âmîdir.”

Bu ibareyi biraz açalım: Usul-u fıkıh; fıkhın usul ve kaidelerini öğreten derin bir ilimdir. Değil bu ilimde müctehid olabilmek, bu ilmi öğrenmek bile bir ömür alır. Bununla birlikte, mesela bir kimse, kendisine ihsan edilen özel bir yetenekle bu ilimde müctehidlik makamına ulaşsa, yine de fetva veremiyor ve dört delilden hüküm çıkaramıyor, sözüne itibar edilmiyor. Bediüzzaman Hazretlerinin: “… Onlara nispeten âmîdir.” sözü de çok manidardır. Âmî; okuma yazma bilmeyen kişiye denilir. Demek usul-ü fıkıhta müctehid bile olsa, mezhep imamlarına kıyasla; okuma yazma bilmeyen bir çocuk gibi sayılıyor.

Acaba, usul-ü fıkıh ilminin müctehidleri, mezhep imamlarına kıyasla okuma yazma bilmeyen bir çocuk gibi olursa, usul-ü fıkıhtan habersiz olanlar, onlara kıyasla hangi mertebede olur? Ve bir usul-ü fıkıh müctehidinin yapamadığı dört delilden hüküm çıkarma işini, bu kişiler nasıl yapar?

Yine “Müceddid-i Elf-i Sâni” yani “ikinci bin yılın müceddidi” lakabıyla meşhur olan imam Rabbani Hazretleri, kendi abdest suyundan şifa niyetiyle içmek isteyen birisine, “olur” veya “olmaz” diye cevap verebilmek için, fıkıh kitaplarını tam üç gün mütalaa ediyor ve sözünü büyük müctehidlerin sözüne dayandırarak cevap veriyor. Acaba, ilim semasının güneşi ve parlak bir yıldızı olan bu zat, ictihad yapamazken ve en küçük bir meselede bile kendi rey ve görüşünü beyan edemezken, bu zamanın insanlarına ne oluyor da, imam Rabbanileri geçiyor? Onların yapamadıkları yapıyor? Ya da, yapıyorum zannediyor! Aslında yaptığı; kendisini ve kendine uyanları ateşe atmaktan başka bir şey değil!

işte bu din, bu hassasiyet ile muhafaza edildi. Herkes kafasına göre hüküm verseydi, bu din böyle indiği gibi muhafaza olur muydu?

Şimdi delilimizi özetleyelim: Yusuf suresi 76. Ayette;

“Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.”

buyurulmuş. O halde, her meslekte olduğu gibi, fıkıh sahasında da, bilgi birikimini ifade eden unvanlar ve mertebeler olmalıdır. Âlimlerin ittifakıyla bu mertebeler yedi kısımdır. Buna göre;

· Ashab-ı Temyiz, ashab-ı fetvadan,

· Ashab-ı Tercih, ashab-ı temyizden,

· Ashab-ı Tahric, ashab-ı tercihten,

· Müctehid-i fi’l-mesele makamından olanlar, ashab-ı tahricten,

· Müctehid-i fi’l-Mezheb makamında olanlar, müctehid-i fi’l-mesele makamında olanlardan

· Ve Müctehid-i fi’ş-Şer makamında olanlar da, müctehid-i fi’l-mezhep tabakasında olanlardan üstündür. Ve fıkıh sahasındaki söz, en üst makamda olan mezhep imamlarına aittir.

Nasıl ki, bir asistan profesörlüğe soyunamaz ve onu taklit edemez. Eğer taklit etse, ehl-i tahkikin nazarında maskara olur. Aynı bunun gibi, fıkıh ilminde asistan olan, hatta asistan bile olamayan bu zamanın insanları ve sözde âlimleri, “müctehid-i fi’ş-şer” makamında olan mezhep imamlarının işine soyunamaz ve onlar gibi ictihad yapamaz. Eğer yapsa, maskara olur ve zaten olmuşlar…

Hem bak, ibn-i Abidin, imam Gazali, imamSuyuti, imam Rabbani gibi tahkik ehli âlimler, fetva vermeye cesaret edememişler ve kendilerini fetva verme makamında görmemişler. Bunlar, mukallid makamında kalarak, dört mezheb imamını tabi olmuşlar. Acaba, bu asrın insanına ne olmuş ki, daha Fatiha’yı bilmeden kendini imamAzam zannediyor? O büyük zatlarla yarışa giriyor? Ve onlara karşı muaraza ediyor?

Sözün özü: Her bilenin üzerinde bir bilen vardır. Fıkhı en iyi bilenler ise, “müctehid-i fi’ş-şer” mertebesinde olan dört mezheb imamıdır. Ve bizlere düşen, fıkhî konularda bu zatlara tabi olmak ve onların peşinden gitmektir.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
Allah ın en çok celallendiği ve kendine savaş açmak olarak nitelendirdiği meseleler hep iktisadla, hukukla, adaletle, açlıkla, yoksullukla ilgiliyken ve namaz kılmayanlara dair kur an da hayatta iken uygulanacak her hangi bir ceza yokken; mezhep imamlarının " namaz kılmayana ölüm cezası uygulamasıdır"

Fıkıh ile kur an neden farklı? Varsa cevap verecek bir ehli sünnet alimi buyursun!
SEKiZiNCi AYET

قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُوا الْأَلْبَابِ

“De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahibi olanlar anlar.”(Zümer, 39/9)

Bu ayetin açık ve net beyanıyla; bilenler ile bilmeyenler bir değildir. Madem bilenler ile bilmeyenler bir değildir, o halde cevaplandırılması gereken soru şudur:

Fıkıh ilmini kimler biliyor ve bu ilmi kimler bilmiyor?

Bir önceki ayetin tefsirinde izah ettiğimiz gibi, fıkıh ilmini bilenler yedi mertebe olup, sadece ilk üç mertebedekiler ictihad yapabilmekte ve fetva verebilmektedir. Bu üç mertebeden de, üçüncü mertebede olanlar, sadece mezheb imamının ictihad yapmadığı meselelerde ictihad yapabilmekte ve diğer meselelerde mezheb imamının tabi olmaktadır. Demek, mutlak ictihad yapabilenler; sadece birinci ve ikinci tabakada olan fakihlerdir. Hatta ikinci tabakada olanlar da, ictihad yapmanın usul ve kaidelerini koyamamış, ictihadın usul ve kaidelerinde kendi mezheb imamlarını taklit ederek, o usul ve kaidelerin dışına çıkamamışlardır.

Hal böyle iken ve ayetin ifadesiyle; “bilenler ile bilmeyenler bir olamaz”ken, hatta asırlarını aydınlatmış olan imam Gazaliler, imam Rabbaniler, Celaleddin-i Suyutiler bile, ilk üç mertebedeki müctehidlere kıyasla; “bilmeyen” olurken, bu zamanın sözde âlimlerinin ne olacağını sizler kıyas edin!

Fıkıh ilmini, dört delilden fetva çıkarma mertebesinde bilenler sadece; müctehid-i fi’ş-şer, müctehid-i fi’l-mezheb ve müctehid-i fi’l-mesele mertebesinde olan âlimlerdir. Bu tabakada olmayan bütün âlimler, bunlara kıyasla; fıkıh ilmini bilmeyenlerdir. Ve bu tabakalarda bir âlim, uzun asırlardan beri yetişmemiştir. Herhalde ictihada ihtiyaç yoktur ki, Cenab-ı Hak, bu mertebede olan âlimleri göndermemiştir. Demek, bu zamandaki bir âlim, ne kadar da derin bir âlim olsa, bu üç tabakadaki müctehidlere kıyasla cahildir ve âmîdir.

Sözün özü: Madem ayetin ifadesiyle; “bilen ile bilmeyen bir değildir.” Ve madem bu ümmetin âlimlerinin ittifakıyla dört delilden hüküm çıkarma işi, sadece ilk üç basamaktaki müctehidler için söz konusudur. O halde şu iki ihtimalden birini kabul etmemiz gerekir:

1. Bu zamandaki mezhepsizler, ilk üç tabakadaki fıkıh âlimlerinin mertebesindedir. Yani imam Gazali ve imam Rabbanilerin giremediği bu mertebeye, bunlar girmiştir. Buna ise kargalar bile güler!

2. Bu zamandaki mezhepsizler, hadlerini aşmış birer mütecavizdir. Fıkıh ilminin yedinci tabakasında bile olmadıkları halde, kendilerini ilk üç tabakadaki âlimlere eş tutmuşlar ve aldanmışlar ve aldatmışlardır. Doğru şık budur. Ve bundan başka bir şık ta yoktur.

DOKUZUNCU AYET

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّوا اْلأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” (Nisa, 4/58)

Bu ayet-i kerime, şu olay üzerine nazil olmuştur: Peygamberimiz (asm) Mekke’yi fethettiğinde, Kâbe’nin anahtarları Osman ibn-i Talha’da olup, bu zat o zaman kâfir idi. Hz. Ali (ra), bu zattan Kâbe’nin anahtarlarını zorla almış ve Kâbe’yi Peygamberimiz (asm)’e açmıştı. Daha sonra Hz. Ali, Hz. Abbas ve diğer sahabeler, Kâbe’nin anahtarının kendilerine verilmesini ve hacıların zemzem ile sulanması ve Kâbe’nin diğer hizmetlerinin kendilerinde toplanmasını arzu ettiler. Bunun üzerine mezkûr ayet indirilerek, “emanetlerin ehline teslim edilmesi” emredilince, Efendimiz (asm), Hz. Ali’ye, anahtarı Osman ibn-i Talha’ya iade etmesini emretti. Hz. Ali bunun yapınca, Osman ona şöyle dedi:

“Zorladın, eziyet ettin, sonra gelip yumuşuyor musun?” Hz. Ali ise cevaben;

“Muhakkak Allah Teâlâ, senin hakkında bu ayeti indirdi.” dedi ve ona

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.”

ayetini okudu. Osman ibn-i Talha, islam’ın bu adaleti karşısında dayanamayarak kelime-i şehadet getirdi ve Müslüman oldu.

Osman ibn-i Talha (ra) vefat edinceye kadar anahtar onda kaldı. Vefatından sonra da, kardeşi Şeybe’ye verildi. Böylece Kâbe’nin anahtarı ve Kâbe hizmeti, onların neslinde kaldı.

Ayetin iniş sebebi bu olmakla birlikte, “bütün emanetlerin ehline verilmesi”, ayetin manası içindedir. Zira ayetin bir hâdise üzerine inmesi, sadece bu hâdiseye mahsus olmasını gerektirmez.

Hatta ibn-i Mesud Hazretleri, “insanın uzuvlarının tamamı emanettir. Her uzvu, yaratılış gayesinde kullanmak ve ona yüklenen ibadeti yapmak, emaneti ehline vermektir.” buyurarak, “emaneti ehline verme” emri altında yatan onlarca manadan sadece birini beyan buyurmuştur.

Demek bu ayet-i kerime, “emaneti ehline vermek” hususunda, deniz gibi manaları içinde saklamaktadır. Bizler bu manaları, tefsir kitaplarına havale ederek, mezkûr ayetin, “bir mezhebe bağlanmaya” dair işaretine geçiyoruz;

“Allah size, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” ayetinin ifadesiyle; Allah Teâlâ, her emaneti ehline vermeyi bize emretmiştir. O halde, cevabını aramak ve bulmak zorunda olduğumuz soru şudur:

Kitap, sünnet, icma ve kıyas dediğimiz dört delilden hüküm çıkarmak ve bir mesele hakkında fetva vermek -yani ictihad yapmak- bir emanettir. Acaba bu emanetin ehli kimdir? Ve bu emanet kime verilecektir?

· Hadis hafızlarının -yüz bin hadisi senetleriyle birlikte ezberleyene hadis hafızı denir- dahi, fıkhî meselelerde kendilerine uydukları mezheb imamları mı ictihadda emanet ehlidir? Yoksa yüz bin değil, yüz hadis bile ezberinde olmayan cahiller mi?

· Daha önce ifade ettiğimiz üzere, fıkıh âlimlerinin ilk üç tabakası olan; müctehid-i fi’ş-şer, müctehid-i fi’l-mezheb ve müctehid-i fi’l-mesele mertebesinde olan âlimler mi delillerden hüküm çıkarmada emanet ehlidir? Yoksa fıkıh âlimlerinin tabakalarından bile haberdar olmayan cahil cesurlar mı?

· imam Gazalilerden tutun, imam Rabbanilere kadar, El-Cessas’tan tutun, imam Suyutilere kadar, her asırda gelmiş ve asrını ilmi ve takvasıyla aydınlatmış âlimlerin kendilerine tabi olduğu dört mezheb imamı mı fetvada emanet ehildir? Yoksa asrımızın takva ve ilim fakirleri mi?

· imamı Malik -ki sünnete son derece bağlı ve Hz. Peygamber (asm)'e de ileri derecede saygılıydı- yaşlandığı zamanlarda bile Medine'de herhangi bir hayvana binmez ve: "Allah'ın peygamberinin medfun olduğu bu şehirde ben hayvana binemem. Resulullah’ın bedeninin gömülü olduğu bir toprağa basmaktan hayâ ederim." derdi. Hadis rivayet edeceği zaman önce abdest alır, temiz ve yeni elbiseler giyer, güzel kokular sürünür, sonra büyük bir saygı ve vakar içinde hadisi naklederdi. Acaba böyle bir edep abidesi mi fetvada ehildir? Yoksa bu zamanın edepsizleri mi?

· imamMalik, kendilerinden hadis naklettiği kişilerin güvenilir, zühd ve takva sahibi olmalarına son derece dikkat ettiği gibi, aynı zamanda hadis ehlinden olmalarına da dikkat ederdi. Bu konudaki hassasiyetini şu sözleriyle dile getirmiştir: "(Mescidi Nebevi'nin sütunlarını göstererek) Şu sütunların dibinde, ‘Peygamber (asm) şöyle dedi’ diyen yetmiş kişiye rastladım. Bunların hiçbirinden bir şey almadım. Bunlar belki beytülmal kendilerine emanet edilecek kadar güvenilir kişilerdi. Fakat onların hiçbiri hadis nakletmeye ehil değillerdi."

Acaba, hadis kabul etmekte ve nakletmede bu kadar titiz olan imamMalik mi ictihadda emanet ehlidir? Yoksa hadis ilminden haberi olmayan bu zamanın sözde âlimleri mi?

Soruları çoğaltmak ve her mezheb imamının kemalini nazara vererek onlarca soru sormak mümkündür. Acaba hayatları son derece takva, ilim, zühd ve kemal ile dolu olan dört mezhep imamı mı fetvada ehildir? Yoksa bu zamanın takva fukaraları mı?

Hem şunu da çok merak ediyoruz: Acaba bu zamandaki ictihad heveslileri, ictihad yaparken hadislere müracaat etmeyecekler mi? Eğer edeceklerse -ki, etmek zorundalar. Zira birçok meselenin hükmü hadislerde açıklanmıştır- O halde, müracaat edecekleri bu hadis kitapları; Ahmed ibn-i Hanbel’in Müsned’i, imamMalik’in Muvatta’sı, ya da diğer mezheb imamlarının derledikleri hadis kitapları değil midir? Yani hadis ilmini, kendilerini inkâr ettikleri ve onlardan daha üstün olduklarını iddia ettikleri mezheb imamlarının eserlerinden öğrenmeyecekler mi? Yoksa direkt zaman ve mekânları aşıp, hadisleri sahabelerden mi soracaklar?

Ne kadar ilginçtir ki, Efendimiz (asm)’in hadislerini öğrenmek için bu zatların kitaplarına müracaat ediyorlar, yani onların kitaplarını okuyarak bu zatları üstad kabul ediyor, rahlesinde oturuyorlar, sonrada onlarla yarışa giriyor ve onları inkâr ediyorlar!

Sözün özü: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” ayetiyle, her emanetin ehline verilmesi emredilmiştir. ictihad yapmak ve dört delilden hüküm çıkarmak da bir emanettir ve ehline verilmesi gerekmektedir. Bu işin ehli ise; mezheb imamlarıdır ve fıkıh ilminin ilk üç tabakasındaki âlimlerdir.

ONUNCU AYET

يُؤتِى الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيراً وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُولُوا الأَلْبَابِ

“(Allah) dilediğine hikmet verir. Hikmet verilene, pek çok hayır verilmiştir. Bunu ise ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara, 2/269)

Ayeti kerimede geçen hikmet, ibni Abbas, imam Dahhak, imam Mücahid ve diğer âlimlere göre; Kur’an-ı Kerim’i anlamak, ilim ve fıkıhtan ibarettir.

Bu ayet-i celilede dikkat çekilen unsurları şöyle sıralayabiliriz:

1. Allah Teâlâ, hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir.

2. Kendisine hikmet verilen kula, büyük bir hayır verilmiştir. Demek hikmet; çok kıymetli ve müstesna bir şeydir.

3. Hikmetin bu üstünlüğünü ve kıymetini ise ancak akıl sahipleri anlayabilmekte, diğerleri ise hikmetin bu faziletinden gaflet etmektedirler.

Şimdi, ayetin beyan ettiği bu üç unsurun, bir mezhebe bağlanmaya ait olan işaretine geçiyoruz:

1. Madem ayetin açık beyanıyla; Allah Teâlâ, hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir. Acaba hikmetten azami mertebede hissesi olan kullar kimlerdir?

Acaba imam Âzam, imam Şafi, imam Malik, Ahmed ibni Hanbel ve diğer müctehid âlimlerin hikmetten nasibi ile, bizim nasibimiz, ya da kendini âlim zanneden zamanımızın mezhepsizlerinin nasibi aynı mıdır? Hikmetin bir şubesi olan fıkıhta, imam Gazalilere, Celalettin Suyutilere, imam Rabbanilere dahi verilmeyen bir hikmet, başta dört mezhep imamına ve diğerlerine verilmiştir. Bu sebeple imam Gazali gibi büyük allemeler, fıkıhta o büyük zatları takip etmişlerdir.

O halde bir mezhepsiz için yol ikidir:

· Ya dört mezhep imamına verilen hikmetin aynısının kendisine de verildiğini kabul edecek ve bu kabul ile de kargaları bile kendine güldürecek. (Bu zamanda yetişen âlim zatların, niçin mezhep imamlarına yetişemeyeceği konusunu ileride bir başlık altında inceleyeceğimizden burada bu konuya girmiyor, meraklılarını ilerideki bölüme havale ediyoruz.)

· Ya da aklını başına alarak, kendisine hikmet verilen mezhep imamlarına tabi olacak. Meselelerin izahlarını, onlara sorup öğrenecek. Yani o zatların kitaplarına müracaat edecek.

2. Madem Allah Teâlâ, hikmeti herkese değil, sadece dilediği kuluna vermektedir. Acaba kendisine hikmet verilmeyen kullar ne yapacaktır? islam’ın hükümlerini, helali, haramı, ibadetlerin eda şekillerini ve diğer meseleleri nasıl öğrenecek ve islamî hayatını nasıl devam ettirecektir?

Aslında herhalükârda bir mezhebe bağlanmak vardır. Zira bir mezhebe tabi olmayı inkâr edenler de kitaplar yazmakta ve kitaplarında kendi fehimlerine göre birçok konuyu inceleyip, neticeye bağlamaktadırlar. Onların talimiyle, mezhep imamlarını ve bir mezhebe bağlanmayı inkâr edenler de bu zatların kitaplarını okumakta ve onların sözleriyle amel etmektedirler. Yani bizler dört mezhepten birisine tabi olurken, onlar da bu kişilere tabi olmakta, dolayısıyla sanki bu kişiler, onların mezhep imamı olmaktadır. Tek fark şudur: Bizlerin peşinden gittiğimiz müctehid allemeler, kendilerine hakikaten hikmet verilmiş olan büyük âlimlerdir. Bu zamandaki mezhepsizler ise, geceyi gündüzden ayıramayacak kadar kör cahillerdir.

3. Mezhepsizliğe rağbet ettiren ve mezhepleri inkâr eden kişilere göre; bir mezhebe bağlanmak gereksiz olup, herkes kendi görüşünü Kur’an ve hadisten çıkartmalıdır. Bu görüşe göre; herkesin hikmet sahibi olması gerekir. Bu ise ayetin

“(Allah) dilediğine hikmet verir, hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiştir…”

beyanına terstir. Çünkü herkes dört kaynaktan hüküm çıkarabilse ve Kur’an’dan anladığı ile amel edebilseydi, hikmet herkese verilmiş olurdu. Hâlbuki ayetin ifadesiyle; hikmet, sadece Allah’ın dilediklerine ve seçilmişlere verilmiştir.

4. Ayetin sonunda geçen; “… bunu ancak akıl sahipleri anlar.” ifadesi de manidardır. Yani hikmetin kıymetini ve herkese verilmediğini, sadece Allah’ın murad ettiği müstesna kişilere verildiğini, ancak akıl sahipleri anlayabilmektedir. işte mezhepsizler, hem hikmetin mahiyetini anlayamamak, hem de kendilerine hikmetin verildiği müctehid imamları reddetmekle akılsızlar grubuna dâhil olmaktadırlar.

Netice: Madem ayetin ifadesiyle hikmet; büyük bir hayırdır ve sadece Allah’ın murad ettiği kişilere tahsis edilmiştir. O halde, hikmetten nasibi olmayan veya az olan biz avamın, hikmetin hakikatinin verildiği âlimlere tabi olması bir zorunluluktur ve ayetin işâri bir emridir.

Bu büyük âlimlerin, hikmetin bir cüzü olan Kur’an’ı anlamaktaki maharetlerini, onların ayetlerden çıkarttıkları hükümleri beyan ile ileride ispat edeceğimizden, konunun bu bölümüne şimdi girmiyor, oraya havale ediyoruz.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
ON BiRiNCi AYET

فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

“… Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun.” (Nahl, 16/43)

Ayette geçen “ehl-i zikir” ile kimin kastedildiği hakkında âlimler farklı izahlar yapmışlardır. Yapılan her izahı, bir mezhebe bağlanmaya delil yapabiliriz. Bizler, meseleyi fazla uzatmamak için sadece bir görüşü nakledip, bu görüşün, meselemiz olan bir mezhebe bağlanmaya dair işaretine geçeceğiz. Diğer görüşler için tefsir kitaplarına müracaat edebilirsiniz.

Ayetteki “zikir ehli” tabiri ile; Kur’an’ı çok iyi anlayan ve Kur’an’ın sırlarına vakıf olan âlimler kastedilmiştir. Zira “zikir” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde; Kur’an’ın kendisi için kullanılmıştır. Mesela Nahl suresi 44. ayette;

“insanlara açıklaman için biz sana zikri indirdik.”

buyrulmuştur. Buradaki zikirden kasıt, Kur’an-ı Kerim’dir.

Hicr suresinin 9. ayetinde;

“Şüphesiz zikri biz indirdik, elbette onu biz muhafaza edeceğiz.”

buyrulmuştur. Buradaki zikirden kasıt yine Kur’an’dır.

Hicr suresi 6. ayette;

“Dediler ki: Ey kendisine zikir indirilen (Muhammed)! Sen mutlaka bir mecnunsun.”

buyrulmuştur. Burada geçen “zikir” de yine Kur’an-ı Kerim’dir.

Yine Enbiya suresi 50. ayette, Yasin suresi 69. ayette ve Sâd suresi 87. ayette; Kur’an-ı Kerim, “zikir” ismiyle tesmiye edilmiştir.

Demek ayetteki “zikir” kelimesi ile Kur’an’a işaret edilmiştir. O halde “ehl-i zikir”de Kur’an- Kerim’i kelime kelime, harf harf inceleyen ve değil sadece kelime ve harflerden, harekelerden ve duraklardan bile manalar çıkartan râsih âlimlerdir.

Ayetteki “ehl-i zikri” izah ettikten sonra, şimdi sıra geldi ayetin bir mezhebe bağlanmanın lüzumuna dair olan işaretine:

Ayetin açık ifadesiyle; dini konularda, meselelerin izahlarını bilmeyenler, bilemediği konuları “ehl-i zikre” soracaktır. Yani Kur’an ehline müracaat edeceklerdir. Bu, ayetin açık bir emridir. Demek herkes dilediği gibi hüküm vermeyecek, vehmine göre hükmetmeyecektir.

Eğer bir mezhebe bağlanmak şart olmasaydı ve herkesin kendi anlayışı ile hükmetmesi caiz olsaydı, ayette; “eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorun” denilmez, “bilmiyorsanız, zannınıza göre hükmedin, kalbinize danışın vs.” gibi ifadeler kullanılırdı. Ama böyle denilmemiş ve bilmiyorsak, ehl-i zikre sormamız emredilmiştir. Demek, bir ehli zikrin peşinden gitmek vaciptir ve Kur’an’ın emridir.

O halde şimdi sorumuz şu: Bilmediğimiz meseleleri sormamız emredilen ehl-i zikir yani Kur’an ehli olan âlimler kimlerdir?

· Acaba bilmediklerimizi imam Azam, imam Şafi, imam Malik ve Ahmed ibni Hanbel Hazretlerine mi soracağız, yoksa çat pat Arapçasıyla Kur’an’ı anlamaya çalışan zamanımızın sözde âlimlerine mi? Bunlardan hangisi ehl-i zikirdir?

· Acaba Kur’an’ın manalarını, Efendimiz (asm)’den dinleyen ve ilimleri ile Efendimiz (asm)’in övgüsüne mazhar olan ibn Abbas, ibn Mesud, ibn Ömer gibi sahabeler mi ehl-i zikirdir? Yoksa Efendimiz (asm)’in ruhunu ve ahlakını kaybetmiş bu asrın insanı mı?

· Acaba Kur’an ayetlerinin iniş sebeplerini, Efendimiz (asm)’in o ayetler hakkındaki izahlarını ve Efendimiz (asm)’in hadislerini, sahabenin alimlerine sorarak öğrenen ve tâbiînden yetişerek Asr-ı saadetin kokusunu teneffüs eden müctehid alimler mi ehl-i zikirdir? Yoksa ayetlere kendi fikirlerinin yorumlarını yükleyen ve Kur’an’ı vehimlerine alet eden sözde müctehidler mi?

· Acaba yüz binlerce hadisi, senedleriyle birlikte ezbere bilen müctehidler mi ehli zikirdir? Yoksa ezberinde yüz hadis bile olmayan, hatta hadise bile ihtiyaç duymayarak Kur’an’ı cesurca tefsir eden cahiller mi?



Soruları çoğaltmak mümkündür. Bütün bu sorulara bizim cevabımız; ayette geçen ve bilmediğimiz şeyleri kendilerine sormamız emredilen ehl-i zikir; başta mezhep imamları olarak diğer müctehid âlimler ve allamelerdir. Bizler dinimizle ilgili her konuyu, onların eserlerine müracaat ederek öğrenmekte ve ayetteki emre imtisal ederek, ehl-i zikre sormaktayız.

ON iKiNCi AYET

وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Sana zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, onlara indirileni insanlara beyan edesin. Umulur ki onlar da düşünürler.” (Nahl, 16/44)

Bu ayet-i celilenin açık ifadesiyle; Kur’an’ı izah etmek ve ayetlerinin manasını beyan etmek vazifesi bizzat Peygamber Efendimize (asm) verilmiştir. Zira ayette; “… Kur’an’ı sana indirdik. Ta ki insanlara onu açıklayasın.” buyrulmuş, “onlar diledikleri gibi anlasınlar” buyrulmamıştır. Demek ayetleri, dilediğimiz gibi değil, Peygamber Efendimiz (asm)’in beyan ettiği gibi anlamak ve öylece amel etmek zorundayız. Zannımızı ve vehmimizi ayetlerin izahına karıştırarak, kendimize göre bir tefsir yapmak ve Kur’an’ın ayetlerini hevamıza tabi kılmak, ayetin açık beyanıyla yasaktır. Bu, bir tercih değil, bir mecburiyettir.

Peygamber Efendimiz (asm) Kur’an’ı kendi zannı ile tefsir etmeye çalışanları şöyle tehdit etmiş ve onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Kim Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın.”

imam Gazali Hazretleri bu hadisi izah ederken şöyle der:

“Bu hadis ile tehdit edilenler; Kur’an’ı sırf Arapçaya dayanarak, hadislere ve ayetlerin nüzul sebebine bakmaksızın açıklayanlardır. Çünkü ayetlerin nüzul sebepleri ve Peygamberimiz (asm)’in hadisleri bilinmezse bazı ayetleri anlamak mümkün değildir.”

işte bu sırdan dolayı, sahabeler içinde belagat ilminin ve Arap lisanının çok derin âlimleri ve dâhileri olduğu halde, onlar, ayetlerin manalarını Efendimiz (asm)’den öğrenirler, kendi ilimlerine güvenerek haddi aşmazlardı.

Yine bu sırdan dolayıdır ki, Haşr suresi 7. ayette;

“… Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının.”

buyrularak, tamamen Peygamberimize (asm) tabi olmamız emredilmiş ve işin içine hevamızı ve zannımızı sokmamız menedilmiştir.

O halde bir mezhebe bağlanmak, netice itibariyle mezkûr ayet ve hadislere itaat etmek demektir. Çünkü mezhebe bağlanmak; bir mesele hakkındaki Kur’an’ın hükmünü ve Peygamberimiz (asm)’in beyanını, mezheb imamına sorarak öğrenmek demektir. Mesela, imam Azam Hazretlerinin eserini okuyan bir kişi, meselenin izahını Kur’an’dan ve sünnetten çıkarmaya muktedir olmadığı için, bu meseleyi, bu işe muktedir olan bir zattan sormakta, o zat da Kur’an ve sünnet ışığında meselenin çözümünü sunmaktadır. Hâlbuki bir mezhebe bağlanmayanlar, hadislerin tamamına vakıf olmadıkları için Kur’an ayetlerini kendi zanlarına göre izah etmekte ve Efendimizi (asm) aradan çıkarmaktadırlar. Bu, mezhepsizliğin zaruri bir neticesidir ve ayetin beyanıyla reddedilmiştir.

Şimdi bu bölümden çıkan neticeleri maddeler halinde özetleyelim:

· Kur’an’ı izah etmek vazifesi Peygamberimiz Efendimize (asm) verilmiştir.

· Bizler Kur’an’ı, şahsi görüşümüze göre değil, Peygamberimiz (asm)’in izah ettiği gibi anlamak zorundayız. Bu, ayetin açık ifadesidir.

· Kur’an’ı kendi görüşümüzle tefsir etmek yasaklanmış ve neticesinin cehennem olduğu bildirilmiştir.

· Peygamberimiz (asm) bize ne verdiyse onu almalı ve neyi de nehyetmişse ondan sakınmalıyız. Bu, ayetin açık bir emridir.

Netice: Madem Kur’an’ı beyan yetkisi Efendimize (asm) verilmiştir ve O da beyan etmiştir. O halde bizler, Kur’an’ın manalarını, o beyan ve izahları bizzat Efendimiz (asm)’den dinleyen sahabelerden ve sahabelerden dinleyen tâbiînden öğrenmek zorundayız. Kendi kısır anlayışımızı hakem yaparak ayetlere mana vermek, ayet ve hadislerin beyanıyla yasaktır. Bunu yapan büyük bir tehdide muhataptır.

Bu makamda şöyle bir soru da akla gelebilir: Peki mezhep imamları kendi görüş ve reyleriyle izah yapmamışlar mıdır?

Cevap: Onlar bir mesele hakkında ilk önce Kur’an ayetlerine ve hadislere müracaat etmişler, eğer mesele Kur’an ve hadislerde açıkça beyan edilmemiş ise, ayet ve hadislere kıyas ederek hüküm çıkarmışlardır. Kıyas etmek ise; Kur’an’ın bir emri olduğundan dolayı -kıyasa ait delili daha önce zikretmiştik- neticede mezhep imamları, ictihadlarını ayet ve hadislere dayandırmışlar, görüşlerinin delillerini ve dayandıkları esasları teker teker beyan etmişlerdir. Şimdikilerin yaptığı gibi hevalarından konuşmamışlardır!

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
ON ÜÇÜNCÜ AYET

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَقْتُلُوا الصَّيْدَ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ وَمَنْ قَتَلَهُ مِنْكُمْ مُتَعَمِّدًا فَجَزَاءٌ مِثْلُ مَا قَتَلَ مِنَ النَّعَمِ يَحْكُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِنكُمْ

“Ey iman edenler, ihramlı iken av hayvanı öldürmeyin. içinizden kim kasten onu öldürürse, öldürdüğü hayvanın dengi ona cezadır ki, (öldürülen avın kıymetine) içinizden iki adaletli kişi hükmeder...” (Maide, 5/95)

Ayet-i celilenin beyanıyla; ihramlı olan bir kimsenin avlanması haramdır. Eğer avlanarak bir hayvanı öldürmüşse, öldürdüğü hayvanın misli kadar ceza vardır. Ayetteki mislin manası; öldürülen hayvanın kıymetidir. Yani ihramlı iken bir hayvanı öldüren, öldürdüğü hayvanın kıymetinde bir hayvanı kurban eder, ya da öldürdüğü hayvanın kıymeti kadar bir meblağı sadaka olarak verir. Demek ihramlı iken, mesela bir tavşanı ya da bir kuşu avlayan kimse, öldürdüğü tavşan veya kuşun kıymeti kadar bir meblağı sadaka olarak vermelidir.

Bu ayeti, bir mezhebe bağlanmaya delil olarak göstermemizin sebebi; ayetin devamındaki ifadedir. Ayetin devamında; “öldürülen hayvanın kıymetini, adalet sahibi iki kişinin belirleyeceği” emrolunmuştur. Yani öldürülen hayvanın kıymetini öldüren kişi değil, iki adil hâkim takdir edecektir. Demek bir tavşanın kıymetini bile, öldüren kişi zannına göre tespit edememekte, o tavşanın kıymetini adalet sahibi iki kişi belirlemektedir.

Acaba, bir kuşun veya bir tavşanın kıymetini dahi iki adil hâkime tespit ettiren Allah Teâlâ, hiç mümkün müdür ki, islam’ın hükümlerini anlama hususunda bizi başıboş bıraksın ve sadece zannımızın hakemliğini kâfi görsün?

Yani Allah Teâlâ, bir dirhemin dörtte biri kıymetindeki tavşanın değerini iki adil hâkime tespit ettirsin, böyle basit bir meseleyi bile vehmimize ve zannımıza bırakmasın, daha sonra şeriatın helalini, haramını, ibadetlerin eda şekillerini ve islam’ın diğer kıymetli meselelerini bizlerin anlayışına bıraksın ve zannımızın hakemliğini kabul etsin! Bu olabilir mi?

Madem bu mümkün değildir, o halde bir mezhebe bağlanmak vacip olmalıdır. Zira bir mezhebe bağlanmak, meselenin izahı hakkında, zannını ve vehmini terk ederek, mezhep imamlarını hakem yapmak demektir. Basit bir tavşanın kıymetini, iki adil hâkime tespit ettirdiği gibi, şeriatın kıymetli meselelerini de bu müctehidlere tespit ettirmekte, yani meselenin hallini, icmaya -o konuda ittifak etmiş müctehidlerin görüşüne- havale etmektir.

Bir mezhebe bağlanmamak ise; tavşanın değerini tespit konusunda, iki adil hâkime gitmeyip, kendi görüşüyle takdir etmeye benzer. Bunu yapan kişi haddini aşmış ve ayetin emrine muhalefet etmiştir.

Bir mezhebe bağlanmanın Kur’an’ın emri olduğuna dair izahatımız burada tamamlandı. On üç ayetin delaletiyle ispat ettik ki; bir mezhebe bağlanmak Kur’an’ın emridir ve mezhepsizler Kur’an’ın bu emrini çiğnemektedirler.

Bununla birlikte sakın zannedilmesin ki, bir mezhebe bağlanmayı emreden ayetler Kur’an’da sadece on üç tanedir. Bizler, daha birçok ayeti meselemize delil yapabilirdik. Ancak mesele, güneş gibi zahir olduğundan dolayı sözü daha fazla uzatmaya gerek görmüyor ve bir mezhebe bağlanmak hususunda Peygamberimiz (asm)’in tavsiyelerine geçiyoruz. Ancak Kur’an’ın sayfasını kapatmadan önce, Kur’an’ın lisanıyla on soruyu mezhepsizlere sormak istiyoruz. Bu on sorudan sonra, bir mezhebe bağlanmak hakkındaki nakli delillerin ikinci kısmını teşkil eden hadislere geçeceğiz.

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
Şimdi şu sorularımıza cevap istiyoruz:

1. Soru:

قَالَ فِرْعَوْنُ مَا أُرِيكُمْ إِلاَّ مَا أَرَى وَمَا أَهْدِيكُمْ إِلاَّ سَبِيلَ الرَّشَادِ

“… Firavun şöyle dedi: Ben size görüşümden başkasını göstermiyor ve ancak sizi doğru yola ulaştırıyorum.” (Mümin, 40/29)

Mezkûr ayetin ifadesiyle; Firavun dahi kendisini hidayette biliyor ve kavmini sözde hidayete ulaştırmak istiyordu. Hâlbuki kendisi, dalaletin tam ortasındaydı.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de kendini böyle hidayette biliyor ve hakikatte insanları dalalete davet ediyorsan, akıbetin nasıl olacak?

2. Soru:

وَإِنِّى لَاَظُنُّهُ كَاذِبًا

“Firavun dedi: Ben Musa’yı mutlaka yalancı sanıyorum.”(Mümin, 40/37)

Bu ayetin ifadesiyle; Firavun, sadıkların en sadığı olan Hz. Musa (as)’ı yalancı zannediyordu. Firavun’a göre kendisi doğru, Hz. Musa ise yalancıydı. Bu, Firavun’un samimi itikadıydı.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de bu hataya düşerek kendi yanlışını doğru ve müctehidlerin doğrularını yalan zannediyorsan, akıbetin nasıl olacak?

3. Soru:

وَكَذَلِكَ زُيِّنَ لِفِرْعَوْنَ سُوءُ عَمَلِهِ

“… işte böylece Firavun'a kötü ameli süslü gösterildi.” (Mümin, 40/37)

Bu ayetin ifadesiyle, Firavun’un kötü ameli kendisine süslü, yani doğru gösterilmiştir. Demek bazen kişinin yanlış ameli, süslenerek ona doğru gösterilir. Bu süslemeyi de bizzat şeytanın kendisi yapar.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya şeytan senin çirkin amelini de sana böyle süslemiş ve batılı hak gibi gösteriyorsa, akıbetin nasıl olacak?

4. Soru:

وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُهْتَدُونَ

“Şüphesiz ki bu şeytanlar onları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf, 43/37)

Bu ayetin ifadesiyle; şeytanlar insanları doğru yoldan çıkarmakta, yoldan çıkanlar ise kendilerini doğru yolda bilmektedirler. Demek doğru yoldan çıkanların ortak özelliği; kendilerini doğru yolda zannetmeleridir.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya şeytan seni de doğru yoldan çıkarmış ve sen buna rağmen kendini doğru yolda sananlardan isen, akıbetin nasıl olacak?

5. Soru:

وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ

“… Allah'ın bir ilim üzere saptırdığını gördün mü?..” (Casiye, 45/23)

Bu ayet, ilmi olmasına rağmen dalalete düşen kimselerden haber vermektedir. Demek onlar ilimleri yüzünden sapacaklardır. Yani ilimleri olacak, ancak hakkı ortaya çıkaracak kuvvette olmayacaktır. Onlar kendilerindeki bu az ilmin verdiği kibirle, kendilerinden üstte olan âlimlere meseleyi sormayacak ve kendi fikirlerine göre hükmedeceklerdir. Neticede ilimleri sebebiyle sapacaklardır.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Sen de, az ilmi yüzünden saptırılan bu gruba dahilsen, akıbetin nasıl olacak? Bunu hiç düşündün mü?

6. Soru:

قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ

“(Allah) buyurdu: ‘Sana emrettiğim zaman, seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ (iblis) dedi ki: ‘Ben, ondan daha hayırlıyım…’ ” (A’raf, 7/12)

Bu ayetin beyanıyla; iblis kendisini Hz. Âdem (as)’den daha hayırlı bilmiş ve bu itikadı sebebiyle de hem cennetten hem de rahmet-i ilahiyyeden kovulmuştur.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de hakkın olmadığı halde, kendini mezhep imamlarından daha hayırlı biliyorsan ve bu inancın ile cennetten ve Allah’ın rahmetinden kovulursan, akıbetin nasıl olacak?

7. Soru:

وَقَالَ الْمَلأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِن قَوْمِهِ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْباً إِنَّكُمْ إِذاً لَخَاسِرُونَ

“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Eğer Şuayb'a uyarsanız o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.’ ” (A’raf, 7/90)

Bu ayetin ifadesiyle; Hz. Şuayb (as)’ın kavmindeki kâfirler, müminleri Şuayb (as)’a uymaktan menetmekte ve eğer uyarlarsa, ziyana uğrayacaklarını belirtmektedirler. Yani onlara göre kendileri selamette, Hz. Şuayb (as)’a uyanlar ise zarardadır.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de bu hatayı yapıyorsan, yani mezheplere uyanları zararda, kendini ise selamette bilmek ile yanılıyorsan, akıbetin nasıl olacak?

8. Soru:

وَمَا نَرَى لَكُمْ عَلَيْنَا مِن فَضْلٍ

“… Sizin bizden fazla bir meziyetinizi de görmüyoruz…” (Hud, 11/27)

Bu ayetteki söz, peygamberlerini inkâr eden kavimlere aittir. Peygamberleri, kendileri gibi insan olduğu için, onları inkâr etmişler ve kendi meziyetlerini, peygamberlerin meziyetleriyle müsavi görmüşlerdir.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de önceki kavimlerin, peygamberlerine yaptıklarını, bu ümmetin âlimlerine yapıyor ve kendi meziyetlerini onların meziyetlerine müsavi tutarak haddini aşıyorsan, akıbetin nasıl olacak?

9. Soru:

قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء

“Nuh’un oğlu dedi ki; ‘Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.’… " (Hud, 11/43)

Bu ayetin ve devamındaki ayetlerin bildirmesiyle; Hz. Nuh (as), gemiden oğluna elini uzatmış ve onu gemiye çekmek istemiştir. Oğlu ise inkârında ısrar ederek, babasına bir dağı göstermiş ve o dağa sığınacağını, o dağın kendisini sudan koruyacağını söylemiştir. Tam bu esnada da aralarına büyük bir dalga girmiş ve oğlu orada boğulmuştur.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de Hz. Nuh (as)’ın oğlu gibi hata ederek kendi ilim dağına güveniyorsan ve bu dağ, seni dalaletten kurtaramayacak kadar yüksek değilse, dalaletin dalgalarında boğulduğunda akıbetin nasıl olacak? Acaba sana elini uzatan mezhep imamlarının elinden tutarak Ehl-i sünnet gemisine binmen ve selamet sahiline o gemi ile ulaşman daha tehlikesiz değil mi?

10. Soru:

أَوْ قَالَ أُوحِيَ إِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ إِلَيْهِ شَيْءٌ

“Yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde: ‘Bana vahyedildi.’ diyenden daha zalim kim olabilir?..” (En’am, 6/93)

Bu ayet-i kerime, Abdullah ibn-i Sa’d ibn-i Ebi Serh el-Kureşî hakkında inmiştir. Bu zat vahiy kâtipliği yapan bir zattı. Peygamber Efendimiz (asm) O’na Müminun suresini yazdırıyordu. insanın yaratılışı ile ilgili ayetlerin sonuna gelindiğinde, Resulullah (asm): “Sonra onu başka bir yaratılışla yarattık.” ayet-i kerimesini yazdırdı. insanın yaratılışından hayrete düşen ibni Ebi Serh; “Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yüce oldu.” dedi. Bunun üzerine Resulullah (asm): “Yaz onu. Bana öylece indirildi.” buyurdu. O zaman ibni Ebi Serh vehme kapılarak, “Bana da vahyediliyor.” diyerek dinden döndü ve Mekke’ye kaçtı. Daha sonra bu kişinin tekrar tövbe ederek islam’a girdiği ve islam’ı güzelce yaşadığı da nakil edilmiştir.

Acaba ey mezhepsiz kardeşim! Ya sen de ibni Ebi Serh gibi hayal görüyorsan ve sana ilimden çok az bir nasip verildiği halde, ilimdeki nasibini, mezhep imamlarının nasibi gibi olduğunu zannediyorsan ve bu zannın da seni helake sürüklüyorsa, akıbetin nasıl olacak?

Eğer, bütün bu soruları ben de size soruyorum dersen, biz de deriz ki: Biz nefsimize göre hükmetmiyor ve icmaya -âlimlerin bir meseledeki ittifakına- dayanıyoruz. Peygamberimiz (asm)’in:

“Ümmetim dalalette ittifak etmez.”

hadisini delil yaparak, bu ittifakın doğru olduğunu savunuyoruz. Sen ise, sadece zannınla hükmediyor ve kasır fehmine dayanıyorsun.

Acaba sırtını icmaya ve âlimlerin ittifakına dayayan biz mi haklıyız? Yoksa icmadan yoksun olarak sırtını sadece birkaç mezhepsizin sözüne dayayan sen mi?

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
iCTiHAD VE BiR MEZHEBE BAĞLANMAK HAKKINDAKi HADiS-i ŞERiFLER

Bu bölümde iki meseleyi mütalaa edeceğiz:

1. Sahabenin, hakkında açık hüküm olmayan meselelerde ictihad yaptığını ve buna Efendimiz (asm)’in karşı gelmediğini göstererek, ictihadın şer’î bir delil olduğunu ve ehli tarafından yapılabileceğini ispat edeceğiz.

2. Efendimiz (asm)’in bir âlime uymamız hakkındaki tavsiyelerini inceleyerek, bir mezhebe uymanın, Peygamberimiz (asm)’in bir emri olduğunu göstereceğiz.

SAHABENiN iCTiHADLARI

Bazıları, ictihadı akıllarına sığıştıramadıklarından inkâr etmektedirler. Hâlbuki daha Peygamberimiz (asm) hayatta iken sahabeler, hakkında kesin hüküm olmayan meselelerde ictihad yapmakta ve Efendimiz (asm) buna karşı gelmemekte idi. Bu meselenin bazı misalleri şöyledir:

1. Misal: Hz. Peygamber (asm) Ahzab savaşından sonra:

"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, Kurayzaoğullarının bölgesine varmadıkça ikindi namazını kılmasın."

buyurmuştu. Güneş batmaya yüz tutunca, Ashab-ı Kiram bu sözün ifade ettiği anlam hakkında farklı görüşler belirttiler. Bir kısmı: “Resulullah bu sözüyle, çabuk yol almamızı istedi." şeklinde görüş belirtirken, bir kısmı da: “Hayır, Resulullah bu sözüyle, güneş batmış olsa bile, biz ancak Kurayzaoğulları bölgesinde ikindi namazını kılabiliriz.” demek istemiştir diye görüş belirtmişler ve ikindi namazını güneş battıktan sonra kılmışlardı. Her iki gurubun davranışı Hz. Peygambere (asm) haber verildiğinde, Efendimiz (asm) hiçbir guruba sert tepki göstermemiştir. Bu, Hz. Peygamber (asm)’in yapılan ictihadları onayladığı anlamına gelmektedir. (Buhari, Müslim)

2. Misal: Bedir Gazasında alınan esirlere nasıl bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nazil olmamıştı. Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm) kendisine bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi bu meseleyi de istişare etti. Hazreti Ebu Bekir (ra), esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz (ra) ise, esirlerin hemen öldürülmesi fikrindeydi. Hazret-i Ebu Bekir'in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslüman askerleri düşmana karşı silahlandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer'in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücutlarını ortadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.

Ashab-ı Kiramın bir kısmı Hazreti Ömer'in, bir kısmı da Hazret-i Ebu Bekir'in ictihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Efendimiz (asm) Hazret-i Ebu Bekir'in ictihadını tercih etti ve onun görüşü doğrultusunda davranıldı. Daha sonra bu hususta şu ayet-i kerime nazil oldu:

"Yeryüzünde ağır basıp, küfrün belini kırıncaya kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, hâlbuki Allah (sizin için ebedi olan) ahireti istiyor." (Enfal, 8/67)

Bu ayet-i kerime, Hazreti Ebu Bekir'in ictihadını bozmamakla beraber, Hazreti Ömer’in ictihadının daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki, birbirine zıt iki fikir de tasvip edilmiştir. işte bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, her müctehid kendi görüşünde isabet etmektedir. Eğer, Hazreti Ebu Bekir Efendimizin fikri hata olsaydı, hüküm icra olunmadan evvel ayet indirilirdi. Demek ki, bu hususta nazil olan ilahî ikaz, daha iyisiyle amel etmenin zıddını tercihten dolayıdır.

3. Misal: Resulullah (asm) Muaz bin Cebel’i Yemen’e hâkim olarak gönderirken, “Orada nasıl hükmedeceksin?” buyurdu. Hz. Muaz; “Allah’ın kitabıyla.” dedi. Efendimiz (asm): “Ya Allah’ın kitabında bulamazsan?” buyurunca, Hz. Muaz: “Resulullah’ın sünneti ile.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (asm): “Resulullah’ın sünnetinde de bulamazsan?” buyurunca, Hz. Muaz: “ictihad ederek anladığımla.” dedi. Bu cevap üzerine Efendimiz (asm) mübarek elinin Muaz’ın göğsüne koyup şöyle buyurdu: “Elhamdülillah, Allah Teâlâ resulünü (elçisi olan Muazı) Resulullah’ın rızasına uygun eyledi.”

Bu hadis-i şerif Tirmizî, Ebu Davud ve ed-Dârimî’de yazılıdır. Demek ki, ehlinin, yani bir müctehidin ictihad yapması ve hakkında açık bir hüküm bulunmayan bir meseleyi, hakkında açık hüküm bulunan benzer bir meseleye kıyas ederek hükme bağlaması caizdir. Bu, bizzat Efendimizin (asm) emridir.

4. Misal: Ebu Davud ve ibn-i Mâce’nin bildirdikleri hadis-i şerifte Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

“ilim üçtür: Ayet-i Muhkeme, Sünnet-i Kaime ve Faridat-ı Adile’dir.”

Mişkat şerhi bu hadisi açıklarken şöyle der: “Hadiste geçen Ayat-ı Muhkeme; ayetleri muhkem olan Kur’an’dır. Sünnet-i Kaime ise; Peygamberimiz (asm)’in sünnetidir. Faridat-ı Adile ise, Kitap ve sünnete uygun ilimdir. Bu, icma ve kıyasa işarettir. Çünkü icma ve kıyas, Kitap ve sünnetten çıkarılmaktadır. Bu sebeple icma ve kıyas, Kitap ve sünnete müsavi ve denk tutulmuş ve Faridat-ı Adile denilmiş ve böylece ikisi ile amel etmenin vacip olduğu tembih buyrulmuştur. O halde bu hadis-i şerifin manası: “Dinin kaynağı dörttür: Kitap, sünnet, icma ve kıyastır.” manasındadır.”

Bu konudaki misalleri çoğaltmak, hatta bu başlıkta hususi bir eser hazırlamak mümkündür. Ancak mesele güneş gibi zahir olduğundan, daha fazla izaha lüzum görmüyoruz. Daha fazlasını isteyenler, ilgili hadis ve usul-ü fıkıh kitaplarına müracaat edebilirler.

PEYGAMBER EFENDiMiZiN (ASM) BiR ÂLiME UYMAMIZ HAKKINDAKi TAVSiYELERi

Peygamber Efendimiz (asm) bir âlime uymamızı ısrarla tavsiye etmiş ve kötü âlimlerin şerlerinden bizleri sakındırmıştır. Bu bahisteki hadislerin birkaçı şöyledir:

· Âlimlere tabi olun! Çünkü onlar, dünya ve ahiretin ışıklarıdır. (Deylemi)

· Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer rehber ve kılavuzdur. (i. Neccar)

· Âlimler olmasaydı, insanlar helak olurdu. (i. Maverdi)

· Bilmediklerinizi salih âlimlerden sorup öğrenin. (Taberani)

· insanların en hayırlısı benim asrımdaki Müslümanlardır. Bunlardan sonra en iyileri, bunlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Artık bunlardan sonra yalan yayılır, bunların sözlerine ve işlerine inanmayınız! (Buhari, Müslim)

· Kimde şu iki haslet bulunursa, sabreden ve şükreden kullar zümresine yazılır. Her kim dininde kendinden üstte olana bakıp ona tabi olursa ve dünyada kendinden altta olana bakıp, Allah’ın kendisine verdiğine hamdederse, işte bu kişiyi Allah şükredici ve sabredici yazar. (ibnu-l As)

Efendimizin (asm) kötü âlimlerin şerrinden de bizi birçok hadisiyle uyarmıştır. Birkaç tanesini zikredelim:

· Allah Teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile amil olan âlimleri kaldırır. Cahiller kalır. Dinden sual edenlere, kendi akılları ile cevap verip, insanları doğru yoldan saptırırlar. (Buhari)

· Ahir zamanda âlimler ölür, cahiller din adamı yerine geçirilir. Onlar da bilmeden yanlış fetva verir, kendisi sapar, başkalarını da saptırır. (Buhari)

· Ümmetim, kötü âlimler ve cahil abidler yüzünden helak olur. Kötülerin en kötüsü kötü âlimlerdir. iyilerin en iyisi de iyi âlimlerdir. (Darimi)

· Sizin için Deccalden daha çok, sapık imamlardan korkuyorum. (i.Ahmed)

· Ahir zamanda, âlim ve ilim azalır, cahillik artar. Cahil ve sapık din adamları, yanlış fetva vererek fitne çıkarır, doğru yoldan saptırırlar. (Buhari)

· "Öyle bir zaman gelir ki islam galip olur, hatta tüccarlar güven altında korkmadan deniz aşırı ticaret yaparlar ve süvariler Allah yolunda savaşa dalarlar. Sonra bir kavim çıkar, Kur'an okur ve şöyle derler: ‘Kim bizden daha iyi okur? Kim, bizden daha iyi âlimdir? Kim, bizden daha fazla fıkıh bilgisine sahiptir?’ Sonra Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: ‘işte bunlar, sizden, bu ümmettendir ve onlar cehennemin yakıtıdırlar." (Taberani ve Bezzar)

https://sorularlaislamiye...ler-dosyasi-birinci-bolum
Kendini alim ilan eden insanların yorumlarıyla biçimlenmiş bir yapı varken ortada ve bunun yanlış olduğu söylenirken adamın karşı savunması yine o adı alim olanların sözlerini buraya kopyala yapıştır yapmak. zaten başlığı açan da bunun yanlış olduğunu söylüyor sen hala alimler şöyle diyor işte kanıt diyip kopyala yapıştır yapıyorsun. bravo valla.
mezhepsiz magneti başlık olmuş. haşrolunurken biz demiştik bakışı atmayı bekliyorum. ayrıca keferecilerin, müslümanlar kuranı anlamadan okuyor bu çok kötü demesi nasıl bir parodidir anlamıyorum.
63- şahitlikte, “bir erkek eşittir iki kadın” ilkesinin uygulanması.

Bakara 282: şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir.

Kurandakidin diyorsun. Kuranda olmayan hurafeler diyorsun. Sonra Ayeti yalanlıyorsun.
kardeş insan okuyacak bu nedir?

(bkz: okumadı)
63- şahitlikte, “bir erkek eşittir iki kadın” ilkesinin uygulanması

buna takıldım çünkü "bakara suresi 282. ayete" göre "1 erkek=2 kadın" oluyor.

cinsiyetçi tanrı ha.