Memiş'in her zaman gömleği temiz, ayakkabıları boyalıydı; her zaman da kravatlıydı. Bayramlarda daima aile büyüklerinin ziyaretine gider, pabuçlarını kapı dibinde çıkararak çorapla içeri girer ve yaşlıların ellerini öptükten sonra, kıyıdaki bir iskemleye ilişirdi. Konuşmalara pek karışmaz, çaprazlayarak iskemlenin altına doğru çektiği ayaklarıyla, sessiz sakin oturur; hatırını soran biri olursa, boynunu sağa eğerek:
- Ellerinizden öperim efendim, derdi.
***
Kavrama hızının zayıflığıyla, zekâsının çalımsızlığından ötürü, okulda kendisine "Kozalak" adını takmışlardı. Bu ad, tüm yaşamı boyunca yapışıp kaldı ona.
***
Kozalak, okuldayken de her türlü haşarılığın dışındaydı. Öğretmen yardımcılarının, oturur oturmaz zıplamaları için, ne kürsü sandalyesine raptiye koymaya kalkar; ne de öğretmenlerin tebeşirle bir şey yazmalarını engellemek için, karatahtaya sabun sürerdi.
Ona buna sataşıp, gözünün kestikleriyle, "Köprü altı mavuna, ananı höthötlediler iki dilim kavuna" gibi, ağız dalaşı huyu da yoktu.
***
Okul sırasında kravatı, temiz gömleği, boyalı pabuçlarıyla oturur; bir türlü özünü çakamadığı dersleri, öne arkaya sallanarak hafızlamaya çalışırdı. Derse kalktığı zaman genellikle kafasındaki plaklar birbirine karışır; örneğin tarih dersinde öğretmen, Pön Savaşlarının ünlü komutanını sorarsa; Kozalak, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra, Anibal diyeceğine, rahatlıkla Bismarck diyebilirdi. Ezberlediği adlar, belleğine zamansız ve mekânsız olarak çizildiğinden; Kozalak için Sezar ile Napoleon, Şarlmayn ile Nelson arasında öyle titizlenecek farklar yoktu. Hepsi de tarih kitabının içinde olan adlardı.
***
Fizikte de optik, yahut basınç, yahut elektrik yasalarının bilincinde değildi. Tüm ezberlediklerini, ilgili ilgisiz, kuyruk kuyruğa ekleyerek anlatmaya, öğretmene ne kadar çalıştığını kanıtlamaya uğraşırdı. Ve neden durmadan sıfır, bir, yahut iki aldığını bir türlü sezemezdi.
***
Kozalak Memiş, yan gözle herkesin kendisini tiye aldığını görüyordu. Ama bunun nedenini, yine de pek sökemiyordu. Herkesten daha uslu, büyüklerine karşı herkesten daha saygılı ve hatta herkesten daha çalışkandı.
***
Sonunda Kozalak Memiş, çevresinde saygınlık kazanmak için kendisini Latinceye verdi. Latince atasözlerini, Latince dizeleri, Latince aforizmaları, salkım saçak bir güzel yuttu. Artık her konuşmasının sonuna, Latince bir bilge söz ekliyordu.
Örneğin bir maçta takımın biri, arka arkaya iki gol mü yedi; Kozalak Memiş yanındakilere dönüyor:
- Abyssus abyssum invocat, diyordu.
Yanındaki:
- Ne diyorsun be? diyordu.
Kozalak, o sakin ve istifli duruşuyla, söylediğini yineliyordu:
- Abyssus abyssum invocat.
Yanındaki:
- Hastir ulan! diyordu.
Kozalak, bilge bir gülücükle başını sallıyor, küfre aldırmıyordu. Sonra da söylediğinin çevirisini yapıyordu:
- Felaket, felaketi doğurur.
Yanındaki, maç heyecanıyla,
- Kes ulan, diyordu. Anan de senin gibi öküz yavrusu doğurur!
***
Kozalak Memiş, zar zor okulu bitirdikten sonra da Latince tutkusundan vazgeçmemişti. Bayramda el öpmeye gittiği zaman, bir kıyıda neden suspus oturduğunu soranlara, yarı kapalı gözleriyle şöyle diyordu:
- Et nune reges, intelligite; erudimini qi judicatis terram.
Evin büyükleri, onun bu anlaşılmaz sözlerini duyunca:
- Tuh, tuh maşallah! Her dili bülbül gibi konuşuyor, bir de Türkçesini söyle bakalım, diyorlardı.
Kozalak:
- Durmadan kendini eğit, başkalarından bir şeyler öğren, anlamına geliyor. Kral bile olsan, kendini eğitmek zorundasın, diyordu.
***
Ancak Kozalak Memiş'in Latince bilgisi her zaman yararlı olmuyordu kendisine. Görücü usulüyle nişanlandığı kızla ilk gezmeleri, aynı zamanda son gezmeleri olmuş, kız yüzüğü geri vermişti.
***
Kozalak:
- Hiçbir şey de geçmedi aramızda, diyordu. Her sözüne Latince bir yanıt veriyordum, o da başını sallıyordu; sonra yüzüğü geri gönderdi, anlamadım.
Arkadaşları:
- Yani kız ne dedi de, sen Latince ne dedin? diye sıkıştırdılar Kozalak'ı.
Kozalak:
- Şey, dedi, diyordu. Hep böyle mutlu olacağız seninle, değil mi?
- Sen ne dedin?
- Ben de "Memente, homo, qia pulvis es et in pulverem reventeris" dedim.
- O ne dedi?
- Nece konuşuyorsun? dedi.
- Sen ne dedin?
- Latince, dedim.
- Sonra?
- Sonra da çevirdim Türkçeye, söylediğimi. Unutma ki, sen bir tozdan ibaretsin ve yine bir gün toz olacaksın...
***
Arkadaşları:
- iyi halt ettin Kozalak! Tabii kız bırakır seni, diyorlardı. Ve sürdürüyorlardı sorularını:
- Kız başka ne dedi?
- Sen hep böyle mi konuşuyorsun? dedi.
- Sen ne dedin?
- Paulo majora canamus, dedim.
- Yani ne dedin?
- Böyle değerli şeyler söylemeliyiz hep...
- Kız ne dedi?
- Başını salladı, bir şey demedi.
- Sonra?..
- Res, non verba,dedim.
- Ulan Kozalak, iyi bok yedin!
- Söze boş ver, gerçek ortada, anlamına...
- Kız ne yaptı?
- Ağlamaya başladı... Ben de kulağına eğilip, "Sit tibi terra levis" diye fısıldadım. Yani, "Dünya gönlünce olsun", dedim. Sonra da götürüp evine bıraktım. Yüzüğü ertesi gün geri gönderdi.
***
Kozalak Memiş'in Latince yüzünden uğradığı talihsizlik, bulduğu işte de sürdü... Bir bankaya memur olarak girmişti.
Bir gün müdür, kendisini çağırıp işler hakkında bilgi almış, sonra da bir aralık saatine bakmış. Bizim Kozalak, hemen Latincesini gümletmiş:
- Ultima forsan...
Müdür:
- Ne diyorsunuz? demiş.
Kozalak, o bilge gülücüğüyle Türkçeye çevirmiş Latince sözü:
- iyi bak, belki sonuncu saatindir...
Müdürün yüzü allak bullak olmuş, kaşları çatılmış:
- Derhal çıkın dışarı! demiş. Bir daha da adımınızı bu bankaya atmayın...
***
Zavallı Kozalak'ın Latince merakı yüzünden çok belalar geldi başına, ama bir türlü de vazgeçmedi o tutkusundan. Nasıl vazgeçsin ki, tek üstünlük gösterisi oydu yaşamında...