murat menteş kitabı. kitabın hayranı çok. güzel de ancak içinde çok fazla kişi ve kurgu var tek bir kişi ya da olaydan gitmiyor. o nedenle insan bazen karıştırabiliyor. bana kalırsa dublörün dilemması daha güzel.
Hani insan bazen gökte yabancı bir cisim görür de gözlerine inanamaz ya, yanındakine, “Benim gördüğümü sen de görüyor musun? ” diye sorar.
Ben de seninleyken gözlerime inanamıyordum. Kulaklarıma inanamıyordum. Vücudumdaki hiçbir hücreye inanamıyordum.
Kimseye soramıyordum da “Benim gördüğümü sen de görüyor musun? ” diye.
Seni unutma fikri bile, sana kavuşma umuduna bağlanıyor içimde.
Senden kaçış varsa bile kurtuluş yok Şebnem.*
Geçen sene bu vakitler çok saygı duyduğum birine hediye etmiştim. Ertesi sabah kitabın ortalarından bir fotoğraf yollamıştı. Müthiş güzel bir histi. Hediye etmek için, karşıdaki gerçekten doğru kişi ise, mükemmel bir kitap.
ben on sekiz yaşındaydım, sen de on dokuz. birkaç gündür hayatının daha iyi olabilmesi için gitmen gereken şehirlere gidiyordun. şehrim de bunlardan biriydi. memleketine dönmeden bir gece bende kalacaktın. sıcak bir ağustos gecesiydi. işten çıkmıştım. barlar sokağı'nın sonundaki bir barın terasında beşinci biranı içerken yetişebilmiştim sana. masadaki iki yoldaşımızla ve o yoldaşlarımızdan birinin kardeşiyle kuzenlerine sosyalizmi anlatıyordun. gülerek sarılmıştım arkandan boynuna, sözünü kesmeden kolumu okşamıştın ve yanına çekmiştin beni. tek tek, sabırla her soruyu yanıtlıyordun ve her şeyi anlatıyordun. ben de ara sıra birandan içerek seni dinliyordum, hiçbir muhabbete karışmadan. erhan abi koluma dokunup, "a. da ateş gibi komünist!" diyerek gülmüştü. ben de gülümsemiştim ve masanın altından elini tutmuştum. bir saniyeliğine duraksamış, bana bakmış, sonra da elimi sıkarak konuşmana devam etmiştin. ara sıra konuşurken elimi sıkıyordun ve bu davranışın bana "senden güç alıyorum." demekmiş gibi geliyordu.
altıncı biranı bitiremedin, yarısında bana verdin. birkaç saniyelik bakışmamızın ardından, "biz gidelim, evdekiler bekler artık bizi." diyerek kalkmıştın. zar zor ayakta duruyordun, aşağı inerken omzumdan tutunmuştun. seni taşımak, kaç kilo olursan ol, yük gibi gelmemişti bana. o uzun barlar sokağı'nı ve evime giden yolu elele ve gülüşerek tamamlamıştık. biraz da yalpalayarak.
eve gelip de odama geçtiğimizde, yatağın duvar kenarında hangimizin yatacağının kavgasına tutuşmuştuk ve ben en sonunda, senin duvar kenarında yatmana razı olarak kollarının arasına girmiştim. ışık açıktı. hiç konuşmadan karşıdaki duvarı izliyorduk. uykuyla uyanıklık arası bir yerde, "kalk da ışığı kapat." demiştin. istemeyerek de olsa kalkıp ışığın yanına gitmiştim. kapatmakta tereddüt ettiğimi görünce sormuştun, karanlıktan korktuğumu ve ışık olmadan uyuyamayacağımı söylemiştim. "kapat. korkma, ben varım." demiştin. ışığı kapatıp, kollarının arasına girmiştim yine.
Şebnem; ceylanların, kuğuların sınıf arkadaşı, cıvıltılı cimcime, bal şelalesi;
Şövalye olsaydım, senin şehrine hücum etseydim, dudaklarını görünce kılıcımı düşürür, atımdan düşerdim. Hiçbir zaferin erişemeyeceği tatta bir yenilgi olurdu…
Ellerin… Boğumları kudretten zarafet şaheseri yüzükler gibi. insan kıyamaz dokunmaya. Avuçların desenli kurabiyelere benziyor. Öpsem, ağzımda şeker tadı bırakacak, kesin.
Parmaklarının ucunda tırnakların küçük deniz kabukları gibi parlıyor Şebnem…
Rüyanda başrolde değilsen, kabus görüyorsun demektir.
Bir kerecik buluşalım, yeniden hayatımın başrolünde olayım. Kalbimden mezarlık dumanları yükselse de ziyanı yok.
Şebnem, uçsuz bucaksız bir çayırda buluşalım. Başını dizlerime koy. Sevincimden çimlere kırağı düşürürüm.
Senden sinyal beklemek, dünya dışı uzayda yaşam belirtileri aramak gibi; acayip sancılı.
insan, nelere katlanmak zorunda kalacağını önceden kestiremiyor. Göze aldığımız risklerden, tehlikelerden çok daha fazlası çıkıyor karşımıza.
Bakışların, cennetin eşiğinde sorulan bilmeceler gibiydi Şebnem.
Artık hayatımın normale dönmesi imkansız.
Şebnem, sen saklanınca ağaçların içi boşaldı, kuşlar iskelete döndü, deniz pıhtılaştı, gökyüzü felç oldu, bulutlar kireç bağladı, asfaltlar eriyor, minareler yamuldu; istanbul, haşlanmış lahana gibi kendini saldı.
Şebnem seni manyaklar gibi özledim. iç içe geçmiş kafeslerin ortasında gibiyim.
Şebnem, adın dilimin ortasına yuva yapmış guguk kuşu gibi, ne zaman ağzımı açsam, uçuveriyor.
Hasretin gecenin mimarisi oldu, temeli, sütunları, kubbesi.
Seni sevmek, göğüs kafesimde bir gökdelen jeneratörü taşımakla aynı şey Şebnem.
Şebnem senin için buffalolar kurban edeyim, yağmur ormanlarını yakayım, tabiatla kanlı bıçaklı olayım.
Şebnem tornavidayla dağlara oyuklar, mağaralar açayım, çölü avuç avuç başka yere taşıyayım.
Şebnem, bir öpücük ver, sonra yurdun dört başına örülü demir ağları söküp trenleri karadan yürüteyim.
Türk Kızılayı’na kan vereyim, oradan da Altı Nokta Körler Derneği’ne gideyim. Körlere sesleneyim: “Arkadaşlar, dünyanın kepazeliğini görmediğiniz için evet şanslısınız, fakat Şebnem’in güzelliğini görmek için ölüp cennete gitmeniz gerekecek. Sıkın dişinizi.”
sekoya ağacının kabuğu ateş geçirmezmiş. sekoya ormanında yangınlar, ağaçların içinde olup bitermiş.
şebnem, alevleri görmezden gelerek yangını söndüremeyiz.
şebnem, uzaya baharın gelmesi seni bulmama bağlı.
şebnem kalbimden senin kalbine balyozla bin pencere açayım.
şebnem her gülümseyişinde tüm ülkeye çay ısmarlayayım.
....
şebnem ne çok melek var yüzünde, tebessümün için binlercesi çalışıyor olmalı.
....
öpüyorum gözkapaklarını , dizkapaklarını, kalp kapakçıklarını.