- gel la adamım pes'te veriyim eline avcuna.
+ lan gene mi sen? bi siktir git oğlum belamısın, bidaa girmicen demedim mi lan ben sana buraya?
kabus her geçen gün daha da büyüyordu. ipini sapını koparan herkes gelmeye başlamıştı artık. batak, okey ve play station oynayanlarla, sabahtan akşama kadar çay içip sonra siktirolup gidenlerle ve en acısı da bir iki masa birleştirip saatlerce karı kız muhabbeti yapanlarla dolmuştu komün yaşam merkezim. bu topluluğu kontrol edemiyordum artık. batak masasından koparıp bir eylem, bir aktivite, bir reklam kampanyası için adam bulamaz olmuştum. oysa ilk zamanlarda böyle miydi, veya böyle mi hayal etmiştim bu güzelim yeri. en iyisi hikayeyi en baştan anlatmak pek devrimci komün kardeşlerim.
üniversite 7. sınıfta aklıma gelen bu dahiyane projeyi bütün arkadaşlarım büyük bir heyecanla karşılamış, mükemmel bir fikir olduğu konusunda birbirleri ile yarışmış, bu oluşumda bana maddi manevi her türlü desteği vereceklerini üst üste tekrarlamışlardı. onların bu heyecanı beni daha da coşturmuş, inceden olaya girmeye başlamıştım. bir komün yaşam merkezi kuracaktım. sabahtan akşama kadar cafelerde çay içen, batak oynayan, dergi okuyan ve muhabbet eden üniversite gençliği -ki ben kendilerine lüzumsuzlar diyorum- hedef kitlem idi. bir dükkanın, mağazanın açılış aktivitesi, bir ramazan eğlencesi, bir markanın 100 kişiyi kendi t-shirt'ünü giydirip şehire salarak yapacağı reklam, sevgilisine evlenme teklifi edecek, bir arkadaşına eşek şakası yapacak herhangi biri için istediği kadar adamı ve aktiviteyi sağlayacağım bir merkez kuracaktım. bu iş için hizmet vereceğim müşterilerden parayı alacak ve tüm merkez üyelerimin ücretsiz, veya çok az bir ücretle faydalanabileceği merkezime kitap, play station, çay ocağı, nargile, kağıt ve hatta araba alacaktım. üye kartı bile çıkaracaktım. üyelerim ve en önemlisi ben kesinlikle paradan yararlanmayacak, tüm para komün üyelerinin faydalanabileceği şeyleri satın almak için kullanılacaktı. üyelerin bu imkanlar karşılığında tek yapmaları gereken aldığım işlere katılmak olacaktı. akşama kadar öğrencilerin anasını belleyen cafeler, barlar siki tutacak, komün yaşam merkezim dolup taşacaktı. çalıştırdıkları adamın emeğine biçtikleri 5 kuruşluk parayı bile onlara çok gören küçük reklam ve organizasyon şirketleri öyle kolayca köşeyi dönemeyecekti. hepsinin amına koyacaktım. asıl amaç insanlar, daha doğrusu üniversite öğrencileri cafelerde ömür çürütmemeliydi, merkezimde kitap okumalı, tiyatro yapmalı, müzik dersi vermeli ve özgürce, yapılacak aktivitelerde rol almalıydı.
ilk hesaplamaları yaptım ve bu işe girmek için başlangıç olarak 10.000 lira gibi bir rakam gerektiğinde karar kıldım. ilk iş olarak pek muhterem kadim dostlarım ali ve utku'nun kapısını çaldım. direkt para mevzusuna girmeyecek, daha önceden defalarca üzerinde konuşup planlar yaptığımız komün yaşam projesi konusu kendiliğinden açılacak ve onlar heyecanlı heyecanlı tartışırken birden artık uygulama aşamasında olduğumuzu sevinçle haykıracaktım yüzlerine. konuyu ilk olarak onların açmasını bekledim. ama buluşmamızın üzerinden 1.5 saat geçmiş olmasına rağmen ne utku ne de ali şerefsizi bir türlü konuyu açmıyor, alakasız konulardan bahsediyorlardı. arasıra bana dönüp "hemi adamım" diyerekten konuştukları sikimtrak konuları onaylatıyor, bense içimden" he amına koduklarım he" diyerek onları onaylıyordum. en son ali ipnesi görüştüğü son işyerinden de olumsuz cevap aldığını anlatırken artık dayanamadım ve "olm siktiret işi gücü, kuruyoz mu komün yaşam merkezini?" diyerekten mevzuya daldım. utku şerefsizi ali'nin vereceği cevabı beklemeden hemen olumsuzlukları sıralamaya başladı. yok efendim yan gelirin olmadan karnını doyuramazmışsın, götün açıkta kalırmış, o kadar insanı kontrol edemezmişsin, merkeze alacağın arabaya kız atıp alem yaparlarmış diye hebele hübele konuşup resmen muhabbetin içine sıçtı. boka bakar gibi yüzüne bakıp "sen ne dersen de oğlum ben bu işe başlıyorum, hatta kiralayacağım yeri bile ayarladım" dedim. masada derin bir sessizlik oluştu. konunun para mevzusuna geleceğini ben daha cümlemi bitirmeden anlayan ali şerefsizinin ağzını bıçak açmıyor, o coşkulu, o projeperver devrimci kişilik telefonunun menüsünü anlamsızca karıştırıyordu. utku ipnesi ise bildiğin, yalandan birine mesaj yazıyordu. demek benim projem hakkında sadece yorum yapmış olmak için, gülüp eğlenmek için konuşup coşmuşlardı. uygulamaya geçeceğim ve bir gün kapılarını çalacağım bir an olsun akıllarına gelmemişti. hiçbir şey söylemeden sessizce kalktım masadan.
o sinirle asıl kadim dostum ismail'i aradım. ismail saygıdeğer bir kapitalist bankada çalışan ve zamanında projem hakkında olumlu yorumlar yapmış, çevresinde sevilip sayılan bir insandı. kendisine artık uygulamaya geçtiğimi ve 10.000 liralık bir krediye ihtiyacım olduğunu söyledim. bende sike sürülecek akıl olmadığını noktalama işareti olarak kullanarak cümlelerini tamamladı ama yine de yarın gelip krediyi çekebileceğimi söyledi. kendi işimi kendim görecektim. kimseye ihtiyacım yoktu.
parayı çekmiş, mekanın ilk ay kirasını ödemiş ve geniş arkadaş çevrem ve onların arkadaşlarının da katıldığı mükemmel bir açılış yapmıştık. etrafta biriken kalabalık ne açıldığını zerre kadar anlamamış olsa da coşkumuza katılmış, ara sıra atılan "yaşasın komün yaşam merkezi" sloganlarına bile katılmıştı. ancak bu kalabalık ve bu devrimci sloganlardan sonra 5 adet çevik polis minibüsünün ve bir adet panzerin birden ortaya çıkıp sirenlerini çalarak kalabalığı dağıtması fazla uzun sürmedi. düşünülenin aksine bu durum benim ve merkezim için mükemmel bir reklam aracı olmuş, eskişehir gazeteleri ve televizyonlarında günlerce plan ve projelerimi anlatabileceğim bir imkanı karşıma çıkarmıştı. bu imkanı çok iyi bir şekilde kullanarak bütün şehrin konudan haberdar olmasını sağladım. üye sayımız her geçen gün artıyor, her geçen gün daha da popüler oluyorduk. ilk ayın sonunda 750 üye olmuştuk. tüm şehir bizden ve aktivitelerimizden bahsediyordu. mükemmel doğum günü ve evlilik teklifi süprizleri gerçekleştiriyor, harikulade renkli açılışlar ve halk eğlencelerinde boy gösteriyorduk. kazandığımız parayla merkeze 4 adet play station, mini bir kütüphane, bir bağlama, bir gitar ve en önemlisi bir adet çay ocağı almıştık. bir zamanlar sadece hayallerimi süsleyen bu merkez akıl almaz bir hızla gelişiyordu. 6 ayın sonunda üye sayımız 2500'ü bulmuş, komün yaşam merkezinin bulunduğu iş hanını komple merkeze dahil etmiş adeta bir komün yaşam kompleksi haline gelmiştik. özel televizyon kanalları, haber ve eğlence programları, radyolar, gazeteler bizden bahsediyor, hakkımızda akademik makaleler, sosyolojik tezler yazılıyordu. ben ise gelişmeleri sadece gülümseyerek takip ediyor, insanlara nasıl daha faydalı olabilirim, onlara daha nasıl imkanlar sağlayabilirimin peşinden koşuyordum. amaç paranın olmadığı kültürlü bir toplum yaratmaktı. kütüphanemize tolstoy, dostoyevski, marx, yaşar kemal ve daha bilimum nice yazarın sayısız kitabını dahil etmiş, toplu müzik kursları açmış, açık hava konserleri ve tiyatro gösterileri başlatmış, rutin olarak her cumartesi ülke meselelerinin konuşulduğu açık hava tartışma günleri etkinliğine start vermiştik. tüm şehir çok mutluydu.
tabi bu sırada zamanında eskişehir'in olmazsa olmazı olarak gösterilen öğrenci mekanları cafeler sinek avlar olmuştu. tehdit üstüne tehdit alıyordum. topluluğa yaptığım bir konuşmamda sarf ettiğim "duvarlara karikatürler yapıştırarak, ilginç aksesuarlar koyarak bir kültür yarattığını sanan ve bu sayede mekanını doldurarak 3.5 liraya sevgili öğrenci kardeşlerime çay satan oportünist cafe sahipleri" cümlesini üzerine alınarak ecasen’i (eskişehir cafe sahipleri sendikası) kuran 3 cafe sahibi beni adalar'da satırla kovalamış, karşıdan bando çalıp "eskişehirspor oleyyy" marşlarıyla yaklaşmakta olan komün yaşam merkezi üyelerinin beni farketmesi ile ölümden son anda kurtulmuştum. şu an bu uzun cümleyi kurabiliyor isem o arkadaşlar, daha doğrusu yanlarındaki çılgın eskişehirspor taraftarları saksafon, trompet ve trompet çalmakta kullanılan sopaları bir silah olarak ustaca kullanabildiği içindir.
2. yılımızın ilk günlerinin mutluluğunu yaşadığım günlerin birinde nerdeyse adlarını dahi unuttuğum ali ve utku isimli eski dostlarım ziyaretime geldi. onları mutlulukla karşıladım. çay ocağından üç çay söyleyerek koyu bir muhabbete daldık. eski günleri yad ettik. başarılarım için beni ısrarla tebrik edip sonunda esas mevzuya geldiler. satın alacakları portakal ve zeytin bahçeleri için benden borç para istiyorlardı. onlara yırtık cebimi göstererek ne bende ne de şirket hesabımda para olmadığını anlattım. ama bir türlü 3000 kişilik bir şirketin nasıl parasının olmayacağını kafaları almıyordu. onlara benim asıl amacımı hala anlayamamış oldukları için küfrettim. zaten ağzımı burnumu kırmak için küfretmemi bekleyen ve parasız olduğum için daha da cesaretlenen bu iki yavşak bana ve komün yaşam merkezime ağza alınmayacak hakaretler edip ağzıma ağzıma vurdular. kapıdan çıkarken "hakiki komün yaşam merkezi" adıyla rakip bir şirket kurarak beni sikerteceklerini de eklemeyi ihmal etmediler. o günden sonra onları bir daha görmeyeceğimi biliyordum, veya ben öyle sanmışım.
2 yılın sonlarına doğru işler boka sarmaya başladı. pek sevgili komün topluluğumun içindeki o kapitalist ve tüketici ruh uyanmıştı. o üreten topluluk gitmiş yerine akşama kadar oyun oynayan, televizyon izleyen, tolstoy yerine boxer dergisi okuyan, sağda solda yiyişen ve göbeğini kaşıyan bir topluluk gelmişti. geri dönülmez bir yola girdiğimizi hissetmeye başlamıştım. gene bir sabah bu düşüncelerle uğraşırken birden memed ali girdi içeri. memed ali merkezimizin çay işleri emekçisi idi. ama emeği takdir edilmemiş olsa gerek ağzı burnu kan içindeydi. durumu anladım. çay için verilen parayı almadığı için ikinci kez serhat ve arkadaşlarından dayak yemişti. serhat’ı yanıma çağırdım ve neden böyle bir şey yaptığını sordum. "artık para kazanmak ve kendi kazandığım parayla cafede yanımdaki kızlara hesap ödetmeden artizlik yapmak istiyorum abi, çok bunaldım ben böyle" dedi. hak verdim kendisine. odama, bilgisayarımın başına döndüm ve üyeler.xls dosyasından serhat’ın üyeliğini anasına söverek silerken birden akşamki etkinliği hatırladım. akşamki açılış için hala 20 adet ilave palyaço ayarlamam gerekiyordu. ama 3000 kişinin içinden 20 kişi bulamamıştım. endişe ile kapıya yönelip aşağıda türlü oyunlar oynayan topluluğa seslendim. kimse beni siklemeyince sesimi daha da yükselterek bu akşam için 20 gönüllü palyaçoya ihtiyacım olduğunu söyledim. ancak toplulukta homurdanma başladı. sıkılarak sikenimi arasınız, gınaa gelip sikenimi arasınız, yetti ulan deyip sikenimi ararsınız… derin bir üzüntüyle odama döndüm. çöküşe geçmiştik artık, bu çok belliydi. sonraki hafta toplu müzik kurslarımız sona erdi. bağlama ve gitar hocalarımız artık bar ve cafelerde çalıp para kazanmak için aramızdan ayrılmışlardı. siktiğimin palyaçoları ise kendi palyaço şirketlerini kurmuşlardı. nitelikli ne kadar adamım varsa birer birer kaybediyordum. kalan adamların nitelikleri ise bir zamanlar iyi vakit geçirilir düşüncesiyle aldığım kağıt, okey, play station gibi araçlarla köreliyordu. ne bir kültürel aktivitemiz ne de bir halk etkinliğimiz kalmıştı. içeri giren çıkan uğursuzun haddi hesabı yoktu. bir it sürüsüne dönüşmüştü güzelim topluluk. komün yaşam merkezim ise bir fare yuvasına.. evet tam bir fare yuvası olmuştu artık burası. aldığımız işler gözle görülür bir şekilde azalıyor, merkezde düzenlenen batak, tavla turnuvalarının sayısı ise ters istikamette hızla artıyordu. göz göre göre batıyorduk. batmamız değil de insanların yozlaşması ve kapitalist kültüre yenik düşmeleri içimi paralıyordu. derin bir üzüntüyle kütüphaneye yürüyüp marx'ın ölümsüz eseri das kapital'i yarım saatliğinede olsa okumak için arandım. ama bulamadım kitabı. kitapları çalıp satıyorlar mı ipneler diye düşünürken bir masanın üzerinde gördüm. nedense buna inanılmaz derecede sevindim. demek hala kendini bozmamış, das kapital okuyan kültürlü genç arkadaşlar vardı. kitabın rastgele bir sayfasını açtım. işçi sınıfı ve patron sınıfı arasındaki çıkar çatışmaları diye bir paragraf beklerken karşıma king ve batak puanları çıktı. it oğulları güzelim kitabın her bir sayfasını boşluk bırakmamacasına doldurmuş, yazılardan boş kalan yerleride cinsel organ resimleriyle tamamlamışlardı. üzüntüyle eve gittim, saatlerce uyudum.
düşünceli bir şekilde merkeze doğru yürüdüğüm bir akşam şirket arabalarından birini merkezin arkasındaki sokakta park etmiş halde gördüm. içerisinde birilerinin olduğu belli oluyordu. selam komün kardeşlerim demek için yanaştım ve ne göreyim! grup olarak yaşama kavramını abartmış iki kız ve iki erkek delice sevişiyor ve arabayı adeta bir hallaç pamuğu gibi sallıyorlardı. demek utku haklıydı! işte o an çıldırdım. delirmiş bir halde merkeze girdim ve kapıyı son hızla arkamdan kapattım. noluyo amuğa goyiiim diyerekten batak masasından kalkan kafalar bana yöneldi. komün piçlerine hiddetle soluyarak baktım. huzursuzlandılar. sonra bende film kopmuş diye anlatıyorlar. deli gibi ordan oraya saldırmış, piçleri önüme katarak kovalamışım. hamamböceği gibi kaçışmışlar. bazılarını porsuğa kadar kovalayıp dereye döktüğümü söylüyorlar. hiçbirini hatırlamıyorum. küpeli ve uzun keçi sakallı bir yavşağın sakalını ateşe verip, omzuna çıkarak kafasını ısırdığımı sonradan beni çekmiş amatör bir kameranın videosunda izledim. fare yuvasını dağıtmıştım..
olmamıştı. insanın içindeki kapitalist ruhun ve kültürün asla ölmeyeceğini acı bir şekilde anladım. merkezi kapattım. elimde hiçbirşey kalmamıştı. koca şehre rezil olduğumdan ve 17500 liralık kira borcundan ise bahsetmek istemiyorum.
bir gün bir ağaç altında otururken az ilerimde üç adet bmw durdu. birinden ali, birinden utku, birinden ise ismail indi. konuşarak bana doğru yaklaşıyor, bu sırada da arabalarını ellerindeki anahtarlarla cılık cılık öttürerek eğleniyorlardı. beni fark etmediler. yanımdan geçerken ismail’in kıbrıs’taki yeni yatırımlar hakkında diğerlerine brifing verdiğini duydum. böğürerek ağlamaya başladım.