Yaşadığımız hayatı bir başkası yaşasa mutlu olurdu. Dünyayla bir sorunu olmazdı.Ama benim tek düşündüğüm tonlarca C-4'ü dünyanın merkezine koyup bir karpuz gibi parçalanmasını seyretmekti. Belkide tek sorun şuydu:biz ne istediğimizi bilememiştik hiçbir zaman.Ve dolayısıyla herşeyi deniyorduk. Belki görünce istediğimiz, uğruna yaşadığımız şeyi hatırlarız diye.
Dıana isminde bir Beyaz rusyalı kızla iki ay birlikte yaşadım. Geceleri çalışıyordu Gündüzleri birlikteydik.Onu kurtaracağımı düşünüyordu.Ama kim kimi kurtarabilmiştiki şimdiye kadar? Beni kim kurtaracaktı?''KURTULUŞ'' dedim.''Ankara'da bir mahalle''fazlası değil Kurtulmaya gelmiyoruz dünyaya. Daha da saplanmak için burdayız. Dibine kadar Onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce.Biz daha çok kötülüğün sınırlarını zorluyoruz.Ne kadar iğrenç olabileceğimizi araştırıyoruz.
567 sayfa kopartıp, tüm bunları birbirleriyle kıyı temasında bulunacak şekilde bir yüzeye yayın, ve bütün o alanın yüzölçümünü kaplayacak şekilde kusun! sonra gene kusun! ve gene!
alın size kinyas be kayra!!
tüm satırlar; hezeyana uğramış bir bilincin, kimliksizlik özleminin, kendi özüne dahi karşı olacak kadar yoğun bir anarşizmin ve med-cezirlere tabii bir ruhsal çalkanışın çaresiz dışavurumları! öyle ki 120 sayfalık son bölümde verilmeye çalışılan 'evet; gerçekten de insan toplumsal bir hayvandır (mı acaba?)' dersi dahi kurtaramıyor bu göreceli gerçeği.
tamam dediğini yaptık diyelim! sildik tüm vicdanımızı! sonra bir sevişip bir öldürmekle geçip gitmeye başladı günlerimiz! eee??? sonu ne bunun? çıktığımız nokta ne ki varacağımız bi nokta arayışındayız? nokta yok o halde öldür! öldür ki sen de ölebilesin! oh ne güzel iş!
edebiyat olsun, müzik olsun, sanatın diğer tüm dalları olsun, eğer temel amaçları hayatı estetize etmek ve belli bir oranda katı gerçekçilikten uzaklaşıp romantizm katmaksa eğer insanlığa, bu kitabın bu amacı hiçe saydığı ortada! Neticede türlü sebeplerden ötürü bunalan, isyana sevkolan, ruhu daralan hiç kimse, öfkesini bizatihi hayatın kendisinden çıkaramayacağına göre, gene bu öfkenin sebep olduğu zararın insanlardan çıkacağı aşikar! öldürerek, döverek, tecavüz ederek vb.. türlü şiddet içeren eylemlerle, olan gene insanın kendisine ve çevresine olacak! ve benim canımı sıkan en büyük noktada, kitabın son bölümü hariç(ki burada dahi örtülü yönlendirme var) daima bu biliçli tarafgirlik oldu.
kimbilir belki de yeniyetme çağında, ruhunda asosyallik taşıyan, ve bitabiii kendisinin farklı olduğu zannındaki güruha çok etkileyici gelmiş olabilir tüm bu satırlar; ama ben bu filmin her bakımdan çok daha başarılı bir versiyonunu zaten daha evvel görmüştüm! bir oğuz atay, bir bukowski bir trevanian bu konuda denilebilecek hemen herşeyi demişlerdi zaten! üstelik kusmaktan ziyade çağlayarak aktarmışlardı bunu halka! bugün bir kayra mı, hikmet benol mu? dense 2sini de okumuş kaç kişi acaba tercihini kayra'da yana kullanabilir ki? peki nicholai hel mi daha çekici geliyor yoksa kinyas mı?
velhasıl yiğidi öldürsek de hakkını yemeyelim! eğer etik kaygıları bir yana bırakarak sadece edebi bakımdan eleştirirsek, kesinlikle tatminkar bir kitap olduğunu söyleyebilirim; ki -değerlendirmede bunu gözönüne almak ne kadar doğru bilmiyorum fakat- gene de yazarın bunu yazdığa zamanki yaşı dahi kendisini içtenlikle tebrik etmeye yeter de artar bile.
bunun dışında maalesef bu tür kurgularda genellikle rastlanan en büyük problem olan 'farklı isimlerdeki karakterlerin(2 kahramanlı romanların başrol oyuncuları yani) benzeşmesi sorunu burada da karşıma çıktı. Gerçi belirtmek gerekir ki kesinlikle bir tutunamayanlardaki kadar rahatsız edici bir benzeşme değil bu. Sadece bu ayrımı belirginleştirebilmek için oluşturulan, Kinyas'ın tolgalığa geçiş süreci, biraz daha inandırıcı olabilirdi diye düşünüyorum.
aforizmalar ve alternatif bakış açıları bakımından kesinlikle çok zengin bir kitap olmakla beraber gene dediğim gibi burada etik kaygılardan bağımsız düşünmek gelmiyor içimden.
son olaraksa kitabın en, en büyük eksiği; ironi eksikliği! insan ruhunu böylesi bir çıkmaza, arayışa yönlendiren en önemli unsur zekaysa eğer, zekanın da en büyük tezahürü daima ironik kabiliyettir. Ne yazık ki ne kinyas da ne de kayra da böyle bir özelliğin gelişmiş olmaması çok çok büyük bir eksiklik. Tam bu noktada, içimden madem intihar etmeyeceğiz o halde içelim!! demek geliyor! (bkz: bir düğün gecesi)
velhasıl yeniyetme çağında kesinlikle okunmaması, yaş kemale erinceyse(!) kaçırılmaması gerekli bir kitap diyerek sonlandıralım bu gereksiz eleştiri yazısını!
''resmin sınırı Fotoğraftı. müziğin sınırı da makinelerden çıkan sesler oldu. her uyuşturucu kendi tarzını yarattı. insanlar beyinlerini uyuşturma yöntemlerine göre sınıflara ayrıldılar. hepsi kendini kandırdı. benim kandıracak kimsem yoktu. çünkü kanmış olarak Doğmuştum!..''
kendimi kötü hissettiğim anlarda işbaşı yapan başucu eseri.
"ne yapmak istediğini bilmiyorsan, ne yapmamak istediğini düşün!"
"seni anlıyorum" demek büyük bir yalandır. kocaman bir yalan. kimse kimseyi anlayamaz ve tanıyamaz dünyada... var olan en sağlam zırh insan vücududur. içindekileri en iyi saklayan kasa odur. koridorlarında birikenlerin kokusunu bile yaymaz dışarıya. deliliğin kokusunu, anormalliğin kokusunu duyamazsın yanında gazete okuyan adamın, otobüs durağında. sadece gördüklerin vardır. beş duyunun algıladığı kadar anlarsın aileni, sevgilini, çocuğunu...
ölümlü olduğunu unutamadıktan sonra ne gereği var anlamanın? tutunsanda aşıklarına, zincirlesen de kendini dostlarına yine de gömülürsün toprağa. gerekirse hepsiyle beraber gömerler. firavunlara yaptıkları gibi. anlayan şöyle der:
anlayamasaydım da ölecektim. daha çok anlamak yormayacak tabutumu taşıyanların kollarını. çünkü ne daha ağır oldum, ne daha büyük!"
"işte" dedim. "umut bu. bir tekne. başka birşey değil. koca okyanusta devrilmeden yol almaya çabalayan bir tekne. sonsuzluğun dalgalarıyla savaşan bir ceviz kabuğu. hepsi bu. köhne bir tekne." ben bindim. kamarasında uyudum. hiçbirşey değişmedi. isterdim yeni bir insan olarak inmeyi o tekneden. değişmeyi, iyi biri olmayı, hissetmeyi, sevmeyi. hepsini isterdim. ama istemenin yetmediğini çok erken anladım. hiçbir şeyin yetmediğini! dünyayla mesafeli bir dostluk kurmak zorunda kaldım. çünkü kuşkulandım bana verdiği hediyelerden. her şeyden! kendimi kaybettim. buldum. umut adındaki teknede bir hafta kaldım. ne dövmelerim silindi, ne de zihnim ölmekten vazgeçti...
bunu kendine el kitabı olarak edinenler var. böylece kitaptan kafalarını kaldırdıklarında o kitabın cümleleriyle konuşmaya başlıyorlar. bir kitabın içinde yaşanmaz halbuki uzun süre, kilitli kalırsın sonra.
güzel kitap diyebilirsin, dehşet bi kitap diyebilirsin. hoşuna giden kitapları hangi kelimeyle tanımlıyorsan artık.. ama yapma böyle kardeşim ya.
sen ne kinyassın ne de kayra.
kitaba demiyorum, bu insanlara yazık günah. uyan artık uyan! o bir kitap yalnızca.
"...aynaya bakıp kendini tanıyamamak,insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiç bir şeye kayda değer bir varoluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki."
Her aldığım nefes boğazımı yakıyor...Ben çok zor yaşıyorum.Dogduğumdan beri ölüm döşeyindeymişim gibi yaşıyorum.Onun için bir restoranda oturunca masayı kendime doğru çekiyorum.sandalyemi oynatmadan.
" ilkellik mıknatıs gibidir. dev bir mıknatıs. biz istemesek de vücudumuzdaki demir ona doğru gider. beynimize işlenmiş bir ilkel insan dövmesiyle doğarız. yemek, uyumak, bağırsaklarımızdakileri çıkarmak dışında yaptığımız her şey fazladandır. üremek dahil. geriye kalan her şey uydurulmuştur. dünya uydurulmuştur! caddeler, evler, giysiler... her şey. o üç eylem dışındaki her şey! aşk, siyaset, tıp, savaş. bunların hepsi insanoğlunun boynuna astığı aksesuvarlardır. teker teker hepsinden kurtulunur ve üç ana eyleme dönülürse insanlık kendini hatırlayacaktır. bunların yerine getirilebildiği dev bir yatakhane olmalıydı dünya..."
"güneşten kopup odama kadar gelen ışığın yüzünden uyanmak zorunda kaldım. sabah olunca uyanmak isteseydim, kendime bir çalar saat alırdım. birden gözümün önüne kızgın güneşi, üzerine dev bir sürahiden döktüğüm suyla söndürdüğüm geldi, dünyaya dönüp 'haydi, herkes yatağına! uyuyoruz!' demek için..."
---spoiler---
"bir bokluk var bu işte!"
aslında şimdi düşünüyorum da, bu yanlış kurulmuş bir cümle. gerçekçi olalım. bu işte, hayatta bir bokluk yok. çok iyimser bir yaklaşım olurdu. ki ben benzer yaklaşımları pollyanna'ya rüyamda tecavüz ettikten sonra bıraktım... bu işin, bu hayatın kendisi bir bokluk. içinde yüzüyoruz. yanlış anlaşılmasın! kötü, acı verici, şu ya da bu olduğu için değil. bilinmediği için! mükemmel hayatlar da gördüm. sabah yataklarından kalkmak için sabırsızlanan mutlu insanları da gördüm. konu bu değil. konu bilinmeyenler, anlaşılmayanlar. etrafımızda dönen görünmez dümenler. belki tanrı. belki de daha insani bir teşkilat. her şeyi düzenleyen. kim bilir? hayata ve ölüme hakim olanlar bilir... ---spoiler---
...paragrafını hatırlamak adına gecenin bir yarısı, paragrafın bulunduğu 148. sayfaya kadar yeniden taramama neden olan kitap. ***
lise dönemlerim de pek de kendisinden hoslanmadıgım bir kız arkadasımın bana tavsiye ettigi kitaptır. bir kitap bir insanı ancak bu kadar etkileyebilir. kimi ne göre amatör basarı kimi ne göre kanında olan ustalık. ne oldugu umrumda degil. tek bildigim hakan gündayın bu kitapla benim gözümde ölümsüzlestigidir.
kinyas'ın kini içimi karartacak derecede enginken kayra'nın uykusunda kaybolmak istedim her gece...
işlenen cinayetler, kimsenin gözyaşına bakmadan yapılan pislikler.. bunlara üzülebilmek için kendi içinde gözyaşlarına sahip olabilmek gerekir.. ama yoksa.. okuyun, gerisini kendi benliğinizde bulun.
"yıllar önce, okuduğum kitaplardaki, seyrettiğim filmlerdeki yalnız insanlara özenirdim hep. yalnızlara. konuşacak kimsesi olmayanlara. sonra hayat beni buralara getirdi. tabii ayaklarımın azımsanamayacak yardımıyla. ve artık o roman karakterlerinden biri oldum. o kitaplardaki yalnızlığı çok gösterişli bulurdum. aynı zamanda da korkutucu. kendime ''bu kadar yalnız kalınabilir mi?'' diye sorardım. ''sosyal hayvan insan, dayanbilir mi kimsesizliğe?'' ama artık biliyorum yalnızlığın korkulacak bir yanı olmadığını... tabii bunu ruh sağlığı yerinde ve içlerinde tek bir kişilik taşıyanlar için söylemiyorum. sözüm benim gibi içinde binlerce ruh taşıyanlara, uzakdoğu efsanelerindeki canavarlar gibi yedi kafalı tek bedenli insanlara. ben hep kalabalık oldum. şehrin uzağındaki bir semte giden, günün tek otobüsü kadar kalabalık. tıkış tıkış! herkesin üst üste olduğu bir otobüs kadar. dolayısıyla iyi geldi bana yalnızlık. kendime yeterince zarar veriyordum. ve bir de dünyanın vereceği zararları ortadan kaldırmanın imkanı olmadığına göre, yoklarmış gibi davranarak yalnızlığı seçmek en doğrusuydu...
yalnızlık kurşun geçirmez. dostluk, aşk, aile geçirmez. hiçbir şey geçirmez. dışarıdan sokmadığı gibi içeriden de çıkartmaz. cerahat yapar. antibiyotiğini de kendinde besler. yeter ki nerede olduğu bulunsun... ruhun nerede olduğunu düşünürüm bazen. vücudumun neresinde? sonra kara veririm. ruhum, bedenimin bittiği yere kadar..."