ahırın duvarındaki çatlaktan köyün genç ve güzel ineğini dikizlerken birden ineğin yere yatıp uygulamaya koyulduğu şeyi anlamaya çalışıyordu. inek aslında garip bir şey yapmıyor yalnızca memelerini sıvazlıyordu. öküz bunu anlamamıştı, ne de olsa öküzdü.
onsuzluk krizinin buramında yine kan ter içinde uyandığı sıradan gecelerden biriydi. bu sefer titreyen şey elleri değil, yüreğiydi. önce gecelerin bu denli sebepsiz uzunluğunu, sonra da dünyanın kocaman bir vadi kendisinin ise akıma kapılmış bir toz bulutu olduğunu düşündü. koca vücuttaki ufak bir hücre gibiydi ama aksine yalnız, çaresiz ve işe yaramayandı. uyandırmak istemediği otçul arkadaşlarının arasında üzerine usulca kapıya yöneldi, bir sigara daha yaktı yoksunluğun hatrına.
Yeni yeşermeye başlayan otlara ilk damlalar düşmeye başlamıştı. Yağmur her zamanki gibi bir şarkı ritmiyle dökülüyordu gökyüzünden. Her damla düşeceği yeri biliyordu sanki. öküzün boynuzuna bir damla düştü, biraz afalladı, sallandı; ama yıkılmadı. Ortalık, sanki doğanın bir çerçevede tablo edilişi, bir tuvalde yansıması veya bir sanatkârın en ünlü resmi... gözleri parıldadı işkembesinin taze otlarla dolu olacağı önündeki günleri düşünerek.
hayatın ona geldiği gibi o hayata gitmemişti. her gece suçsuzluğunun yargılayıcılarını yargılar, bir bir asardı hepsini. unuttuğu bildiğinden çoktu.
yalnızdı ama kimsesiz değildi. bilincin kudretiyle hala ayaktaydı belki.
nefretini törpülemişti ama ara sıra sevdalanırdı da. sevdaları uçurumu andırırdı...
saya saya bitirse yıldızları, yine de sabah olmasın isterdi. sonra düşlerinden utanır saman balyalarına sarılırdı.
mağdurdu ama bir o kadar da mağrur.
yaşadığı coğrafyanın nimetlerini değerlendirmiş, hemscinsleri lokomotiflere baba mesleği kabulu ile bakarken o zen rahiplerini gözlemlemiş ve onlardan feyz almış öküzdür.
bir ustanın * söylediği gibi "ağaç aleladedir, öküzde aleladedir. ancak ne zaman öküz ağaca çıkar işte bu fevkaladedir." sözünden hareketle o görüntü olarak öküzsede, özünde sütaş inekleri kadar şendir.
Mâveraî bir bulut yığınının damla damla ümitle yenilediği bir mevsimde, bir damla da suskunluğunu bozan öküzün kalbine düştü. Sabır çanağının taşmasına bir damla kalmıştı ki taşıverdi. Tufeylî ruhların elinde oyuncak, mâna bütünlüğünü kaybetmişlerin elinde tutsak olduğu günleri hatırlıyor ve ''yetmez mi?'' diyordu. Aslında sabırlıydı; ama alabora olmuş ümidi, kıyıya vurmuş sevgiyi de görünce dayanamadı daha... Karar verdi, uçsuz bucaksız, mis kokulu kırları keşfetmeye gidecekti...
her ne kadar kendini herkesten soyutlamış, kendi imgeleri içinde kaybolmuş, kendi ütopyasında fütursuzca ama özgürce yaşıyor olursa olsun nihayetinde tüm dünyası bir trenden ibaret olan öküzdür. ütopyası da füturu da o trendir.
hepi topu öküzdür işte.
başka bir türe atfedilmiş, uzak duyulan kaval sesiyle hüzünlenir; ansızın patikada kenarında bir çalılığa pusardı. az sonra dağın eteğinden geçecek, yeni doğumlarla tazelenmiş yılkıyı beklemeye koyulurdu. neden rahvan bir tay olmadığını düşünür ha düşünür, varlığa mana veremez bir daha düşünür...
hafiften matlaşmaya başlamış derisi, geçmekte olan gençliği haber verir ona. sarıkızı da belki başka tarlalarda artık, öldü mü kaldı mi bilinmez. öküz başına tasa çok, omzunda yük vuranı çok... öküz doğduna mı yansın, kayıp sarıkıza mı yansın, geçen gençliğe mi yansın, çiftçi aynı yükü vursada, artık daha ağır gelen yüke mi yansın.
ama melankoliyi, yılkılara hevesle bakmayı bırakmalı öküz, çiftçi yaklaşmakta ona doğru, az sonra yine karabasana sürecek onu. tasası cüssesini aşsada;
altındaki buzağıyı kimseler ona yakıştıramazken o anaç bir güdüyle sahiplenir onu. çünkü bilir ki çoğu zaman en ummadığı bir anda en ummadığıyla yakalar mutluluğu herkes.
maneviyatının derinliğinde hiç bir zaman boğulmaz. isteyen her kişi ona ulaşır. basitliğin huzuru, sıradanlığın hayranlık uyandıracak görkemi vardır üzerinde.
yalnızlığı sever. kendisi gibi herkesin yalnız olduğunun ayırdındadır. yani yalnız olmak, aslında çoğunluğun içine katılmaktır onun için.
neticede öküz işte... bildiğin ya da bildiğini sandığın... öküz.
istediği her inekle vicdan azabı çekmeden sevişebilmek ve aklına estiğinde çekip gidebilmek için 'ben birine bağlanamıyorum, sahiplenemiyorum ve sahiplenilmekten nefret ediyorumööö' yalanını söyleyen fakat işine geldiğinde eşşekler gibi bağlanan bir öküzdür bu.
tam bu kötü huyundan vazgeçip, inzivaya çekilmişken, gelip götüne çöp dürttüğü için birileri, gözü kan çanağı oldu yeniden ve unuttu kendine verdiği sözleri.
artık onu durduramaz hiçbir çiftçi, öküzdür nihayetinde, öküz gibi güçlüdür yani...
yalnız otladığı çayırlarda, yöre ikliminde yetişen her türlü otun tadına bakma lüksüne sahipdir. tanrı vergisi zayıf hafızasından ötürü: ertesi gün hatırlamaz, hangi otun hangi lezzette olduğunu. bu göreceli zenginlik, monotonluğun verdiği evhamların esiri olmaması için bahşedilmiş bir lütuftur aslında...
en nihayetinde öküzdür işte, yaşam amacı; hayatta kalabilmek olan yalnız bir öküz...
bozkırın tozunu yutmuş, vaktinde önce kocamış bedeni, yapmak isteyipte yapamadıklarının sorumlusuydu sanki, o ezelden beri rahvan bir tay olma hayaliyle yaşamıştı. daha yavruyken etrafında ki hemcinslerinin şeklini şemalini beğenmez. kendi şeklinin neye benzediğini de bilmediğinden mütevellit, kendini rahvan bir tay sanırdı.
bir gün yanından dağlara koşan yılkının peşine takılmak istediğinde acı gerçekle yüzleşmişti. hantal bedeni, geçip giden yılkıya yetişmekte, ona engeldi. o zaman anladı neden bir at tarafından emzirilmediğini...
ondan sonra kendine gömüldü öküz, bir daha da hayata gülen gözlerle bakmadı.
nihayetinde öküzdü işte, bozkırda yaşayan, hüzünlü bir öküz...
çifte koşulanlar ile kadrolu tren gözetmenliği yapanlarına nispeten daha özgürdür, hayatın anlamını bulmasına ramak kalmıştır. masmavi gökyüzü, yeşilin en koyusu yapraklar ve kırmızıya çalan toprağın seyrindedir. gözlerini kapar gecenin kızları yıldızları düşünür. benimde zamanım gelecek diye aklından geçirir, akışına bırakır. diğerleri gibi mutlu olmak için acı bir gayret içinde hiç değildir, olduğu gibidir, kendi gibi...
yine de ne olursa olsun en nihayetinde öküzdür, hepimiz öküz!
gecenin sabaha çıkacağını bile bile uykuyu dalıp, hiçbir şeyden utanmıyormuş gibi yaşamaya devam etmekte bir sakınca olduğunu düşünmeyen uzun dilli, ıslak burunlu, bir teselliden çok yeni bir ömüre ihtiyacı olan 4 ayaklı, bir kuyruklu, toynaktan öte parmaklara gereksinim duyan, taş kalpli, götü bokludur.
sezadır matemim tutsa felekler
bana insan değil, ağlar inekler
diye mörüldenirken, uzaktaki ufuk noktasına saplanmıştı gözleri, kara tren gecikecek, hatta belki de hiç gelmeyecekti, dağlarda salınacak ve derdini bilmeyecekti, dumanın savuracak, halini görmeyecekti, gam dolacaktı yüreği, hasreti dinmeyecekti... ama olsundu, hayat her şeye rağmen devam edecekti.
geniş sağrılarını kıvıra kıvıra, götünü dönüp uzaktaki ufka, gelmeyen ve kaçan bütün trenlere nispet edercesine, işkembesinin en ücra köşesinden gelen bir osuruk salladı.
öyle bir osurdu ki, yaylalar yalan oldu, tarlalar talan oldu, gökyüzünden patır patır ölü kuşlar döküldü, koskoca çınarlar, kökünden söküldü.
şöyle bir dönüp baktı ardına, sonra hiçbir şey olmamış gibi geviş getirdi.
bilincinden sarkıttığı düşünce parıltılarından fışkıran fantastik kurgularıyla betimleyip ıssızlığın son deminde yarattığı dünyasında bir nevi yaşamın kıyısından otlanırken kendini sahiplenişlik duygusuyla savrulmuştur bilinmeyenin ortalarında bir yerlerde...
otları yeşildir hep, yazları sıcak, kışları soğuktur....
Bunca arayış ve bunca bekleyişle bari bir yere varılsaydı. Ne gezer, o durmadan arıyor; fakat aradığını bir türlü bulamıyordu. Hatta yer yer aradığıyla bulduğu şeyler arasındaki zıtlıklardan hezeyanlara giriyor; netice itibariyle de kendine rağmen, çalışma şartlarının ağırlaşmasına, öküzlerin dünyasında bir kısım zararlı kabuk değişikliklerine sebebiyet veriyor ve her şeyi bütün bütün içinden çıkılmaz hale getiriyordu.
onu sevmeyen tüm sevdiklerinin umarsızca yellenip, fütursuzca horladığı uyku saatlerinde içindeki boşluğun rehavetiyle dolaşıyordu, dağ-tepe, bayır-yokuş demeden sallıyordu ardında kalan kuyruğunu kimseye gönül vermeden. ve belki de sonun başlangıcındaydı artık öküz, uykunun girmediği göz kapaklarını her kapatışında duyuyordu yalnızlığın çığlıklarını.
nemli samanlara koyamıyordu paha biçilemez kellesini de dik durmaya çalışıyordu tüm hasretlere inat yüreğiyle. kaç ağlayan öküz tanıyordu, bilmiyordu. öküzlerin düşünebildiğinden bile emin değildi tüm bu ilişkilerin inekler üzerine kurulu olduğu minicik ahırında, et panayırından başka hiçbir şey değildi.
o gün kuyruğundan başka hiçbir yeri hareket etmiyordu öküzün, içinden ahırlar geçiyordu. sokakları tek tek aşıp bilmediği caddelerde kayboluyordu. bilmediği hayvanlar ona bakıyor, anlam veremediği boşluğunun, can yakan soğukluğu göz bebeklerine vuruyordu.
kasları titriyordu öküzün, 3 bacağı sarılıyken tekinden veriyordu canını. bayramlar çocuklara gelirdi hep bilirdi öküz, akan kanıyla kıymetlenirdi şenlikler. gidecek kadar cesaretle, ölmeyi isteyecek kadar ihanetle doluydu öküz.
uçsuz bucaksız meralarda gezindi buğulu gözleri. dört yapraklı yonca aradı yeşilin bin bir tonu içinde. Med-cezirler yalarken yalçın kayaları, zamanın bir başka diliminde gönül kıyılarında da gel-gitler yaşanıyordu. Bir buzağı hapsedildiği ahırından salıverilsin istedi uçsuz bucaksız otlaklara. Çünkü buz mavisi umutları üşüyordu bu soğuk coğrafyada, kan kırmızısı bir karanfil konsun diye beklerken toynaklarına. bu çorak bozkırlar da neyin nesiydi?
ıslak çimlerle bir güzel doyurdu karnını, aşağıki dereye inip tonlarca su içti ve akabinde hunharca geğirdi.
sonra usulca eğildi, boynuzlarını siyah taşlara sürüp parlattı ve uzun uzun seyretti gökyüzündeki beyaz bulutları.
artık yeni bir başlangıç yapmaya hazırdı, kahverengi iri gözleri birden parladı, sonra ağzını havaya dikip;
böhühühühüheey dedi ve ekledi; mööö...