yırtacak bir kefeni bile olmayanlarla doludur yerin altı. kefeni olsa, yırtıp girmemiş olabilecek miydi yerin dibine?
belli ki var bu kefende bir hikmet.. peki yerin üstünün mü yoksa altının mı daha hayırlı olduğunu nasıl anlayacağız?
ya bizim hayır gördüğümüz şeyde şer, şer gördüğümüz şeyde hayır varsa? gel de çık bu işin içinden.. sanırım o bize gelmeden kapısını çalmamak ama geldiğinde kapıyı suratına çarpmamak, iyi ağırlamak boynumuzun borcu. işte bu yüzden değil mi ölmeden önce ölmek..
biraz olsun ölmek gerek, fazlasına hacet yok aslında. ölümünde birazı mı olurmuş? demeyin. olur elbet.. hem hangi baba yiğit ölmeden önce ölebilir/ölebilmiştir şu zamanda? kolay olanı zor hale sokmaktır bizim işimiz. oysa en basit haldir ölmek!
ne yarın için yaşamak ne de sadece ve sadece bugünü semirmek. gereken tüm bilgi zamanda mündemiç..
yerin altına girmek de değil aslında korkutan bizi. oradan yansıyan keskin karanlıktır bizi kahreden, dünyaya bağlayan. tırnakların şimdiye geçirilmiş olması işte tam bu yüzden. dünü unutuş, yarını yok sayış.. demir atarak bugüne yarının getireceklerini umursamamak, korkaklığın cesaret addedildiği sahte bir kavrayış sadece.. ölüm gerçek ve umulmadık bir anda gelecek. bu yüzden değil mi, her ölüm biraz erken..
ve mal canın yongası olmamalı, temiz bir testere ile yontulmalı ancak kendinden başkasına. bağını çözmek bugünden ve o na yelken açmak... ancak o zaman dikilebilir kefendeki sökükler. üşütmez esen rüzgar, esen yel kapandıkça sökükler. ve bilinir ki dikilmiştir artık kefen. hazırdır ölmeye..